“Ekmek Entelektüeli” mi, “Felsefe Kafası” mı? Mimarlık Eğitimi İçin İki Seçenek
Mimarlık Eğitimi İçin İki Seçenek
Uğur Tanyeli ■ 1789 yılında Jena Üniversitesi’nde yaptığı çok ünlü akademik açılış dersinin konusu olarak Schiller “Tarih neden çalışılır” sorusunu eksen alır*. Orada sadece akademik tarih alanı için değil, tüm üniversiter çalışmalar için geçerli iki karşıt güzergahın varlığına işaret edecektir. Ona göre bu yollardan biri “Brotgelehrter” olma hedefine ulaştırır, diğeri de “philosophischer Kopf” edinmeye. Benim “ekmek entelektüeli” diye çevirdiğim “Brotgelehrter” terimi, üniversiteye gelme amacı gelecekte ekmek parası kazanacak bir meslek edinmek olan öğrenciyi (ve kuşkusuz öğretim üyelerini de) niteler. O ekmek entelektüelleri belirli bir pratiğe yönelik araçsal bilgi ve becerileri edinme kaygısını ön plana alırlar. Üniversitede öğrendiklerini mesleki yaşamlarında kullanacaklardır. Öğrenim alanları pratik içerikli olmasa bile hedefleri değişmez. Daha açık deyişle, ille de mühendislik, hukuk, tıp gibi doğrudan uygulamalı disiplinlerde çalışmaları gerekmez. Onlar hangi konu üzerinde öğrenim görürlerse görsünler, onu adeta uygulamalı hale dönüştürürler. Örneğin, gelecekte aslen uygulamalı olmayan disiplinlerin öğretmeni veya akademisyeni olacak, ekmeklerini oradan kazanacaklardır ki, bu da bir başka pratik gerekçedir ve o kişiyi yine bir “Brotgelehrter” haline getirir.
“Ekmek entelektüeli”nin karşıtı Schiller’e göre “philosophischer Kopf” (felsefe kafası) sahibi olmaya çabalamaktır. Bu ikinciler ille de felsefe üzerinde uzmanlaşmazlar. Schiller’in felsefeyle kastettiği şey düşünce üretme işidir. Pratikte doğrudan işeyarar olması gerekmeyen temel bilimleri de kapsayan bir genişlikte tüm bilim ve düşünce alanlarıdır. Bilinegelenleri ve yararlı olanları öğrenmekle sınırlı bir pasif akademik rota ekmek entelektüellerinin rotasıdır. Bilinegelenlerle aktif biçimde didişmek, yeni düşünme imkanları aramak, o imkanların henüz neye yarayacağını kestiremese bile imgelemi ve bilginin sınırlarını zorlamak ise felsefe kafasının temel hedefidir.
Schiller üniversitenin bunlar için olması gerektiğine inanır.
1789 tarihli konuşma Alman hatta dünya üniversite sisteminin dönüm noktası sayılır. Geç Ortaçağ’ın ömrü ta 18. yüzyıl sonlarına dek uzatılmış donuk ve heyecansız kurumunun modern üniversiteye dönüşümünü haber verir. Araçsal bilgiye talip öğrencilerin gelecekte yapacakları işi öğrenmek için doldurduğu okullarda düpedüz bir devrime yol açar. Tıp, hukuk, teoloji üçlüsünün egemenliğinde olan ve ucu doğruca doktorluğa, avukatlığa, kilisede ruhban sınıfına katılıma çıkan garantili profesyonellik yolunu üniversitenin vizyonu olmaktan çıkarır. Abartılı bir basitlikte söylenirse, işini tanımlı sınırlar içinde iyi yapanların değil, o profesyonel sınırları zorlayabilenlerin ve işlerini tanımlayan bilgiyi radikal biçimde sorgulayabilenlerin çağı başlamaktadır. 19. yüzyıl Alman üniversitelerinin altın çağı bu sayede inşa edilecektir.
Mimarlık tüm bunlar olurken üniversitelerin dünyasında bir öğrenim kalemi olarak mevcut bile değildi. Onu kimse üniversitelerin yeni devrimsel değişimi çerçevesinde bir yere oturtmayı denememişti. O salt pratik bir meslek olarak görüldüğü için “felsefe kafası” ile ilgisi olduğu ve olabileceği akla bile gelmiyordu. O yüzden mimarlık öğrenmek için üç yol çizildi. Birinci yol Fransız Devrimi’nden sonra “Güzel Sanatlar
Ulusal Yüksek Okulu” (École nationale supérieure des Beaux-Arts) adını alacak olan Paris’te 1682’de kurulmuş kurumun izinden gidenlerin yolu oldu. İkincisi, yine Almanya’da 19. yüzyıl başından itibaren ardı ardına açılmaya başlayan yüksek teknik okulların (Technische Hochschule) profesyonel teknik adam yetiştirme hedefiyle tanımlandı. 1930’lara dek geçerli kalacak son yolsa, mesleği doğrudan pratik içinde bir başka mimarın yanında çalışa çalışa öğrenme güzergahı olmayı sürdürdü. Dünyanın geri kalanı, Türkiye de dahil bu üç yoldan, genellikle de üçünden birlikte ilerledi. Zaten yolların üçü de aslında aynı kapıya çıkıyordu: Yapı üretim işinin öncelikle tasarımsal teknik içeriğini öğrenmek…
Mimarlık öğretimini üniversite bünyesine almaya ve böylece radikal biçimde dönüştürmeye koyulanlar geç 19. yüzyıldan başlayarak ABD üniversiteleri oldular. Üniversiteyle mimarlığı buluşturdular, ama istisnasız hepsi 1930’ların sonlarına kadar Paris’teki École nationale supérieure des Beaux-Arts’ın yolunu izlediler. Schiller’in önerdiği felsefe kafalı üniversite kavramıyla ilgisi olmayan bir meslek kazandırma pratiğini ve pek çok benzerlerini üniversitelerin içine alarak bugüne kadar sürecek bir yolu açtılar: Üniversiteyi yeniden “Brotgelehrter” (ekmek entelektüeli) üreten bir kuruma dönüştürmeye başladılar. Üniversite ana hedefi meslek öğretmek olan, kibar deyimle “öğrenciyi hayata hazırlamakla yükümlü” bir okula doğru evrilecekti. Dünya genelinde bu Amerikan eğiliminin yaygınlaştığı ve bugün artık her yerde başat hale geldiği söylenebilir. Bunun anlamı, en azından 2. Dünya Savaşı’nın ardından üniversitenin çok sayıda insanı meslek sahibi yapacak bir öğretim fabrikası olarak yeniden tanımlandığıdır.
Türkiye’deyse tüm yüksek öğretim düzeninin zaten daha erken 19. yüzyılda Tıbbiye ve ardından Mülkiye gibi kurumlarla bir meslek okulları sistemi olarak kurulduğunu anımsamak gerekir. “Felsefe kafası” Osmanlı ve Türkiye akademyasının üretmeyi öngördüğü bir meta hiçbir zaman olmadı. Ülkenin her alanda pratik ihtiyaçları vardı, onları sağlayacak meslek adamları -mühendisler, mimarlar, memurlar, öğretmenler, hocalar, ideologlar, doktorlar vs.yetiştirmek gerekiyordu. Bugüne kadar da amacı “herkese hızlandırılmış meslek kursu vermek” olarak tanımlanmış
Türk üniversite düzeninde farklılaşma yaşanmayacak, olsa olsa daha yüksek tempolu yol alınacaktı.
Tam bu noktada “mimarlık eğitimi açısından bunun hem Türkiye’de, hem de dünya genelinde ne mahzuru var, sorun ne” diye sorulabilir. Sorun şu: Özellikle geç 20. yüzyıldan itibaren mimarlık mesleği ile mimarlık okulu uzlaşmaz karşıtlıklar oluşturacak doğrultuda farklı yollardan değişmeye başladılar. Üniversite meslek okuluna dönüşürken, mimarlık okulda öğretilemeyecek kadar karmaşık (çünkü okulda pratiği öğretilen sınırlı sayıda simülasyonla temsil edilemeyecek kadar çeşitlilik içeren) bir bilgi alanına dönüşmeye başladı. Kısacası, üniversitenin akademik doğrultusuyla mimarlığın epistemik içeriği aksi yönlerde değişme yoluna girdiler. Mimarlık giderek yüzyıllardır olduğunun aksine, tekil doğruları olan tekil bir yapı üretim mesleği olmaktan çıktı; çoğullaştı. Mimarlık okulları hayata hazırlamaktan söz ediyorlardı, ama genelde toplumsal hayat ve özelde mimarlık hayatı uçsuz bucaksız bir seçenekler dizisi sunar hale geldi. Bugün dünyanın hiçbir yerinde mimarlık okullarından mezun olanların yarısı bile tasarım işinde çalışmıyor. Alışılagelmiş o eski “mimarlık”la bir biçimde ilişkili veya basbayağı ilişkisiz sayısız çalışma alanı var. Üstelik bugün hayat daima olduğundan da fazla okulda öğretilemeyecek kadar hesaba gelmez karmaşıklıkta. Hal böyleyken, üniversite artık mesleki sınırları bile tarifsiz hale gelmiş olan o hayatı yaşamak için gerekenleri öğretebileceği yanılsamasını hala üretiyor. Genelde hayatın, özelde mimari-mesleki hayatın ancak yaşanarak öğrenilebileceği gerçeğini görmezden geliyor. Mezunlarına ekmek parası kazandıracak beceriler öğretebileceği iddiasını sürdürüyor. Öğretemediğini görecek kadar gerçekçi olanlar bile, biraz uğraşılır, ders programları biraz değiştirilirse öğretmenin mümkün olduğuna inanıyor. Oysa Schiller’in savı bugün artık bir tercih imkanı bile tanımayacak kadar zorunlu bir geçerlilikte. Yani, mimarlık alanında ekmek entelektüeli yetiştirmek ve öyle olmak imkanı artık yok. Her mezunun okulda öğretilen çizgide ilerlemek yerine, kendi özgül yolunu bulmak, kişisel rotasını çizmek zorunda olduğu yeni bir epistemik rejim çoktan inşa edildi bile. Rotaların bildik prosedürlerle bildik haritalar üzerinde çizilebileceği inancında temellenen okullar, her özgül durumda ve her özne için her an yeni harita ve prosedürler oluşturmak gereken bu dünyaya uyum gösteremiyor.
Daha açık bir anlatımla, bugün her alanda ve öncelikle mimarlıkta “felsefe kafası” edinmek dışında seçenek yok. Okulun öğrenciye temin ettiği pratikler, yol haritaları, prosedürler, araçlar o daha mezun olmadan geçersiz kalıyorlar. Herkesi istese de istemese de felsefe kafası geliştirmeye zorlayan bir çağda yaşıyoruz. Ortada öğretilebilir bir meslek ve tabii ki onu öğretme iktidarında bir akademik program yok. Öngörülebilir bir gelecekte olmayacak da. Mimarlık okulları bu gerçeği anlamaya başladıkça, somut işeyarar pratikler öğretmek yerine, soyut düşünmenin, yani işe öğrendiğini tahrip ederek başlamak zorunda olan huzursuz entelektüelin çağına ayak bastığımızı kavrayacaklardır. Tam da entelektüellerin terbiyeli, sakin, uyumlu meslek adamları olduğuna inanmaya başlamışken, bu farkına varış sarsıcı da olacaktır. İnşallah…
Uğur Tanyeli