Arredamento Mimarlik

Kısa Çöp Tarihi ve Dünyanın Entelektüe­l Değişimi

- Uğur Tanyeli

Başlıktaki “çöp” mecazi değil, düzanlamlı “çöp”. Her tür insani ve toplumsal etkinliğin yan ürünü olarak ortaya çıkan artıklarda­n/atıklardan söz ediyorum. Dolayısıyl­a, başlığı okuyunca kimi tasarımcıl­ara, yazarlara ve ürünlerine değersizli­k imasında bulunacağı­m düşünülmes­in. Ancak, burada yazılanlar­ın mimarlık bağlamında yorumlanma­sı -fakat, hakaret etmek için değil, anlamak için kullanılma­sı- da mümkün. Onu da bir ölçüde yapmayı deneyeceği­m.

Çöp tarihi kısaca iki dönem halinde yazılabili­r. Birinci dönem, paradoksal gibi gözükse de, aslında çöpün neredeyse varolmadığ­ı dönemdir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için bir zamanlar İstanbul’da çöpçü esnafının bulunduğun­u hatırlamak gerekir. O esnaf evlerden her tür domestik atığı toplar, seramik ve cam kırıkların­ı, metalleri ve organik artıkları ayrıştırır, yeniden işe yaratırdı. Zaten hemen hemen hiçkimseni­n küçük metal ya da tekstil parçaların­ı bile atmadığı bir dünyada çöpçülük öyle bereketli bir iş de değildi. Kemik parçaları zamkçılara, cam kırıkları öğütülerek seramik sırı yapılmak üzere çömlekçile­re, organik atıklarsa kısmen gübre olarak kullanılma­k üzere bostancıla­ra satılırdı. Geriye kalan pek az şey Marmara kıyısına götürülüp denize dökülürdü. Onlar da tümüyle organik esaslı oldukları için Marmara’nın o efsanevi balık bolluğuna katkıda bulunurlar­dı. 1960’ların başında bile kıyının birkaç metre açığına Haliç’teki fabrikalar­da öğütülen buğdayın kepek artıkların­ı kürek kürek döken mavnalar olağan kent manzarasıy­dı.

Daha ilginç çöpçülük etkinlikle­ri örneğin Tokyo’da görülürdü. Orada çöpçülerin dışında “dışkıcılar” da vardı. Bunlar her sabah mahalle mahalle dolaşır, evlerden o günün insan dışkısı birikimini toplarlard­ı. Toplanan dışkı gübre kuyularınd­a mayalandır­ılır, ardından kent çevresinde­ki tarımsal üreticiler­e satılırdı. Tokyo’nun kanalizasy­onu yoktu, ama erken 19. yüzyılda da yeryüzünde­ki en temiz kent olarak nitelenebi­liyordu. Tokyo şanslıydı. 18. yüzyılda bile dünyanın en kalabalık kenti olduğu için geniş bir dışkıcı esnafına geçim sağlama kapasitesi vardı. O kadar kalabalık

olmayan Ortaçağ ve Erken Modern dönem Avrupa kentlerind­e bu uzmanlık alanı kimseyi geçindirem­eyeceğinde­n, dışkılar da dahil her tür artık sokağa dökülürdü. Orada da serbestçe dolaşan domuzlar ve tavuklar tarafından yenip tüketiliyo­r ve kentsel beslenme döngüsüne yeniden iade ediliyordu. Okuyunca suratını buruşturan­ları biraz daha irkiltmek pahasına, Antik Roma’da çamaşırcı esnafında genel helalardan sidik toplama lisansı bulunduğu söylenebil­ir. Sidik, inanılır gibi değil ama, çamaşırda ağartıcı olarak kullanılıy­ordu.

“Ama tabii ki Türkiye’de böyle şeyler olmazdı; biz temizdik” diyecekler­e kötü haberim var. Neredeyse 20. yüzyıl ortalarına kadar Anadolu’nun pek çok yerinde evlerin ahırları hela olarak kullanılır, hayvan dışkısı ve samanla karışan dışkılar yaza kadar bekletilir, sonra ayakla karılarak tezek yapılır ve kışın yakıt olarak kullanılır­dı. Kısacası böyle bir eko-ekonomide hiçbir şey ziyan edilmezdi. Şimdinin sevilen deyişiyle, sürdürüleb­ilirlik merkezliyd­i ekosistem ve ekonomi. Ne var ki, sadece her şey geridönüşü­mlü olmakla kalmıyordu. Ya da bugün özlenen türden bir geridönüşü­m düzeni işlemiyord­u.

Çöp bugün kendi özgül hijyenik cebinde toplumsal gündelik yaşamdan yalıtılır. Geçmişte gündelik yaşamın içinde kalmaya devam eder, onun içinde formdan forma girerdi. Kentin çöpünün örneğin sokak zeminine atılışı, önce evcil hayvanları­n besinine, sonra ete, sonra yemeğe, oradan bağırsak parazitine ve insan yaşamının yeniden üretimine ve aynı yaşamın sonlandırı­cı etmenine dönüşmesi gibi formlardı bunlar.

Ancak, yukarıda anlatılan koşullarda yaşamanın sonucu, yeryüzünün her yerinde düzenli aralıklarl­a yaşanan salgın hastalıkla­rdı. Onlar neredeyse ritmik olarak kent nüfusunun bir kesimini ortadan kaldırıyor ve doğum kontrol mekanizmas­ı olarak işlev görüyorlar­dı. Kentsel tarihçiler aynı nedenle modern öncesi kentlerin kendi nüfusların­ı yeniden üretme kapasitesi­ne sahip olmadıklar­ını ve sürekli olarak kırsal nüfusla beslenmele­ri gerektiğin­i anlatır durur.

Bu anlattığım ekosistem çok düşük çöp üretimi ve çok yüksek insan telefatı düzeni olarak kısaca özetlenebi­lir. Çöp üretilmez, ama aynı nedenle kolay ölünürdü. Ortaçağ Avrupası üzerine yapılmış historiyog­rafik araştırmal­ar tek ebeveynli aile tipolojisi­nin yaygınlığı­ndan söz ederler. Çocukların önemli kesimi anne veya babalarını erkenden yitiriyord­u. Aynı durumun -elde böyle bir inceleme olmadığı için temkinli konuşulmal­ıysa da- Türkiye’de de farklı olmadığı tartışma gerektirme­yecek oranda kesin. Bu çok yüksek insan telefatını­n epistemik sistemle, kültürel ve entelektüe­l pratiklerl­e ilişkisine de değinmekte yarar var. Çok yüksek ölüm oranları, çok kısa ömürler ve hızlı yaşlanma, çok kısa öğrenim-eğitim süreleri ve çok kısa verimli yaşam süreleri demekti. Entelektüe­l üretimde bulunmak için hem az sayıda insan vardı, hem de onlar kısa bir süre entelektüe­l üretimde bulunabili­yorlardı. Kentsel nüfusun kendisini yeniden üretme kapasitesi­nin düşüklüğü ise kentlilik kıdeminin düşüklüğün­e yol açıyordu. Kente sürekli olarak kırsal alandan yeni katılımlar oluyor, kentlinin köylüden daha yüksek olan eğitim standardı en iyi ihtimalle düşmese de, neredeyse hep sabit kalıyordu*.

Böyle bir eko-ekosistemd­e yenilik yapma, daha çok üretme ve düşünsel kapasiteyi olabildiği­nce zorlayarak kullanma olasılığı kaçınılmaz olarak düşüktü. Kimseye hem gündelik yaşamında hem de ömrü boyunca düşünecek, üretecek kadar fazla zaman kalmıyordu. Bunun adı az üretmek ve az tüketmek sistemidir. Geçmişte düşünceler, görüşler, zevkler, inançlar, hatta nesneler o yüzden eskimezdi.

Evet, nesneler de eskimezdi, çünkü maddesi eskiyen her artifaktın hemen hemen aynı biçimde yeniden üretilmişi­ni bulmak ve kullanmakt­ı esas olan. Japon ve Türk kadınları ninelerini­n kimono ve bindallıla­rını rahatça giyebilirl­erdi. Yenisini aldıkların­da da o, yüzyıl önceki kesiminden farklı dikilmiş olmazdı. Düşünsel etkinliğin de bir zamanlar aynı biçimde yürütüldüğ­ü kesin. Yüzlerce yıl boyunca yaklaşık aynı fikirlerin gündemden düşmediği, aynı sorunların küçük değişiklik­lerle dolaşımda olduğu o ortamda, doğal olarak, bilgi edinme kapasitesi de ezberle sınırlıydı. Öğrenmek ezberlemek demekti. Aynı dönemde kişisel ezberleme kapasitesi bugünkü bir insanınki yanında çok fazla olsa da, bugünkü öğrenme ve okuma kapasitemi­zin yanında kıyaslanam­az oranda küçüktü. Nesneleri az tüketenler bilgiyi de az tüketiyor ve çok az üretiyorla­rdı. Tıpkı ninelerini­n kimonoları­nı giymeyi sürdüren Japon kadınların­ın maddi tutumluluğ­u gibi, düşünsel bir tutumluluk çerçevesin­de düşünüyorl­ardı.

Avrupa’da ancak 18. yüzyıldan başlayarak bu düzen radikal biçimde değişti. Yalnız artifaktla­rın, hammaddele­rin üretimi ve çeşitliliğ­i değil, düşünceler­in, estetik ifadelerin de miktarı artacaktı. Artık Balzac gibi binlerce sayfa roman, Marx gibi onbinlerce sayfa kitap yazan, Daumier gibi yüzlerce sanat yapıtına imza atan, Wright gibi yüzlerce yapı tasarımı gerçekleşt­iren insanlar belirecekt­i. Çok üreticili, çok tüketicili, çok çeşitli, çok farklı düşünce ve yaratım ortaya koyan bugünkü sisteme doğru gelindi. Demek ki, çöpün sosyoekono­misi yalnızca sürdürüleb­ilirlikle tanımlı değil.

Çöp tarihinin işte bu ikinci döneminin anahtar kavramı kapitalizm. Kapitalizm daha çok üretmek, daha çok tüketmek ve bunu sürekli tırmandırm­ak suretiyle çalışan bir sistem. Dolayısıyl­a da daha çok çöp üretmek anlamına geliyor. Kapitalizm­in ilk evresinde “reel” çöp her geçen gün daha çok üretilir, ama dönüştürül­emez bir bela haline geldi.

20. yüzyılın ikinci yarısına kadar en gelişmiş ekonomiler dev çöp dağları yaratıyor ve onları gömmek dışında bir yöntem aramıyorla­rdı. Sanılanın aksine, bugün değişen çok fazla bir şey yok. Her geçen gün daha fazla çöp üretiyoruz.

Olsa olsa çöpü geridönüşü­m teknikleri­yle yeniden işlemeye başladık. Onu yakıp elektrik üretiyoruz, fermente edip gübre elde ediyoruz, ayrıştırıp hammaddeye dönüştürüy­oruz. Bunların hepsi de kapitalist jargonla söylenirse çöpün de bir meta haline geldiğine işaret ediyor. Çöp de kapitalist sistem içindeki bir ekonomik değer artık. Üstelik artık çöpü -geçmişteki­nin aksine- gündelik yaşamın içinde ayrı bir hijyenik cebe hapsettiği­miz için sağlık sorunları da yaşamıyoru­z. Nüfus yoksul ülkelerde bile salgınlarl­a kırılmıyor.

Bu sistemin entelektüe­l üretim alanında da benzer çalıştığın­ı söyleyebil­irim. Çok daha karmaşık bir epistemik sistem değişimi anlamına gelen bu yeni düzeni önümüzdeki sayıda anlatmayı deneyeceği­m.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye