RUHU ZENGİN SİVAS VE DİVRİĞİ
Anadolu’nun kalbine yapılan her yolculuk, unuttuğu şeyleri hatırlatıyor insana. Tarih yeniden canlanıyor, seyyahların anlatıları her adımda yeniden hayat buluyor ve bambaşka menzillere varılıyor bu tarihî yolculukların sonunda.
Anadolu’nun kalbine yapılan her yolculuk, unuttuğu şeyleri hatırlatıyor insana. Tarih yeniden canlanıyor, seyyahların anlatıları her adımda yeniden hayat buluyor ve bambaşka menzillere varılıyor bu tarihî yolculukların sonunda. İşte, bir zamanlar kervan yollarının geçtiği Sivas ve tarihin en güzel yapılarından Ulu Camii’ye sahip Divriği böyle yerlerin başında geliyor.
Sivas’a serin bir kış sabahı varıyorum. Yolculuk sırasında kuşbakışı gördüğüm, tepeleri sanki bir suluboya fırçasının darbeleriyle beyaza boyanmış boz dağların etkisi üzerimde, ilk olarak Sivas Kalesi’ni görmeye gidiyorum.
Kaleden izlediğim giderek kalabalıklaşan şehrin üzerindeki sis yavaşça dağılıyor ve önümdeki genişlik bal gibi bir güneşe teslim oluyor. Karşımda, Evliya Çelebi’nin “Bolluk içinde bir şehir.” diye bahsettiği, İpek Yolu’ndaki kervan yolları üzerinde kurulmuş ve Mezopotamya ile Karadeniz arasında önemli bir ticaret merkezi olmuş Sivas var.
Kalenin yakınlarında, masmavi çinileriyle uzaktan bile hemen göze çarpan Gök Medrese beni büyüleyen ilk önemli yapı oluyor. Üzerinde iki minaresi ve göz alıcı işlemeli taç kapısıyla 12’inci yüzyılın bir eseri olan medrese, Selçuklu mimarisinin Anadolu’daki örneklerinden biri. Şifaiye Medresesi de aynı dönemde yapılıp şehrin ortasına değerli bir armağan gibi bırakılmış. Selçuklular döneminde tıp merkezi (darüşşifa) olarak kullanılan bu yapı, şimdilerde âdeta bir buluşma merkezi. Mavi ve kiremit renginin iç içe geçtiği desenli duvarlar, içlerinden türkü seslerinin geldiği hediyelik eşya dükkânları ve yeni demlenmiş çay kokuları eşliğinde sohbet edenlerin olduğu avlusuyla, tarihi avuçlarında saklıyor. Dükkânlara göz attığımda karşılaştığım el yapımı kemik taraklar ve çeşit çeşit tespihlerin hepsi Sivas’a özgü.
Şifaiye’nin yanı başında, sadece ön cephesi günümüze kadar ulaşabilmiş Çifte Minareli Medrese’yi ve meydanda sarı taşlı taç kapısıyla gönülleri çelen Buruciye Medresesi’ni görüp çarşıyı gezmeye başlıyorum. Tadını merak ettiğim Sivas katmerini bir an önce tatmak istediğimden, iştah açıcı kokuların geldiği fırınlardan birine giriyorum. Tereyağlı, sımsıcak katmerlerin tadı hâlâ damağımdayken biraz ötede tarihî bir şekerleme dükkânının sahibi çıkıp “Hoş geldiniz şehrimize!” diyerek lokum ikram ediyor. Artık bir süre bir şey yemem diye düşünürken köşebaşındaki bir başka dükkân önünde çay molası vermiş esnaf grubu, arasına tulum peyniri konulmuş pidelerden ikram ediyor. Yine geri çeviremiyorum.
Sohbet esnasında önerilen bir adrese, yıllarını geleneksel Sivas bıçağı zanaatına adamış Şirin Baba’nın dükkânına doğru yola koyuluyorum. Kendisinden Sivas’ta yaşatılan Anadolu’nun
Ahilik geleneğini dinleyip el emeği ürünlerini yakından gördükten sonra şunu fark ediyorum: Sivas’a geleli birkaç saat olmasına rağmen, karşılaşıp konuştuğum insanlar ve gördüğüm misafirperverlik, bu şehirde bir “merhaba” ile yabancı her hissi tanıdık kılıyor. Sonrasında, sokaklar sanki yıllarca dolaştığım sokaklar ve dostane insanlar sanki
yakından tanıdığım yüzler oluyor.
Sivas Cumhuriyet Meydanı’nın canlı kalabalığı arasından; “Cumhuriyetin Temelini Burada Attık” yazısıyla dikkat çeken, Sivas Kongresi’nin düzenlendiği tarihî kongre binasını fark etmemek imkânsız. Şimdilerde bir bölümü Etnografya Müzesi’ne ayrılan bu yapıyı şöyle bir durup izlemek tarihin sayfalarında insana bir yolculuk yaptırıyor. 18’inci yüzyıla tarihlenen Taşhan Çarşısı’nın avlusunda rengârenk kumaşların satıldığı dükkânları gezip Çerkezin Kahvesi’ne uzun uzun dinlenmek için geliyorum. Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi, başlarının üzerinde gümüş rengi, yuvarlak tepsiyle simit taşıyan satıcılar geçiyor mekânın içinden. Kimi müşteri semaverde fokurdayan çay, kimisi lokumla servis edilen bol köpüklü kahve söylüyor.
Bir yandan da hararetli sohbetler ediliyor. Ben de, iç içe geçen sesler eşliğinde kahvemi yudumlarken, bu topraklarda yetişmiş halk ozanı Âşık Veysel’i anıyorum. Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde ozan için bir müze yaptırılmış. Bu gezide müzeye gidemeyecek olsam da onun kalbinden süzülerek kelimelere sarılmış türkülerini dinlemek üzere Sivas Âşıklar Derneği’ne gidiyorum. Burada da güler yüzlü bir “hoş geldin” ile karşılanıp Âşık Veysel’in dizelerinde yol alırken zaman usulca akıp gidiyor.
Farklı medeniyetlerin derin izler bıraktığı Sivas, sıcak kalpli insanlarıyla ve dünden bugüne kalan türküleriyle misafirleri kucaklıyor. Bakmaktan öte görmek isteyene, gönlünü açıp hikâyelerini merak edenlere sırlarını açıyor.
Yeni bir günde, yakından görmenin hayallerini yıllardır kurduğum Ulu Cami, Evliya Çelebi’nin “Büyük Fırat
Nehri kenarında göklere doğru baş çekmiş.” diye söz ettiği kale ve Osmanlı döneminde taş ve ahşap işçiliğinin en iyi örneklerini yansıtan konaklara ev sahipliği yapan, Sivas’ın Divriği ilçesi için yola çıkıyorum. Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki Mengücek Beyliği döneminde, cami kısmı Ahmet Şah, darüşşifası ise eşi Melike Turan Melek tarafından yaptırılan Divriği Ulu Camii, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Taş ustalarının maharetli ellerinden çıkarak dantel gibi nakşedilmiş taş işçiliği ve motifler camide hayat bulmuş, zamana karşı duran bir dirençle insanın ruhuna işliyor. Belirli saatlerde güneşin oyunlarıyla giriş ve cennet kapısına düşen silüetler de bir o kadar etkileyici.
Ulu Camii’nin ardından Divriği’nin Ayan Ağa, Sancaktar, Abdullah Paşa ve Tefrüzlü konaklarını geziyor, çarşı içinde çay ocağında Divriğililerle muhabbet ediyorum. Dar sokaklardaki, vitrinleri renkli ambalajlarla bezeli bakkallara, bacasından duman tüten pidecilere ve sobasında çay demlenen berber dükkânlarına bir kış masalını yıllar sonra yeniden dinler gibi bakıyorum. Çaltı Çayı yanından geçip Divriği Kalesi’ni ve Ulu Camii’yi bir de uzaktan izleyerek biraz tepelere doğru çıktığımda görüyorum: Şehri kolları arasına alan sisli dağlar göz alabildiğine uzanıyor. Bu manzaralara bakarken, tıpkı bir kitabın sayfalarını çevirir gibi hissediyorum kendimi ve içim ısınıyor. Giderek daha da seviyorum soğuk bir kış gününde bulduğum bu sıcacık kasaba ruhunu.