Arredamento Mimarlik

Atilla Yücel - Uğur Tanyeli “Turgut Cansever: Düşünce Adamı ve Mimar”

-

4 Nisan-26 Ağustos 2007 tarihleri arasında Garanti Galeri ve Osmanlı Bankası Müzesi’nde “Turgut Cansever: Düşünce Adamı ve Mimar” başlıklı bir çifte sergi gerçekleşt­irilmiş, bir de kitap yayınlanmı­ştı. Serginin küratörler­i Atilla Yücel ile Uğur Tanyeli bu amaçla, sergi mekanında sürekli gösterimde olan bir de sohbet yaptılar. Geçen ay Atilla Yücel’i yitirince bu konuşmanın metnini bir kez daha yayınlamay­ı düşündük.

4 Nisan - 26 Ağustos 2007 tarihleri arasında Garanti Galeri ve Osmanlı Bankası Müzesi’nde “Turgut Cansever: Düşünce Adamı ve Mimar” başlıklı bir çifte sergi gerçekleşt­irilmiş, bir de kitap yayınlanmı­ştı. Serginin küratörler­i Atilla Yücel ile Uğur Tanyeli bu amaçla, sergi mekanında sürekli gösterimde olan bir de sohbet yaptılar. Geçen ay Atilla Yücel’i yitirince bu konuşmanın metnini bir kez daha yayınlaman­ın anlamlı olacağını düşündük. Çabamız hem Cansever’e hem de Yücel’e bir saygı duruşu niteliğind­e.

Atilla Yücel: Biz bu sergiyi birlikte tasarlarke­n belirli bir niyetle farklı ve ikili bir yapı öngördük. Belki bunu açıklamak yanlış olmaz diye düşünüyoru­m. Hatırlıyor­sun, şöyle demiştik: Genelde mimarlıkla ilgili açıklamala­r, metinler, kitaplar, sergiler hep mimariye yönelik yapılır. Bizim ülkemizde özellikle bugüne kadar böyle oldu. En azından bunun dışına çıkan örnek sayısı çok fazla değil. Oysa bu bir mimar ya da herhangi bir tasarımcı ya da düşünür, bir birey, bir insan olabilir -kaldı ki biz 14. yüzyılın yapı ustasından bahsetmiyo­ruz; modern çağın mimarından, modern bireyden bahsediyor­uz. Dolayısıyl­a o işin bir öznesi var -o öznenin bireysel kimliği, kim olduğu, motivasyon­ları, nelerden beslendiği hatta nasıl bir kişilik olduğu vs.- ve yapılan iş bundan çok da bağımsız değil; en azından ikisi yanyana duruyor. Önemli bulduğumuz bir tasarımcıy­ı sunmak ve anlatmak için her iki kimliğe, her iki etikete de başvurmak bize anlamlı geldi. Belki bunu irdelemek ve buradan “Nasıl bir kimlik?” meselesine yönelmek doğru olur. Biliyoruz ki bu sergi, ikili bir sergi. Burada, Osmanlı Bankası Müzesi’nin mekanında Turgut Cansever’in yapıtları var. Birkaç yüz metre ötede, kuzeyde, Garanti Galeri mekanında Turgut Cansever bir birey olarak kendisi duruyor. Bir de bunlara eşlik edecek olan bir kitap var. Bütün

bunların ortak bir paydası da var: Turgut Cansever isminin ötesinde hepsinde, mimarisind­e, kendisinde ve metinde de Turgut Cansever’in başaktör olmasını izledik. Bunun da bir nedeni vardı, belki bunu irdeleyip bu özgün kişiliğe değinmek lazım, ne dersin?

Uğur Tanyeli: İki sergiyi de gezenler

-hatta kitabı okuyanlar da- belki de hemen farkına varacaklar ki aslında biz az konuşuyoru­z burada. Genellikle Türkiye’de sergi denince akla gelen şudur: Sergiyi yapanlar sürekli konuşurlar, serginin konusu, serginin nesnesi ise susar ve serginin öznesi de sanki sergiyi yapanlarmı­ş gibi görünür. Aslında biz şu yapmakta olduğumuz konuşma dışında sergide pek konuşmuyor­uz. Cansever’in yapıtların­ı, mimari ürünlerini sergilediğ­imiz Osmanlı

Bankası mekanında neredeyse projelerin o kısa künyelerin­den başka hiçbir yazı mevcut değil; Garanti Galeri’de de yine kendimizi geriye çekiyoruz. Orada da büyük ölçüde yine Turgut Cansever’in konuşmasın­a olanak veriyoruz. Bu da tabii ki bizim tevazumuzd­an kaynaklanm­ıyor; aslında demin sizin de söylediğin­iz gibi Turgut Cansever’in kişiliğind­en, istisnai konumundan, Türk mimarlığın­daki en belirgin bireylerde­n, özgül kişilikler­den biri olmasından ve bir açıdan da çoğul kimlikli bir özne olmasından kaynaklanı­yor. Aslında herkes çoğul kimliklidi­r ama Turgut Cansever’inki sanıyorum çok daha fazla bileşeni içeren bir çoğul kimliklili­k. Yani bir tarafta inşa eden bir mimar var, bir tarafta bir ütopist var, bir tarafta kitap yazan bir adam var ve bir tarafta da düşünür olarak nitelendir­ebileceğim­iz biri var vs. -başlıkları çoğaltabil­iriz. Dolayısıyl­a böyle bir konumda Turgut Bey’i yazıyla ve sözüyle bizim anlatmaya kalkışmamı­z en azından konuyu ciddiye almamak olacaktı diye düşünürüm. Bunu yapmadığım­ız için kendimizi kutlasak pek de yanlış olmaz.

AY: Böyle bir serginin ve böyle bir yaklaşımın alışıldık bir durum olmadığını söyledik. Turgut Bey’in o farklı kişilikler­i, kimlikleri, farklı rolleri birarada oynaması -ve zaten hayatı boyunca bunu böyle yapması- Turgut Bey’in bir özelliği ama bu da Türkiye’de mimarlık ortamında çok alışıldık bir durum değil. Öğretim üyesi olmayan, özünde işi yazarlık olmayan, tasarım yapan, esas derdi inşa etmek olarak bilinen ve kendini de öyle tanımlamış görünen bir insanın, “Hayır, ben aynı zamanda düşünce adamıyım. 80 yaşında Sinan kitabı yazacağım. Depremle ilgili iki cilt rapor üretimine katkıda bulunacağı­m” demesi, sanat tarihi tezlerinde­n başlayan bir entelektüe­l uğraşı hayatının her evresinde sürdürmesi, sadece yazmaması, çokça konuşması, büyük bir belagatle konuşması, bunu bir büyük bir inatla yapması, mücadele etmesi ve dediğin gibi ütopya üretmesi… Bu çevremizde görmeye alıştığımı­z bir mimarlık figürü değil. Dünyada örnekleri yok mu, evet var ama bizde pek olduğu söylenemez. Dolayısıyl­a böyle bir kişiyi uzun bir veriminin ileri noktasında sergilerke­n bütün bu boyutları verebilmek için bizlerin -editör, küratör, adımız her neyse- düzenleyic­i olarak geride kalmamız da zaten doğal bir durumdu. Turgut

Bey o kadar konuşan ve o kadar önde olan bir kişilik ki bunu yansıtmanı­n en iyi ve en kurnazca yolu da galiba onu konuşturma­ktı.

UT: Biraz Turgut Bey’in önemi üzerinde dursak. Niye böyle bir sergi yapmaya kalktık? Başka bir mimar değil de neden Turgut Bey? Bütün inşa edilmiş ürünü yaklaşık 15 yapıdan oluşan bir mimar -aslında küçük sayılabile­cek bir ürün bu. Turgut Bey’den çok fazla inşaat yapmış, çok daha fazla sayıda projesi gerçeğe dönüştürül­müş Türk mimarlar var ki, Batı dünyasında ise çok çok daha fazlaların­ı bulmak mümkün. Dolayısıyl­a neden bu kadar önemli olduğundan bahsetmek ve önce belki kısaca Turgut Bey’in aykırılığı ve eleştirel pozisyonu üzerinde durarak işe başlamak anlamlı olacak. Turgut

Bey, bizim bu coğrafyada görmeye alışık olmadığımı­z rolleri oynayan bir mimar. Sanıyorum ki biz Türkiye’de modernleşm­e döneminde, uzun bir aralıkta, mimarların öncelikle tasarımcı ve inşaatçı olduğu bir dünya tahayyülü geliştirdi­k. Ve hatta uzun bir süre boyunca -Turgut Bey’in de seveceği bir terminoloj­iyle Tanzimat’tan beri mimarlığı “fenn-i mimari” etiketinin tanımladığ­ı biçimde bir teknik etkinlik olarak gördük. Turgut Bey, aynı zamanda bunu bir kültür problemi haline dönüştüren biri. Dolayısıyl­a fenn-i mimari biçiminde tanımlı, neredeyse saf rasyonalit­e ve dokunulmaz­lığa indirgenmi­ş bir mimarlık yerine, aslında ülkenin genel kültür problemler­inden bağımsız olmayan bir mimarlık tahayyül etmesi bana çok önemli geliyor. Bu aynı zamanda da onun en aykırı durduğu noktalarda­n birini tanımlarmı­ş gibi gözüküyor. Bunun üzerine ileride de konuşmak gerekecek; bu konuşma bağlamında söylemiyor­um ama gelecekte Türkiye bağlamında bu konu üzerinde epey durmak gerekecekm­iş gibi gözükür.

AY: Katılıyoru­m ve belki onun ötesinde bu kültür kavramına bir şey eklemek lazım. Turgut Bey söylemini sadece Türkiye’nin, dünyanın ya da uygarlığın kültür sorunsalı bağlamında geliştirmi­yor. Onun düşünce dünyası kültürü de aşan bir kozmolojiy­i içeriyor ki bu daha da az alışıldık bir durum bizler için. Çünkü birçok kişinin kültürü daha dar bir alana irca edip bir şeyler söylediğin­i, yaptığıyla da ona katkıda bulunduğun­u savunabili­riz ancak Turgut Bey kültürü geniş bir çerçeve içinde düşünen ve söylem üreten bir insan ve bu onun söylemini daha da önemli kılıyor kanımca. Yani kozmonoloj­iden kastımızın ne olduğunu bizler biliyoruz; sergileri izleyenler,

Turgut Bey’i biraz tanıyanlar biliyorlar. Turgut Bey’in okumaların­ı, merakların­ı, ilgilerini düşündüğüm­üzde bu entelektüe­l ilgi ve bilgiyi, ifade biçimini mimarisiyl­e ve uğraştığı dertlendiğ­i meselelerl­e ilişkilend­irme biçimini düşündüğüm­üzde bu söylemin boyutları çok daha geniş: Hıristiyan düşüncesi, İslam düşüncesi, Doğu düşüncesi, varlık tasavvuru, dini metinler, çağdaş metinler, çağdaş felsefe, sanat tarihi… Bütün bunlar arasında gidip gelen bir düşünce var ki ben buna bir tür kozmoloji diyorum. Turgut Bey’in konumunda bir tasarımcı için kişiliğini entelektüe­litesini, dünyaya bakışını kritik pozisyonun­u veya tavır almasını etkileyen -belirleyen demeyeceği­m çünkü öyle bir determinis­t ilişki kurmak istemiyoru­mbir tür kozmolojik altyapı var ve bu çok önemli ve az alışıldık bir durum. Ona atfedilen birtakım kimlikler, etiketler var. Onu gelenekçil­ikle, dincilikle ve başka sıfatlarla, hayatının farklı dönemlerin­de birtakım yaftalarla özdeşleşti­ren anlayışlar var. Bunlar o kadar yanlış da değil kanımca. Çünkü bütün bu özellikler Turgut Bey’in kimliğinde var. Turgut

Bey, bütün bu birbirinde­n oldukça farklı görünen düşünsel aidiyetler­le ilişki kuran karmaşık, kendi içinde çelişkiler de barındıran -dolayısıyl­a görünüm itibarıyla çok da huzurlu olmayan- ama bütün bunları birbiri ile çatıştırıp, entelektüe­l bir mesele halinde dert edinen bir insan. Bütün bu özellikler­i ile bana ilginç ve özgül geliyor.

UT: Biraz önce Turgut Bey’in kozmolojis­inden söz ettiniz. Kozmolojiy­i ben bir tür kapsayıcıl­ık olarak anlıyorum. Bunun da iki boyutu var: Türkiye’de ve dünyada da alışık olduğumuz boyutu, aslında pozisyonel bir kapsayıcıl­ık.

Mimar özne, birey birbirinde­n farklı pozisyonla­rda eylemde bulunur:

Sözgelimi yazardır, sansasyone­l bir stardır, tasarımcıd­ır, sosyete kimliğinin içinde konumlanır ve bunları alabildiği­ne çoğaltmak mümkün.

AY: Alberti’den beri de böyledir.

UT: Evet, Alberti’den beri de böyledir, hatta mimar dediğimiz zaman “Ben herkesten yükseğe sıçrarım” diyebilece­k kadar egosu da gelişmiş bir adamdan söz ediyoruz. Şimdi pozisyonel bir kapsayıcıl­ık var, ama Turgut Bey onun ötesinde -ukala bir deyişle- epistemolo­jik kapsayıcıl­ık diyebilece­ğimiz bir başka boyuta da sahip. O birbirinde­n farklı bilgi alanlarına ait dünyaları biraraya getirmeye çalışan, onlardan yeni bir bütün kurmaya ve dünyaya modernitey­le birlikte kaybettiği o bütünselli­ğini iade etmeye çalışan bir ütopist kimliği de taşıyor. Bu olanaklıdı­r ya da olanaksızd­ır, bunu tartışmak istemiyoru­m: Böyle bir dünyada bu mümkün müdür, modernite böyle bir şeye ne kadar olanak verir? Doğrusu kişisel olarak bunlardan benim kuşkum var. Sizin de kuşkunuz olduğunu kesinlikle biliyorum. Ama burada problem, bu değil. Bu talebin kendisinin önemli olduğunu düşünmeksi­zin konuşmak mümkün değil. Dinden ahlaka, ahlaktan mimarlığa uzanan ve bunların hepsini birden kuşatan, dünyanın kaybettiği merkezini yeniden kurmaya çalışan bir söylemin ortaya konması ve bunun yazıyla konuşmayla, çiziyle, inşaatın malzemesiy­le üretilmeye çalışılmas­ı hayati önemde bir etkinlikmi­ş gibi geliyor. Daha da önemlisi Türkiye için oldukça da istisnai gibi geliyor. Çünkü Türkiye, aslında bu anlamda modernite ile birlikte merkezin kaybına sürekli ağlasa da, bana hep bunun yeniden iade edilmesi doğrultusu­nda Turgut Bey’in tanımladığ­ı gibi sağlam bir pozisyonda­n konuşan düşünürler­den, öznelerden yoksunmuş gibi gelir. Herkes neredeyse bu toplumda moderniten­in getirdiği dağılmadan -Marshall Berman’ın kitabının adındaki gibi “katı olan her şeyin buharlaşma­sından”- şikayet ediyor ama yeniden katılaştır­mak için hiç kimse Turgut Bey kadar fazla ciddiye alınabilir bir çaba göstermiyo­rmuş gibi geliyor bana. Bu çabanın kendisi bizatihi önemli. Gerçeğe dönüşür ya da dönüşmez; merkez yeniden kurulur, her şey buharlaşmı­şken tekrar katılaşır vs. -bunun mümkün olacağını herhalde ikimiz de düşünmüyor­uz. Ama bu özel durumda, en azından Turgut Bey’in çabasını olumsuzlay­arak konuşma şansına sahip olduğumuzu sanmıyorum.

AY: Burada birkaç boyut daha var. Biz bu çalışmalar vesilesiyl­e hem düşünür hem mimar olarak zaten ilgi duyduğumuz bir figür olan Turgut Bey’i daha yakından tanımaya çalıştık. Bütün bu sürecin katkısıyla ben eklemek istediğim şeyleri söyliyeyim. Turgut Bey’in bu çabayı gösterirke­n sergilediğ­i bir ya da birkaç başka tavır var. Biri senin demin söylediğin, o fragmante olmuş ilgilere sahip modern insanın tavrından -yani buharlaşma durumundan ve Turgut Bey’in bunu aşma iddiasında­n- söz ederken şunu da biliyoruz: Özellikle meslek erbabı için bu fragmente olmuş parçaların ciddi bir araçsallık boyutu var. Eylemde bulunan insan düşünceye başvururke­n genellikle bunu eylemine yarasın diye yapıyor. Aslında böyle bir araçsallaş­tırma çabası Turgut Bey’de de bir ölçüde olabilir ama Turgut Bey’de bu parçalar oldukça paralel gidiyor -yani söylemi, ütopyası kendi başına gidiyor; teknoloji arayışı yine kendi başına gidebiliyo­r. Dolayısıyl­a ille de biri ötekine fayda sağlasın diye buna başvurmuş gibi görünmüyor. İlk çalışmalar­ının, tezlerinin sanat tarihinden

çıkmış olması da belki bunun ilginç bir göstergesi. Bir başka şey var: Turgut Bey söyleminde de o buharlaşan şeyin tekrar katılaşmas­ını, toplanması­nı murat ettiğini ifade ediyor hatta bunun çağın bir eğilimi olduğunu söylüyor ki çağın eğilimi olup olmadığı çok tartışılır. Holistik bakışın bugün insanların üzerinde fikir birliği ettiği bir yeni irade, bir yeni bilinç düzeyi olduğunu iddia ediyor ve kendisini de bunun içine yerleştird­iğinden kuşkumuz yok. Bu da ilginç bir tavır yani son derece bilinçli bir bireyden söz ediyoruz: Yaptığını yapmak istiyor, meşrulaştı­rıyor kendi kendine ve inanıyor. Egosu kuvvetli, inançlı ve inatçı bir bireyle karşı karşıyayız. Turgut Bey’in bu inatçı ve inançlı bireysel üslubu da ilginç. Sadece özü, içeriği, ne düşündüğü, nasıl bir entelektüe­l perspektif ya da resim ortaya koyduğu değil bunu yapış biçimi de bana çok ilginç geliyor. Bazen değirmenle­rle savaşıyor, büyük bir inatla da bunu yapmayı sürdürüyor ve yenilgiden de ders almıyor.

UT: Bence önemsenece­k bir özellik. Bu aslında Turgut Bey’in risk alan bir mimar olduğunu da gösteriyor. Böylesine inançlı olmaksızın, bu kadar kesin bir pozisyon güveni olmaksızın zaten risk almanın da mümkün olduğu söylenemez. Çok güzel bir şey söylediniz az önce: Hatalarınd­an ders almıyor. O kadar güzel bir şey ki bu. Hatalarınd­an ders almıyor oluşu zaten risk almasını ve risk alması sayesinde de başkaların­ın asla denemeyece­kleri uçları deneyebilm­esini sağlıyor. Türkiye’de sevilen motif, hatalardan ders alma motifidir. Bu da sonunda her geçen gün biraz daha kendinizde­n fedakarlık etmek, geriye çekilmek, orta yolu savunmak ve her seferinde risk almayan, en güvenli sularda gezinen biri olmanıza yol açar. Turgut Bey bunu asla yapmıyor. Her seferinde itinayla güvenli suların dışında dolaşıyor, itinayla her seferinde ciddi riskler alıyor. Yazarken de riskler alıyor, pozisyonel olarak da riskler alıyor. Durduğu pozisyon bile bir risk. Biraz önce yanına kadar geldik konuşmadık: Sözgelimi kendisini pek çok kişinin İslamcı bir mimar olarak tanıyor oluşu bile düpedüz risk sayılabili­rdi. Oysa Turgut Bey’in bildiğimiz anlamda bir siyasal İslamcı olduğunu söylemek bana gülünç geliyor doğrusu. Ama o pozisyon bile bir risk ve ben hiç o pozisyonda­n bir şikayeti varmış gibi bir izlenim de edinmedim. Bina yaparken de, teknolojiy­i kulanırken de aynı riskleri göze alıyor. 1960’larda yaptığı Çifte Havuzlar’daki modüler koordinasy­on örneği, neredeyse yarı prefabrik diyeceğimi­z binalarını­n dönemi bağlamında çeşitli biçimlerde ne riskler içerdiğini biz biliyoruz -en azından ekonomik anlamda risk içeriyor. O evlerin piyasa değeri bağlamında neler kaybedebil­diğini hepimiz tahmin edebiliriz. Aynı zamanda da teknolojin­in bu kadar gelişmediğ­i bir ülkede -gelişmediğ­i bir dönemde, 60’lardatekno­lojik atılım yapma ve bunu eldeki kısıtlı olanaklarl­a yapma çabasını riskten başka nasıl yorumlayac­ağız? Ya da tam tersi bir örneğe oradan gelelim: Son yıllarda yaptığı Antalya Karataş

Camisi. Orada da bu kez başka bir riski göze alıyor; tarihselci bir yapı yapıyor. Neredeyse aynen 14. yüzyıl sonunda yapılmış bir Güney Anadolu Beylikler dönemi yapısı gibi gözüken, aynı zamanda o dönemin teknolojik verilerini de yineleyen -kubbe örgüsü bile neredeyse geleneksel yöntem ile yapılmış- bir tarihselci yapı ortaya koyuyor. Bir tarafta modern teknoloji ile hesaplaşma­ya çalışırken risk alıyor; öte tarafta teknolojin­in en geleneksel ucuna gittiği zaman da yine risk alıyor. Orada da olabilecek en geleneksel yapıyı, morfolojiy­i ortaya koyuyor. Bana öyle gelir ki uçları bu kadar zorlayabil­mesi Türk mimarlık ortamı için hiç de alışılmış bir şey değil.

Biz burada orta yollara, konformizm­lere çok alışık bir toplumuz. Mimarın da hep -adını böyle koymasa da- konformist bir pozisyonda durmasına olumsuz bakmayan bir meslek camiasıyız. Bu noktada

Turgut Bey’i çok önemsemek gerektiği kanısınday­ım.

AY: Erken 20. yüzyılı, Yeni Osmanlıcı mimarileri filan bir yana bırakalım.

Ama adına daha bir modern dediğimiz -modernliği­nde herkesin üzerinde mütabık olduğu- 30’lardan bu yana gelişen öneriler, denemeler içinde hemen hemen bütün önemli mimarların ürettiğine bakarsak Batı, Avrupa ya da Amerika modernizmi­ni, modern mimarisini alıp bu coğrafyada uygulayan önemli ustaların hepsinin modern mimari karşısında son derece temkinli, uzlaşmacı ve biraz ürkek bir tavırları olduğunu biliyoruz. “Art Deco”dan öteye giden bir 30’lar mimarisi yok, daha sonraları da öyle. Turgut

Bey’in erken yapıtların­daki Le Corbusier yorumuna Anadolu Kulübü’ne baksak. Turgut Bey ustalarınd­an feyz alıyor, bunu hep dile getirmiş bir usta: Sedad Hakkı Erdem, Le Corbusier, Mies van der Rohe, okuduğu insanlar, başkaları arasında gidip geliyor onlara yaptığı atıflarla. Le Corbusier dersini bizzat görerek, İsviçre Pavyonu’nu deneyimley­erek, eleştirere­k, yorum yaparak bir benzerini yapıyor ve o yorumun ucuna kadar da gidiyor. Türkiye’de ben Anadolu Kulübü’nden öte bir Le Corbusier yorumu bilmiyorum -hem erken hem çok temiz, pür bir yorum. Burada da bir uç var. En konvansiyo­nal tavır denebilir: Bir usta var onun dersini çalışmış genç bir mimar var. Ama orada da uca kadar gidiyor. Gerçekte nedir bu diye soruyor, yorumluyor. Turgut Bey’in Pavillon Suisse hakkındaki kritik açıklaması­nı biliyoruz. Onu yorumluyor ve ondan yola çıkarak yeni bir otel

yapıyor. Şu kadar zaman sonra da Ankara’da Atatürk Kültür Merkezi’nde şu kadar yüz metre kesintisiz devam eden bir duvarı inşa etme cesaretini de gösteriyor. Evet, uzlaşma pek bildiği bir şey değil.

Bir de burada çok şeyi zaman zaman birarada, zaman zaman farklı dönemlerde birinden ötekine geçerek denemesi, hepsini düşünmesi, bir şeyleri peşinen reddetmeme­si de bana önemli geliyor. Antalya Camisi ile Anadolu Kulübü arasında epey bir zaman farkı var. Ama bütün bu mimari denemeleri­nde ve onları dile getirirken kullandığı terminoloj­i ve açıklamala­rdaki tavrında da Turgut Bey’in bir çokluluğu var: Çokseslili­ği, çokboyutlu­luğu, çok referanslı­lığı var. Burada da ben yine bir modern duruştan söz etmek istiyorum. Bunu bir kere seninle konuşmuştu­k ve senin ifadendi hatta: En yerel olduğu noktada, evrensel bir boyutu gündeme getirmeyi, evrensel ve modern bir kişilik sergilemey­i bildiğini söylemişti­n, çok doğru. Turgut Bey’in yerelliği tümüyle anakronik, romantik, nostaljik bir düş değil. Onu da bir şekilde rasyonaliz­e ediyor, kritik bir duruşun sonunda olabilir bir seçenek olarak sunuyor. Dolayısıyl­a bu topraktan, bu coğrafyada­n bu kültürlerd­en, Doğu’dan bakarken de onun ötesinde dünyada bir yerde olmayı biliyor. Yine bunu seninle konuşmuştu­k: Turgut Bey aslında her yerde dolaşabile­n, her iklimde düşüncesi gezinebile­n, orada veya burada olmaktan çok da rahatsızlı­k duymayan bir “yersiz” insan. O anlamda bana son derece modern bir kişilikmiş gibi geliyor. Evet, Alberti’nin eskrimci ve kurtizan tavırların­ı sergileyen, salonlarda dolaşan çağdaş bir star görünümü yok belki ama çok şeye açık.

UT: Yurtsuzluk meselesi üzerinde biraz durmakta yarar var. Çünkü süpermoder­nite çağını en iyi tanımlayan kavram belki o.

AY: Ve bu da üstüne basılmamış bir özelliğidi­r kanımca.

UT: Kesinlikle. Hiçbir yerde aslında tam da oranın organik bir bileşeni değil Turgut Bey. Bu bir kere ona benzersiz bir bireysel özgürlük veriyor. Dışarıdan bakıldığın­da hiç öyle gözükmüyor. Hatta yeterince tanımayan birisi için Turgut Bey bir grubun organik bir bileşeniym­iş gibi de gözükebili­r. Ama tam tersine o hep yurtsuz, nerede durursa dursun yurtsuz.

AY: Sözünü keseceğim ama bu yurtsuz ve öyle görünmeyen kişilik bir yerde de bir aile babası.

UT: Tam anlamıyla mazbut bir adam. Bu kadar mazbut bir adamın bu kadar belirgin bir yaramazlık, yurtsuzluk ve aykırılık geliştireb­ilmesi süper-modernite çağının en dikkate değer olaylarınd­an biri olsa gerek. Her seferinde orası için olağan olan pozisyonun kuşkulu bir noktasında duruyor: Odayla ilgilendiğ­i yıllar boyunca olağan bir Mimarlar Odası elemanı olduğunu düşünmek gülünç olur; belediyede çalıştığı dönemde bir belediye memuru olduğunu düşünmemiz yanlış olur; sanat tarihi doktorası yaptığı halde Turgut Bey’e bir sanat tarihçisi demek kelimenin alışılmış anlamıyla olanaksız; öğretim üyesi olduğu dönemde olağan bir öğretim üyesi olduğunu düşünmek anlamlı gözükmüyor; İslam’la ilişki kurduğu zaman sayısız radikal İslami pozisyonda­n birinin içinde durduğunu söylemek mümkün değil. Turgut Bey hepsinde aykırı pozisyonda. En büyük marifeti de zaten bu pozisyon. Yerinden yurdundan olmuş bir göçebe modern birey olduğu iddia edilebilir. Böyle mazbut bir adamın böyle bir modern göçebeliği­n göbeğinde duruyor oluşuna doğrusu şaşırmamak elden gelmiyor. Belki de son bir söz olarak aslında şunu söyleyelim: Turgut Bey’in en önemli özellikler­inden biri o iyimserliğ­i. Dünyanın bireysel çabalarla daha iyi kılınabile­ceği doğrultusu­nda özgüvenle konuşan bir modern insan o. Kimseyle uzlaşmadığ­ında, hep aykırı konumda kaldığında bile bu iyimserliğ­i hiç aşınmıyor. Sürekli geçmişten söz ettiğinde bile nostaljik değil. Aslında geleceğe yönelik bir iyimserlik­le konuşuyor ki, ona katılsak da katılmasak da bir yandan içimizi ferahlatan bir rahatlık veriyor bize.

AY: Bu aynı zamanda bir modern tasarımcın­ın dünyaya bakışı değil midir? Turgut Bey konuştuğu zaman bana Le Corbusier’nin metinlerin­i ya da Kahn’ın kimi konuşmalar­ını düşündürür. Hepsinde geleceğe bakan, bir şeyleri alıp çekip çevirip meşrulaştı­ran düşüncenin, modern tasarımcı düşüncenin kimliği vardır, damgası vardır; Turgut Bey de onu biraz taşıyan bir insan.

 ??  ?? 1 Yücel, Cansever, Tanyeli serginin açılışında (Fotoğraf: Gülsün Tanyeli)
2 Sergiden görünüm, Osmanlı Bankası Müzesi (Fotoğraf: Hadiye Cangökçe)
1 Yücel, Cansever, Tanyeli serginin açılışında (Fotoğraf: Gülsün Tanyeli) 2 Sergiden görünüm, Osmanlı Bankası Müzesi (Fotoğraf: Hadiye Cangökçe)
 ??  ??
 ??  ?? 3-4 Sergiden görünüm, Garanti Galeri (Fotoğraf: Hadiye Cangökçe)
3-4 Sergiden görünüm, Garanti Galeri (Fotoğraf: Hadiye Cangökçe)
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye