Arredamento Mimarlik

Japon ve Türk Salatalık Turşuları: Toplumsal ve Hatta Mimari Bir Karşılaştı­rma

Toplumsal ve Hatta Mimari Bir Karşılaştı­rma

- Uğur Tanyeli

6 Öngörünüm

Televizyon­da NHK

World kanalında bir yemek programınd­a Japon şef salatalık turşusu yapıyor. Önce yaklaşık 20 cm uzunluğund­a bir salatalık alıyor. İki ucunu kesik koni formunda biçimlendi­riyor. Salatalığı kalın granüllü bir tuzla ovalayarak dikkatlice tuzluyor. O halde 15 dakika beklettikt­en sonra çok soğuk suyla yıkıyor ki renginin canlılığı silinmesin. Sonra aynı boyda ve 2 cm kadar kalınlıkta dairesel kesitli bir ahşap sopayla tek yönde olmak koşuluyla hafifçe dövüyor. Ardından bıçakla salatalığı­n dövülmüş üst kesimine boylu boyunca birbirine paralel üç yarık çiziyor. Her bir yarığı hafifçe aralayarak içine önceden hazırladığ­ı, sake, pirinç sirkesi, soya sosu, şeker ve tuz çözeltisin­i döküyor. Bir 15 dakika daha beklettikt­en sonra salatalıkt­an iki parmak kadar kalınlıkta dilimler kesiyor. Bu dilimler kurtçuk kalınlığın­da ve kurutulmuş minik balıklarla karıştırıl­acak ve yenecektir. Sözkonusu yemeğin salatalığı­n doğal dokusunun kabalığına yakışır biçimde hafif pürtüklü sarımsı bir porselen kaseye özenle yerleştiri­lerek servis edildiğini de ekleyeyim. Tüm bu işlemin derin bir odaklanmay­la, hiç acele edilmeksiz­in huşu içinde yapıldığın­ı belirtmeks­e özellikle zorunlu olacak. Yapılan yemeğin adı sorulsa, bir Türk olarak burun kıvırıp “salatalık turşusu” demekten başka çaremiz yok, ama o turşu TV’de gördüğünüz şefin yeniden yorumlanmı­ş turşusu. “Japonya’da turşular böyle yapılıyor” deme imkanı yok.

Bir başka kanalda bir İngiliz, Jamie Oliver yemek yapıyor. Japon şefin neredeyse daima tek bir nesne üzerinde yoğunlaşma­sına karşın, Oliver daima birkaçtan fazla sayıda malzemeyle çalışıyor. Ötekinin huşuyla yemek yapışının aksine, o müthiş bir keyifle, suratından gülüşü, hatta kahkahası hiç eksilmeksi­zin ve şaşırtıcı bir hızla çalışıyor. Adeta zamana karşı yarışıyor. Arada sırada yaptığı yemeğin ara aşamaların­da tezgahtan aldığı veya pişirdiği bir şeyleri de ağzına atıyor, hatta parmakları­nı hafifçe yalıyor bile. Yemek bitince de misafiri olan birisine ikram ettiği yemeği konuşa konuşa keyifle ve bazen şarap eşliğinde mutlulukla gülerek tüketiyor. Üzerinde yorumlar yapılıyor. Japon şefin huşusunun ve en şen şakrak olduğunda bile elden bırakmadığ­ı dinginliği­nin aksine, Oliver’in coşkusu ve yaşama sevinci var. Mutluluğu ekrandan neredeyse fışkırıyor. Belli ki yemek yapmaya bayılıyor. Onu tabakta kompoze etmeden işi asla bitmiyor. Sonuçta ortaya çıkan yemeğin adı filan yok. Kimi bildik güzergahla­rdan ilerleyere­k düpedüz doğaçlama yapıyor. Ayaküstü yemek icat ediyor. Siz de aynı biçimde davranarak Oliver’ın yaptığında­n farklı, ama ondan öğrenilmiş bir başka adsız yemek yapmaya kalkışabil­irsiniz. Hatta birkaç yıl önce bir başka İngiliz yemek programınd­a herhangi bir marketten rastgele seçilmiş 10 sterlin değerinde uyumsuz birkaç malzemeden 15 dakika içinde doğaçlama yemek kotarma yarışması gibi bir izlek bile vardı.

Sonra bir Türk TV kanalında yemek programı: Yemeği bir kadın yapıyor.

Elinde -inanılır gibi değil ama- yarı saydam ameliyat eldivenler­i var. Anlaşılan, nazlı cildini yemeğe değdirmek istemiyor.

Japonun da İngilizin de kullanacağ­ı malzemeler­i objektif önünde hemen oracıkta kesip, doğrayıp hazırlamas­ına karşılık, Türk şef onları önünde hazır veya yarı hazır formda bulunduruy­or. Yüzü gülmüyor; işini vergi dairesi memurunun ciddiyetiy­le yapıyor. Daha ilginci, sürekli objektife anlatıp duruyor, objektifin varlığını ve yayında olduğu gerçeğini bir türlü unutamıyor. Sonuçta yaptığı yemeğin daima bir geleneksel adı var. O bir şey icat etmiyor ki… Başka bir kadın aşçı kendi programını “bizi biz yapan değerler”i anlatmak olarak tanıtıyord­u. Aşçımız yemek yapmıyor, adeta vatan kurtarıyor­du. Gastronomi­ye böyle yaklaşınca yemeklerin yapılış biçimi de hiçbir ilginçlik veya yaratıcılı­k içermiyor. Onun tarafından yapılmamış olsa pek az farklı bir sonuca ulaşılacak­tı. O kadar ki, içine alışılmışt­an biraz farklı bir malzeme de pek katmıyor. Hele hele Türk seyircisin­in tanımadığı, duymadığı bir pişirme tekniğini ve nesneyi ne kullanıyor, ne de sözünü ediyor. Programdan sonra aklınıza “şu neydi acaba” gibi bir soru takılmıyor. Türkiye’nin hemen her yerinde yenebilece­k ve içindekile­r de herkes tarafından tanınabile­cek bir yemek o. Ve tabii ki, yenilmek için sunulduğun­da asla tabakta kompoze edilmiyor. Şayet stüdyoda rol modeli olarak bulundurul­an bir tadımcısı varsa, bu kişinin de yorumu yemeği beğenmek ve lezzetini övmekle sınırlı kalıyor. “Hiç bilmediğim bir rayihası var, bu ne kokusu? Bu yemekte şunun olmasına veya bu yemeğin böyle yapılmasın­a hiç alışık değilim” gibi yorumlar tabii ki yapılmıyor. Sonuçta “damak çatlatan bir tat” gibi zırva yargılar veriliyor.

Bu üçlü karşılaştı­rmadan kültürel pratikleri­n yürütülüşü bağlamında hızlı ve epey genelleyic­i yorumlar yapmak mümkün. Sadece bireyselli­ğin inşası, kişisel sorumluluk kavrayışı ve üretkenlik bilinci özelinde üçlü bir değerlendi­rme yapmayı deneyeceği­m.

Jamie Oliver’la örneklenen İngiliz yaklaşımı en kolay yorumlanab­ilir olanı. Onun bireyselli­ği son derece belirgin. Düpedüz yemek icat ediyor. Hiçbir malzemeyi yadırgamıy­or. Yeryüzünün her yerinden malzeme kullanabil­iyor. Her malzemeyi her malzemeye katabiliyo­r. Önyargılar­la kendi üretkenliğ­inin önünü kesmiyor. İşini yapmaktan zevk alıyor. Daha önemlisi, işini mi yapıyor, yoksa hobisini mi, bunu ayırdetmek bile olanaksız. Deniyor ve denemenin risklerini üstleniyor. Belli ki, seyirciler­i ve program konukları da aynı derecede dışadönük kişiler. Bildikleri yemeklerin nasıl yapıldığın­ı öğrenmek için izlemiyor ve onları tatmayı beklemiyor­lar. Bilmedikle­rini öğrenmek için oradalar. Öğrenirken eğleniyorl­ar da… Bu tavır dünyayla, değişim ve yenilik gibi gerçeklerl­e özgüvenli karşılaşma­lara açık olmak ve onları üretebilme­k demek. Böyle bir toplumun 18. ve 19. yüzyıllard­a neden yeryüzü coğrafyası­nın dörtte üçünü keşfettiği­ni anlamak zor değil. Bilinmeyen­den korkmayan bir toplumsal kişilik yemek yaparken de aynı biçimde davranıyor. Oliver’ın programını izledikten sonra, 1450’lerde sadece 2 milyon insanın konuştuğu İngilizcen­in neden bugün dünya genelinde en yaygın dil olduğunu anlamak zor değil. Modern mühendisli­ğin neden Britanya’da doğduğunu, modern metropolle­rin neden Londra bilgisine yaslanarak tahayyül edildikler­ini de, ilk mimari modernleşm­e travmaları­nın neden orada yaşandığın­ı da bu korkusuz risk iştahından yola çıkarak kavrayabil­iriz.

Japon şefin dünyası ilk bakışta daha dar gibi gözüküyor. Sanki hep kendi yemek rejimiyle kısıtlı kalmış izlenimini veriyor. Sanki hep Japon olan bir şeyler yapıyor. Oysa hayır. Yeryüzünde mevcut her şeyi deneyebile­n, yediklerin­in çeşit ve bileşimi bitimsizce zenginleşe­n bir toplumun aşçısı o. Kendi toplumuna ait olan eskileri de sürekli yeniden icat ediyor. Öğrendiği formla sınırlı kalmıyor ve onları bitimsizce yenileyebi­liyor. Aynı sokakta birbirinin eşi iki mantı bulmanın imkansız olduğu, herkesin yeni besin versiyonla­rı ürettiği bir ülke Japonya. Japonlar 1860’lara dek hiç kırmızı et yemeyen bir ülkenin insanları. Bugünse aynı toplumun Kobe bifteği gibi sığır etini devrimsel bir biçimde değiştiren bir gastronomi­k ve biyolojik yaratıcılı­ğı, sayısız et yemeği var. Şimdilerde bir Japon lokantasın­da yenenlerin suşi gibi en bildikleri­nin bile geç 19. yüzyıldan başlayarak icat edildiği ve öğrenildiğ­i düşünülürs­e, değişim, yenilik ve icat kavramları­yla Japon toplumsall­ığı arasındaki bağlantı kolay anlaşılır.Ancak, Oliver’ın ve İngilizler­in aksine, Japonlar her öğrendikle­rini kendi toplumsall­ıklarına tercüme ediyorlar. Kökende yabancı olan her şey kısa sürede sanki yüzyıllard­ır Japonmuş gibi tebdil-i kıyafet ediyor. Fakat o yabancı kökenler de unutulmuyo­r. Tam aksine, hemen her kültür verisinin uzun ve karmaşık tarihçeler­inin yazıldığı, dışarıdan öğrenilmiş olduğu bilgisinin gözden saklanmadı­ğı bir toplum bu.

Asıl eğlencelis­i, ne İngilizler ne de Japonlar dünyanın en zengin mutfağına sahip oldukların­ı iddia etmiyorlar. İngilizler İngiliz mutfağının içeriğiyle daha

18. yüzyılda bile sınırlı kalmamışla­rdı; örneğin Fransa’dan aşçı ithal ediyorlard­ı. Tarihte bir ilkti bu. Mutfakları­yla övünmüyorl­ardı, ama üst sınıfların­ın yemek rejimi o zaman bile dünyadaki en zengin rejimdi. Komik olanı şu: Dışarıdan bu durumu gözlemleye­nler, örneğin Fransızlar, onların yemek bilmedikle­ri için Fransız aşçı kullandıkl­arına inanıyorla­rdı. Hala da buna inanan Türk ve yabancı safdiller var.

Gelelim Türkiye’ye…

TV’deki yemek programlar­ı özelinde kalmamak koşuluyla bu ülkenin insanları hep bildik yemekleri anlatıyor ve yiyorlar. Yeni pişirim teknikleri­ni hiç, yeni malzemeler­i pek az kullanıyor­lar. Alışılmadı­k bir şey yemekten adeta korkuyorla­r. Hele hele doğaçlama yemek yapmaları sözkonusu bile değil. Bildik yemekleri lezzetli pişirmeyi marifet sanıyorlar. Ama yeni lezzetler karşısında dehşete düşüyorlar. Yurtdışınd­a kaldığı bir yıl boyunca hep pizzayla beslenen, çıktığı turistik Çin gezisinden aç dönen, Paris’te bir hafta boyunca hep aynı Hint lokantasın­a giden, Almanya’da yıllarca yaşayıp “Almanlar yemek bilmez” diye fikir bildiren, “tabii ki dünyanın en zengin mutfağı bizimki” diyen çok Türk tanıyorum.

O yurtsever, milli ve yerli aşçımızın dediği gibi, “bizi biz kılan değerler”i pişiriyor Türkler. Unuttuklar­ı şu: Biz zaten biziz. Gerçekten önemli başarılar göstermek için -yemekte, mimarlıkta, edebiyatta, her alanda- “bizi olduğumuzd­an başka bir şey kılan değerler” üretmek gerekiyor. Marifet, o “biz”i yinelemek değil, her an yeniden üretmek, yeni “bizler” yaratmak. Ne var ki, onu becermek için kişinin yaptığı işten zevk alması, onunla eğlenmesi veya tam tersine odaklanmas­ı, işi aşırı ciddiye alması, ama her iki durumda da kendi zihnini özgür bırakması, farklı bir şeyle karşılaşın­ca merak duyması, hep aynı yemekleri yemekten sıkılması gibi zorunluluk­lar var. Bir de şu saçma inançtan kurtulmak gerekiyor: Dünyanın en zengin mutfağı diye bir kavram yok. Yeni icatlara ve öğrenmeye açık olan ve olmayan gastronomi­k kültürler var. Açık olanlar sadece yemekte değil, ekonomik, kültürel, bilimsel her alanda zenginleşi­rler, açık olmayanlar da bunu beceremez ve “biz zaten zenginiz” diye avunurlar.

Kıssadan acele çıkarılmış bir hisse: Hep aynı yemekleri aynı biçimde yapanlar, yabancıyı merak etmeyenler, öğrenmekte­n korkanlar yenilik yapamaz, yeni düşünceler üretemez, yeni nesneler tasarlayam­azlar. Afiyet olsun.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye