“Akışkan Şehir”: 2018 Bruges Trienali Üzerine
Belçika’nın Flaman bölgesinde konumlanan Bruges/Brugge kenti sadece tarihsel çevresinin korunmuşluğu ve sahte tarihselliğiyle ünlü değil. Trienali’nin de giderek tırmanan bir önemi var. Seda Zafer bu yılki trienali irdeliyor.
Belçika’nın Flaman bölgesinde konumlanan Bruges/Brugge kenti sadece tarihsel çevresinin korunmuşluğu ve sahte tarihselliğiyle ünlü değil. Trienali’nin de giderek tırmanan bir önemi var. Seda Zafer bu yılki trienali irdeliyor.
Seda Zafer Hiçbir şeyin göründüğü kadar kesin olmadığı bir zaman diliminde olduğumuz dikkate alındığında, tarihi ve dokusuyla katılaşmış bir şehri ne kadar esnek, kendini yenileyen, akışkan olarak düşünebiliriz? Bruges Trienali bu yıl uluslararası sanatçı ve mimarlara evsahipliği yaparak Belçika’nın Bruges şehrinin tarihinden bugüne suyla iç içe olan keskin karakteristiğini farklı tasarımlar ile ele alarak şehri olabildiğince özgün çalışmalar ile esnetiyor. Kenti beklenmedik açık alan katılımlarıyla tekrar düşünmeye çağırırken aynı zamanda küresel bir sorun olarak sular ve kentlerin geleceği ilişkisine yorumlar getiriyor.
Trienal’in ele aldığı tema bu yıl “Liquid City” yani “Akışkan Şehir”. Bu tema ile Bruges kentinin onu uluslararası üne kavuşturan suyolları ile bağından ilham alarak yola çıkan küratörler Michel Dewilde ve Til-Holger Borcherd sularla çevrili olma halinin şehirler üzerindeki etkisini anlamlandırmayı ve değişen çevre koşulları ile beraber su ile olan ilişkimizin dönüşümünü ortaya koymayı hedefliyor. Kentin tarihsel oluşumuna bakıldığında Belçika’nın birçok düz arazisinin deniz suyunun seviyesinin altında olması sebebiyle Flaman bölgesinde bulunan Bruges’ün su ve toprak birlikteliğinin dengesini sağlanmaya çalışan ve yüzyıllar boyunca bu kentin kanallarıyla bütünleşerek gelişen bir karakter edindiği söylenebilir. Ortaçağ’ın ilk dönemlerinde kumlar içerisindeki küçük toprak parçası yerleşim yeri olur; 9. yüzyıldan itibaren Reie Nehri boyunca büyümeye başlar. 12. yüzyılda şehrin ilk surları inşa edilir ve bu süreçte Bruges’ün topografik peyzajı üzerinde yapılar Reie Nehri’nin seyrini takip ederek etkili bir biçimde konumlanır1.
14. yüzyıla kadar Kuzey Denizi’ne ve önemli ticaret rotalarına yakın, merkezi konumu sayesinde Avrupa’nın önemli ticaret kasabalarından biri olarak gelişim gösterir. Bu süreçte zirveye ulaşan bira ve tekstil üretimi gibi önemli ticari faaliyetlerin yükselişe geçmesi de suyun manipülasyonu ile mümkün olmuştur. Şehrin en iyi ve en çeşitlendirilmiş biraya sahip olmasının nedeni çok fazla suya sahip olması iken, fazla suyun arazilerin verimini düşürmesi sebebiyle de toplum tekstil ve özgün dantel üretimi gibi ticaret alanlarına yönelir. Son yıllarda ise kentin araç trafiğine imkan vermeyen morfolojisi nedeniyle Bruges’e has biranın ticaretini sürdürmek üzere 3 km’lik yeraltı bira boru hattının kurulması kentin suyla olan güçlü ilişkisini devam ettirdiğini ayrıca örnekliyor.
Böyle bir kent bağlamı içerisinde “Akışkan Şehir” metaforundan yola çıkmak oldukça ilginç ve eğlenceli enstalasyonlara ve pavyonlara imkan tanımış. Trienal ortaya koyduğu sanat işlerinin ötesinde bir yandan kentlinin alışık olduğu kanal boylarını, yükselen deniz seviyesini, sınırları, sokakları geleceğe yönelik sorgulatarak yeniden düşünmesini sağlarken, diğer yandan da benim gibi kenti tarihsel ve özgün dokusuna ilgi duyan turistlere yaratıcı, dinamik ve akışkan kentsel mekanlar sunuyor. Sıvı şehir kavramı Bruges gibi tarihi bir şehrin gelişiminin durağan olmaması adına, kentin mevcut altyapısının geleceğe yönelik nasıl esnek, kendini yenileyen ve kullanımda çok yönlü potansiyeli olabileceğinin önemine işaret etmektedir. Bu noktada bazı tasarımları paylaşarak arka planındaki tasarım düşüncesini açmak etkili olacaktır2.
Şehrin güneyinde kanallardan birinin genişlediği noktada, dikey yaşam alanını ifade etmek üzere tasarlanmış ahşap birimlerden oluşan “ayarlanabilir” kule karşımıza çıkıyor. Adı “Infiniti” yani sonsuzluk. Belçikalı küçük bir mimarlık ofisi olan Atelier4’a ait tasarım eğer yaşadığımız alanlar sular altında kalırsa nasıl yaşar ve çalışırız sorusunu cevaplamayı hedefliyor. Gelecekte suların değişen durumuna ayak uydurmak adına ek zemin veya yeşil alanlar oluşturmak zorunda olacağız ama aynı zamanda su yollarının doğal akışını da sağlamak zorundayız. Bu düşünce ile mavi ağların bir şekilde kurulması ve genişletilmesi açık alanlar ve yeni şehirler ile bağlantılı olacağından dikey yerleşim kulesi, suyun her yerden herkesin yaşamına dokunan bir anahtar eleman haline geliyor. Tasarım savaş sonrası Japon mimarisinin Metabolizm hareketi ile benzer düşünceye sahip, yeni çağın gereksinimlerini birarada çözümleyen ve birbirine eklemlenerek büyüyen çok amaçlı dikdörtgen birimlerden oluşmakta. Suyun üzerindeki bu yerleşimi tasarlarken mimar Peter Van Driessche plancıların ve proje yürütücülerinin gelecekte yapı inşa etmek üzere yer arayışına çözüm olarak birbirimize daha yakın yaşadığımız daha küçük alanlarda barınmaya, rahatlamaya, çalışmaya el veren ve sürekli yükselen su seviyesinde kolayca hareket edebileceği bir yer önerir. Bu doğrultuda kule, insanların daha hızlı evrimleşen bir yaşam ortamında hayatta kalma yeteneklerini açıkça sembolize eder.
Tasarımcı, su üzerinde yeni bir kentlilik biçimi önerirken, iç mimarlık öğrencilerini de projeye dahil ederek yaşam biçiminin dönüşmesini öngörüyor. Ahşap birimlerden bir tanesinin iç mekanında yemek pişirme, yıkanma, yeme-içme ve çalışma gibi faaliyetler tekstil duvar aracılığı birbirinden ayrılmış; bu tasarım ile katı olan ahşap dikdörtgen birim yumuşatılmak istenmiş. Tasarım keten malzemenin doğal ve dokunsal niteliğinden faydalanarak mekanda samimi bir hava yaratıyor. Mobilyalar zanaat işi gibi ele alınmış; günümüze veya geçmişe ait özgün çağrışımları olan detaylar (dantel dokusu olan masa gibi) ile üretilmiş. Bu da öngörülen yerleşim alanında zamansal anlamda canlılık hissi yaratıyor. Bir yandan tüm bunları gözlemlerken ve hayalinizde dikey yaşantıyı canlandırırken, suyun üzerinde olduğunuzu hatırlatan cam boşluklardan sizinle aynı seviyede olan nehirdeki kalabalık turistik botları görerek Bruges’ün yatayda akıp giden yaşantısına şahit oluyorsunuz.
Daha öncesinde 2013 Venedik Bienali ve Londra Serpentin Pavyonu 2015 tasarımı ile işlerine tanıdık olduğumuz İspanyol mimarlar Jose Selgas ve Lucia Cano tarafından yürütülen Selgascano mimarlık firması kanalın ortasında yeni, renkli ve güneşli bir buluşma yeri tasarlamış. Selgascano Pavyonu çelik iskelet üzerinde pembe, turuncu ve sarı şeffaf duvarlara
sahip suya renk katan organik bir yapı. Bu yüzen pavyon günümüzde gezilebilmesi olanaklı ama Ringvaart (ana kanal) ile su üzerinden erişimi kapaklarla kısıtlı bir noktada yer alıyor; bu da suyun durgun olması sebebiyle tasarım için ideal bir nokta sağlıyor. Aynı zamanda su (yani “akışkanlık”) harekete yönlendirebilmesi bakımından önemli bir potansiyel olarak görülüyor. Göz alıcı tasarım bar, yüzme havuzu ve onları çevreleyen bir pavyon halinde, “gri bir günse, güneşi pavyonda hissetmek mümkün” düşüncesiyle herkesi içine alıp kanala daldıracak keyifli, güneşli bir buluşma mekanı sunuyor. Trienal’in sorularından biri olan halkın sadece sanat eserlerini gören değil, aynı zamanda onu deneyimleyen ve yaratıcı süreçlerin parçası haline nasıl gelebileceğine cevaben tasarımcılar kentin kullanıcılarına eğlenebilecekleri, buluşabilecekleri, yüzebilecekleri bir deneyim mekanı sunuyor.
Bir diğer eğlenceli kentsel mekan olarak “The Floating Island” yani “Yüzen Ada” mimarinin sınırlarını zorlamayı ve ona yeni bir boyut kazandırmayı hedefliyor. Bu iddiasını Bruges kanallarının ayaklarımızın altında olduğunu hissettiren, üzerinde yürünebilir bir yuva kurgulayarak gerçekleştiriyor. Kentin merkezinde
Koreli Mimarlık firması OBBA tasarımı olan 100 m2’den fazla alana sahip bu yüzer platform, beyaz esnek halatlar aracılığıyla hem destekleniyor hem de kullanıcının çeşitli faaliyetlerine olanak tanıyor. Böyle özgün bir malzeme olarak halatlar ile mekansal kurguyu sağlamak adına yer yer kesintiye uğrayarak boşluklar, yer yer destek alınabilecek tutanaklar veya eğlenilebilecek salıncaklar halinde varoluyor. Aslında malzeme mekanın kendisi oluyor. Bruges’ün karakteristik tuğla binalarıyla ilginç ve davetkar bir tezatlık oluşturmuş aynı zamanda. Kullanıcı ise böyle bir noktada dinlenmekten hoşnut ve kentin ortasında genel akışı kırılmaya uğratan gezinilebilir suyoluna oldukça ilgili görünüyor.
Bu kadar ses getiren enstalasyonun yanında bir o kadar sessiz olmayı hedefleyen hatta sessizliğin ne anlama geldiğini sorgulayan bir diğer enstalasyonsa huzur içinde başkaları ile sessizce buluşmak için bir mutlak mekan oluşturuyor. 19. yüzyılın başlarında Bruges’ün Saint Trudo Abbey manastırının sığınma evi, sonradan ihtiyaç sahibi kişiler ve yaşlılar için bir sığınma evine dönüştürülmüş. Günümüzde bu ev kentin turistik merkezine çok yakın ve hala ihtiyacı olan yaşlı insanlara ücretsiz barınma imkanı sağlıyor. Tipik Bruges
evlerinden oluşan pitoresk iç avlulu ve izole mekan, Ruimteveldwerk kolektifi tarafından günümüzün dijital teknolojik akışında sessizlik ihtiyacına yönelik çevrimdışı bir bölge olarak ele alınıyor.
Belçika’nın farklı şehirlerinden mimarların oluşturduğu kolektif ofis Ruimteveldwerk, genellikle çalışmalarında kent ortamını ve kullanıcılarını esas alan ve kamusal alandaki savunmasız alt grupların mekanlarına dair disiplinlerarası yaklaşım geliştiren bir ofis. Bu anlamda ekip bu mekanda oturan insanlarla ziyaretçileri katılımcı bir proje ile birbirine katmayı hedefliyor. Yerleşim yerinin avlusuna ziyaretçileri alarak istisnai bir düzenlemenin deneysel bir rotaya dönüşebileceğini ifade etmek istiyorlar. Yerleştirmenin ismi “G.O.D.” aslında “Godshuis” ifadesinden geliyor. Yani Felemenkçe bir ifade olan “Tanrı evi”;
14. yüzyıldan gelen bir çeşit sosyal konut tabiri. Evlerin iç avlularında zengin kimseler tarafından yaptırılan küçük beyaz evler insanların etkileşime girebileceği, birlikte çalışabileceği yerler iken şimdilerde sadece fonksiyonunu yitirmiş yeşil alanlara dönüşmüş durumda. Ruimteveldwerk bu tarihsel özgün mekanın karşılığını
bulmak adına yerleşim yerinin avlusunda yeşilin içinde sessiz, beyaz, perdeden bir oda kurguluyor. Avlunun girişine içeride sessiz olmanızı, fotoğraf çekmemenizi, dijital araçlar kullanmamanızı, bitkileri koparmamanızı, yemeyip içmemenizi belirten uyarıları sıralayan bir kapı bulunuyor. Bu çevrimdışı ve sessiz olma hali kendi kendinize düşünmenizi, gezinen başkalarını gözlemlemenizi, mekanın yeşilliğini daha iyi algılamanızı ve pencerelerinden gördüğünüz yaşlıların yaşam biçimini yalınlıkla görebilmenizi sağlıyor. Bazı açıklamalar ise bu mekanın uygulanmasında orada yaşayanların da katıldığı süreçlerin bulunduğunu, bu şekilde yaşça büyük insanlarla birarada olmanın farklı yolları olabileceğini ifade ediyor. Ayrıca beyaz yarı açık odada dinlenirken ifade etmek istediklerinizi yazıp asabiliyorsunuz. Bu tasarım, mekanın karakteristiğini cesaretlendirerek ziyaretçilere sunarken şehrin merkezindeki özgün, tarihsel bir yerleşimin sessizlik ve huzuruna katkıda bulunmak istiyor.
Trienal’in öğrenmek ve eğitim üzerine söz sahibi olan mekanı, farklı bir coğrafyadan Nijerya’dan bir mimarlık akademisi tarafından tasarlanıyor. Daha önce 2013’de Nijerya’da ve 2016 Venedik Bienali’nde gerçekleştirilen bir yüzer yapı sistemi (Minne Floating School) tasarlayan Nijeryalı mimar Kunlé Adeyemi, eğitsel ve sosyal müdahaleler için bir platform sunan bu projesini üçüncü kez Bruges’de yeniliyor. Afrika şehirlerindeki kentleşme ve iklim değişikliğinin yarattığı zorlukları ve fırsatları ele almak, kentsel gelişim yoluyla toplumun gelişmesine katkı sağlamak adına tasarlanmış yenilikçi bir proje olan okul, Bruges’de şehrin en güzel park ve göllerinden biri olan Minnewater’da (Aşk Gölü) yeniden hayat buluyor. “Makoko’dan Öğrenme”, su kültürleri üzerine araştırma, sergi alanı, yerel mimarlık ve tasarım kurumları aracılığı ile sürdürülecek öğrenci atölyeleri için bir platform olmayı hedefliyor. Tamamen prefabrik, modüler, yüzer ahşap yapı sistemi olarak tasarlanan üçgen formlu yapıda, çeşitli kullanımlar için uyarlanabilen verimli tasarımlar, malzemeler, prefabrikasyon ve montaj metodları üzerine araştırmalar yapılması hedefleniyor. Artan kentleşme ve küresel ısınma ile su seviyesinin yükselmesi sorunlarına farklı çözümler getirmek üzere hayata geçirilen bu öğrenme alanı, mimarlık öğrencileri için ilham verici bir nitelik kazanmış durumda. Öğrencilerin çalışmaları yapının birinci katında sergilenirken, zemin kat Trienal süresince yapıda düzenlenen seminer ve atölye çalışmaları ile kentlinin de farkındalığına katkıda bulunuyor.
Şehrin başka bir noktasında okyanuslarda yüzen bir yığın plastik atıktan oluşan dev balina, kanaldan etkileyici bir büyüklükle karşımıza çıkıyor. Çoğunlukla nesnelerin ve mekanların geri dönüştürülmüş malzemeler ile kavramsallaştırılmasına dair çalışmalar yürüten ABD’li mimarlık ve tasarım ofisi Studio KCA tarafından tasarlanan yerleştirme için atıkları büyük bölümü Havai kıyılarından toplanmış. Ekip, enstalasyonu “Skyscaper” yani gökdelen olarak tanımlıyor. Gökdelen, şehirlerimizden çıkan ve akışkan kent parçası olarak ilk akla gelen okyanuslara dökülen plastik atıkların bir temsili. Gökdelen düşüncesi bir bakıma, plastik atıkları kullanma alışkanlığımızı neden değiştirmeliyiz sorusu üzerine düşündüren fiziksel bir ifade olarak ele alınıyor. Çünkü dört kat yüksekliğindeki bu balinayı yaratmak için bir gökdelenin beş tonluk plastik atığı sulara karışıyor. Önemli yanlarından biri de bu dev balinanın hepimizin aynı okyanusları paylaşıyor olduğumuzu hatırlatması…
Bu örneklerden de gördüğümüz üzere Bruges Trienali şehirlerin geleceği ve sular ile ilişkisi üzerine sormak istediği soruları, farklı noktalarına yayıldığı bu kentin bugün artık tarihi bir Ortaçağ şehri olmanın ötesine geçtiğini hatırlatan on beş çalışma ile cevaplamaya çalışırken, aynı soruları kendi yaşadığımız şehirler üzerinden de düşünmeye itiyor. Küratörlerin sosyolojik, politik, ekonomik bir değişim olarak ifade ettiği “akışkanlık” kavramı ile, küresel düzlemde sürekli değişim halinde yaşıyor oluşumuzu madde ve biçim üzerinden karşılaşmalar yaratma ve etkileşim yoluyla ortaya koyma istenci oldukça başarılı bir şekilde sonuçlanmış. İnsanların bu enstalasyonlara katılarak şehri farklı bir şekilde düşünebilmeleri ve hayal edebilmeleri aynı zamanda şehre sosyal sembolik bir değer kazandırmaları, yaptıkları çıkarımları kendi yaşam alanlarına götürerek yeniden sorgulamaları bu başarıyı ortaya koyuyor.