Doğanın Antitezi Olarak Kent ve İki Yorum: Thoreau ve Endell
İnsanın doğadaki pozisyonu ve bu bağlamda mimarlık-doğa ilişkileri modern dünyanın sevilen tartışma konularından biri. İnsan doğanın bir parçası mı, yoksa doğaya istekleri doğrultusunda hükmedebilen tek canlı olarak “doğanın efendisi” mi? Bu yazı, bu tart
İnsanın doğadaki pozisyonu ve bu bağlamda mimarlık-doğa ilişkileri modern dünyanın sevilen tartışma konularından biri. İnsan doğanın bir parçası mı, yoksa doğaya istekleri doğrultusunda hükmedebilen tek canlı olarak “doğanın efendisi” mi? Ece Konuk’un metni, bu tartışmaların iki ucunda yer alan, birbiriyle çelişen biçimlerde doğayla ilişki kuran iki kişiyi, Amerikan şair ve aktivizm öncüsü Thoreau ile Alman mimarı Endell’i inceliyor.
Ece Konuk Rachel Carson’ın Sessiz Bahar isimli kitabı, “Bir zamanlar Amerika’nın kalbinde hayatın çevresiyle uyumlu biçimde süregeldiği bir kır yaşantısı varken, doğanın büyüsünün bir gün insanlar tarafından bozulduğu” anlatısıyla başlar. Bu yaygın kanıya göre doğanın büyüleyici niteliklerinin bozulmasının en önemli sebebi, endüstri devrimi ile başlayan yoğun kentleşme süreciydi.
Sanayi devriminden sonra yeni teknolojilerin koşullarına hızla adapte olarak kaynakların daha verimli kullanılmasını sağlamak amacıyla, kentlere yoğun işgücü göçleri yaşandı. Kurulu kentlerin sınırları genişlerken, yerleşik hayata geçişten beri vahşi doğadan kademeli biçimde koparılan toplumlar, yoğun kentleşmeyle ve sanayileşmeyle birlikte insan sağlığına ve “doğasına” zarar veren koşullarda yaşamaya başladılar. Buhar motorlarını çalıştırmak için gereken yakıtın üretildiği kömür madenleri, kimi yorumcular nezdinde modern bir Dantevari cehennemin merkeziydi (Claeys, 2017: 364).
Kentlerin sağlıksız ve doğadan kopuk yaşam koşullarına, endüstrileşmeye bağlı yeni yaşama pratiklerinin sebep olduğu savunulur. Bu nedenle de modern kentler, yoğun yeşil alanlarla planlanır ve halklara doğayla kopuk olan ilişkinin bu sayede iyileştirileceği vadedilir. Halbuki insan ırkı, avcı toplayıcı olduğu dönemden beri doğayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda evcilleştirerek diğer canlı ırkların üzerinde tahakküm kurmakta. Endüstri kentleri “doğanın antitezi” olarak görülmesine rağmen, insanlar doğayı tarih boyunca kendi ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürdü. Tanyeli, teknolojiyle insan doğasının, dolayısıyla da doğanın, asla denge durumuna gelmediğini; ilk araç kullanan insandan beri yeni varoluşsal meseleler için yeni aletler inşa ettiği için insanların hep bozuk bir denge halinde yaşadığını savunur (Tanyeli, 2013: 183-185). Bu görüşe göre, doğayla olan ilişkilerin bozulmasından salt endüstrileşme sonrası kentleşme pratikleri sorumlu değildir: Tarih boyunca insanların doğayla ilişkisi dengesiz ve bozuktur.
Bu yazı, kentlerin ve kentlilik durumlarının olumsuzluklarından kaçmaya çalışarak kendine doğada yeni bir hayat formu arayan Thoreau ile, kentin sağlıksız koşullarına rağmen metropollerle barışmaya çalışan Endell’in düşüncelerini değerlendirerek vahşi, evcilleştirilmiş ve tasarlanmış doğalar arasındaki ilişkileri ve insanların bu ilişkide nerede konumladığını sorguluyor. Thoreau: Ormanda yaşam üzerine bir deneme Tanrı’ya ve Cennet’e daha yakın olamam Walden’da yaşadığımdan. (Thoreau, 2014: 175)
Amerikalı düşünür Henry David Thoreau, “Sivil itaatsizlik” hareketiyle, yani toplumsal normlarla şekillenen yaşam biçimlerini reddetmesiyle tanınıyor. Thoreau, bu hareketin bir uzantısı olarak kentleşme pratiklerinin sebep olduğu doğadan kopuk ilişkiyi de reddederek, kendine kentten uzakta pastoral bir yaşam kurdu. Bu sayede şehirlerden ve şehirli olmanın getirdiği çeşitli sorumluluk ve yüklerden de uzaklaştı. Kendini vahşi doğayla evcilleştirilmiş doğa arasında konumlandırarak, doğada yaşamanın taşıdığı potansiyelleri dünyaya tanıttı.
Bu hareketin edebiyatta çok sayıda temsilcisi bulunuyor: Doğaya karşı duyarlı
olma kültürü çok sayıda ütopyaya zemin hazırlayarak, tek başına doğaya dönüş ya da birbiri gibi düşünen az sayıda kişinin birlikte inzivaya çekilmesi ile sonuçlandı (Claeys, 2017:100). Bu sebeple romantik akım, endüstri devrimi sonrasında pastoral hayatın algılanış biçimlerini kritik olarak dönüştürdü.
Thoreau, Concord, Massachusetts’te Walden Gölü’nün kıyısında kendi inşa ettiği bir evde iki yıl, iki ay boyunca yaşadı. Kentleşmiş toplumun koşullarından uzaklaşarak yalnız kalmak istemesine rağmen herhangi bir komşusundan bir mil uzaklıktaydı (Thoreau, 2014: 9). Evinde üç tane sandalyesi vardı: Biri kendisi, ikincisi arkadaşı, üçüncüsüyse topluluk içindi (Thoreau, 2014: 128). Komşularından biri oduncuydu ve ağaç keserken çok eğlendiğini, daha iyi bir eğlenceye ihtiyacı olmadığını ifade ediyordu; yani Thoreau’nun reddettiği kültürün temsilcilerinden biriydi (Thoreau, 2014: 134).
Thoreau, doğada yaşadığı iki yıl boyunca, vahşi doğayla kentte kuramadığı biçimlerde ilişki kurdu: Yolunun üzerinde hızlıca geçen bir dağ sıçanı gördüğünde, vahşi bir haz yaşayarak sıçanı yakalayıp canlı canlı yeme isteği duydu; ancak bu istek onu karnı aç olduğu için değil, sıçanın
temsil ettiği yabaniliğe aç olduğu için sarstı (Thoreau, 2014: 189). Hiçbir zaman tam anlamıyla basit yaşamış olmadığını kabul etse de, hayal gücünü memnun edecek kadar ileri gittiğini savundu (Thoreau, 2014: 193). Walden Gölü kıyısına taşınarak saklanmaya çalışsa da, diğer insanların onun izini sürdüğünü ve daima
kirli kurumların pençesi altında kalacağını kabul etti (Thoreau, 2014: 145). Kentlileşmenin bazı koşullarından uzaklaşmışsa da, tamamıyla kopamadı. Komşuları vardı, doğayı evcilleştirdi ve tarım yaptı... Ancak bütün bunlara rağmen, birebir vahşi doğada pozisyon almamış olsa da, iki yıllık deneyimi boyunca insanın ihtiyaç duyduğu gıdaları
az bir zahmetle elde edebileceğini savundu (Thoreau, 2014: 59).
Mimarların pozisyonunun sorgulanması açısından bu satırlar büyük bir önem taşıyor: Doğayla olan ilişkinin mimarlar eliyle bozulmuş olduğu ve bunun ancak mimarlar tarafından düzeltilebileceğine dair yaygın kanının aksi yönde pozisyon alan bu görüş; daha farklı mimarlık imkanlarının da kapısını açmak için önemli bir düşünce pratiği olabilir. Thoreau, her bireyin bir toplumun parçası olarak, mesleki paylaşımlarda iş bölümünün ne zaman sona erdirilebileceğini sorguladı. Sisteme alternatif olarak kendi evini kendi inşa etti. İşçilik kalemlerinin maliyetlerini de paylaşarak herkesin kendi barınağını inşa edebileceğini savundu (Thoreau,
2014: 49). Yaşadığı dönemde Cambridge Üniversitesi’nde bir öğrenci odasının yıllık kira bedeli olan 30 dolar ile kendi barınağını inşa etti (Thoreau, 2014: 49).
Kimbilir, Thoreau’ya göre belki herkes kendi evini yapabiliyor olsa, gelişen farklı kentleşme pratikleri sebebiyle doğaya kaçmamıza gerek kalmazdı. Kentler, doğanın kendisine dönüşürdü…
Endell: “Metropolün Güzelliği”
1900’lerin başlarında yaşamış Alman mimar August Endell’in metropole dair görüşleri doğayla yeni etkileşim biçimleri arayan Thoreau’ya ve romantik
akımın çoğu temsilcisine -örneğin Contrasts kitabında eski kasabalarının pastoral güzelliklerini ve mimarisine nostaljik bir dille yaklaşan Pugin’e- aksi yönde pozisyon alıyor. Endell, kent dokusunun içinde de birtakım doğal süreçler olduğunu savunuyor. Dolayısıyla bozulan doğal yaşama dair nostaljik anlatılar üretmek yerine, mevcut kent dokusunun içindeki doğa etkileşimlerini arıyor. Kentteki doğaya güzellemeler yaparak, kentte yaşamanın problemleriyle barışabileceğimizi savunuyor. Endell’e göre şehirler yaygın bir alışkanlık olarak gürültüsü, karanlık avluları, kirli ve puslu havasının çirkinliğiyle kınanıyor (Endell, 2014: 118). Ancak doğadan en uzak konumlanmış yerleşimler olan kentlerde bile sis, yağmur, ışık gibi doğal etmenler var ve bunları takdir etmek sağlıksız kent koşullarına rağmen bizlere daha mutlu yaşamlar sunabilir. Endell’e göre sürekli değişen hava, güneş, yağmur ve sis, şehrin çirkinliğine rağmen bir güzellik oluşturur (Endell, 2014: 120).
Endell, eserine yüzlerce insanın şehirlerde yaşamak zorunda olduğunu ve şehir hayatının topraktan koparılmış, çeşitli bitki ve canlıların yokluğunda çoğu mutluluk kaynağından uzaklaşmış olduğunu kabul ederek başlar. Ancak, umutsuzluğa kapılmak yerine, toplumların şehirlerin güzel yanlarını da görmesi gerektiğini vurgular (Endell, 2014: 119). Şehirlerin de, tıpkı kırsal alanlarda olduğu gibi; parklar, dağlar, nehirler gibi peyzajlara sahip olduğunu hatırlatır. Şehirlere dair yaygın olan olumsuz görüşlere rağmen, yapılı çevremizdeki doğal malzemelerin, örneğin taşın, anılar ve güzelliklerle dolu olduğunu savunur (Endell, 2014: 119-120). Örneğin, her yağmur yağdığında rengi değişen bir tuğlanın, doğanın yaşayan bir parçası olmadığını söylemek mümkün müdür? (Endell, 2014: 122) Tıpkı kilisedeki taşlar gibi, sokaktaki ağaçlar, her gün farklı görünür; bazı günlerde “güzel” görünmemelerine rağmen “yaşamaktadır” (Endell, 2014: 123).
Kentin içindeki doğal yaşam işaretlerini aramasına rağmen Endell, sokaklardaki atlardan yaşayan canlılar olarak değil, araçlar olarak söz eder (Endell, 2014: 130). Benzeri bir şekilde, romanesk kilisenin pencerelerinden süzülen güneşi doğal bir öğe olarak betimler. Ancak icat edilmiş olan gaz lambalarının ışığını da aynı kategori altında betimlediğinden dolayı savunmaya çalıştığı tezle çelişir (Endell, 2014: 127).
yankıyı taşır. Aslına bakılırsa, kirlilik ölümcül ekolojik günahların en başında
gelir (Claeys, 2017: 365). Dolayısıyla kirlilik, salt fiziksel bir kirlilikle ilişkilenmez: Kirliliğe atfedilen bütün olumsuz değerler, kentlerdeki yeni yaşama pratikleriyle de ilişkilendirilerek temsil edilir.
Ancak Endell’e göre bu ekoloji düşmanı kirlilik bile, kentlerin kendilerine özgü ritimleri olan yapay doğasının oluşmasında önemli bir rol oynar. Üstelik kirlilik ve estetikle kurulan bu ilişkiye sıklıkla rastlanır: Hava kirliliğinin sebep olduğu puslu atmosfer, sıklıkla çoğu eserde estetik ve pitoresk bir öğe olarak kullanılır.
Kentlerin içindeki doğayı arama çabasına rağmen, yorumlarının doğanın şehirli imgeler halinde tezahürü olduğuna inanıyorum. Endüstriyel atıkların sebep olduğu puslu hava doğal değildir.
Nerede duracağına karar verilmiş ağaçlar doğal değildir. Salt taşıma aracı olarak kullanılan atlar doğal değildir. Kilisenin pencereleri, içinden süzülen güneş ışığına rağmen, doğal değildir. Endell’in eserinde evcilleştirilmiş ve vahşi doğaları betimleyen pastoral yazıların aksine metropoldeki doğal süreçlerle barışma çabası olmasına rağmen, insan eliyle tasarlanmış kentlerde vahşi doğaya yer kalmadığı açıkça görülebilir.
Değerlendirme
İnsanın doğanın bir parçası mı, yoksa “doğanın efendisi” mi olduğuna dair sorgulamalar, uzun süredir devam ediyor. Bu tartışmalar, kırdaki yaşamın niteliklerinin kente üstün oluşu etrafında şekilleniyor. Savaş sonrası kentlerinden endüstri kentlerine, hem insanlığın hem de mimarlığın sebep olduğu çoğu problem, doğadan kopuşla ilişkilendiriliyor; doğaya özlemle ilgili sonsuz romantik ve nostaljik anlatı üretiliyor.
Mimarlık ve kentleşme pratikleri sebebiyle bozulduğuna inanılan doğayla ilişkilenme problemlerini çözmek için bir araç olarak tekrar mimarlığa başvuruluyor. Doğaya dönüşün insan sağlığını artıracağına mutlak suretle inanmaya devam edilirken; insanların ilk alet yaptıklarından beri doğayla denge ve uyum içinde yaşamadıkları, doğa üzerinde evcilleştirme aracılığıyla tahakküm kurdukları göz ardı ediliyor. Mimari söylemler, her ne kadar doğanın insanoğlu tarafından müdahale edilmemiş halinin ideal bir yaşama alanı sunduğunu iddia etse de, modernizmin getirdiği “sağlıksız” kent koşulları, yapılan türlü müdahalelere rağmen değişmiyor, değişemiyor. Mimarlığın doğalmış veya doğayla nitelikli ilişki kuruyormuş gibi görünen yapay biçimleriyle, endüstrileşmeden beri kaybolan toplumsal huzurun tekrar bulunabileceğine dair duyulan inanç sürüyor, ancak işlevsel çözüm önerileri sunulamıyor.
Bütün bu tartışmalar süredursun; doğanın bütün bu süreçlerde insanlık tarihi boyunca evcilleştirilmiş, baskılanmış, tahakküm altına alınmış olduğuna dair inanışlarımızı da sorgulamamız gerekiyor. Bastırılmasına, evcilleşmesine ve kontrol edilmeye çalışılmasına rağmen doğa; üzerindeki insan etkileri çekildikçe geri döner (Hubbard, 2006: 152). Terkedilmiş yapılar, hızla çeşitli bitkilerin, kuşların ve böceklerin yuvası haline gelir. Buna ek olarak, bazı canlılar (yabani kediler, fareler, güvercinler vd.) yapılı çevreye iyi uyum sağlayarak bütün çabalara rağmen şehirlerde yaşamaya devam ederler (Hubbard, 2006: 155).
Tarih boyunca kentlerin antitezi olarak görülen doğa, kendi başına oldukça güçlüdür. Thoreau gibi kendimize kentleşme pratiklerine tezat olacak biçimde doğaya eklemlenme biçimleri arasak da, Endell gibi metropolün içinde olmayan doğayı üretmeye çalışsak da... Pugin veya Carson gibi doğaya nostaljik bir özlem duysak da… İnsanların sebep olduğu olumsuz etkiler çekildikçe, doğa geri dönmeye başlar.