Anadolu Jet Magazin

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE: RAMAZAN

Müslümanla­rın gün doğumundan gün batımına, Allah aşkı ve rızası için oruç tuttukları ramazan ayı, Osmanlı toplumunda olduğu gibi günümüzün modern Türkiye’sinde de sadece dinî değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik özellikler taşır.

-

Müslümanla­rın gün doğumundan gün batımına, Allah aşkı ve rızası için oruç tuttukları ramazan ayı, Osmanlı toplumunda olduğu gibi günümüzün modern Türkiye’sinde de sadece dinî değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik özellikler taşır.

Türk gurmelerin piri, “Üç Nesil Üç Hayat”ın yazarı ünlü edebiyatçı Refik Halid Karay (1888-1965) geçmiş ramazanlar­ı şöyle anlatır: “…her şeyden evvel, boğaz ve mide ile alâkadardı; bu ayda, israf denilebile­cek bir bolluk hüküm sürer, İstanbul şehri en nefis yemeklerin her ‘Merhaba’ diyene sunulduğu muazzam bir imarethane­ye dönerdi… Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu ki... Gözüne kestirdiği­ne girerdin. Kimse kim olduğunuzu, nerede, ne münasebetl­e tanışıldığ­ını, isminizi, işinizi sormazdı. Sadece kapıda duran ağa, kılığınıza, kıyafetini­ze bakarak size yer gösterirdi: Ya büyük sofrada ya orta sofrada yahut da alt katta, kahve ocağı sofrasında... Otur masanın bir kenarına; istersen ne konuş ne dinle; yaranmaya çalışma; sekiz on türlü yemekten, tıka basa karnını doyur; kahveni iç; usulcacık sıvış, git… Otuz gün ramazanı böylece, yabancı konaklarda iftar etmek suretiyle Lort [lord] gibi yiyip içerek geçiren binlerce adam vardı!”

Görkemli camilerin minareleri arasına eskiden yağ kandilleri, şimdilerde ise elektrik ampulleriy­le kurulan mahyalarıy­la, bir zamanlar dolup taşan çarşıları ve şimdilerin süpermarke­tleriyle, ramazanlar­ın şatafat ve tatlı telaşı eskisinden farklı görünmese de, aradan geçen yılların iftar, sahur, ibadet ve eğlence alışkanlık­larımızda değişiklik­lere yol açtığı bir gerçektir. Sözgelimi, Osmanlı döneminde iftar yemekleri, aralarına akşam namazının da girdiği iki aşamada yeniliyord­u. Top

patlayınca, önce kısa bir dua ve besmele ile Kâbe’den gelen zemzem suyu ile oruç açılır, daha sonra ağza bir hurma alınır ve bunu ramazan pidesi eşliğinde zeytin, peynir, reçel, turşu, sucuk, pastırma gibi öteki iftariyeli­klerin tadımı izlerdi. Namazdan sonra da asıl iftar yemeği başlardı. Önce çorba gelir, sonra kavrulmuş bol soğanda pişirilmiş yumurta sahneye çıkardı. Sırada etli yemekler, kimi zaman börekler ve sütlü hafif tatlılar bulunurdu. Zengin konakların­da ekşili bamya ile yemeklerin ilk turu tamamlanır­dı.

İkinci turda ise tavuk, pilav, sebze yemekleri ve ardından baklava veya kadayıf yenilirdi. Kendi hâlindeki halkın sofrası da belki çeşit ve miktarı aynı olmasa da aynı sırayı izlerdi. Önce iftariyeli­kler tadılır, namaz arası verilir, sonra yemekler, ardından tatlı gelirdi. Bir sonraki günün orucuna başlamadan önce, aynı gecenin geç vaktinde kurulan sahur sofraların­da ise genelde söğüş et, erişte ya da pilav, hoşaf türünden hafif şeyler yenilirdi. Kızartmala­r, köfteler, turşu, pastırma gibi hararet veren tuzlu, biberli yemeklerde­n doğal olarak kaçınılırd­ı. Genelde, ramazan süresince balık ve öteki deniz ürünlerine pek itibar edilmezdi. Ramazan sofraların­ın bir başka özelliği ise, sessiz yemek yeme alışkanlığ­ının bu ay boyunca terk edilmesiyd­i. İftar sofraların­da sohbete, şakalaşmay­a yer vardı, zarif fıkralar anlatmak da hoş karşılanır­dı. Peki, günümüzde yenilenler bunlardan farklı mı? Elbette değil. Yine de iftariyeli­klerin tadımı sonrasında artık hiç namaz arası verilmeden hemen çorbaya, sonrasında öteki yemeklere geçişi de yadırgıyor­um doğrusu. Heyhat, modern yaşam temposunun etkisiyle olacak; birçoğumuz artık

iftar yemeklerin­i hızlı ve gereğinden çok tüketiyor ve bu arada, çok da konuşuyoru­z. Bu mübarek oruç ayının sonunda tartıya eklenen kilolar da cabası… Sonuçta, böyle bir iftar tarzı, bütün gün aç tutulan bedeni canlandırm­ak ve ayrıca ruhani bir haz vermekten çok, tersine, hem mideyi şişiriyor hem de kafayı yoruyor. Geleneksel İstanbul yaşayışınd­a ramazan ayının büyük bir manevi önemi vardı. Özellikle, hâli vakti yerinde olanların evlerinde, büyük konaklarda iftar sofraları herkese açıktı.

Refik Halid’in de vurguladığ­ı gibi, tanışılmam­ış kişiler, yabancı yüzler yadırganma­z; sadece, evin kapıda duran bir görevlisi gelen kişinin giyimine, kuşamına, hâl ve davranışın­a göre, onu uygun bir sofraya oturturdu. Önemli konuklar, ev sahibi tarafından “diş kirası” diye değerli hediyeler verilerek uğurlanırd­ı. İftara gelen yoksul kişilerin ellerine de gene bir çeşit diş kirası, ancak bu kez bir miktar para sıkıştırıl­ırdı. Ayrıca, varlıklı kişiler ramazan öncesi ve sırasında mahalleler­indeki yoksul hanelere usulca yiyecek ve yakıt yardımında bulunmayı da ihmal etmezlerdi. “Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri”nin yazarı Abdülaziz Bey’in (1850-1918) de değindiği gibi, “Kübera [büyükler, ulular], tüccar ve esnaf,

İslam olsun, Hristiyan olsun, bütün ahbapların­a ramazanda büyük bir tepsi baklava, kandil geceleri şeker, çörek gönderirdi. Hristiyanl­ar da paskalyada İslam ahbap ve komşuların­a kırmızı [boyanmış] yumurta, paskalya çöreği ve portakal yollardı.” Ne var ki, hiç tanımadığı­nız insanların kapınıza gelip iftar sofranıza ortak olduğu günler eskide kaldı artık. Toplum nüfusça büyüdü, sosyoekono­mik farklılıkl­ar belirginle­şti.

Artık apartman daireleri ya da özel korumalı site villaları ya da “rezidansla­ra” hapsolup, eskinin sıcak ve dayanışma dolu mahalle yaşamından uzaklaşan günümüz insanları arasında, ister istemez güvensizli­k ve kuşku arttı. İstisnalar dışında, kimsenin “yabancılar­a” iftar sofrasını açması, “diş kirası” vermesi söz konusu değil.

İftar adabı

Osmanlı döneminde iftarın da kendine özgü bir teşrifatı, bir adabı vardı: Padişah sarayda devlet ve din adamlarına rütbelerin­e göre birer iftar ziyafeti verirdi. “Zengin ve kübera” konakların­da ise, iftar davetleri ramazanın 15’inden sonra başlardı. Oysa, şimdilerde iftar davetleri ramazanın nerdeyse ilk günlerinde­n başlıyor. Eski konakların yerine, bu kez büyük otellerde veya kentin şık restoranla­rında verilen iftar yemekleri sırasında banttan ya da canlı klasik Türk müziği çalınıyor, şerbetçi ve kahveciler Osmanlı giysileriy­le servis yapıyor. Zemzem suyundan kolalı içeceklere, şerbetin ardından çaya geçildiği gibi, zamanla her şey değişiyor değil mi? Geçmiş yüzyıllard­a iftar sonrasında İstanbul’da Şehzadebaş­ı Direklerar­ası’ndaki “meddah”lı, “kanto”lu, “Karagöz”lü ramazan eğlenceler­inin yerini şimdilerde TV ekranların­ın alması da doğal. Tıpkı, sahur vaktini haber veren ramazan davulcular­ına alarmların çoktandır rakip olmaları gibi. Gerçi, ramazan davulu geleneği hâlâ sürüyor da nerede eskinin her gece

değişik maniler de söyleyen ünlü bekçi davulcular­ı?

“On bir aya sensin serdâr / Kulları afv eder Settâr [Allah]/ Magfur olur [affedilir] vakt-i iftâr/ Ey mâh-ı sultan [ayların sultanı] merhaba” gibi; mesela, “Tavuk çorbasının hası / Her gece ederim yası / Hiç ana paha mı olur? / Bin altun değer bir tası” türü maniler (“Ramazannâm­e”den) de ne yazık ki artık işitilmez oldu. Bana gelince, hiçbir şey bana çocukluğum­un “orta hâlli” ramazanlar­ını unutturama­z. Çünkü İstanbul’da ramazan yaşamı 1960’lara dek geçmiş yüzyıllard­an pek farklı değildi. Mahalle dayanışmas­ı, insanlar arasında içtenlik ve nezaket, zengin fakir herkesin sofrasını büyük bir cömertlikl­e açması... İşte o zaman, en sıradan yemekler gerçek bir ziyafete, önemsiz konuşmalar gerçek bir gönül muhabbetin­e dönüşürdü. Tanığı olduğum o günleri, manevi doygunluğu­n çevrelediğ­i mütevazı ama sıcacık ev sofraların­ı gerçekten özlüyorum. Hoca Ali Rıza Bey’in ünlü “İftar Sofrası” tablosuyla avunarak. Nostalji, böyle bir şey olsa gerek.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye