Enkarne Yapılar1: Öldürmeden Yaşatmak Mümkün mü?
Günsu Merin Abbas Kapitalizm egemenliğindeki günümüz dünyasında her şey gibi, yapılar da tasarlanmaya başladıkları andan itibaren tüm yönleriyle (kültür, imge vb.); üretim süreçleri göz önüne alındığında ise çok yönlü olarak yıkıyorlar/tüketiyorlar (doğa, enerji kaynakları vb.). Bu bağlamda yapıların hem kültürel/imgesel hem de maddesel bütünlüğü/sürdürülebilirliği mimarlığın yeni kaygı alanları arasında geniş bir yer tutuyor; yapıların yaşam döngüsünü ve verimliliğini daha da önemli hale getiriyor. Belirtilen koşullar göz önüne alındığında ise varolan yapı stoğunu koruyabilmek ve sürdürebilmek eskiye oranla daha büyük önem taşıyor. Bu aşamada, günümüz teknolojilerinin ve gelecekteki potansiyel teknolojilerin varolan yapı stoğunu, koruma ve sürdürülebilirlik çerçevesinde nasıl iyileştirebileceğini tartışmak, imkanlarını farketmek ve olası çözümlerini irdelemek oldukça değerli. Bu bağlamda bu çalışma yanıtlar aramaktan/ vermekten ziyade hesaplamalı tasarım yöntemleri ve dijital üretim teknolojileri (katmanlı üretim yöntemleri özelinde) ile endüstri mirası yapılarının nasıl biraraya gelebileceğine ilişkin sorular sormayı hedefliyor.
Endüstri yapıları: Kent ve üretim yaşantısı
Yapı stoğunun yüksek yoğunluğunu oluşturan konut için yaşamını farklı açılardan sürdürebilmesi veya yeniden kurgulaması daha elverişli görünse de, endüstri yapıları için durum pek de öyle değil. Değişen politik, sosyal ve ekonomik koşullar, üretim çeşitliliği, gelişen üretim teknolojileri ve şu sıralar çok duyduğumuz Endüstri 4.02 terimi beraberlerinde yeni mekansal ve yapısal ihtiyaçlar getiriyor. Yeni üretim mekanları tasarlayıp inşa etmek kapitale hizmet eden, “rant” sağlayan, böylelikle çok tercih edilen, hızlı ve kolay uygulanabilir bir çözüm gibi görünüyor. Halbuki inşaat sektörünün doğadan eksilttiği kaynaklar ve kirlettiği alanlar dikkate alındığında, varolanı gözetmenin ve yeniden kullanıma açmanın, geleceğe olan sorumluluk ve doğaya duyduğumuz minnetten dolayı tercih edilmesi ve sürdürülebilir bir çözüm olarak koruma, renovasyon ve
restorasyon uygulamalarının mimarlık pratiğimize yerleşmesi gerekiyor. Buradan yola çıkarak terk edilmiş, vazgeçilmiş ve işlevinden kopartılmış endüstri yapıları yeni kurgu ve planlama dahilinde, yeni mekansal gereklilikleri sağlayabilecek potansiyel çözümler haline geliyor. Böylelikle, yeniden hayata kazandırılan yapılar gerek imgesel gerek fiziksel varlıkları ile hem kent ve üretim hayatına katılıyor hem de kentlinin belleğinden izler çağırmakta büyük önem taşıyor.
Yapının nasıl korunup yeniden kent ve üretim hayatına katılacağı ise mimarlık bağlamında yüzyıllardır tartışılan iki ayrı yaklaşımı gündeme getiriyor. Bir tarafta gelenekçi tutumuyla John Ruskin (1819-1900), diğer tarafta ise teknolojik gelişimi ön plana alan yenilikçi tutumuyla Eugène Emmanuel Viollet-le-Duc (18141879). 19. yüzyıl Neogotik tartışmaları bağlamında Ruskin anlam derken Violletle-Duc yapmak eyleminin altını çiziyor3. Ruskin yapının değerini, ortaya koyduğu estetik varlık, yapı ustasının kattığı yorum ve yapı ustasının yapma sürecinde yapı ve malzeme ile içinde bulunduğu ilişki olarak değerlendirirken, Viollet-le-Duc analitik bir yaklaşımla yapının strüktürel ve işlevsel bütünlüğünü ön planda tutuyor4.
İnsan elinin yerini robot kollarına bıraktığı günümüz teknolojik koşullarında ise yapmak eylemini odağa alıp, Violletle-Duc’ü koruma ve restorasyona olan tutumu sebebiyle kendimize yol gösteren olarak seçmek daha yerinde görünüyor. Viollet-le-Duc zamanının ötesinde bir gözlükle, tarihi yapıların restorasyonu için günün getirdiği ve gerektirdiği yapma biçimlerini ve malzemelerini bir yöntem olarak öneriyor ve sonucunda da melez denebilecek yapıların ortaya çıkmasını öngörüyor5.Bir başka deyişle, yöntemi ve eklemlenen malzemeyi gözler önüne sermekten ve yapıya olan müdahalenin zamanını vurgulamaktan kaçınmıyor, aksine yapıya müdahale biçiminin şeffaflaşması ilkesini benimsiyor. Bu gözlükle bakıldığında, Viollet-le-Duc’ün yaklaşımı endüstri mirası yapılarının gelişen teknolojilerle birleşmesinde yol gösterici nitelikte. Gelişen teknolojiler de mimarlara bu anlamda test alanı sunuyor. Viollet-le-Duc’ten günümüze dönecek olursak, küresel kültüre ve hızlı iletişim teknolojilerine paralel ivmelenen malzeme ve üretim teknolojileri her yerde uygulanabilen, tekrarlanabilen, çoğaltılabilen, özelleştirilebilen üretimler vadediyor, yeni yapma ve tasarlama biçimleri sunuyor. Sundukları olanaklar dahilinde yapı, yapı imgesi ve yapının etrafında oluşturduğu yaşam kültürü -bir bakıma yapının anlamı- yerini hızlı bir dönüşüme bırakırken ortaya çok zengin yeni mekansal ve tektonik durumlar çıkarma potansiyeline sahip. İki uzak uç gibi görünen endüstri yapıları ve söz edilen teknolojiler ise detaylı çalışılması gereken, yenilikçi ve cüretkar, bir o kadar da tarihe ve kültüre duyarlı bir tutum gerektiren yeni mimari meşgalelerimiz olma yolunda ilerliyor.
Endüstri yapıları: Zaman
Uzunca bir panoramadan sonra, asıl altını çizmek istediğim ise, gelişen malzeme ve üretim teknolojileri ile birlikte temel değişmeyeni -ama değiştireni- zaman olan bir gerçeklikte, yapıdan önce maddenin dönüşümünü/değişimini düşünmek, yapıların gelecek zaman senaryolarını kurgulamak aşamasında mimari bakışımızın değişmesi gerektiğidir.
Zamana değinmişken, varlıkları yoksayılan, terkedilmiş veya vazgeçilmiş yapılar için geçerli olan bir zaman aralığına da dikkat çekmek isterim.
Söz edilen zaman aralığı, yapıların terkedildikleri andan, tarihi yapı/ endüstri mirası olarak değer görüp yeniden işlevlendirmeye ya da korumaya alındıkları ana kadar olan süreci işaret ediyor. Planlama pratiğinin eksiklerinin oldukça göze çarptığı ve olumsuz sonuçlarına da acı şekillerde tanıklık ettiğimiz günümüzde ise bu süreç ticari bir kaygı gözetilmiyorsa eğer hayli uzun sürüyor. Gerek farklı coğrafyalardaki, gerekse ülkemizdeki örneklere bakıldığında, yapının atıl kaldığı zamanlar, yapıya kullanıldığı zamanda meydana gelen bozulmalardan, eskimelerden daha çok zarar veriyor. Yapının üretimi ve devamında sosyal yaşantıdan soyutlanması, gözardı edilmesi, sosyal varlığı kadar maddesel varlığının da yok sayılması, kaçınılmaz bir çürümeyi gündeme getiriyor. Çürümenin sosyal etkileri uzun vadede görülür düzeyde ve güncel olarak tartışılıyor, ancak malzemedeki bozulma/eksilme/eskime ve çürüme yapının görmezden gelinmesiyle birlikte yapıyı daha da kurtarılamaz hale getiriyor. Bu aşamada, malzemeye odaklanmak ve yapıların dinamik ve dönüştürülebilir karakterlerini malzeme bilimi ve üretim teknolojileriyle mimari yapma/tasarlama/planlama süreçlerinin ve anlayışının birer parçası haline getirmek ve disiplinlerarası etkileşimi ön planda tutmayı gerektiriyor.
Böyle bakıldığında, yapılara ölümsüz ve gelişen teknolojilerle etkin bir şekilde onarılabilen maddesel varlıklar olarak davranıp -mutlak sonsuz olmasa dasonsuz yaşam döngüsünün mümkün olabildiğince planlanması gerekiyor. Yapılara da canlı varlıklar gibi yaşam döngüsünü tamamlayınca tükenen, tükendiğinde ise vazgeçilen bir nesne anlayışıyla yaklaşmak yerine, yapının olası sorunlarını görüp, reçetelendirip, geleceğe yönelik çözümlerin hazırlanması sürdürülebilirlik ve bahsi geçen teknolojilerin entegrasyonu bağlamında önem arz ediyor. Günümüz teknolojileri ise zaten birçok alanda olduğu gibi bu anlamda da gereken esnekliği bize sağlıyor.
Endüstri yapıları: Üretim, malzeme ve tasarlama teknolojileri
1980’lerin mimarlık ortamına sunmuş olduğu bilgisayar destekli tasarım/çizimin devamında gelen, 1990’larda etkin olarak kullanılmaya ve üzerinde düşünülmeye başlanmış hesaplamalı tasarım yöntemleri bizlere yeni (a) temsil, (b) tasarım üretme ve (c) değerlendirme/simülasyon gereçleri ve ortamları sunuyor6; beraberinde ise yeni malzeme ve dijital üretim teknolojilerinin geliştirilmesi odağında bir araştırma alanı açıyor. Bu aşamada asıl bırakmak istediğim soru işareti ise endüstri yapıları ve sözedilen teknolojilerin arakesitinde mimarlığın neler geliştirebileceği.
Yapıyı ölüme terketmeden ya da öldürmeden, ondan vazgeçmeden, işlevi olsun ya da olmasın malzeme bütünlüğüyle yaşatmak mümkün mü? Böyle bakıldığında, ilk sorulması gereken soru bu teknolojilerin eski yapılar ölçeğinde nasıl işlevlendirileceği yönünde. Bu bağlamda mimarlık ve tasarım alanının malzeme biliminden edineceği çok şey var gibi görünüyor. Mimarlık ve malzeme arakesitinde yeralan çalışmaları ile mimarlık ve tasarıma farklı bir perspektif öneren Achim Menges, Michael Hensel ve Neri Oxman’ın gerçekleştirdiği, gerçekleştirmekte olduğu çalışmalar oldukça ufuk açıcı.
2008 yılında Hensel ve Menges’in
ve 2012 yılında Oxman’ın“materyal kavramları malzemenin moleküler ölçekte karakterlerinin tasarlanıp organize edilmesine ve bu yolla da makro ve mikro ölçekte diğer moleküllerle -dolayısıyla çevresiyle- etkileşime girebilmesine işaret ediyor. Böylelikle, moleküler ölçekte iyileştirilmiş ve bağlamına göre özelleştirilmiş malzemeler dijital üretim yöntemleriyle birlikte yeni bir yapma biçimi sunarken, yapıya da performatif kapasitesini artırabilme olanağı sağlıyor.
Oxman’ın ürün ölçeğinde test ettiği bu malzeme ve üretim yöntem(ler)inin yapı daha tasarlanırken devreye alınması, yapının yaşam döngüsünü maddesel olarak bir ölçüde sonsuz, dinamik, dönüşebilir ve değişebilir kılacak potansiyele sahip mi sorusunu akıllara getiriyor. Devamında ise bu potansiyel beraberinde sosyal çürümeye ya da eksilmeye de çare olur mu sorusunu...
Değişen sosyal ve ekonomik koşullar dahilinde ikinci sorunun cevabı epey muğlak görünüyor. Öncesinde gündeme getirilen soru ise sıfırdan tasarlanacak yapılar için gelecek önerisi niteliğinde. Burada asıl sorgulanıp vurgulanmak istenen ise yapıyı mümkün olup/olmadığı9, yapıya göre karakterize edilmiş/tasarlanmış malzemenin katmanlı üretim yöntemiyle yapıya entegre edilip edilmeyeceği. Mimarlık pratiği de, yapının ruhundan ve değerinden eksiltmeden, günümüzden, elimizdeki malzeme ve teknolojilerle yapıya yeni ve değerli nitelikler katabilir mi? Viollet-le-Duc’ün koruma ve restore etme yöntemi günümüz teknolojileriyle karşılık bulabilir mi? Bir bakıma, yapı yaşam destek ünitesine bağlanmadan evvel ayakta tedavi edilebilir mi?
İnsan elinin hassasiyetinin ötesinde bir hassasiyette çalışan, çok eksenli hareket esnekliği sağlayan robotik kollar ve üç boyutlu yazıcılar ile sözettiğim senaryo çok da uzak gelecekte görünmüyor. Ancak, güncel pratik ve teorik çalışmalar incelendiğinde görülüyor ki, ICD, ETH Zürich, IAAC gibi üretim ve malzeme çalışmalarında mimarlık alanına öncülük eden enstitülerde dahi geliştirilen teknolojiler sıfırdan tasarlanmış ve üretilmiş yapılarla örneklendiriliyor.
Tam da bu sırada Viollet-le-Duc’ü, koruma ve restorasyona bakışı sebebiyle yeniden anmak, öngörülerini günümüzde uygulamak endüstri mirası ölçeğinde alana yeni bir soluk ve heyecan katıyor, bir de ortaya geçmişle günümüz yapı yapma biçiminin karması yapıların ortaya çıkma potansiyeli... Bir başka deyişle, iki farklı yapma biçiminin, iki farklı malzemenin zamanlar arası yolculuğu, gerek uyumla gerek uyumsuzlukla
kurulan o maddesel ve zamana ilişkin, zamanlar arası bağ...
Endüstri yapıları: Deneysellik
Yukarıda bahsi geçen katmanlı üretim yöntemi daha önce otomotiv sektöründe eski araçların restore edilip yeniden kullanılır hale getirilmesinde denenmiş ve olumlu sonuçlar elde edilmiş10.
Elbette şu aşamada sözedilen ölçeğin mimari ölçekten farklı olması sebebiyle bu çalışmaların güncel mimarlık pratiğinde, özellikle de endüstri mirası ölçeğinde test edilip uygulanması ciddi bir disiplinlerarası çalışma, Ar-Ge süreci ve yatırım gerektiriyor. Üniversitelerin, enstitülerin, bir aşamada sanayinin bu süreçlere destek vermesi, deneysel olarak yaklaşıp dahil olması oldukça önemli. Bu bakışla endüstri mirası yapılarını birer deneme-yanılma alanı olarak görmek yapıya zarar verme riskini de elbette beraberinde getiriyor. Özellikle de tarihsel niteliği önem arz eden yapıların değerini gözetmeyen ama yaratma ediminde cüretkar ellerde her müdahale gibi ciddi risk taşıyor. Bu aşamada teknolojinin bizlere sunmuş olduğu yapma, değiştirme ve dönüştürme gücü, iyi bir planlama, tasarım ve Ar-Ge süreçleri ile disiplinlerarası yaklaşım ve tarihsel/mimari farkındalıkla olumlu sonuçlanabilir görünüyor.
Yukarıda bahsi geçen hesaplamalı tasarım yöntemleri de olası problemlere önlem niteliğindeki çözümünü simülasyon teknolojileriyle beraberinde getiriyor. Simülasyon yazılımları mimarlık ve tasarım alanlarında yaygın bir şekilde kullanılıyor ve objenin/ yapının üretildiğinde/inşa edildiğinde başlayacak yaşam döngüsüne dair gerçeğe yakınsayan sonuçları obje/yapı tasarım aşamasındayken tasarımcıya veriyor ve böylelikle hata riskini de büyük oranda en aza indiriyor. Zaten bu tür uygulamalar, dosyadan fabrikaya anlayışıyla bütüncül, kontrol edilebilir ve riski indirgeyen bir tasarım sürecine işaret ediyor.
Bitirirken...
Bitirirken heyecanla belirtmeliyim ki;
[Yapmak özelinde] her çağ beraberinde yeni gereklilikler, problemler ve bu problemleri belirli ölçüde çözen yöntemler ve teknolojiler getiriyor. Teori ve pratiğin arasındaki boşluğun gitgide arttığı günümüzde, geliştirilen teknolojilerin kendine uygulama sahası ve fırsatı bulabilmesi, faydacı bir anlayışla kendine yer açabilmesi oldukça önemli. [Endüstri mirası özelinde] tasarımcının olduğu kadar uygulayıcının ve sonrasında ise kullanıcının ve kentlinin de sorumluluğunda olan yapılar için farkındalık yaratılması ve sosyal hayatı şekillendirici/kurucu gücü yüksek olan bu yapıların kentli ile etkileşiminin artırılması da takip edilmesi gereken adımlar arasında.
[Yapmak ve endüstri mirası arakesitinde] gerek teorik gerekse pratik alanlarda geliştirilen teknolojilerin varolan yapılara entegrasyonuna odaklanılması ve bu gelişmelerin koruma kültürü, kent ve üretim hayatına öldürmeden yaşatmak yönünde itici güç olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
[Yapıları öldürmeden yaşatmak mümkün mü?] sorusunu bir kez daha hatırlara getirerek enkarne yapıları tartışmaya açarken metni burada sonlandırmak isterim. ■ Günsu Merin Abbas, Öğr.Gör.; TOBB ETÜ Mimarlık Bölümü