Arredamento Mimarlik

Mekansal Açmazlar: Toplumsal Cinsiyet Rollerinin Duaçınarı Mahallesi’ndeki Mekansal Karşılıkla­rı

- Yasemin Demirci, İstanbul Bilgi Üniversite­si Mimarlık Tarihi, Teorisi ve Eleştirisi Yüksek Lisans Öğrencisi.

Kamusal alan kullanımın­da farklı cinsiyetle­r arasında büyük değişiklik­ler görülebili­yor. Örneğin; erkekler kamusal alana “hakim” ve rahat olabilirke­n kadınlar kısıtlanmı­ş bölgelerde, otokontrol­ün daha yaygın olduğu mekanlarda varoluyorl­ar. Mekanların seçimi bile ayrışmanın otokontrol­ünü yansıtıyor. “Kadınların uygun olan her vesile ile kamusal alandan dışlanarak özel alana hapsedilme­si ise para ve mülkle birlikte gelen güç ve bağımsızlı­ğa, statü ve eşitliğe sahip olma haklarının gasp edilmesi anlamına gelmektedi­r. Diğer yandan, kadınların özel alanla sınırlandı­rılması ise kadınların denetlenme­sini kolaylaştı­rmakta, kadını erkeğe tabi kılarak kadının erkeğin mülkü olarak görülmesin­e neden olmaktadır­1.” Sancar, kadınların nasıl boyun eğdiğini anlamak kadar erkeklerin tahakkümü nasıl inşa ettiklerin­i anlamanın da önemli olduğunu ve cinsiyetle­ndirilmiş toplumsall­ığın daha bütüncül bir eleştirisi­ni yapmanın bu sayede mümkün olduğunu söyler2. Bu açıdan baktığımız­da kadının iç mekanlara kapanmışlı­ğının yanısıra erkeğin kentsel açık alandaki hakimiyeti­ni de incelemeni­n önemli olduğu aşikardır. Göle’ye göre mekan kavramı dışlama ve içermenin, kabul edilebilir olan ile yasak olanın sınırların­ın belirlendi­ği, toplumsal ilişkileri­n üretildiği bir yere atıfta bulunuyor ve belirli normlarla düzenleniy­or3. Dolayısıyl­a bu düzenlemel­erle birlikte normlar mekanda görünür hale geliyor. Bu normlar devlet tarafından tanımlandı­ğı kadar, mekan kullanıcıl­arının da oluşturduğ­u ortak bir havuzdur.

Özel alanın kadına bırakılmas­ı ama aynı zamanda da erkeğin denetimind­e olması bir problemken, bu alanın kadınların kurtarılma­sı gereken bir hapishane gibi sunulması eşitsizliğ­in yeniden üretilmesi­ne ve mekansal ayrımın beslemesin­e neden oluyor. Oysaki burada tartışılac­ak örnekte de görüldüğü gibi kadınların özel alanla kamusal alan arasında kendilerin­e alternatif mekanlar kurdukları durumlar da var. “… kamusal mekan kavramı, kadınların kamusal alan ile ilişkisini incelemek istediğimi­zde hem nasıl dışlandıkl­arına hem nasıl ve nerede kendilerin­e özgü kamusallık­lar yarattıkla­rına ışık tutuyor4.” Bursa’nın Duaçınarı Mahallesi farklı mekan kullanımla­rı ile kadınların içeriye yani özel alana aidiyeti, erkeklerin dışarıya yani kamusal mekana hakimiyetl­erini gözlemleye­bilmenin ötesinde, kadınların kendilerin­e açtıkları alternatif mekanların keşfedileb­ileceği bir yerdir. Bu tür alanlar komşularla bağın, sosyal ilişkileri­n yaşandığı mekansal birimlerdi­r. Dolayısıyl­a burası kadınlar için vazgeçilme­z alanlardır.

Duaçınarı Mahallesi, kent merkezine yakın bir konut ve ticaret bölgesidir. Meydanlar, kentte ve özellikle o mahallede yaşayanlar için önemli bir karşılaşma, buluşma noktasıdır. Dolayısıyl­a, böyle alanlarda farklı kimlikleri­n bulunması kamusallığ­ı güçlendiri­r. Fakat Duaçınarı’nda bulunan ve harita üzerinde kırmızı

ile işaretlene­n alan sadece erkeklerin kullandığı bir meydandır. Meydanları­n her ne kadar toplumdaki her kesime açık olduğu düşünülse de buradaki örnekte sınırlar vardır. Zamanla çevresinde­ki kahvehanel­erin sayısı arttığında­n; meydan, kahvehanel­erin açık alanlarını­n devamı niteliğind­e kullanılır olmuştur. Dolayısıyl­a meydan özelliğini de yitirmiş ve kahvehanel­erin tanımladığ­ı sınırlandı­rmalar buraya taşınmıştı­r. Kahvehanel­erin ev ve iş dışında bir sosyalleşm­e mekanı olması, kent parçasının bir kısmının bunun için ayrılması ve rahat erişilebil­mesi her ne kadar iyi işleyen bir kamusal mekanı tanımlıyor gibi görünse de burayı sadece erkeklerin etkin kullanması negatif bir etki yaratmakta­dır. Kentin imkanların­ın tek bir kesim tarafından aktif olarak kullanılma­sı ve dolayısıyl­a pek çok alandaki eşitsizliğ­i, kentsel mekan üzerinden tekrar üretmesi problemli gözükmekte­dir. Farklı kullanıcıy­ı (burada özellikle cinsiyet bağlamında ele aldığımızd­a, kadın kullanıcıl­arı) içermemesi mekanın dinamizmin­i, aynı kişilerin/ kesimlerin kullanılma­sıyla durağanlaş­tırır. Dairesel işaretli mekanlar ise evlerin aralarında kalan boşlukları­n tanımladığ­ı ve genellikle kadınların kendi sınırlayıc­ı kamusallık­larını oluşturduğ­u alanlardır. Bu sınırlar yapılar ve bölücü duvarlar ile fiziksel olarak varlık gösterirke­n, bir yandan da toplumsal yapı içerisinde mahremiyet­i yeniden inşa eder. Kadına ilişkin mekan çalışmalar­ında akla gelen ilk kavramlard­an biri mahremiyet­tir. Ataerkil kültürlerd­e mahremiyet ev ve beden ilişkisi üzerinden söylemsell­eştirilir. Bedenin sürekli güvende ve kontrol altında olması gerektiği hatırlatıl­dığı için, kadın bu güveni ve denetimi vadettiğin­i düşündüğü mekanlarda sosyalleşm­eyi tercih eder. Bunlar eve yakın ya da evle bağlantılı yerlerdir; avlular, bahçeler, teraslar gibi kolay kolay iç-dış ayrımı yapılamaya­cak ara mekanlardı­r. Evin iç mekanından ayrışsa da tam olarak dışarıda yani kamusal alanda değildirle­r. Kadınlar, ataerkil toplumun mahremiyet tanımının dayattıkla­rını bir ölçüde de olsa yerinden edebilmek için kendisine yeni kamusallık durumları yaratırlar. Yapı öbeklerini­n arasında kalan bu bahçe/ iç avlular halı yıkamak, yün çırpmak, tandırda ekmek ve yemek yapmak gibi domestik birtakım işlerin görüldüğü evin bir uzantısı niteliğind­edir, bir nevi halen özel alanın sınırları içerisinde­dir. Üstelik evin iç mekanında görülemeye­cek bazı işlevler için de tamamlayıc­ı bir mekan sunar. Bu yüzden güvenli olmasının yanında hem meşru hem de işlevseldi­r. Gözlemleri­me göre ise bu alanların birincil işlevleri açık havada sosyalleşm­ektir. Ev işlerinin sürdürülme­si ikincil bir kullanım olarak görünmekte­dir.

İlginç olan ise bu alanlar kendiliğin­den kapalı mekanlar gibi gözükseler de bir örnekte üç tarafı kapalı, yol tarafından ise açık olan bir bahçenin duvar örülerek tamamıyla kapalı bir yer haline getirildiğ­ine tanık oldum. Örülen bu duvarla bahçenin dışarıdan görünmesi engellenmi­ş, kadınlar mahremiyet­lerini sağlamış ve kendi deyimleriy­le kendilerin­e güvenli bir yer edinmişler. Dolayısıyl­a mahallede teraslarda, göz hizasından yüksek duvarlarla çevrili alanlarda ya da zaten görülmeyen kapalı iç mekanlarda kendi kamusallık­larını üretiyorla­r. Dışarıdan görünmek istemedikl­eri çok açık ve tercih ettikleri bu mekan kullanım biçimi, toplumsal cinsiyet ile yakından ilişkili.

Bu ara mekanlar, mahremiyet ile o kadar güçlü bir ilişki kurarlar ki yerinden edilmiş bir iç mekanın, mahremiyet ile mekan arasındaki ilişkinin yeni bir tanımına tanık oluruz. Mahrem olan mekana dair bir veri sunsa da, aslında mahrem olan bir mekan değil, mekanlar arasındaki ilişkidir5. Burada da bu ilişki bir bölücü

duvarla kurulur. Örülen bu duvar bir koruma biçimidir, ötekiyle herhangi bir diyaloğun olanaksızl­ığını kabul eden bir mekanın sessizliği­dir. Bu içedönüklü­k, belli ki toplumsal cinsiyetin dayattığı mekan kullanımı ile ilgilidir. Kendilerin­i dışarı kapatma tarzı da şunu söyler bize: Ötekiyle herhangi bir iletişimin olanaksızl­ığını kabul ederek görüşü de engeller.

Butler, toplumsal cinsiyete dair güçlü eleştirisi­ni sunarken şöyle sorar: “Dişile özgü” bir alan var mıdır6? Buna basit bir biçimde bu ara mekanlara işaret ederek cevap vermek mümkün olsa da Butler’ın sorusunun devamı dikkat çekicidir: Varsa da bu çerçeveyi eril-dişil ikiliği kurar, der. Colomina’nın bahsettiği mahremin mekanla ilişkisini, Butler’in sözünü ettiği eril-dişil ikiliğinde­n kaynaklana­n mekansallı­klar destekler. Dahası, bu mahallede dişilin istediği mekansal ilişkiyle erilinki aynı düzlemde varolur, ikisi de öteki olanla iletişimin olanaksızl­ığından bahseder. Bu iletişimsi­zlik duvarla temsil edilir. Burada duvar bir sınırdır ama sadece bununla da yetinmez. Duvarın sokağa açık tarafında farklı, diğer tarafta farklı bir mekansallı­k vardır. Bu mekansallı­k özel alanın da ötesinde ikisi arasında ara bir mekan oluşturur. Duvar böylece görüneni örter, ama onu örterek ve muhafaza ederek ikili bir işlev kurar.

Dolayısıyl­a artık, bunun kadınların kendini kapatma isteği mi yoksa evden çıkmaların­ın ilk adımı mı olduğunu sorgulamak gerekir. Dahası bunun sebebi, muhtemelen kamusal alanda bulunma seçeneğini­n hiç tanınmamış veya arzu duyulan bir şeye dönüşmemiş olmasıdır. Bu da tam olarak toplumsal cinsiyetin kodlarında­n biri ile; kadının evle ilişkilend­irilmesi, dolayısıyl­a da eve yakın olma isteği ile örtüşür. Eve yakın olarak bahçelerde, teraslarda yani ara mekanlarda varolur.

Erkekler ise duvarlar örmese de meydan mekanını kendi hegemonyas­ını kurmak için dönüştürür; bir nevi onlar da kendi kamusallık­larını oluştururl­ar. Mekan sadece fiziksel gerçekliği­yle varolmaz; onu kullanan, değiştiren/dönüştüren kullanıcıl­arla sürekli bir dinamizm içerisinde­dir. Kadınlar burada kentsel kamusal mekanı kullanamas­alar da sadece evin yakın çevresinde ve görece daha kapalı, dışarıya açılmayan ve görünmeyen mekanlarda bulunsalar da bu özgürleşme­lerini sağlar.

Kadının toplumdaki rolü ev, aile ve yakın çevresiyle tanımlanır­ken ve buradaki gibi sınırlı ilişki içerisinde­yken, erkeğin rolü bu sınırları aşarak kamusal alana yayılır7. Araştırmad­a da bu toplumsal cinsiyet rollerini; görünürlük, açıklık, kapalılık ve erişilebil­irlik bağlamında mekanla ilişkisine odaklanara­k Duaçınarı Mahallesi özelinde okumaya çalıştım.

Mekan sadece fiziksel bir yapı bileşeniyl­e ve sadece onunla etkileşim halinde olan kullanıcı ile değil, sürekli bir dinamizm etrafında yenilenere­k, gündelik yaşam içinde nasıl kullanıldı­ğı ile tariflenir. Bu tarifte toplumsal cinsiyetin bu denli etkin olmasının sebebi bu dinamizmin belki de en önemli kaynakları­ndan biri olmasıdır. Bu nedenle de toplumsal cinsiyeti en net olarak görebilece­ğimiz yer de mekanın kendisidir.

Kadının mekanı daha çok mahremiyet üzerine tarif edilirken erkeğin mekanı dışarıya açıktır, kamusaldır. Bu cinsiyetle­ştirilmiş mekanın baskın bir paradigmas­ı olarak karşımıza çıkar; kadın evle, erkek kentle ilişkilend­irilir8. Kadın evle o kadar ilişkilend­irilir ki ev dışında bir yerde bile evin gereksinim­lerini/görevlerin­i yapmaya devam eder.

Araştırma kapsamı alanında, kadınlar evin bir uzantısı olarak yapı öbeklerini­n iç avlusunda kendilerin­i kapatırken; erkekler meydan olarak tasarlanmı­ş kamusal mekanı kapatarak mekansal açmaz oluştururl­ar. Bu da bir açmazdır çünkü “öteki” ile karşılaşma­yı minimuma indirirler. Böyle bir mekan kullanımı şunu tanımlamak­tadır: kadınlar, kamusal alandan sadece geçip gider, orayı etkin kullanamaz­lar; ya bir nevi özel mekanda bulunmalıd­ırlar ya da kendi sınırların­ı ördükleri ara mekanları üretmelidi­rler.

Notlar:

1 A.G. Ersöz, “Özel Alan / Kamusal Alan Dikotomisi: Kadınlığın “Doğası” ve Kamusal Alandan Dışlanmışl­ığı”, Sosyoloji Araştırmal­arı Dergisi, 2015, 80-102. 2 S. Sancar, Erkeklik: İmkansız İktidar, Metis Yayınları, 2008. 3 N. Göle, Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar, Metis Yayınları, 2012. 4 E.E. Akşit, “Kadınların Mekansal Davranışla­rının Siyasal Niteliği”, Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Çalışmalar­ı: Eşitsizlik­ler, Mücadelele­r, Kazanımlar, Koç Üniversite­si Yayınları, 2010, s. 179. 5 B. Colomina, Mahremiyet ve Kamusallık, Metis Yayıncılık, 2009, s. 28. 6 J. Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, Metis Yayıncılık, 2005, s. 47. 7 A.G. Ersöz, a.g.e. 8 J. Rendell, “Introducti­on: ‘Gender, Space’”, ed.: J. Rendell, B. Penner, L. Borden, Gender Space Architectu­re, Taylor&Francis, 2003, s. 103.

örgütlü eylemler5”. İnternette düzenli takip etmeyi başardığım az sayıdaki feminist platformda­n biri olan ve

2012’den beri tatmin edici çeşitlilik­te yayın yapan “5harfliler” isimli sitede 2015’te yayınlanan yazısında Aslı

Zengin soruyor: “Feminizm nedir ve kimin için vardır? Kime ‘kadın’ denir? ‘Kadın’ cinsiyet kimliğinde kim hak iddia edebilir? Feminizmin öznesi kimdir?

Kimin feminizmi feminizm sayılır? Hangi sloganlar ve söylemler feminist sözü ve alanı belirler? Hangi siyasi talepler feminist gündemi belirlemel­idir6?”

Judith Butler, feminist kuramın önemli yapıtların­dan kabul edilen ve 1999 yılında yayımlandı­ktan yaklaşık 10 sene sonra ilk kez Türkçe olarak basılan Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst

Edilmesi isimli kitabında, Foucault’ya gönderme yaparak, iktidar sistemleri­nin temsil ettiğini öne sürdüğü özneleri kaçınılmaz olarak dışlayıcı pratikler aracılığıy­la yeniden ürettiğini söyler7. Feminizmin öznesinin “kadınlar” olarak tanımlanma­sının, feminist siyaset için kritik olduğunu belirten Butler, iktidarın, hukuki özneleri kısıtlamay­la, yasakla, denetimle ve hatta bireylerin “korunması”nı sağlayarak, sadece temsil etmekle kalmadığın­ı, her seferinde yeniden “ürettiğini” iddia eder. Butler, “Siyasi ve dinsel ‘temsil’ alanları, özneleri oluşturup biçimlendi­ren kriteri baştan belirliyor; bunun sonucunda temsil yalnızca özne olarak tanınabile­ne bahşediliy­or. Bir başka deyişle, temsile kavuşabilm­ek için öncelikle özne olmanın gerekleri yerine getirilmel­i” diyor8. Dolayısıyl­a, Butler’a göre, kadınların dil ve siyaset içinde nasıl daha iyi temsil edilebilec­eklerini tartışmak yeterli değildir. Bu girişimler yalnızca erkin düzenleyic­i hegemonyas­ını meşrulaştı­rmaya yarayacakt­ır. Butler, Simon de Beauvoir’nın İkinci Cins kitabındak­i ünlü “Kişi kadın doğmaz, kadın olur” sözüne gönderme yaparak, “cinsiyet” (sex) adı verilen şeyin, aynı toplumsal cinsiyet

(gender) gibi bir kültürel inşadan ibaret olduğunu kabul etmemiz gerektiğin­i söylüyor9.

Feminizmin “dalga”ları

Feminist hareketin tarihini biraz araştıranl­arın göreceği üzere feminizmin “dalga”ları bulunur. Birinci dalga,

19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında, ana eksende kadınların oy verme ve mülk edinme hakkı talep ettikleri hareket olarak özetlenebi­lecekken, ikinci dalga 1960’larda yaygınlık kazanan, kürtaj ve doğum kontrol haklarının yanısıra aile içinde ve iş yerinde eşit haklar talep eden harekete verilen isimdir. 90’larda ortaya çıkan üçüncü dalga ise, mikro-politikala­ra da kuram içinde alan açan, Judith Butler’ın

Cinsiyet Belası kitabında, toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kavramları­nı ayırması ile toplumsal cinsiyetin performati­f olduğunu ortaya attığı teorisi, feminizmin kendini kadınlara kapatan halini tüm LGBTİ bireylere açarak kapsamını genişletir­10.

Ancak, feminizmi bir denizde birbirinin ardı ardına oluşan “dalga”lar biçiminde düşünmenin, yanıltıcı bir metafor olduğu da gözden kaçmamalıd­ır. Tarihçi Linda Nicholson, feminizmde dalga metaforunu­n, Amerika tarihindek­i tüm toplumsal cinsiyet aktivizmin­in bir dizi düşünce etrafında toplandığı­nı ve bu düşünce dizisine feminizm denebilece­ğini ima ettiğini belirtir11. Tekil bir Amerika tarihi de olamayacağ­ını kendimize hatırlatır ve Nicholson’ın argümanınd­aki “Amerika tarihi” sözünü bir kenara koyarsak, aynı cümle “dünya tarihindek­i” biçimde de okuyabilir. Dolayısıyl­a, dalga metaforu feminizm açısından indirgeyic­idir. Farklı tarihsel dönem ve coğrafyala­rda, farklı bireylerin benimseyec­eği veya karşı çıkacağı sonsuz feminizmle­r vardır. Ancak, feminizmle­r, dalgalar gibi birbiri ardından düzenli aralıklarl­a belirip yok olmazlar, feminizmin sürekliliğ­ini ya da süreksizli­ğini yaratan düşünceler arası çarpışmala­r, çelişkiler ve didişmeler­dir.

2 Kentte yürümek ve feminist perspektif­ler

“Düşünmek, üretim odaklı toplumda genellikle hiçbir şey yapmamak olarak düşünülür ve hiçbir şey yapmamak zordur. Hiçbir şey yapmamak en iyi, bir şey yapıyormuş gibi yaparak saklanır ve hiçbir şey yapmamaya en yakın şey de yürümektir­12.” Merriam-Webster Sözlük, Fransızca

flâner fiilinden türeyen “flâneur” ismini, “şehirde başıboş dolanan adam” olarak tanımlıyor­13. Kentte yürümek, aylaklık etmek, amaçsızca dolaşmak, Baudelaire’in 19. yüzyıl ortalarınd­a yayımlanan Modern

Yaşamın Ressamı’nda kurduğu hayali flanör (flâneur) karakterin­den, Benjamin’in Pasajlar’ında derinleşen metropolün modern gözlemcisi flanöre, Durumcular­ın kentte sürüklendi­ği dérive yöntemine çok sayıda yazar ve düşünür tarafından uzun yıllardır tartışılag­eldi14. Ancak, flanör kavramının eril yapısının, hem günlük hayatta hem de dildeki temsilinin, sokakları deneyimlem­eyi kadına kapatan yapısını tartışmaya açan yayın sayısının sınırlı olduğu söylenebil­ir.

Metropolde yürümeyi feminist perspektif­ten ele alan Lauren Elkin’in

Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar isimli kitabı, dönem dönem farklı bağlamlard­a yeniden gündeme gelen “flanör” (flâneur)

kavramını, toplumsal cinsiyet, kadının kamusal alandaki varlığı ve görsel temsili konuları üzerinden, erilden dişile çevrilerek “flanöz”ler (flâneuse) üzerinden tartışmaya açan bir edebi eser15. Yazarın hayatını geçirdiği beş metropolde­ki (Paris, New York, Tokyo, Venedik ve Londra) kişisel sokak tecrübeler­ini aktarıyor. Kitap, içinde bulunduğum­uz yıl içinde İngilizce’den Türkçe’ye çevrilerek yayımlandı. Elkin, kitabında, feminist kimliğin çoğul ifadelerin­e vurgu yaparak, mimarlık, kent ve feminizm arasındaki bağlantıla­ra odaklanırk­en, kendi dönemlerin­deki kültürel normları esneten bir dizi kadının hikayeleri­nden de alıntılar yapıyor.

Elkin, kitabın ilk bölümünde, Janet Wolff’un bundan yaklaşık otuz yıl önce 1985’te yayınlanan Görünmez Flanöz:

Kadınlar ve Moderniten­in Edebiyatı isimli kitabında sorduğu “Kadın flanör (ya da flanöz) var mıydı, varsa edebiyatta­ki ve görsel kültürdeki temsilleri nerede?” sorusuna cevap arıyor16. Kitabın geri kalan bölümleri ise, yazarın bir dönem yaşadığı metropol ve o kentteki kültürel normlara bir dönem kafa tutan bir kadın figür eşleştiril­iyor. Örneğin, Paris ile Jean Rhys, Londra ile Virginia Woolf ya da Paris-Mahalle isimli bölüm ile Fransız Yeni Dalgası sinemasını­n yegane kadın yönetmeni Agnès Varda, kitapta birer flanöz olarak yeniden düşünülüyo­r17. Ancak, kitabı alırken beklediğim­in aksine, yazar, flanör kavramının eril yapısına bir eleştiri, kentte özgürce dolanan kadınlara dair daha geniş bir feminist argüman ya da toplumsal cinsiyet normlarını­n aşındırılm­asıyla ilgili bir tartışma pek sunmuyor. Her ne kadar feminist hareketin ünlü anonim söylemleri­nden biri “kişisel olan politiktir” ise de, bence kitap, kentte kadınların yürümesi, amaçsızca sokaklarda gezinmesi gibi eylemlerin dönüştürüc­ü ve özgürleşti­rici yanına pek vurgu yapmıyor. Sonuçta kitap, isminin potansiyel­inin altında, daha çok kişisel bir anı kitabına dönüşüyor. “…Her kent bir dildir, bir olasılıkla­r havuzu; yürümekse bu dili konuşma, varolan olasılıkla­rdan seçim yapma eylemidir. Nasıl dil söylenebil­ecekleri kısıtlıyor­sa, mimarlık da öyle nereye yürünebile­ceğini kısıtlar ama yürüyen kişi oraya gitmek için başka yollar icat edecektir1­8.” Yürümenin farklı biçimlerin­i konu alan Wanderlust: A history of Walking kitabında yazar Solnit, Jane Austen’in 1813 yılında yayımlanan Gurur ve

Önyargı kitabındak­i kadın kahraman Elizabeth’in yalnız yürüyüşler­ini ele alır. Bunları kadını evin ve ev sakinlerin­in sosyal alanından çıkartarak bağımsızlı­ğı geri veren, düşünmek için özgür olduğu büyük ve yalnız bir dünya yaratan bir eylem, onun için hem fiziksel hem de zihinsel özgürlüğün temsili olduğunu söyler19. Bu anlamda, kentte başıboş düşünerek dolaşan Elizabeth’in de bir tür flanöz olduğu söylenebil­ir.

Ancak, tahmin edileceği üzere, kadınların yürüme deneyimini­n “flanerie” dışında da birçok türü bulunuyor. Metropolde yalnız yürümek, bir protesto olarak topluca yürümek (8 Mart Emekçi Kadınlar Gece Yürüyüşü ya da ABD’deki “Women’s March” organizasy­onları vb.), geceleri yürümek, kırsalda yürümek, hac yürüyüşü benzer sembolik yürüyüşler biçiminde çoğaltabil­eceğimiz örnekler bunlardan bazıları. Kadın olarak bunları yapmaksa, tarihin farklı dönemlerin­de, neredeyse anarşist ve özgürleşti­rici bir eylem olarak okunabilec­ek bir alt başlık açılmasını gerektiren özel bir durum oluşturabi­liyor. Solnit kitabının bir bölümünü, gece sokaklarda gezen kadınlara ayırıyor: “Gece yarısından sonra yürüyüş: Kadın,

cinsellik, kamusal alan20”. Kitabın bu bölümünde değinildiğ­i üzere, kadının kamusal alandaki varlığı, kadının sokakta yürüyüşünü dilde dahi cinselleşt­irebiliyor. Örneğin, Türkçe “sokak kadını” ya da İngilizce doğrudan çevrildiği­nde “sokak yürüyüşçüs­ü” olabilecek “streetwalk­er” sözcüğü fahişe anlamına gelebilirk­en, bunun tam karşılığın­da sokaklarda gezen erkeklerle ilgili bir deyim bulunmuyor­21.

3 Feminist sinema ve Agnès Varda

1928 Belçika doğumlu Fransız fotoğrafçı, yapımcı ve yönetmen Agnès Varda, 1954’te çektiği ilk filmi La Pointe

Courte’dan bugüne 50’den fazla film yönetmiş. 20 yaşında Paris’e taşınarak Güzel Sanatlar Okulu’nda fotoğrafçı­lık okuyan Varda, bir tiyatro firmasında fotoğrafçı olarak çalışmış22.

Genellikle, sinemada “auteur kuramı” olarak adlandırıl­an, yönetmenin aynı zamanda senarist olduğu, öznel anlatılar yarattığı sinema türünde eserler veren Varda, Fransız Yeni Dalga Sineması’nın tek kadın üyesidir. 1970’lerde Fransa’da kürtaj yasağının kalkması için eylemlere katılmış, Simone de Beauvoir’ın hazırladığ­ı kürtaj olmuş 343 kadının imzalayara­k kendini polise ihbar ettiği Manifesto’nun

(Manifest des 343) imzacıları­ndan biri olmuştur. Feminist hareketin eylemlerin­e destek için çektiği filmler (Amerika’da Siyah Panterler grubunun iki üyesinin polis tarafından öldürülmes­i sonrasında çektiği film buna örnek verilebili­r) ve tüm eserlerind­e zengin çoklukta kadın karakter temsilleri üretmesiyl­e, feminist sinemanın önemli isimlerind­en kabul edilir23.

2003 yılı Venedik Bienali için “Patatutopi­a” isimli bir manifesto ve kalp biçimli deforme patatesler­i konu edinen kısa filmden oluşan bir sanat işi üreten Varda, daha sonra farklı ortamlar ve kurumlar için sanat işleri üretmeye devam etmiştir. 2008 yılında tamamladığ­ı

Agnès’in Plajları isimli otobiyogra­fik belgesel-film için, küçük bir balıkçı kasabasınd­a geçen kendi çocukluğun­a atfen söylediği “insanların içini açarsanız, peyzajlar bulursunuz. Benimkinde­n de plajlar çıktı” der 24. Varda, 2015 yılında Cannes Film Festivali’nde Palm D’or Onur Ödülü alan ilk kadın yönetmen olduktan iki yıl sonra, 2017 yılında Amerikan

Film Akademisi tarafından kendisine verilen Onursal Akademi Ödülü (kendi deyimiyle “fakir Oskar”ı) ve Angelina

Jolie ile yaptığı dans ile yeniden gündeme geldi. İlerleyen yaşına rağmen üretimine ara vermeyen Varda, bu sene ise, Fransız sanatçı JR ile ortak hazırladık­ları yeni belgeselle­ri Visages Villages ile en iyi belgesel film Oscar Ödülü’ne aday. Yalnız bu sefer, adayların açıklandığ­ı törene kendi gidemediği için gerçek ölçekte bir maketini göndermiş ve diğer Oscar adayları ile fotoğrafla­rını çektirmiş.

Fransız yeni dalga sineması

1958 yılında ünlü sinema dergisi “Cahiers

du Cinéma”da eleştirmen olarak çalışan François Truffaut, Jean-Luc Godard,

Éric Rohmer, Claude Chabrol ve Jacques Rivette öncülüğünd­e kurulan Fransız

Yeni Dalgası (La Nouvelle Vague), kendinden önceki sinema anlayışlar­ını reddeder. Taşınabili­r ekipmanlar kullanan yönetmenle­r, belgesel tarzıyla ortak özellikler­e sahip, “bireysel sinema” anlayışını benimserle­r. Ayrıca, süreksiz, fragmente, tekrarlı kurgu teknikleri ve üzün süreli sahne çekimi gibi film teknikleri uygularlar. Filmde, ön ve arka sahneleri ayırmak, ses ve görüntünün koparılmas­ı, yönetmenin yorumların­ın dış ses olarak kullanımı gibi deneysel teknikleri birleştire­rek anlatıda belirsizli­k, karakter eylemlerin­de keyfilik gibi alışılmadı­k yöntemlere başvurmuşl­ardır25.

Amerikan Film Eleştirmen­i Andrew Sarris’in “auteur kuramı” ismini verdiği düşünce, yönetmenin kişisel vizyonunun filmde hem biçimsel hem de senaryoda ifade edilmesi olarak özetlenebi­lir.

Fransız Yeni Dalga Sineması deyince akla 5 ünlü erkek yönetmenin adı geliyorsa da, bu akımın, daha sonraları gazetecile­r tarafından kendilerin­e “Sol Yaka” (La Rive Gauche) hareketi adını verilen, Chris Marker, Alain Resnais, Agnès Varda ve Jacques Demy’den oluşan bir alt grubu daha vardı. Bu grubun üyeleri, daha deneysel hikayeler anlatma niyetiyle yola çıkan, politik olarak sol cenaha yakın duran, belgesel ve edebiyat kökenli yönetmenle­rdi26.

Agnès Varda, tüm Yeni Dalga yönetmenle­ri arasındaki tek kadındır.

2017 yılında verdiği bir röportajda feminizme bakışı ile ilgili şöyle diyor: “Kadın hakları için savaşıyoru­m, eşit ücret almak ya da eşit imkanların verilmesi gibi. Ama bunu kadın bir film yapımcısı olarak yapmıyorum, bir film yapımcısı olarak yapıyorum2­7”. Varda’nın cinsiyet eşitliğini savunan ve feminist film olarak nitelendir­ilebilecek çok sayıda üretimi var: 1977 tarihli “Biri şarkı söylüyor, öteki söylemiyor” (Une Chante, L’autre pas) filminde bir kız arkadaşın hamilelik planlaması ve kürtaj hakkı çevresinde yaşadıklar­ı feminist aktivizm deneyimler­ini merkeze alıyor28. Feminist üretimleri arasında öne çıkan, ismi en yaygın olarak bilinen ve çokça tartışılan­ların başında ise,

5’ten 7’ye Cléo filmi yer alıyor. 5’ten 7’ye Cléo (1962) “Çirkinlik bir tür ölüm… Güzel olduğum sürece, diğerlerin­den daha canlıyım.” Cléo Victoire

Varda’nın La Pointe Courte’dan 7 yıl sonraki ilk filmi 5’ten 7’ye Cléo (Cléo de 5 à 7), 1962 yılında çekilmişti­r. Corinne Marchand’ın canlandırd­ığı ve filme ismini veren Cléo isimli genç ve güzel bir şarkıcıyı, kanser olup olmadığını öğreneceği biyopsi sonuçların­ı almayı beklediği 2 saatlik sürede (film aslında 90 dakika) Paris sokakların­da dolaşırken gerçek zamanlı olarak takip eder29.

Filmin açılış sahnesinde ana karakterim­iz Cléo, bir falcıda tarot kartları yorumlatır­ken görülür. Tarot kartlarını­n birinden bir iskelet çıkar, falcı Cléo’yu sakinleşti­rmeye çalışsa ve kartın illa ki ölüm anlamına gelmediğin­i yalnızca büyük bir değişim geçireceği­ni anlatsa da, morali bozulan Cléo falcıyı terk eder ve bir kafeye gider. Yol boyunca bulduğu çeşitli aynalarda sürekli kendini izleyen Cléo, başkaların­ın kendisine hayranlığı­nın farkında bir kadındır30.

Varda, filmde kentte kalabalıkl­ar içinde görme-görülme ikiliği ile de oynar. Kadınlara ilişkin toplumsal inşalardan biri de, kadının sokakta izlenmek için yürüdüğüdü­r, izlemek için değil. Filmin başarında Cléo’yu sokakta herkesi kendine baktıran, inşa edilmiş feminen imajı sonuna kadar üstünde taşıyan, sarışın, topuklu ayakkabıla­r ve dar bir elbise içinde dikkat çeken bir kadın olarak görürüz. Butler’ın kitabında, Riviere’den alıntılaya­rak tartıştığı, maskeli kadın analojisin­de dişilik, “erillik isteyen” ama erilliğin kamusal görünümüne büründüğün­de cezalandır­ılmaktan korkan bir kadın tarafından üstlenilir. Dahası Riviere’ye göre, kadınsılık ile maskelenme arasında bir fark yoktur31. Bu düşünceye göre, feminenlik de sosyal bir kurgudur, bir roldür, performati­ftir.

Azalan zamanının tedirginli­ğiyle Paris sokakların­da oradan oraya koşan Cléo, filmin sonuna doğru, kenti gözlemleye­rek ve mekanı tanımaya çalışarak, falcının filmin başında söylediği gibi derinden bir dönüşüm yaşar. Varda’nın, bencil ve ayna-merkezcil olmamanın, başkaların­a bakmanın feminizmin ilk adımı olduğunu söylerken kastettiği sanırım tam da budur.

Rendell’a göre, yürüme eylemi aracılığıy­la, zaman-mekanda fiziksel ve kavramsal olarak yeni bağlantıla­r yeniden ve yeniden kurulur. Ortak kamusal endişeler ve özel fanteziler, geçmiş olaylar ve gelecek hayalleri, şimdi ve burada, hem ardışık hem de eşzamanlı bir ilişki içine sokulur. Yürüyüş, aynı zamanda şehri keşfetmeni­n ve dönüştürme­nin bir yoludur. Bu, ayaklarla yapıldığı kadar kalp ve zihinle de gerçekleşt­irilen bir eylemdir32. Dahası, Cléo’nun durumunda olduğu gibi, şehri keşfetmek, başka insanları görmek, kendini dönüştürme­ni de sağlayabil­ir.

Bu filmin en ilginç özellikler­inden biri, Yeni Dalga’nın da ana karakteris­tiklerinde­n olan, belgesele özgü nitelikler­i olabilir. Belgesel etkisi gücünü, Varda’nın filmde kullandığı gerçeklikl­e kurgu arasındaki sınırları silen detaylarda­n alıyor. Örneğin, Cléo taksiye bindiğinde, radyoda Cezayir Savaşı’nda ölen ve yaralanan asker sayılarıyl­a ilgili haber duyulur. Yürüyüşünü­n sonlarına doğru Cléo, Fransa-Cezayir Savaşı’nda görevli izne gelmiş bir asker olan Antoine ile buluşup konuşur. Bu gerçeklik katkısı, filmi çok daha katmanlı ve 3 boyutlu hale getiriyor. Filmin sonunda yeni tanıştığı Antonie, Cléo’ya kente yeni bakma biçimleri, yeni düşünme biçimleri, yeni kentte olma biçimleri önerir. Cléo ona cevaben, bakmayı ve görmeyi öğrenmiş bir kadın olarak “Bugün her şey beni hayrete düşürüyor” diyor. Böylece film, kadının öznelliği için flanözlüğü­n önemi ve hatta gerekliliğ­i konusunda bir son söz de söylüyor33.

Varda’nın 5’ten 7’ye Cléo filmi, teori ve pratik arasındaki sınırlar ile sinema ve belgesel gibi disiplinle­r arasındaki sınırları eriten projelerde­ndir. Yeni Dalga’nın 1960’lı yıllardaki üretimleri öznelliğin politik olabileceğ­ini göstermişt­ir. Çalışmalar­ı, yeni sorgulama ve eylem modları üretmenin yanısıra feminist düşünceler­in çoklu temsil biçimlerin­i de yaratmayı başarır.

Feminizmin artan popülerliğ­ine paralel olarak Varda’ya ve filmlerine gösterilen ilginin artışına bakılırsa, kentte yürüyen kadınlar, bugün hala kentsel aktivizm ve feminizmle­r için tartışmaya değer bir konu olmaya devam ediyor.

Notlar:

1 “Merriam-Webster’s 2017 Words of the Year”, Merriam-Webster, 2017: [https://www.merriam-webster. com/words-at-play/word-of-the-year-2017-feminism] Son erişim: 24.08.2018. 2 Alix Langone, “#MeToo and Time’s Up Founders Explain the Difference Between the 2 Movements And How They’re Alike”, Time, 2018: [http://time. com/5189945/whats-the-difference-between-the-metooand-times-up-movements] Son erişim: 25.08.2018. 3 “Tokyo medical school admits changing results to exclude women”, The Guardian, 2018: [https://www. theguardia­n.com/world/2018/aug/08/tokyo-medicalsch­ool-admits-changing-results-to-exclude-women] Son erişim: 24.08.2018. 4 Ealasaid Munro, “Feminism: A fourth wave?”, Political insight, 4(2), 2013, s. 22-25. 5 Merriam-Webster, 2017: [https://www.merriamweb­ster.com/words-at-play/word-of-the-year-2017femini­sm] Son erişim: 24.08.2018. 6 Aslı Zengin, “Cinayetler­e Karşı! Trans/Feminizmle­r ve Ortak Yaşam Mücadelesi”, 5Harfliler, 2015: [http:// www.5harfliler.com/cinayetler­e-karsi-transfemin­izmler]. 7 Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev.: Başak Ertür Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 44. 8 A. e., s. 44. 9 A. e., s. 45. 10 Ian Buchanan (ed.), “A brief history of feminism”, Oxford Dictionari­es, 2011: [https://blog.oxforddict­ionaries.com/2011/03/08/ internatio­nal-womens-day]. 11 Linda Nicholson, “Feminism in ‘Waves’: Useful Metaphor or Not?”, New Politics 12, sayı 4, 2010, s. 34. 12 Rebecca Solnit, Wanderlust: A History of Walking, Penguin, 2001, s. 5. 13 Merriam-Webster: [https://www.merriam-webster. com/dictionary/flaneur]. 14 Booby Seal, “Baudelaire, Benjamin and the Birth of the Flâneur”, 2013: [http://psychogeog­raphicrevi­ew.com/baudelaire­benjamin-and-the-birth-of-the-flaneur]. 15 Lauren Elkin, Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar Paris, New York, Tokyo, Viyana ve Londra, çev.: Doğacan Doğan, Nebula Yayınları, İstanbul, 2018. 16 A. e., s. 29-30 17 A. e., s. 260-261. 18 Rebecca Solnit, Wanderlust: A history of walking, Penguin, 2001, s. 98. 19 A. e., s. 100. 20 A. e., s. 234. 21 A. e., s. 234. 22 Agnes Varda’nın bir dönem ders verdiği, European Graduate School sayfasında­ki özgeçmişin­den alınmıştır: [http://egs.edu/faculty/agn%C3%A8s-varda] Son erişim: 24.08.2018. 23 So Mayer, “The Varda Variations: (Re)introducti­ons of the Auteure in Documenteu­r and Beyond”, Cléo Journal, 6/1, 2018: [http://cleojourna­l.com] Son erişim: 24.08.2018. 24 Anne Quito-Agnes Varda, Röportaj: “The mother of French cinema says being a woman is no excuse for mediocrity”, 5 Mart 2017: [https://qz.com/923735/ the-mother-of-french-cinema-says-being-a-woman-is-noexcuse-for-mediocrity] Son erişim: 22.08.2018. 25 Simon Hitchman, “French New Wave: Where to Start”, 2008: [http://www.newwavefil­m.com/new-wavecinema-guide/nouvelle-vague-where-to-start.shtml] Son erişim: 24.08.2018. 26 “The Left Bank Revisited: Marker, Resnais, Varda”: [http://hcl.harvard.edu/hfa/films/2000mayjun/leftbank. html] Son erişim: 22.08.2018. 27 Anne Quito-Agnes Varda, a.g.e., 2017. 28 Richard Brody, “Agnès Varda’s Radical View of Women’s Liberation”, The New Yorker Magazine, New York, 2018: [https://www.newyorker.com/ magazine/2018/06/04/Agnès-vardas-radical-view-ofwomens-liberation] Son erişim: 24.08.2018. 29 Agnès Varda, “Cléo de 5 a 7”, 1962. 30 Alice Ruth White, “What it is to be a woman in Cleo from 5 to 7”, 2014: [https://aliceruthw­hite.wordpress.com] Son erişim: 24.08.2018. 31 Judith Butler, a.g.e., 2010, s. 114. 32 Jane Rendell, Art and Architectu­re: A Place Between, IB Tauris, Londra, 2006, s. 189-190. 33 Janice Mouton, “From feminine masquerade to flaneuse: Agnès Varda’s Cleo in the city”, Cinema Journal, 2001, s. 3-16.

 ??  ?? 1 Duaçınarı Mahallesi, kırmızı işaretli alan meydanı: Dairesel işaretleme­ler kadınların kullandıkl­arı mekanları gösteriyor (Fotoğraf: Yasemin Demirci). 2 Erkeklerin kullandığı meydan (Fotoğraf: Yasemin Demirci).
1 Duaçınarı Mahallesi, kırmızı işaretli alan meydanı: Dairesel işaretleme­ler kadınların kullandıkl­arı mekanları gösteriyor (Fotoğraf: Yasemin Demirci). 2 Erkeklerin kullandığı meydan (Fotoğraf: Yasemin Demirci).
 ??  ??
 ??  ?? 3 Kadınların kullandığı alanlara örnek olarak, bahçe (Fotoğraf: Yasemin Demirci).
4 İki Farklı Mekan Kullanımı: Solda: Kahvehanel­erin genişleyer­ek kapadığı meydan; sağda: Kadınların aktif olarak kullandığı kapalı ve açık mekanlar (Fotoğrafla­r: Yasemin Demirci).
3 Kadınların kullandığı alanlara örnek olarak, bahçe (Fotoğraf: Yasemin Demirci). 4 İki Farklı Mekan Kullanımı: Solda: Kahvehanel­erin genişleyer­ek kapadığı meydan; sağda: Kadınların aktif olarak kullandığı kapalı ve açık mekanlar (Fotoğrafla­r: Yasemin Demirci).
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? 1 Washington DC’de ABD Başkanı Trump’ın görev kabul töreninden bir gün sonra gerçekleşt­irilen ve yaklaşık 1 milyon kişinin katıldığı düşünülen “Kadınlar Yürüyüşü”nden bir kare, 21 Ocak 2017 (Wikimedia Commons / CC BY-SA 4.0).
2 Louis Huart’ın Physiologi­e du Flâneur isimli kitabından bir çizim (Aubert et Cie, Paris, 1841).
3 Laura Elkin’in Flaneuse: Women Walk the City kitabı kapak görseli (Farrar, Straus and Giroux, New York, 2015).
1 Washington DC’de ABD Başkanı Trump’ın görev kabul töreninden bir gün sonra gerçekleşt­irilen ve yaklaşık 1 milyon kişinin katıldığı düşünülen “Kadınlar Yürüyüşü”nden bir kare, 21 Ocak 2017 (Wikimedia Commons / CC BY-SA 4.0). 2 Louis Huart’ın Physiologi­e du Flâneur isimli kitabından bir çizim (Aubert et Cie, Paris, 1841). 3 Laura Elkin’in Flaneuse: Women Walk the City kitabı kapak görseli (Farrar, Straus and Giroux, New York, 2015).
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? 4 Agnès Varda’nın Fransız sanatçı JR ile birlikte çektiği Visages Villages isimli belgeselde­n bir kare, 2017 (©Agnès Varda, JR, Ciné Tamaris). 5 Agnès Varda’nın 80. yaşını kutladığı Les Plages d’Agnes otobiyogra­fik belgesel filminden bir kare, 2008 (©Ciné Tamaris).
4 Agnès Varda’nın Fransız sanatçı JR ile birlikte çektiği Visages Villages isimli belgeselde­n bir kare, 2017 (©Agnès Varda, JR, Ciné Tamaris). 5 Agnès Varda’nın 80. yaşını kutladığı Les Plages d’Agnes otobiyogra­fik belgesel filminden bir kare, 2008 (©Ciné Tamaris).
 ??  ?? 6 “Cléo 5’den 7’ye” filminden bir sahne, kadın kahramanım­ız Cléo (Corienne Marchand) Paris sokakların­da yürürken, 1962.
6 “Cléo 5’den 7’ye” filminden bir sahne, kadın kahramanım­ız Cléo (Corienne Marchand) Paris sokakların­da yürürken, 1962.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye