ZAMANIN DURDUĞU ŞEHİR
Metropolün kargaşasından sadece bir saat uzaklıktaki Ankara ilçesi Beypazarı, insanı gündelik hayatın stresinden uzaklaştırıyor ve tam bir zaman yolculuğu yaşatıyor. Osmanlı ahşap evleri, tarihî çarşıları ve sakin yaşam temposu ile sizi çoktan geçmiş bir zamana götürüyor.
Metropolün kargaşasından sadece bir saat uzaklıktaki Ankara ilçesi Beypazarı, insanı gündelik hayatın stresinden uzaklaştırıyor ve tam bir zaman yolculuğu yaşatıyor. Osmanlı ahşap evleri, tarihî çarşıları ve sakin yaşam temposu ile sizi çoktan geçmiş bir zamana götürüyor.
Eşim bana “Gel, bu hafta sonu seni çok şirin bir yere götüreceğim, bayılacaksın Beypazarı’na.” dediğinde açıkçası çok heyecanlanmadım. O güne kadar Beypazarı’nın bir tek maden suyunu duymuştum. İnterneti şöyle bir kurcalayınca merakım biraz arttı. Fotoğraflarda gördüğüm tuhaf şekilli, beyaz renkli kayalıkların arasına serpiştirilmiş tarihî konaklar gerçekten son derece şirin görünüyordu. Eşim bir de ilçenin dağlık bir köşesinde, göl kenarında kamp yapmayı planladığını, bunun için malzemeleri hazırlamamı söylediğinde günleri saymaya başladım.
Beş saatlik bir araba yolculuğundan sonra, cuma akşamı İstanbul’dan Beypazarı’na ulaşıyoruz. Butik otel olarak hizmet veren o güzelim cumbalı konakların birinde kalmaya karar veriyor ve dinlendirici bir uykudan sonra Beypazarı merkezini keşfetmek için konaktan ayrılıyoruz. Çevre yolunun kenarında sevimli bir tarihî ahşap evde bulunan Turizm Danışma Ofisi’nde bize kasabanın görülmeye değer yerleri anlatılıyor çay eşliğinde: Aslında ilk çıkılması gereken yer dev bir Türk bayrağının dalgalandığı Hıdırlık Tepesi imiş; çünkü oradan bütün Beypazarı -bir taraftan tarihî, diğer taraftan modern kısmıayaklarınızın altındaymış. Ancak bu sıralarda tepede yeni bir tesis ve peyzaj düzenlemesi yapıldığı için bu muhteşem manzaradan şimdilik mahrum kalacağız. Fakat yeni restore edilmiş Suluhan, birkaç güzel cami, meşhur Alaaddin Sokak, tarihî çarşı, dört müze ve Osmanlı döneminden kalma bin beş yüz civarında tarihî ev ziyaretimizi bekliyor!
Çarşıya çıkarken birkaç heybetli Osmanlı konağının önünden geçerek Hanlarönü Meydanı’na ulaşıyoruz. Meydanın ortasında bulunan kocaman havuç heykelinden bu sebzenin Beypazarı için belli bir öneminin
olduğunu anlıyoruz. Meydanın yukarısında daracık yollarında yürüyerek keşfedilebilecek tarihî çarşı başlıyor.
Çarşının bir kısmı daha çok turistlere hitap ediyor, diğer kısmında ise kaybolmaya yüz tutmuş zanaatların ustaları mesleklerini bugün de icra ediyor. Semerci, dokumacı, birkaç terzi, bakırcı ve kalaycı iş başında. Baba mesleğini sürdüren bir yorgancı bizi atölyesine davet ediyor. Müşterileri eski bir defterden bir yorgan deseni beğeniyor; usta tamamen elle dikilmiş yorganı üç gün sonra teslim ediyor. Fabrikasyon ürünlere alıştığımız bu çağda hâlâ böyle çalışan ustaların olması beni duygulandırıyor. Tam “Acaba ben de mi bir yorgan sipariş etsem?” diye düşünürken dayanılmaz bir koku beni bulunduğum yerden âdeta koparıp yakındaki kahvehaneye çekiyor. Loş mekânın duvarlarında tarihin izlerini hemen görüyorsunuz. Minderli banka çöküyorum. Şu anda bana gereken tek şey közde pişirilmiş bir orta şekerli kahve! Çalışırken hep takım elbise giydiğini öğrendiğim kahveci Salim, çarşıyı gezenlere tam 35 yıldır hizmet veriyormuş. Eline sağlık, Salim Ağabey, daha nice yıllara... Çarşıdan turistlerin büyük ilgi gösterdiği Alaaddin Sokak’a çıkıyoruz. Bir gümüş atölyesi dikkatimi çekiyor. Ürünlere bakıyorum, Mardin’den bildiğim telkâri işi gibi duruyor sanki. İçeride bizi karşılayan genç kadın, gümüş işleme sanatının Beypazarı’nda 13’üncü yüzyıldan beri var olduğunu anlatıyor.
Sokağın devamında bulunan Hamam Müzesi’ni ziyaret etmeden geçmek olmaz. Tarihî Rüstem Paşa Hamamı Türk tarihinde önemli bir yeri olan hamam kültürünü ve etrafındaki ritüelleri sergilemek
amacıyla 2010 yılında açılmış. Beypazarı’nın zengin halk kültürünü ve Osmanlı döneminden kalma geleneklerini anlatan üç müze daha olduğunu öğreniyoruz: Belediye Kent Tarihi Müzesi, Tarih ve Kültür Müzesi, bir de Yaşayan Müze. Üçü de son derece güzel restore edilmiş konaklarda bulunuyor. Müzelere bu seferlik dışarıdan bakmakla yetiniyoruz; çünkü karnımız zil çalıyor. Beypazarı’nın geleneksel mutfağından örnekler tatmanın zamanı geldi! Alaaddin Sokak’tan tekrar çarşıya inerek yeme içme mekânlarının yoğun olduğu Demirciler Sokağı’na ulaşıyoruz. Yemekten önce kendime bir güzellik sunmaya, bol vitaminli taze sıkılmış havuç suyu içmeye karar veriyorum. Satıcı kadından neden Beypazarı’nın her yerinde havuç suyu satıldığını öğreniyorum. “Kızım” diyor, “bizim Beypazarı’nın Türkiye’de en önemli havuç üreticisi olduğunu bilmiyor musun?” Türkiye’nin havuç ihtiyacının yüzde 60’ı Beypazarı’ndan karşılanıyormuş meğer.
Eşimle geleneksel bir lokantaya oturuyoruz ve pirinçli Beypazarı güveci ile bize çok methedilen yaprak ve lahana sarmalarının tadına bakıyoruz. Tatlı olarak ise buranın spesiyalini, 80 katlı cevizli baklavayı sipariş ediyoruz. Servis edilen baklavanın gerçekten 80 incecik yufka katından oluşup oluşmadığını bilmiyorum ama oldukça lezzetli! Yemekten sonra tipik Osmanlı mimarisine sahip Suluhan’ı görmek istiyorum bir de. Yeni restore edilmiş handa çay, kahve, yemek ve her türlü hediyelik eşya satılıyor; üst katta ise yakın gelecekte, eskiden olduğu gibi, konaklama hizmeti verilecekmiş. Eşim acele ettiriyor; çünkü güneş batmadan önce Eğriova Yaylası’ndaki kamp yerine ulaşmak istiyor. Merkezden ayrılmadan önce, mis gibi tereyağı kokan Beypazarı kurusundan bir kilo alıyoruz. Aylarca bayatlamayan bu peksimet türü eskiden Osmanlı askerlerini tok tutarmış, şimdi ise tarla işçilerini ve bizim gibi kampçıları tok tutuyor. Beypazarı’na 40 kilometre
uzaklıktaki Eğriova’nın rakımı ilçe merkezine göre neredeyse 1000 metre yüksek. Karaşar köyünden sonra sarı çam ormanlarının içinden geçerek aşağı yukarı bir saatte Eğriova Göleti’ne ulaşılıyor. Orman deposu, birkaç yayla evi,
Eğriova Tabiat Parkı’nın toplu çadırları ve piknik masaları… Bu yapıların dışında ise tamamen doğa ile baş başayız. Yazın İç Anadolu’nun kavurucu sıcaklarından kaçanlara muhteşem bir serinlik sunan yayla iyice soğuk, fakat bütün güzelliğiyle bizi selamlıyor. Gölet etrafında sapsarı sazlıklar, koyu yeşil çamlar arasında sarıkırmızı meşe ve kavak ağaçları... Hele ertesi sabah yükselen güneşle suyun üstünden kalkan sis yaylaya masalsı bir atmosfer katıyor! Büyüleyici sisler dağıldıktan sonra biz de çadırımızı topluyoruz. “Kuru” güzel bir gıda fakat aklım dün içinden geçtiğimiz İnözü Vadisi’nde ve orada gördüğüm kır lokantalarında kaldı.
İnözü Çayı’nın aşındırması ile oluşan kanyonun iki yamacı sarp kayalardan ibaret.
Dere yatağında yetişen ceviz ağaçlarının altında kurulu çardaklarda kuş cıvıltısı eşliğinde tıpkı hayal ettiğim gibi keyifli bir kahvaltı ediyoruz.
Kahvaltıdan sonra Beypazarı’nın o meşhur havuçlarının yetiştirildiği yerleri görmek istiyoruz. Bu amaçla Kırbaşı bölgesine doğru yola çıkıyoruz.
Yol boyunca gördüğümüz çıplak bozkır tepeleri pek de bereketli görünmüyor, fakat karşıdan gelen, ağzına kadar dolu kasalarla yüklü tırlar bize doğru yolda olduğumuzu gösteriyor. Ve gerçekten birkaç kilometre sonra hem aşağıdaki Kirmir Çayı’nın ovasında hem de yolun üst tarafında göz alabildiğine sebze tarlaları çıkıyor karşımıza! Beypazarı’nda çoğunlukla havuç üretilse de aklınıza gelen her türlü sebze yetiştiriliyormuş. Açık yeşil renkli havuç, marul, aysberg ve kıvırcık salata tarlaları ile bordo renkli kırmızı marul ve koyu yeşil ıspanak, taze soğan ve pırasa tarlaları hoş zıtlıklar oluşturuyor. Bu renklere dalarak Beypazarı’na veda ediyorum…