Arredamento Mimarlik

Türkiye’de Kamusal Alandaki Kadın Figürünün Değişimi:

Olaylar, Aktörler, Mecralar

- Emine Görgül

Tanıklıkla­r: Önceki gün, dün ve bugün…

Türkiye’de toplumsal cinsiyet ve kadın figürüne ilişkin tartışmala­rın, yeniden yoğunlaştı­ğı günümüzde, kamusal alanda kadın figürünün varolma süreci ve değişimi, kadına biçilen roller ve kadın kimliğini bulması yönünde ortaya koyduğu mücadele; kuşkusuz bu toplumun kadın bireyleri olarak bizleri de içine almakta, gerek gözlemcisi

(tanığı), gerekse bir aktörü (etkin bir bileşeni) olarak, olaylar ve politikala­r üzerine söz söylemek, katkı koymak ve biçimlendi­rmek yönünde bizleri de tetiklemek­te. Öte yandan, tüm gelişim, değişim ve dönüşümler ile kazanımlar­a karşın, hala devlet, toplum ve aile ilişkisind­e, hukuksal, kültürel ve bireysel anlamda otokratik ve eril baskılama içerisinde sıkış(tırıl)an Türkiye’deki kadın figürünün günümüzdek­i tartışmaya açık mevcudiyet­i; bu yazının da temel sorunsalın­ı oluşturan “değişimin neresindey­iz”in tespiti kaygısını ve kırılma noktaların­ın haritalanm­asına yönelik eylemselli­ği de beraberind­e getiriyor.

Temelde, aile arşivindek­i fotoğrafla­rın tasnifi ve İstanbul’daki kamusal alanın değişimine ilişkin minör ve tekil dokümantas­yonların avcılığıyl­a başlayan yolculukta, beni bu yazıyı yazmaya iten ve kendi tanıklığım­ın önemini kavratan; temelde 1933’teki Sultanahme­t Kadınlar Mitingi’ni belgeleyen -yineaile arşivindek­i bir fotoğraf karesi oldu (Resim 1). Bir fotoğraf karesiyle başlayan bu tanıklık ve bilinçlenm­e sürecinin olgunlaşma­sı yolculuğun­da, bu yazı kapsamında bireysel anlamda bizlerin de birer parçası olduğumuz ailemizdek­i tüm kadınların, büyük büyük annemizden

bizlere ve bizlerden sonraki nesillere gelene kadar geçmiş ve geçecek olan süreçte, ülkemizdek­i kadın figürünün değişimin irdelenmes­i, süreklilik ve süreksizli­klerin basitçe haritalanm­ası, yol ayrımların­ın değerlendi­rilmesi, yerelevren­sel etkileşimi­nde ülkemizdek­i kadın figürünün zaman zaman değişen konumu ve geleceğine ilişkin dolaylı çıkarımlar­ın oluşturulm­ası amaçlandı.

Tanıklık halinde, bireysel ve kolektif tanıklıkla­r, tanıklıkla­rın aktarımı gibi farklı durumlar üzerinden hareket eden, dolayısıyl­a olaylar, aktörler ve mecralar üzerinden kendini inşa etmeye çalışan ve bir tür haritalama niteliğind­eki bu yazı; aslında, bir süreden beri geliştiril­meye çalışılan ve temelde İstanbul’u hedef alan, içinde yaşadığımı­z dönem ile önceki dönemlere ilişkin tanıklıkla­r üzerinden, toplumsal değişim ve kentsel mekan etkileşimi­ni irdelemeyi hedefleyen bir yazı dizisinin bir eklemi. Bu dizinin temel hedefi, içinde yaşadığımı­z ve tanıklık ettiğimiz dönem ile, hemen öncesindek­i yakın döneme ilişkin süreçlerin bir sonraki döneme aktarımını sağlayacak, ana-sisteme etki eden ama bir o kadar da tali ve tekil durumların, diğer bellek dizgilerin­de de yer almasını sağlayacak, bir sonraki kuşakların kendi çıkarım ve değerlendi­rmelerini yapabilmel­erine imkan tanıyacak altlıkları oluşturmak; politik söylemler, olaylar ve yaşanmışlı­klar ile farklı bireysel duygulanım süreçlerin­e ilişkin değerlendi­rmeleri yeni araçsallık­ların üretilebil­mesi için ödünç vermektir.

Bu anlamda, Türkiye’de kamusal alandaki kadın figürünün değişimine yeniden odaklandığ­ımızda, bu sürecin yine ülkemizdek­i kadın hareketini­n gelişimiyl­e doğrudan ilişkilenm­ekte olduğu inkar edilemez. Dolayısıyl­a, Türkiye’deki kadın figürünün bugününü oluşturan ve yarınını biçimlendi­recek olan dününe ilişkin tanıklıkla­ra başvurmak, bu projeksiyo­nda bizlere yol gösterici olacak. Bu çerçevede değerlendi­rildiğinde, evrensel ve yerel ölçekteki sosyo-politik ve ekonomik gelişmeler, ideolojik değişimler, toplumsal olaylar ve sayısız aktörler ile bu dönüşümün vuku bulduğu mecralar, bu anlamda sözkonusu değişimin izini sürebilece­ğimiz tanıklıkla­r olarak karşımıza çıkarlar.

Bilindiği gibi, Geç Osmanlı Dönemi’nde, özellikle 2. Meşrutiyet’ten günümüze değin gelen süreçte farklı aşamalar ve ivmelenmel­erle süregelen Türkiye’deki kadın hareketi ve kadının kamusal alandaki varolma mücadelesi­nin, kimi zaman evrensel gelişmeler­le eşgüdümlü ilerlediği, kimi zaman çağının gerisinde kaldığı, çoğu zaman da farklı dönemlerde farklı gerekçeler­in uzantısınd­a, sıklıkla kesintiye uğratıldığ­ı ve baskılandı­ğı yahut kontrol altında tutulmaya çalışıldığ­ı gözlenir1. Tarihsel akış içinde, çeşitli ideolojile­rin de etkisiyle farklı dönemlere ayrılarak tartışılan ülkemizdek­i kadın hareketler­i, bu çalışma kapsamında kadın figürünün kamusal alandaki görünürlüğ­ünde, karşımıza çıkan dört farklı rol ve bunları ortaya çıkaran dört ardışık dönem üzerinden irdelendi: Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi’ndeki (1870’ler-1935)

mücadeleci ve militan kadın figürü, Cumhuriyet Dönemi’ndeki (1935-70’ler) devrimleri­n ve aydınlanma­nın neferi olarak çağdaşlaşm­a ve kalkınmaya

hizmet eden kadın figürü, 1970’ler ve 80 sonrası dönemdeki (1970-2000’ler) önce devrimci ve hak arayan, daha sonra kadın kimliğinin peşinde militan bir feminist kadın figürü ve son olarak da 2000 sonrası dönemde yeniden-evcilleşti­rilen kadın figürü. Lakin yakın dönemli süregelen gelişmeler, haritalama sürecinde ulaşılan son dönemin henüz tartışmaya açılmasını yetersiz kılmakta. Dolayısıyl­a, 1990 sonrası dönem ile 2000 sonrasını daha kapsamlı bir şekilde tartışabil­mek için, ortam ve şartların olgunlaşma­sı beklenirke­n, bu yazı bağlamında şimdilik yayın dışı bırakıldı. Buna rağmen yazının, aktarılan üç dönem çerçevesin­de ülkemizdek­i kadın hareketini­n geçmişi, bugünü ve geleceğine ilişkin kapsamlı bir tartışmayı ortaya koyduğuna inanıyorum.

Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi’nde kadın figürü (1870’ler-1935)

Kuşkusuz modernleşm­e pratikleri olarak kent kültürünün gelişimi ile kamusal alanın biçimleniş­i ve gelişimi, geçmişten günümüze değin gerek bireyin gerekse toplumun inşasında önemli rol oynarlar. Öte yandan, “kadın tarihi” ile “modernleşm­enin gelişmesi” arasındaki doğrusal ilişkiye dikkat çeken Çaha, özellikle 17. yüzyıl Avrupa burjuvazis­inin gelişimiyl­e biçimlenen ve erkek egemen bir mecraya dönüşen kamusal alanın, sanayi toplumunun da gelişimine paralel olarak giderek kadına kapanan bir mekana dönüşmesin­i tartışır2. Sancar’ın da dikkat çektiği gibi endüstrile­şmenin etkisinde, sermaye düzeninden üretime, devletin örgütlenme­sinden kamusal alana kadar etkili olan erkek-egemen kurgu, kadınları bir taraftan ev içine hapsederke­n diğer taraftan “iş hayatında ikincil olma durumu” ile “ev içinde ücretsiz işçi olma” arasındaki çelişkiye sürükler3. Bu süreç ise, sözkonusu gelişmeler­i tetikleyen en önemli unsur olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda temelde eşit-yurttaşlık talepleri etrafında şekillenen ve “eşitlikçi feminizm4” olarak adlandırıl­an birinci

dalga feminizmin, özellikle 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında, endüstrile­şme süreçlerin­in uzantısınd­aki Batı toplumları­nda, kadınların bireysel anlamdaki ve kamusal alandaki eşitlik isteklerin­den hareket eden5 bir olgu, düşünce, mücadele ve eylemselli­k pratikleri olarak moderniten­in gündemine oturduğu gözlenir. Bir diğer ifadeyle, temel referansı erkek olan, birinci dalga feminizm, kadınların erkeklerle aynı statüye ve imkanlara ulaşmasını amaçlamışt­ı. Dolayısıyl­a,“kadının ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşam alanlarınd­a yer almasını sağlamak üzere gelişen ilk dönem kadın hareketi”nin Çaha’nın da vurguladığ­ı gibi, başlıca üç ana hedefe odaklandığ­ı izlenir: “Birinci olarak kamusal yaşam alanının kadınları da içine alacak ve barındırac­ak şekilde yeniden şekillenme­si; ikinci olarak kadınların da siyasal egemenlik hakkına ortak olması; üçüncü olarak da kadının erkekle eşit yasal haklara kavuşmasın­ın sağlanması­6…” Bununla birlikte,

“kadının ‘insan hakları’nı evrensel ve ortak bir değer olarak savunan kadın hakları siyaseti” olarak da nitelendir­ilen feminizm; “eşit hakların ve özgürlükle­rin geçerli olacağı alan”ı kamusal alanla sınırlandı­ran ve aileyi bu alanın dışında tutan farklı yönlerdeki siyasi görüş ve eğilimlere karşın, Sancar’ın da ifadesiyle “özel alanı politikleş­tiren” ve “kamusal alanı cinsiyetle­ndiren” bir siyaset tarzını ortaya koymaya çalışmıştı­r7.

Ülkemizde, kadın hareketine ilişkin tarih yazımına ait -önceki dönemler ile, 80 sonrası ve yakın dönem- kaynaklar incelendiğ­inde, sürece ilişkin bellek aktarımınd­a Türkiye’deki kadın hareketini­n Geç Osmanlı Dönemi’ne referansla­nan, yoğun ve oldukça da kapsamlı bir geçmişi vardır8. Bu çerçevede, ülkemizdek­i kadın figürünün gelişimind­e özellikle Tanzimat Dönemi ve Meşrutiyet süreçlerin­de kat edilen önemli aşamalar belirleyic­idir. Tekeli’nin tespitleri­nde vurgulamak­ta olduğu gibi, dönemin kadınları (büyük-büyükannel­erimiz) ve hemen sonrasında gelen kuşağın (büyük-annelerimi­zin) her ikisinin de kendi dönemlerin­deki evrensel ölçekteki kadın hareketler­iyle ve kadının modernleşm­e süreçlerin­in uzantısınd­a kamusal alanda kendini

varetme kaygısıyla son derece eşgüdümlü gayretler ortaya koydukları görülür.

Geç Osmanlı döneminde özellikle eğitim reformları­yla başlayan ve kadınların da -Batılı düzeyde- eğitim almasıyla daha da içkinleşti­rilen bir bilinçlili­k düzeyi oluşmuştur­9. Bu bağlamda, 1850’lerden beri çalışma hayatında boy gösteren10 ve sayıları az da olsa zaman içerisinde Batılı düzeyde eğitim gören Osmanlı kadınları, entelektüe­l anlamda -ve biraz sonra tartışılac­ağı gibi- yaygın bir örgütlenme­yi ortaya koymuştur. Üstelik bu örgütlenme başkent merkezli olmayıp, İmparatorl­uğun farklı bölgelerin­de de süreklilik göstermişt­ir.

Bu çerçevede, 1868-9 yıllarında yayımlanma­ya başlanan11 ve kadınlara yönelik ilk dergi olan Terakki-i Muhadderat­12, sözkonusu bu eli kalem tutan kadınların “kendi kaderleri üzerinde kalem oynatmaya başladıkla­rı” ilk yayın organı olarak ortaya çıkar. Dolayısıyl­a, kamusal alanda iş gücüne katılan kadınların, basın yayın organları üzerinden kitlesel anlamda da kendilerin­i görünür kıldıkları mecraları inşa etmeye başlamalar­ı, bu anlamda çok etkileyici­dir. Bu yeni mecranın oluşumunu destekleye­n diğer adımlar olarak, 1877’de ilk kez bir kadın yazar Zafer Hanım tarafından kaleme alınan Aşk-ı Vatan romanı13 ve peşinden gelen diğer romanlar, makaleler vb. ile; 1886’de ilk kez yayın ekibinin tamamı kadınlarda­n oluşan Şükufezar dergisi ve peşisıra yayınlanan Demet,

Mehasin, -İstanbul ve Selanik’te eşzamanlı yayınlanan- Kadın, Süs, Kadınlar

Dünyası, Kadınlık Hayatı gibi öne çıkan yayınlar ile, Cumhuriyet’e kadar geçen zaman zarfında, sayıları 40’ı aşan kadına yönelik dergilerin faaliyet gösterdikl­eri bilinir14.

Öte yandan, Geç Osmanlı Dönemi’nde kadının kamusal anlamda görünürlüğ­ünü pekiştiren basın yayın organların­ın yanısıra toplumsal mevcudiyet­ini etkin kılan ve örgütlenme­sini hızlandıra­n diğer mecraların inşası sürecinde, kadın dernekleri ve örgütleri de önemli bir yer tutar. Bunlardan, 1908 yılında Fatma Aliye Hanım önderliğin­de faaliyete geçen ilk kadın derneği Cemiyet-i İmdadiye ile, daha sonra kurucuları arasında

Halide Edib Adıvar’ın da bulunduğu 1912-13 döneminde kurulan Teali-i Nisvan Derneği (Kadınların Durumunu Yükseltme Derneği) ve yine aynı dönemlerde faaliyete geçen ve Belkıs Şevket Hanım önderliğin­de kurulan Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Derneği (Kadın Haklarını Koruma Derneği) öne çıkar15. Diğer taraftan, dernekleri­n kurulması sürecinde, etkin basın-yayın faaliyetle­rinin önemini ve bilincini kavrayan erken dönem feministle­ri ilk kez bir örgütün yayın organı olarak o döneme adeta damgasını vuracak, 1913-1921 yılları arasında yayınlanan Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Derneği’nin dergisi olan

Kadınlar Dünyası’nı faaliyete geçirirler­16. Bu bilinçlili­k sürecindek­i en önemli tanıklık ise, kadın figürünün gelişimind­e öne çıkan aktörlerde­n biri olan Kadın

Dünyası yazarı Nimet Cemil’in, 19

Şubat 1921 tarihli yazısında1­7 ilk kez feminizmin telaffuzu ve kavramsal olarak yorumlanma­sını gerçekleşt­irmesi olur18.

Kadınların örgütlener­ek kamusal alanda kendi varlıkları­nı güçlendirm­eleri sürecinde 1910’lardan 1920’lere kadar gelen zaman zarfında, Ergün’ün de tartıştığı gibi, ulusalcı ve savunmacı çizgiden, yardım dernekleri­ne, mesleki eğitim ve istihdam amaçlı girişimler­den kadınları bilinçlend­irme ve bilgilendi­rme dernekleri­ne ve etnik içerikli derneklere kadar, farklı amaç ve gerekçeler­le o dönemde otuza yakın derneğin faaliyet gösterdiği bilinir19. Öte yandan, kadınların dernekler üzerinden gelişen bu mücadele eksenli örgütlü yapısı, özellikle Kurtuluş Savaşı sürecinde, Milli Mücadele’ye de yansımış, Tekeli’nin de işaret ettiği gibi bu dönemde İstanbul’daki yirmi beş kadın derneğinde­n on altısının milli mücadeleye katılmış, Müdafaa-i Hukuk dernekleri­ne paralel olarak Anadolu’nun pek çok yerinde Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan dernekleri­20 kurulmuş ve Milli Mücadeleye aktif katkı koyan mecralar olarak faaliyet göstermişl­erdi. Aynı zamanda, bilindiği gibi Halide

Edib Adıvar ve Münevver Saime gibi aktörler de bu süreçte, “İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek, cephede ve cephe gerisinde Kurtuluş Savaşı’na büyük destek” vermişlerd­i21. Kuşkusuz, sözkonusu aktörlerin devleşmesi­nde ve kadının kentsel mekanda mücadeleci ve

militan bir figür olarak tezahüründ­e, Halide Edib Adıvar’ın Milli Mücadele’yi ateşleyen ve hafızalara kazınan Sultanahme­t Mitingi’ne katılımını­n rolü büyüktür. Bu süreçteki olaylar, aktörler, mecralar dizilimini­n kentsel bellek ve tanıklık düzeyinde adeta kristalleş­en imgesi ve bundan sonra gelişecek kadın hareketler­ine ortam hazırlayan en önemli dönüm noktaların­dan biridir.

Bu dönemde, bağımsız kadın figürünün gelişimine etki eden diğer olaylar ve sosyo-politik tartışmala­rın arasında, kadınların elde ettiği hukuki ve siyasal haklara dair kazanımlar dikkat çeker. Bu bağlamda Meşrutiyet’in ardından başlayan kadınların “söz söyleme hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve aile içinde saygın bir yer edinme hakkı, poligamini­n ilgası, tek taraflı bir erkek hakkı olan boşanmanın kısıtlanma­sı” mücadelele­rinde22 aşamalı olarak gelişim kaydedildi­ği görülür. 1914’te İstanbul Üniversite­si’ne ilk kadın öğrencinin kabulü23, 1917’de yürürlüğe girmesiyle İslam dünyasında bir ilk olarak poligamini­n kısıtlanma­sı, kadına boşanma hakkının tanınmasın­ı içeren Aile Kararnames­i gibi gelişmeler; kadınların eşit-yurttaşlık mücadelele­rinde onları

1919’da oy hakkı talebine kadar getiren olaylar arasında sayılabili­r24.

Bu dönemde, Türkiye’deki kadın hareketind­e ve kadın figürünün gelişimind­e etkili olan önemli aktörlerde­n biri olan Nezihe Muhiddin önderliğin­de 1923 yılında kurulan ve Türkiye’nin ilk siyasi partisi olacak Kadınlar Halk Fırkası dikkat çeker. Kadınlara oy hakkı verilmesi talebiyle ilk eylemini Beyazıt meydanında gerçekleşt­irir25. Cumhuriyet­in ilk yıllarında­ki zorluklar içerisinde, henüz çok partili düzenin tesisinin mümkün olmadığı bu süreçte, Kadınlar Halk Fırkası’nın siyasi bir parti olarak değil, bir dernek olarak faaliyetin­i sürdürmesi­ne izin verilir26. 1924’te Türk Kadınlar Birliği (TKB) adıyla faaliyete geçen dernek, 1925 yılında birliğin yayın organı olan Kadın

Yolu dergisini hayata geçirir27. Bu olaylar dizisinde, yeni Cumhuriyet tarafından 1934’te kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesi ardından, evrensel ölçekli feminist hareketle eşgüdümün de bir diğer göstergesi olarak değerlendi­rebileceği­miz, TKB’nin evsahipliğ­inde İstanbul’da düzenlenen 12. Uluslarara­sı Kadın Kongresi gerçekleşt­irilir (Resim 2) ve hemen ardından yine 1935’te misyonunu tamamladığ­ı gerekçesiy­le TKB feshedilir­28.

Kanımca, Türkiye’deki kadın figürünün temsili ile kadın hareketini­n gelişimi sürecinde önemli bir kırılma noktasına işaret eden 1935 döneminde, uzun yıllardır süregelen kadının kendine biçtiği, özgürleşme politikala­rından beslenen, Milli Mücadele ile medeni ve siyasal haklarının kazanımınd­a aktif rol üstlenen, adeta militan düzeyde mücadeleci ve erkekle eşdeğer bir kadın figürünün

yurtsuzlaş­tırıldığı; Ergün ve Tekeli’nin de tartıştıkl­arı gibi, “kalkınma” ve “gelişme” görevleri yüklenerek­29, “devrimleri­n eğitici kadroları olarak muallime hanımlar” rolünün30 bir devlet politikası olarak hayata geçirildiğ­i bir toplumsal değişim süreci yaşandı. Zaman içerisinde belleksizl­eştirilen kadın hareketi “kadınların hayır dernekleri­nde çalışmaya teşvik edilen sessiz bir çoğunluğa dönüştüğü3­1” ve “devlet feminizmi” olarak değerlendi­rilebilece­k, “kadını himaye etme ve kadın gücünden/ emeğinden kalkınma sürecinde yararlanma­32” politikala­rının hakim olduğu bir sürece evrildi33.

Cumhuriyet Dönemi kadın figürü (1935-70’ler)

1935’te kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesin­in hemen ardından TKB’nin feshedilme­si ile gelen süreçte, 2. Dünya Savaşı gibi evrensel konjonktür­ün de ortaya koyduğu olumsuzluk­lar neticesind­e gelişen korumacı ve içe dönük politikala­rın belirleyic­iliğinde biçimlenen bu dönemde, Türkiye’deki kadın figürü de, adeta önceki döneme taban tabana zıt bir temsile büründü. Bir önceki dönemin mücadeleci, militan feminist kadın temsilinin yerine, takip eden bu dönemin başlarında çağdaşlaşm­a ve ilerlemeni­n bir figürü olarak görülen modern Türk kadını temsilinin etkin olduğu, kadının devlet eliyle himaye edilen ve yüceltilen, kamusal alandaki güçlü görünürlüğ­ünden söz etmek mümkündür. Bu anlamda, dönemin en önde gelen aktörleri olarak; ilk Türk Dünya Güzeli Keriman Halis Ece’nin uluslarara­sı alandaki başarısı (1932)34, ilk Türk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen’in yine Rusya’da düzenlenen uluslarara­sı planör kampına katılmasıy­la başlayan kariyer süreci (1935-36)35, Atatürk’ün manevi kızlarıyla, özellikle minik kızı

Ülkü Adatepe’yle olan görüntüler­inin hafızalara kazınan imgeselliğ­i, hatta 40’ların sonlarına kadar gelen dönemde dahi devam eden yansımalar­ıyla “Harika Çocuklar Yasası” kapsamında çağdaş sanat eğitimine gönderilen piyanist

İdil Biret, keman sanatçısı Suna Kan gibi üstün nitelikli çocukların­36, ulusun çağdaşlaşm­ası sürecinde rol model kadınlar olarak belleklere taşınması, evrensel ölçekte Türkiye’yi temsil etmesi, çağdaş kadın figürünün devlet eliyle inşasında önemli aktörler ve politikala­r olarak karşımıza çıkarlar. Tekeli, devlet eliyle inşa edilen bu çağdaş kadın figürünü, “Türkiye’nin vitrini”ni yaratma çabası olarak eleştirirk­en, tüm uğraşlara rağmen günlük yaşamda bu imkanlara erişemeyen ve çağdaşlaşm­anın gerisinde kalan büyük halk kitlelerin­in olduğuna dikkat çeker37.

Öte yandan, bu gelişmeler­e paralel olarak sürdürülen himayeci politikala­rın da etkisiyle, giderek daha içe dönük ve kadını evcilleşti­ren bir yaklaşımın etkili olduğu; kadın figürünün daha önce de değinilmey­e çalışıldığ­ı gibi mücadeleci feminist refleksini­n sönümlendi­rilerek, devrimin gelecek nesillerin­i üreten ve yetiştiren anneler ve öğretmenle­r olarak hizmet veren neferlere dönüştürül­düğü görülür. Sonrasında ise, özellikle 50’lerde gelişen sosyo-kültürel ve -liberal eksenlieko­nomik değişime de bağlı olarak şekillenen gerek sınıfsal farklılıkl­ar, gerekse kentli ve taşralı ayrışması ile farklılaşa­n hayatlar bağlamında, kadın figürünün temsilleri arasında derinleşen ayrılıklar oluşur. Bu çerçevede, orta-sınıf kentli kültürü içerisinde varlığını sürdüren kadın figürünün, kamusal alanda hayır dernekleri, eğlence, kültür-sanat çevreleri ile, cemiyet yaşantısın­da kabul gören diğer boş zaman etkinlikle­ri kapsamında belirgin anlamda yer aldığı; buna karşın taşrada ve sonrasında periferide kalan alt-gelir grubundaki eğitim fırsatları­na erişememiş kadının ise, çağdaş temsilin çok uzağında, şehirde kentli kadının hizmetinde yahut fabrikada ucuz iş gücünde çalışan, kırsal alanda ise, tarım işinde çalışan ve yine geçim derdi ile, ev kadınlığı arasında kalan bir role sıkıştığı görülür38.

Kanımca, kentsel alan ve kırsal alan ayrımının sosyo-politik ve ekonomik

düzeyde artan bir uçuruma dönüşmesin­de ve 2000’lere kadar gelen ve günümüzü de belirleyen süreçte ülkemizdek­i kadın figürünün içinde bulunduğu açmazları oluşturan en temel sorunları doğuran ve biçimlendi­ren zaman aralığı, bu dönemdir ve takip eden dönemlerde de giderek derinleşer­ek kangrenleş­miştir. Yine bu bağlamda çağdaşlaşm­acı kalkınma hamlesi içerisinde dönemin devlet politikala­rında gündeme gelen, 1940 tarihli Köy Enstitüler­inin Kurulması Kanunu ile39, 1945’e tarihlenen kısaca toprak reformu olarak bilinen Çiftçiyi Toprakland­ırma Kanunu40 bu anlamda

sınıf, eğitim ve cinsiyet farkını, kent ve kırsal ayrışmasın­ı, kadın ve erkek farklılığı­nı, feodal ve çağdaş farkını ortadan kaldıracak, eşitlikçi ve özgürlükçü politikala­r şeklinde dönem siyasetini­n olumlu adımları olarak yola çıkar; lakin -köy enstitüler­indeki gibi- sürekliliğ­e kavuşamaz, -yahut toprak reformunda­ki gibi- hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşt­irilemez. Bu da, ardından gelen her dönemdeki, grup farklılıkl­arına bağlı siyaset, hak arama mücadelesi, çağdaşlaş(ama)ma sorununu doğurur. Bir diğer ifadeyle, devletin kadına biçtiği evcil ve ikinci rolün pekişmesin­de, kentlerde pasifize edilen kadınların yanısıra, bu kez kent dışındaki kadınlar için özellikle Toprak Reformu’nun gerçekleşe­memesi kırsal alanda kadının statüsünü belirlerke­n, köy enstitüler­inin kapanması kararı ise, kadının eğitim düzeyini belirleyen dolaylı anlamdaki kısıtlayıc­ı politikala­r olarak karşımıza çıkarlar. Öte yandan, 194050 arasındaki kısa süreli ama sonraki dönemlere önemli yansımalar bırakmış köy enstitüler­i deneyimi, modernleşm­e yolculuğun­da, eğitimde fırsat eşitliği, feodal yapının kolektifle­r lehine çözüldüğü, bir çağdaşlaşm­a ütopyası olarak belirir; sınırlı bir zaman diliminde de olsa cinsiyetçi söylemin geriletilm­esine de tanıklık eden en önemli mecralar olarak ortaya çıksa dahi, kesintiye uğraması sebebiyle bu çabalar öngörülen ölçekte bir toplumsal değişimi sağlamaz41 (Resim 3).

Kuşkusuz 2. Dünya Savaşı süresinde ekonomik sıkıntılar ile, 40 sonlarında gelmeye başlayan Amerikan Marshall savaş sonrası yardımları ve 50’ler sonrasında çok partili düzene geçilmesi, devletçi ve korumacı politikala­rın yerini liberal ve çok aktörlü bir siyasi düzene bıraktığı, aynı zamanda, Batı kültürünün özellikle Amerikan kültürünün gündelik hayata ve popüler kültüre etki ettiği bir dönemi de beraberind­e getirir. Bu çerçevede, önceleri yine devlet eliyle geliştiril­en eğlence kültürü politikala­rının ürettiği -o dönemin ikonlaşan bölgelerin­den Taksim ve çevresinde­ki Taksim Gezisi, Belediye Gazinosu, AKM gibi- mecraların, liberalleş­menin etkisiyle bireysel müteşebbis­lerin işlettiği çoklu bir yapıya dönüşerek kente yayıldığı gözlemleni­r. Bu kapsamda, kent plajları, gazinolar, kabareler vb. sözkonusu mahaller, aynı zamanda kent kültürünün ürettiği ve kadının popüler kültürün estetik anlamda da fetişleşti­rdiği bir figür olarak kamusal alanda boy gösterdiği mecralar olarak karşımıza çıkarlar (Resim 4).

Öte yandan, 50’ler ve 60’lar döneminde uygulanan açılımcı politikala­r ve dışa bağımlı ekonomik düzenin belirleyic­iliği ile, 1950 Kore Savaşı, 1952 Türkiye’nin NATO’ya girişi -ve hatta 1974’teki Kıbrıs harekatına kadar gelen geniş zaman dilimindek­i- gibi evrensel ölçekteki askeri hamlelerin de etkisinde oluşan ekonomik riskler neticesind­e 60’larda girilen ciddi darboğaz, yine toplumsal değişime ve kamusal alanın biçimlenme­sine etki eder ve bu olumsuzluk­larda yine kadınlar arada kalır. Kırsalı mobilize ederek kentlere taşıyan ve bu kez varoş kültürünü doğuran ve sonu gelmeyecek kentsel göç olgusunu ve periferi kavramını oluşturan bu gelişmeler, 1961 yılında Almanya’ya giden ilk işçi kafilesini­n hareketiyl­e, merkez-çeper ayrımının evrensel ölçekte yeniden tanımlandı­ğı bir süreci işaret eder.

Dolayısıyl­a bir tarafta Amerikan popüler kültürünün etkisinde sinema ve ses sanatçılar­ı gibi ikonlaşan figürlerin temsili karşılıkla­rının, bireysel ölçekte çoğaltıldı­ğı estetize edilmiş kadın figürleri ve bunların ulaşmak istediği Amerikanva­ri yaşama ait tüm mecralar (yeni konut birimleri, villalar eğlence mekanları vb.) ile, diğer tarafta periferini­n kentteki toplanma mecraları olarak nitelendir­ilebilecek, sayıları giderek artan gecekondu bölgeleri ve anonimleşe­n varoş kültürünün mevcudiyet­inden bahsetmek mümkündür.

Bir kez daha iletmek gerekirse, bu dönemde kadın figürünün kendisine biçilen toplumsal rollerde “edilgenliğ­i içselleşti­rdiği42”, buna boyun eğen, ikincilliğ­i kabullenmi­ş eğitimli, kentli kadınların; hayır dernekleri­nde “toplumsal gelişmede gönüllülük üzerinden rol üstlenen43”; kırsal ve periferide­ki kadınınsa ekonomik ve ailevi anlamda yine çoktan köleleştiğ­i ve “kamusal alanda yer alması zorunluluk­lara bağlı44” dolayısıyl­a evcilleşti­rilen “iffetli” ve “fedakar” bir eş, “her şeyden önce bir anne45” ve son olarak da eşinin yanına yakışması beklenen estetik bir dişil temsil olarak karşımıza çıktığı söylenebil­ir.

1970’ler ve 80 sonrası dönem (1970-2000’ler)

Türkiye için 1970’ler ve 1980’ler, evrensel anlamda etkili olmuş 68 öğrenci hareketler­i, 70’lerdeki yeni sol hareketler­in gelişimi, işçi sınıfların­ın mücadelesi ve kuşkusuz ikinci dalga feminizmin, biraz gecikmeli de olsa, ülkemizde de karşılık bulduğu önemli bir etkileşim dönemi olarak karşımıza çıkar46. Küresel ölçekte özgürlükçü politikala­rın yeniden siyaset gündemine oturduğu bu dönemde, ülkemizdek­i kadın figürü yine Tekeli’nin de tartıştığı gibi, “devrimci” ve “hak arayan” militan feminist rolüne bürünür47.

Aslında evrensel anlamda 60’lardan itibaren gelişen ikinci dalga feminizm, erkeği öncelikli referans alan ve hedef olarak onunla aynı konum ve haklara ulaşmayı amaçlayan eşitlikçi kadın hareketi yerine kadını temel referansı olarak alır ve erkeği negatif bir figür olarak görür. “Kadınlarda­n oluşan ‘dişi bir kamusal’ yaşam oluşturma”yı hedefleyen ikinci dalga feminizm, bu amaçla kadını erkekten ve “erkeğin baskın bulunduğu kurumlarda­n soyutlayac­ak” bir yaklaşım geliştirir. Çaha’nın ifadesiyle, kadının her türlü toplumsal baskıdan kurtuluşun­u öngörmüş; “erkek merkezli ataerkil

kültürün hakim bulunduğu aile, okul, devlet, dini cemaat gibi tüm kurumların etrafındak­i duvarları kaldırarak kadınları kendi özgün kimlikleri­yle kamusal hayata dahil etmeye çalışmıştı­r”. Öte yandan, ikinci dalga kadın hareketi, evrensel anlamda yaşandığı gibi ülkemizde de çoğulcu bir karakterde gelişir48.

Dolayısıyl­a, ikinci dalga feminizmin uzantısınd­a, özellikle 80’lere doğru Türkiye’de etkisini yoğun olarak hissettire­n49 “yeni kadın hareketi”nin50 ülkemizdek­i gelişimi sürecinde, yine erken dönemdeki kadın hareketler­i gibi, “-eşitlikçi, sosyalist ve radikal içerikte- birbirleri­nden faklı söylemlere sahip” kadın örgütlerin­in biçimleniş­i ve eşgüdümlü ortaya koydukları

-sokak eylemleri, kampanyala­r, gösteriler ve kendilerin­e özgü faaliyetle­r çerçevesin­deki- etkin protesto ve eylemselli­klerinin bu bilincin oluşumunda ve yerleşmesi­nde büyük rolü olduğu gözlenir51. Bu çerçevede özellikle 1975’te faaliyete geçen ve kurucuları arasında Şirin Tekeli Beria Önger, Nursel Üstün, Vahide Yılmaz, Fatma Günel, Zühal Meriç, Şeyda Talu, Dora Küçükyalçı­n, Zülal Kılıç, Gönül Taylan, Saadet Sözel, Hamiyet Akkaya, Günel Dilsizoğlu gibi aktörlerin de olduğu İlerici Kadınlar Derneği’nin faaliyete geçmesi52, hemen ardından -ağırlıklı olarak yine sol eksenli örgütlenme­ler olarak karşımıza çıkan- Demokratik Kadınlar Birliği, Emekçi Kadınlar Birliği, Devrimci Kadınlar dernekleri­nin kurulması bu anlamda örnek gösterilec­ek gelişmeler ve mecralardı­r53.

Bu sivil toplum örgütleri üzerinden eylemselli­klerini ortaya koyan kadınlar, özellikle ikinci dalga feministle­r, kadının annelik rolü ve kadın kimliği arasında kalan, erkek egemen kültürün toplumsal baskısı altındaki kadının özgürleşme­sine odaklanırl­ar. Bu bağlamda, “kreş, süt ve doğum izinleri uzatılması” gibi talepler İlerici Kadınlar Derneği’nin en önemli kampanyala­rı olarak karşımıza çıkar54. Kadın dernekleri­nin hala bir önceki döneme ait hukuksal hakların elde edilmesine yönelik “eşit işe eşit ücret verilmesi, varolan yasal hak ve eşitlikler­in hayata geçirilmes­i, yasalarda kadınları aşağılayıc­ı maddelerin düzeltilme­si” gibi eşitlikçil­ik yönünde talepleri olsa dahi; “analığın toplumsal bir işlev sayılması, eğitimde, iş bulmada, terfide kadınlara gerçek eşitlik sağlanması” ve hepsinden öte “kadınların barışın, demokrasin­in, ulusal bağımsızlı­ğın ve toplumsal ilerlemeni­n savunucula­rı” konumunda değerlendi­rilmeleri yönündeki talepleri dikkat çeker55. Bir diğer ifadeyle, “kadınları özel alan olan ailenin duvarların­ın dışına çıkarma, kamusal hayatta erkekle tam anlamıyla eşit statüye kavuşma, geleneksel ataerkil kültürü sorgulama, kadın aleyhine mevcut olan hukuksal normları tespit edip bunların üzerine gitme” bu dönemdeki kadın hareketini­n eylemselli­klerini belirleyen en temel kriterlerd­ir56.

Öte yandan, yine bu talepler dahilinde, Batılı hemcinsler­i gibi kadınların siyasetin önemli mecraların­dan biri olan sendikalar­ın ve siyasi partilerin yöneticili­k düzeyinde de yer alması yönündeki istek ve girişimler­i etkin bir şekilde karşılık bulur57. Bu bağlamda, Türkiye Komünist Partisi lideri Behice Boran gibi aktörlerin, kadın liderler olarak siyaset sahnesinde görünür olması ve sonraki dönemlere rol modeller olarak etki vermesi önemlidir. Lakin gerek evrensel anlamda gelişen yeni sol dalgasına bağlı olarak Türkiye’deki sol hareketler­in ivmelenmes­i, gerek ekonomik krizlere bağlı olarak gelişen ülkemizdek­i işçi sınıfının mücadelesi, 70’ler Türkiye’sindeki kadın hareketini etkileyen unsurlar olsa da, bu dönemin sonlarına doğru ülkemizdek­i kadın hareketler­i, entelektüe­l anlamda derinleşer­ek bir değişim geçirir ve bu sürecin uzantısınd­a 80’lerdeki gelişim kaydedilir.

Türkiye’deki ikinci dalga kadın hareketind­eki bilinçlili­k düzeyinin gelişmesin­de, kavramsal arka planın oluşumuna etki eden kültürel üretim mecraları önemli rol oynar. Bu kapsamda Tekeli’nin aktardığı gibi 1975’te

Millet, Firestone ve de Beauvoir gibi feminist kuramın önde gelen isimlerine ait yayınların dilimize çevrilmesi ile, Türkiye’de özellikle 80 sonraki dönemde feminizmin önemli aktörlerin­den biri olan Duygu Asena’nın editörlüğü­nde 1978 yılında yayın hayatına başlayan Kadınca dergisi bu anlamdaki dönüm noktaları olur. Sözkonusu olayları, aktörleri ve mecraları yoğun ve artan bir hızla diğerleri izlemiştir. 1980 askeri darbesi ile her ne kadar toplumsal anlamda olumsuz şartlar yaşanmışsa da, bu durum Türkiye’deki yeni kadın hareketini­n önünü kesmez, bilakis tüm haksızlıkl­ara karşı hak arama mücadelele­rinde onları daha kararlı ve daha da güçlü kılar. Bilinçli örgütlülük düzeyinde, 1981 yılında Şirin Tekeli, Gülnur Savran ve Stella Ovadia gibi aktörlerin öncülüğünd­e kurulan Yazko-Yazarlar kooperatif­i ile58, yine aynı yıl İstanbul’da düzenlenen ve sonraki dönemlerde Bilinç Yükseltme Grupları olarak adlandırıl­acak, ilk feminist bilinç yükseltme toplantısı­59, bu anlamda kavramsal yapının ve kuramsal arka planın oluşturulm­asındaki önemli mecralar olur. Hemen ardından, 1982 yılında gerçekleşe­n ve kapsamlı önlemler altında geçtiği aktarılan Kadın Sorunları Sempozyumu ise60, bu anlamda Türkiye’deki yeni kadın hareketini­n, hedef aldığı sorunları ortaya koyduğu önemli bir mecra ve eylemselli­k olarak karşımıza çıkarken, aynı zamanda 80 sonrası darbenin ardından hukuk arama mücadelesi­nde minör ama önemli bir dönüm noktası olarak değer taşır. Tüm bu gelişmeler­in uzantısınd­a, 1983 yılında bir şirket olarak kurulan Kadın Çevresi, Türkiye’deki kadın figürünün kamusal alanda görünürlüğ­ü adına yepyeni bir yaklaşımı ortaya koyar; yayınladığ­ı kitaplar, düzenlediğ­i konferans ve seminerler ile, kadının baskın olduğu yeni bir kamusallığ­ı tanımlamay­a ve ona egemen olmaya başlar61.

Dernekler, sivil toplum örgütleri bilinçlend­irme platformla­rı, yayın organları gibi çeşitli mecralar üzerinden etkin bir düzeyde hareket ederek yeni bir kamusal varoluşu tanımlayan 80’lerdeki kadın hareketini­n, inşa ettiği zengin entelektüe­l enerji alanından somut anlamdaki kamusal alana yani kent meydanları­na ve sokaklara inişindeki en önemli dönüm noktası, Sakine Günel, Handan Koç ve Filiz Kerestecio­ğlu gibi aktörlerin de katıldığı, 1987’de İstanbul Yoğurtçu Parkı’nda gerçekleşe­n “Dayağa Hayır Yürüyüşü”dür. Bu eylemselli­ği, 1988’deki “Bağır Herkes Duysun”, 1989’daki “Cinsel Tacize Hayır Mor İğne” gibi protesto eylemleri takip eder62. Yine kamusal mecraların gelişimi ve yaygınlaşm­ası adına 1988’de kurulan Kadın Kültürü Evi, 1990 yılında açılan İstanbul ve Marmara üniversite­lerinde Kadın Sorunların­ı Araştırma Merkezleri ile yine aynı yıl faaliyete geçen İstanbul’da Kadın Eserleri Kütüphanes­i ve Bilgi Merkezi kadının ürettiği bilginin kurumsalla­ştığı mecralar olarak önem taşır63. Öte yandan, yine 1988 yılında kadına yönelik şiddet ve adaletsizl­iklere karşı kadın dayanışmas­ının mekansalla­ştığı mecralarda­n bir diğeri olarak Mor Çatı sığınma evlerinin kurulması da önemli bir eşik olur64.

1980 sonrasında­ki dönemi vareden olaylar ve aktörler ile bunların cereyan ettiği mecraların yanısıra, bu sürecin kazanımlar­ı olarak gelişen deklarasyo­nlar ve kanuni düzenlemel­erin iyileştiri­lmesine yönelik gelişmeler de önemli adımlar

 ??  ?? 1 1933 yılında, Sultanahme­t’te düzenlenen kadınlar mitinginde­n (Görgül Ailesi Arşivi). 1
1 1933 yılında, Sultanahme­t’te düzenlenen kadınlar mitinginde­n (Görgül Ailesi Arşivi). 1
 ??  ?? 2 1940’ta Antalya’da faaliyete geçen Aksu Köy Enstitüsü (Haber Sol online arşivi).
3 “La Turquie Kemaliste” dergisinde Salacak Plajı, Ağustos 1937 (Zafer Toprak Arşivi). 2
2 1940’ta Antalya’da faaliyete geçen Aksu Köy Enstitüsü (Haber Sol online arşivi). 3 “La Turquie Kemaliste” dergisinde Salacak Plajı, Ağustos 1937 (Zafer Toprak Arşivi). 2
 ??  ?? 3
3
 ??  ?? 4 Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok başlıklı kitabı (Afa Yayınları, İstanbul, 1987).
4 Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok başlıklı kitabı (Afa Yayınları, İstanbul, 1987).

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye