KARADENİZ’DE YAĞMURLU BİR LİMAN: GİRESUN
Dorukları bulutlara değen yaylaların ve fındığın şehridir burası. Kuzalan’ın yeşilini, Karadeniz’in dalgalarını, yağmurun bereketini saklar bu topraklar. Doğanın şarkısına kemençe sesinin eşlik ettiği, her yolculukta yeni keşifler sunan Giresun…
Dorukları bulutlara değen yaylaların ve fındığın şehridir burası. Kuzalan’ın yeşilini, Karadeniz’in dalgalarını, yağmurun bereketini saklar bu topraklar.
Yapraklardan süzülen yağmur damlaları, dağları saran sis deryası, üzerime sinen toprak kokusu, yemyeşil bir doğa eşliğinde Giresun tüm güzelliğiyle bana “merhaba” diyor. Tanımaya Kuzalan Tabiat Parkı’nın fantastik görünümlü orman dokusundan başlayınca, Giresun’u başka türlü tanımlamak kolay değil. Dereli’den Şebinkarahisar yoluna doğru giderken kahverengi tabelada yazan Kuzalan Tabiat Parkı ibaresine mutlaka dikkat etmek gerek. Yeşil örtü Karadeniz’de bildik bir dekor. Ancak Kuzalan, mineral açısından zengin su kaynaklarının oluşturduğu beyaz travertenleri, mağaraları, sık ağaçlı yapısı, turkuaz gölleri ve yüzlerce metre yükseklikten dökülen şelalesiyle Tolkien’in eserlerinde tasvir ettiği gerçeküstü ormanın yeryüzünde vücut bulmuş hâli gibi. Dünyada orman ve traverten dokusunun iç içe olduğu sayılı noktalardan birinde olmak yeterince büyüleyici bir durumken, bölge su içinde yüzen ağaçlıklı görünümüyle longozu, yosunlarla kaplı şimşir ormanı, ladinler, kestanelerle birlikte doğanın kendi hâline bırakıldığında nasıl mucizevi olabileceğinin göstergesi. Orman örtüsü içinde ilerlerken suyun sesine kulak verip Mavi Göl’le karşılaşmak, sodalı suyun tarif edilemez mavisinde huzur bulmak demek. Zaman dışı bir atmosfer sunan ormanın içindeki son uğrak yerim Kuzalan Şelalesi oluyor. Yaklaşık 250 metre yükseklikten setler hâlinde dökülen şelale bölgenin en popüler alanı.
Dağları bulutlara meftun şehrin sükûneti ancak kemençe sesi ile bozulan yaylalarına çıkarken, aracın camını sonuna kadar açıyorum. Ağaçların hışırtısına gerçekten de köylülerin dediği gibi
yalnızca kemençe nağmeleri karışıyor. Yöresel ürünler satan, tamamı kadınlara ait tezgâhları görünce küçük bir ara veriyorum. Sarı kantaron, karalahana, bal, pekmez, pestil gibi yöreye özgü birçok şifalı ve lezzetli ürün bulunuyor tezgâhlarda. Hiç sıkılmadan tarifler veriyor köylü kadınlar; hemen tereyağının tadına bakılıyor, bir yudum çay içiliyor. Ulu çam ağaçlarından bir taç takmış Kümbet Yaylası’na vardığımda köylü tezgâhlarından aldığım manda peynirine eşlik etsin diye fırından sımsıcak bir somun alıyorum. Sis, yaylayı bir film sahnesindeymiş gibi kaplarken ekmeğin sıcaklığından yükselen buharla birleşiyor. Son yıllarda bölge başta kampçılar olmak üzere doğa yürüyüşü ve dağ bisikleti tutkunlarının da ilgi odağı hâline gelmiş. Çam sakızı rayihasında, kuş sesleri korosunun tam ortasında yer alan bir ortamda uyanmayı kim istemez ki zaten? Karadeniz’in bu huzur rotası ballı, kaymaklı, muhlamalı sabah kahvaltılarıyla güne zinde bir başlangıç yapmak isteyenler için konaklama alternatifleri de sunuyor. Yayla kültürünün yaşatıldığı coğrafyada yeni hedefim koyun sürüleri ve ahşap çitlerin arkasından yükselen naif evleriyle Çakrak
Yaylası. Tarihin izlerini taşıyan yapılarıyla Çakrak, bambaşka bir his uyandırıyor. Yağlıdere’yi aşmak için yapılan tarihî taş köprüler,
Kırkharman köyündeki tarihî kilise ve Rum evleri Giresun’un çokkültürlü geçmişinin günümüze yansımaları olarak dikkat çekiyor.
Giresun tarih boyunca uygarlıkların çekişmelerine sahne olmuş. Şehri ikiye bölen yarımadanın ucuna kondurulmuş Giresun Kalesi’ne geldiğimde
Antik Çağ’ın önemli liman kentlerinden birinde olduğumu bir kere daha hatırlıyorum. Kentin bilinen tarihi MÖ 7’nci yüzyıla kadar uzanıyor. Giresun isminin Yunancada “kiraz” anlamına gelen “kerasi” sözcüğünden geldiği düşünülüyor. Erken dönemlerden itibaren şehir “kiraz yurdu” anlamına gelen “Kerasion” ya da “Keranunt” adıyla anılmış. Kirazın bütün dünyaya Giresun’dan yayıldığı kabul ediliyor. Günümüzde bu bereketli toprakların kirazla olan ilişkisi oldukça kısıtlı. Şehir uzun yıllardır fındığıyla bütün dünyaya nam salmış durumda.
Giresun Kalesi şehrin buluşma noktalarından biri. Denize karşı sıcak bir çay eşliğinde oturup Karadeniz’in tadına varanların arasına karışıyorum. Kale ne kadar canlıysa uzakta görünen Giresun Adası bir o kadar durgun. Oysa bu yalnızca bir yanılsama. Efsaneye göre Herakles’in gazabına uğrayıp Stymphalos Gölü’nden kaçan tunç gagalı korkunç kuşlar Aretias Adası’na yerleşir. Mitolojinin gözü pek gemicileri Argonautlar, Altın
Post’u bulmak üzere adaya çıktıklarında bu kuşlar onlara saldırır ve aralarından birini öldürür. Gemiciler bu olayın ardından adayı lanetler ve yeniden denize açılır. İşte bu anlatıda geçen Aretias Adası’nın Giresun Adası olduğu kabul ediliyor. Adanın bir zamanlar Anadolu’nun efsanevi kadın savaşçıları Amazonlara mesken olduğu da söylencelerin bir parçası. Bugün Giresun Adası deniz kuşlarının ve tabiatın hâkimiyeti altında. Üzerinde sur ve manastır kalıntıları olan adaya merkezden kalkan teknelerle ulaşmak ve efsanelerin izini sürmek mümkün.
Binlerce yıllık tarihin üzerinde yükselen bir şehir Giresun. Anadolu uygarlıklarının neredeyse tümü iz bırakmış bu topraklarda. Bir geçiş
güzergâhı olması ve verimli topraklarıyla mutfağı da gerçek bir lezzet şöleni. Taze balık ve yöresel mutfağa başlangıç yapmak için Şoray Balık’a uğruyorum. Her derde deva ısırgan çorbası günün bütün yorgunluğunu almaya yetiyor. Galdirik, merevcen, yerel ağızda “pezik” denen pazı gibi otlarla hazırlanan mezeler, yöresel otların özgün lezzetini sunuyor. Mevsimine göre balığın en tazesinin sofraları süslediği şehirde hamsi buğulama ve iskorpit buğulama damakta yer edecek kadar iddialı tatlar. Tatlı yemek içinse Giresun’da sohbet ettiğim herkes tek bir isimde birleşiyor: Tel Kadayıfçı Mustafa Patar. Dükkânın önündeki uzun kuyruğu görünce kadayıfçının şöhretinin boşuna olmadığını anlıyorum. Özellikle sütlü kadayıf, hafifliği ve lezzetiyle favorim oluyor.
Yağmur bu şehrin bütün hücrelerine işlemiş.
Yağmursuz gün sayısı o kadar az ki herkes hep hazır. Hafif hafif çiselemeye başlayan yağmura rağmen kent merkezinde yürümeyi tercih ediyorum. Kendini ancak siz yürürseniz sevdiren bir şehir burası. Sahildeki çay bahçelerinin kıpır kıpır hâline kapılmadan tarihî evleriyle nostaljik bir etki uyandıran Zeytinlik Mahallesi’ne yöneliyorum. Rum ve Türk sivil mimarisinin yaşatıldığı bu mahalledeki evlerin çoğu 19’uncu yüzyıldan kalmış.
Bir devrin bütün canlılığını sürdüren Zeytinlik’te neredeyse bütün konaklar restore edilmiş ve hepsi hayatın içinde. Giresun Müzesi, kent tarihine yakından bakmak isteyenlerin vazgeçilmezleri arasında. Kentin geçmişine ışık tutan arkeolojik ve etnografik eserleri izleyiciyle buluşturan müze, mimari tarzıyla da etkileyici. 18’inci yüzyılda bölgedeki Rum-Ortodoks
cemaati için yapılan bina, Gogora Kilisesi olarak da biliniyor. Oldukça iyi korunmuş olan kilise, tarihsel süreçte Rumların bölgeden ayrılmasıyla müze hâline getirilmiş.
Seması bulutlar tarafından zaptedilmiş, tarihinde efsanelerle gerçeğin karıştığı bir şehir Giresun. Görülecek çok yeşili, anlatılacak çok tadı olan, deniz kuşlarının bile başka türlü kanat çırptığı gösterişsiz hâliyle ruhuma dokunuyor. Gün ışığı deniz üzerinde son parıltısını da yitirince, Tirebolu çayının kendine has kokusunu içime çekip kente veda ediyorum.