68: Elli Yıllık Masal
Haydar Karabey ■ Biz bildiğin tarih dersini okuduk; savaşlar, işgaller, antlaşmalar. Fazlası yok, azı var. Lise sonda (1968 öncesi) Fransa’da tarih dersinde ise Marx konusu geçilmiş, Beatles, Mary Quant filan okunuyormuş.
O arada biz burada Fransızca da öğrendik, kimi metinler de okuduk biraz. Neyse ki bu arada Jean Jacques-Rousseau, Descartes, Voltaire de okuduk. Gogol, Sartre, Camus okuduk.
Kimi hocalardan Brecht, Tevfik Fikret, Sait Faik dinledik.
Boş zamanımız da ne çoktu aman. Aylak adamlar gibi kah Beyoğlu’nda kah Sultanahmet’te, bütçene göre takıl ama hep konuş, hep tartış. Dünyayı değiştirmek görevimiz ya!
Boş zaman demişken, ne de çok sinemalarımız vardı, bir de Sinematek’imiz. Filmlerde Jean-Luc Godard, Alain Resnais, Jean Vigo (Zero de Conduite), Lindsay Anderson (If), Dennis Hopper (Easy Rider)... Bize sorgulamayı, çekip gitmeyi, sorular sormayı, yanıtlar aramayı, isyanı anlatıyorlardı, biz de belki biraz bir şeyler öğreniyorduk.
Kimi burjuva entelektüelleri olarak “Filim mi, kilim mi?” derdinde. Kimi de “Köylü ile olmuyor bu işler, işçiler nerede?” derdinde.
Antonioni, Passolini...
Beatles, Twiggy...
Sakallarımız vardı, sabolarımız, mini eteklerimiz.
Bolca okumalarımız: Yeni Gerçek, Sanat Emeği, Yön, Ant, Aydınlık, Türk Solu, Yeni Dergi, Papirüs, Yeni Sinema... Hayranlıkla seyirlerimiz: Mehmet Ulusoy, Rana Cabbar, Genco Erkal...
Mahalle baskısı da vardı ama, Beyazıt’tan Akademi’ye giden Skoda otobüslerde kimseler çıplak ayağımıza, koyun postu üstlüğümüze sataşmazdı. Mahallenin imamı bir gün “Ne bu sakal, yakışıyor mu Hacı torunu gence?” diye girişince, kendisine “Peygamberimizin de sakalı vardı ya, Kadir Gecesi bize öptürdüydün” diye hatırlatılabilir bir dünya idi.
Önce Beatnikler, sonra Hipiler geldi. Muhafazakar mahallemizde köşeyi bucağı tuttular. Kahveler “cafe”lere,
muhallebiciler “pudding shop”lara dönüştü.
Bizim köşeden Katmandu’ya direkt otobüs kalkar oldu. Gilbert Becaud gibi Nathalie’yi tanıyamadım ama Eliane’ı tanıdım o günlerde, İstanbul’da.
Eliane sokaklarda çöküp gitar çalanlardan, seyretmeye toplanan meraklılardan üç beş kuruş toplayıp cigara saranlardan değildi. Bir gün “Adaya gidelim” dedi, “Peki, bu turist arkadaş Ada gezisi istiyor herhalde” dedim, vapurda bana Troçki’yi ve dolayısıyla başka bir sürü şeyleri anlattı. Gaza geldim, Tophane’den Amerikan pazarından parama kıyıp aldığım bembeyaz Keds’lerime ada vapurunda tükenmez kalemle Marx yazdım. Bütün çağdaşım gençler gibi canım da çok sıkılıyor, bir gidip bakmalı neler oluyor? Sonraki ilkyaz, 1968’de yani. Paris’te, Eliane’dayım.
Ama sanki Vietnam’da, Bolivya’da, Küba’da, Cezayir’de, Çin’de, Çekoslovakya’dayım.
Sansaryan Han’daki “Tabutluk”tan binlerce kilometre uzakta olunca atıp tutmak kolay tabii.
Paris’te St. Germain des Pres’de tam da meydana bakan bir “chambre de bonne”da (çatı arası hizmetçi odası) rüyalardayım. Aşağıda meydanda cafe “Les Deux Magots”. Yani Sartre ve Beauvoir. Ama onları hiç orada görmedim doğrusu. Althusser, Marcuse, Lefebvre, Debord... Belki onlar da oralardaydı, tanımıyordum suretlerini.
Dedim ya, doğru dürüst okumasak da bir şeyler bilirdik biraz.
Az ötede Beaux-Arts, Sorbonne, Odeon sürekli işgal altında.
Aşağıda meydanda kestane ağaçları yeşeriyor.
Aşağıda cadde.
Caddede parke taşları.
Parke taşlarının altında “Kumsal” varmış diyorlar.
Chambre de Bonne’da yer yatağında, uyku tulumundayım.
Kızın yatağının altında tuhaf bir hortum gözüküyor, çekiştirince bir gaz maskesi ortaya çıkıyor. “Ne ola bu Eliane Hanım?” “Sen hiç gaz lacrymogene soludun mu çocuğum?”
Erkenden tanışalım bakalım şu gazla. İşgal edilmiş Quais Malaquais, Beaux-Arts hemen altında St. Germain des Pres’nin. İşgal altındaki Beaux-Arts’da (Güzel Sanatlar) atölyelerde serigrafi ile tanışıp afişler bastık. Taze basılmış korsan afişleri gece yarısı Paris duvarlarına taşıdık. Afişler şahaneydiler doğrusu; doğrudan hedefe yönelen net mesajları güçlü tek renkli tasarımları ile başlı başına bir ekol oluşturuyorlardı.
Alıp memlekete getirdiklerimden birkaçını da sonradan burada ilgili arkadaşlarıma hediye ettim, bana bir tane kaldı: “Notre Lutte Continue” (Mücadeleye Devam).
Her şeyi metalaştıran kapitalizmi seveyim! Sayesinde, bir baktım 50 yıl sonra yüzlerce, binlerce Euro’ya satılıyor bu afişler. Bizim gibi antika olmuşlar demek!
St. Michel Çeşmesi önünde görevlendirildim sonraki günlerde. Akşamüstü orada “Action” gazetesi satışı yaptım.
Tüm bu olan biten tarih kitaplarına geçmiştir de, bizim kitaplara değil elbet. Örneğin, telaşa düşen De Gaulle nasıl da ayıp etmiş; sokaktaki kravatlı, ütülü giyimli temiz Sorbonne çocuklarına nasıl “chienlit” (maskara veya bir anlamda çapulcu) demiş; isteyen bulur okur.
50 yıl geçmiş aradan. Bu türden bolca bilgi dolaşır ortalıkta bugünlerde. Neyse, sonra 68’de, Paris’te ortalık biraz duruldu, tenhalaştı.
Yaz geliyor, rüya bitiyor.
Paris’te parke taşları bir daha sökülüp barikatlara yığılamasın diye tüm caddeler asfaltlanıyor, duvarlar yıkanıp paklanıyor. Burjuvalar çoktan güneye kendi plajlarına gittiler.
Vedalaşıyoruz.
45 yıl sonrasına, İstanbul’a, 2013 Mayıs’ına, Taksim’e kadar.