Performans Zemininde Mimarlık
Dilek Öztürk Antik Yunan’daki Zaman Tanrısı Chronos, evreni Zeus’tan da önce yönetmiştir. Tahtını kendisinden alacakları endişesiyle doğan tüm çocuklarını yutan Zaman Tanrısı, Rhea’nın kurtardığı oğlu Zeus tarafından yıllarca hapis tutulduktan sonra serbest bırakılmış ve kutsal ölüler adasına hakim olmuştur.
Zamanın tehditleri yutması, alıkoyulması ve bitişe hakim olmasını; bugün içinde yaşadığımız dünyanın gerçeklikleri ve güncel yaratıcı pratiklerin bu gerçeklikleri yorumlama potansiyelleri bağlamında inceleyebiliriz.
Zamanla yüzleşme serüvenimizde, zamanın yan etkilerini bu yorumlar için kullanmak önem kazanıyor. Yani; süreç, hafıza, hareket, an, hız ve tekrar. Günümüzü kavrayıp ifade edebilmek için zamanın bu ajanları üzerine çeşitli değişkenler ekliyoruz. Eklediğimiz değişkenler her defasında algıladığımız zamanı dönüştürüyor.
Zaman her ne kadar bizi kendi akışında taşıyor olsa da bizden bağımsız bir şekilde varoluyor. Bir yandan, içinde birden çok
varoluş imkanı barındıran kişisel bir deneyime dönüşüyor hepimiz için. Güncel tasarım tartışmasında deneyim tasarımı olarak tercüme edebileceğimiz bu durum; zamanın ajanlarını biraraya getirip, bir daha aynı yer ve anda varolamayacak subjektif gerçeklikler tasarlıyor. Varolma ve varetme deneyimleri zamanın farklı ekseninde yeniden tasarlanıyor.
Modern psikoloji ise zamanı sezgilerimizin bir formu olarak tanımlıyor. Zaman, kavrayamadığımız ama hiç kuşkusuz varolan, varlığından şüphe duymadığımız bir kavram.
Etienne Klein’in tarif ettiği gibi, herkesin hakkında konuştuğu ama kimsenin görmediği, dokunamadığı bir şey.
Chronos’a dönerek şunu sorabiliriz: Zaman, içinde yaşadığımız evrenin önüne mi geçti? Zamanın akışına kapılmaktan öte, zamanın akışını dönüştürmede bugün nasıl misyonlar üstleniyoruz?
Zamana karşı koymaya çalışan, zamansızlıkla derdi olan mimarlık pratiğinin aktarımı için; bugünün ve geleceğin mimarlık yapma biçimlerini tartışmaya açan zeminler oluşturma ve bu zeminlere katkıda bulunma arayışındayız. Mimarlık üretiminin farklı bilimler ve disiplinlerdeki boyutları ile birlikte ele alınarak kişisel ifade ürünü olarak bir deneme alanına dönüşmesini; mimar
Alper Derinboğaz, İstanbul Kültür Sanat Vakfı 4. İstanbul Tasarım Bienali’ne paralel olarak Versus Art Project’te 19 Eylül-13 Ekim 2018 tarihleri arasında gerçekleştirdiği “Space Graph” sergisi ile tartışmaya açtı1. Mimarlık pratiğinin, sanatı temsil eden galeri zeminindeki ifşası bugünün yaratıcı üretiminin çeşitlenmesini okuyabilmek adına bize bir fırsat veriyor. “Space Graph”, üretim mekanının, yani stüdyonun dokümantasyonunu, mimarlığı güncel bilim teorileri çevresinde, zaman-mekan bütünlüğü kapsamında değerlendirerek insan - doğa - yapay zeka arasındaki ilişkiler üzerinden yeni bir mimarlık ve düşünme biçimi tasarlamayı inceliyor.
Araştırma, tasarım ve üretim süreçlerini açmak ve paylaşmak, bugün mimarlık yapma biçimlerimizi kavramak adına oldukça önemli. Mimarlık sergisi de bu bağlamda zaman kavramını lineer düzleminden alıp şeffaf bir laboratuvar alanına dönüştüren bir yöntem halini alıyor. Zamanı mekana taşıyan bir aracı oluyor. Mimarlık pratiklerinde “stüdyoyu açmak” adına birçok farklı formatta çalışma gözlemliyoruz. Rem Koolhaas
S, M, L, XL ile aslında bağlantılar açığa çıkardığını, bu bağlamda da kendisinin arka planda kalıp izleyicinin keşfetmesini tercih ettiğini söylüyor2. 20 yıllık bir üretim sürecinin çıktısı olan bu kitap, o dönemin küreselleşmeyi tetikleyen pazar ekonomisi yaratan mimarlığını yansıtan bir kaynaktı. Ofis topografyasını kavramak üzerine yola çıkan OMA, “catalog of things” (nesnelerin kataloğu) olarak ifade edebileceğimiz bir üretimden öteye geçemedi. “Internet of things”in (nesnelerin interneti) de ötesinde “internet of everything” (her şeyin interneti) ile bağdaştırabileceğimiz bugün ise; insanın, insandan üstün bir teknoloji ürettiği gerçeklik çerçevesinde çağdaş mimarlığı yorumlama şekillerimizi konuşabilmeliyiz.
“Space Graph” sergisinde; sürecin farklı mecralar aracılığı ile somutlaşması, hatta heykelleşmesi üzerine bütüncül ve sürekli bir doku gözlemledik. Bu sürekliliği; mimarın daha önceki çalışmalarında odaklandığı gelecek ekseninde alternatif yaşam ve mimarlık yapma biçimleri, dijital teknolojiler ile iletişimin ulaştığı hafiflik seviyesinin mimarlığa tercüme
yöntemleri şeklinde de izleyebiliyoruz. Bu süreç, Derinboğaz’ın kendi zamanının mimarlığını kavrayıp bugünün ve geleceğin mimarlık tartışmasında değer yaratma çabası etrafında şekilleniyor.
Mimarlığın sergilenme peyzajlarında; mimari temsilin karakterini değiştirmek, bozmak günümüzde önemli yaklaşımlardan birini tarifliyor: “Disruptive thinking”. Yani yıkıcı yapıcılık.
Geçtiğimiz yüzyılda “mimarı tarafından inşa edilen yapı” ifadesi kullanılıyordu. Eser, onu inşa eden mimar aracılığı ile tanımlanıyordu ve bu şekilde dile aktarılıyordu. Bu aktarımın, sergiler ve farklı temsil peyzajları ile disruptive bir anlatımla “Yeni mimarlığı/mimarı inşa eden eser” kavramına dönüşebilme potansiyelinin yüksek olduğuna inanıyorum.
Bugünün mimarlık üretimi tarifini yapmaya çalışırken “Call for Ideas: Marschitect 2018 Architecture Competition” başlıklı bir haber önümde duruyor3 ve bu tarifin ucunun hepimiz tarafından açık bırakılmasının daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.
Mars’ı düşünme sebebimizi dünya gezegeni üzerinde en çok manipülatif etki bırakan canlı türü olarak varlığımızı devam ettirmemize bağlıyorum. Antroposen olarak adlandırdığımız bu çağda, küresel jeolojide önemli değişikliklere sebep olduk. Bu bağlamda zamanın ajanlarını -yani belleği, hafızayımanipüle ediyoruz. Bu manipülasyon, bizi üzerinde yaşadığımız evrende mekan ve zaman kavramlarını yeniden düşünmeye teşvik ediyor.
Pozitif bilimlerin dünyayı ele aldığı biçimde mimarlığı da zaman-mekan bütünlüğü çerçevesinde inceleyen Derinboğaz’ın, aynı zamanda olası bir geleceğin hafızasını tuttuğunu söyleyebiliriz. Sergi, antroposen çağa, canlı ve yapay doğanın mekan üretme yetenekleri üzerinden bir eleştiri getiriyor. Sergide yer alan endüstriyel robotik kol, günümüzde insanın kendinden daha üstün olduğunu varsayarak yarattığı bir endüstri ürününü simgeliyor. Bu kolun yörünge yaratma mekanizması, insan ile karşılaştığında kurduğu diyaloglar üzerinden birden fazla varoluş imkanını sergileyen bir performansa dönüşüyor. Bu performansın temsil ettiği sanat zemini, bizi hem evren hem de doğaya bağlayan, insan etkileşimini tetikleyen bir katalizör. Özgürleştiren bir zemin. Kişiselliği odağına alan ama bir o kadar da kolektif hafızadan beslenen bir deney alanı.