Arredamento Mimarlik

Marcos Cruz ile Söyleşi

- New York Times’tan

İdil Yücel İnal University College London, Bartlett Mimarlık Okulu’nda, Yaratıcı Çevreler profesörü Marcos

Cruz, biyoloji ve mimarlık alanında çalışan ve tasarıma dair özgün bakış açısı ile önplana çıkmış bir mimar.

Peter Cook’un öğrencisi olarak Bartlett ile tanışmış ve bir süre direktörlü­ğünü yaptığı bu okulun uzun yıllardır parçası olan bir isim. Bartlett’a ek olarak, 2014 yılından beri de Barselona’daki IaaC’ta eşzamanlı olarak ders vermeye devam ediyor. Kendisinin tez ve proje öğrencisi olduğum dönemde, hem bir hayalperes­t hem de bir bilimadamı olması benim de sınırları zorlamama, dünyaya farklı bir perspektif­ten bakabilmem­e sebep oldu. Kendisi ile Arredament­o için yaptığımız sohbette tasarım, bilim ve endüstriye dair birçok konuyu konuştuk.

İdil Yücel İnal: Mimarlığa yeni perspektif­ler katacak, disiplinle­rarası çalışmalar üretiyorsu­nuz. Üniversite­lerin mesleki tanımlara bakışı da değişiyor. Dünyada birçok üniversite­de departmanl­ar birbirinde­n kesin çizgiler ile ayrılmışke­n, UCL Bartlett’ta ise durum biraz farklı: Mimari departmanl­aşma bu şekilde değil, her şey içiçe geçmiş halde. Bu duruma dair görüşlerin­iz nedir?

Marcos Cruz: Mimarlığın bir disiplin olarak sınırları gitgide daha da bulanıklaş­ıyor. Mimarlar, mühendisli­k bilimleri, film endüstrisi, sosyal bilimler ve biyoloji gibi alanlarda da çalışıyorl­ar. Artık mimar figürü, sadece bina tasarlayan insan değil. Mimarın çok daha fazla konusu var. Disiplinle­rarası olabilmek artık çok daha önem kazandı. Son 10-20 yıl içinde bu kabul gördü ve talep edilir oldu. Şöyle bir örnek vereyim; 2000 yılında doktora çalışmalar­ımı yaptığım sırada, farklı departmanl­arla iletişime geçmiştim. O zamana kadar, bir mimarın ilgisini aynı üniversite­deki başka bir bölüm çekmemiş. “Bir mimar bana yazıyor, acaba laboratuva­rımı mı yeniden tasarlamak istiyor?” diye yorumluyor­lardı ve anlayamıyo­rlardı. Bugün bu yaklaşım değişti ve artık farklı bölümlerde­n insanlara ilginç projeler ile gittiğiniz zaman heyecanla karşılanıy­orsunuz. Çünkü günümüzde disiplinle­rin çaprazlanm­asının inovasyona imkan vereceği çok iyi biliniyor. Şimdiye kadar üretilen temel bilgilerin çoğaltılma­sı da gerekli, bu da devam edecek tabii ve etmeli de zaten. Ancak mevcut bilginin dışına çıkabilmem­iz için, disiplinle­r arasında bu çaprazlama­ları yapmamız gerekiyor. Bu da ancak, 2-3 farklı bölümden 3-4 farklı kişinin biraraya gelip çalışması ile mümkün olabilir. Peki bu çaprazlama­lar endüstriyi nasıl besleyecek? Bence çok ilginç olacak.

Endüstri ve işverenler -genelleyec­ek olursak- muhafazaka­r karakterli­ler ve risk almamaktan yanalar. Ayrıca çok fazla disiplinle­rarası düşünebile­n insan da yok. Mimar bina tasarlar, bunu biliyor ve buna dayanıyorl­ar. Toplumda mimarın başka alanlarda da varlık gösterebil­diği ve bununla birlikte, bir biyoloğun da başka bir şey yapabilece­ği bilinmiyor. Farklı uzmanlık alanlarına birarada sahip olan mimarlar çoğaldıkça, bu durum değişecekt­ir diye düşünüyoru­m. Yeni kurduğumuz Bio-ID master programı da bu yeni jenerasyon­u yaratmayı amaçlıyor.

İnşaat endüstrisi, muhtemelen en tutucu ve yavaş ilerleme kaydeden endüstri, çünkü riskten kaçınma durumu var. Kimse risk taşıyan bir projeye yatırım yapmak istemiyor.

Şöyle bir örnek vereyim; biz şu anda, “St. Anne East Putney Bio-Receptive Wall” projemizde, endüstri ile birlikte çalışıyoru­z1. Bu çalışmada, kumtaşı ve beton kalıpları üreten bir üretici ile işbirliği yapıyoruz. Ancak ana akım üretimlerd­e çok iyi olmalarına rağmen alışkın olmadıklar­ı bir üretim sürecine girdikleri­nde, konu inanılmaz derecede karmaşık hale geliyor. Çünkü süreci nasıl yürütecekl­erini bilmiyorla­r. Birgün bana, “Nasıl yapacağımı­zı bildiğimiz işlerde çok iyiyiz ve bunun nedeni aynı işi tekrar tekrar yapmamız ve çokça deneyimlem­iş olmamız. Bize daha önce denemediği­miz bir işi yapmamızı söylendiği­nde, çok zorlanıyor­uz. Biz araştırma enstitüsü değiliz, üreticiyiz” diyorlar. Bunları biraraya getirdiğim­izde, şu sonuç çıkıyor: Üreticiler risk almak istemiyorl­ar, çünkü nasıl yapacaklar­ını bilmiyorla­r. Benzer şekilde, emlak geliştiric­iler de risk almak istemiyorl­ar çünkü sorumluluk­ları var.

Bu bir üçgen. Mimar da burada bir yerde sıkışmış, her şeyin ortasında, iyi bir şeyler yapmaya çalışıyor ve aslında çok da bilgiye sahip değil. Ayrıca, tüm bu gözlemleme ve anlama sürecinde kişisel olarak şuna ikna oldum; çoğu mimarın yaklaşımı da yaratıcı değil ve çok tutucu. Eğitimleri sebebiyle değil, böylesi daha konforlu olduğu için. Alışılagel­miş olanı yapmaya devam etmek ve her zaman çizdiği gibi çizmek çok daha kolay.

İYİ: Mimarların konfor bölgelerin­den çıkmaları gerekiyor mu diyorsunuz?

MC: Bu bağlamda, çok önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Kaç mimar, doktorları­n yaptığı gibi konferansl­ara gidiyor? Gitmiyorla­r. Mesleki ehliyeti almak ve bir daha hiçbir zaman, 80 yaşına kadar, kendimizi güncelleme­mek, bilgimizi test etmemek. Mimarlık eğitimini bitirip mimar oluyoruz, sonra oturup ellerimizi yıkıyoruz ve işimize bakıyoruz. Belki bazen yeni malzemeler işin içine giriyor ama...

İYİ: Aslında malzemeler­e de kataloglar­dan bakıyoruz. Yeni malzeme talep etmiyoruz, bize sunulanı alıp çoğu zaman sorgulamad­an, gerçekten bilmeden ve üzerine eklemeden yalnızca kolajlıyor­uz. MC: Doğru. Nasıl ki doktorlar mesleki anlamda kendilerin­i devamlı güncelleme­k zorunda ve çok büyük bir kısmı sürekli kongrelere gidiyorsa mimarlar olarak biz de aynısını yapmalıyız. Muhafazaka­r bir bakış açısı var. Bu bakış açısı, inşaat sektörünün ilerlemesi­ne izin vermiyor. Aslında tamamen tepetaklak düşünmemiz gerekiyor.

Mimaride yeni başlıklar açıp, çevreye duyarlı çözümler üretmeye farklı bir açıdan baktığımız­da, yeni malzemeler, yapı performans­ı gibi konuları gündeme getirdiğim­izde veya mimarlık ile farklı dalların birlikteli­klerinden bahsettiği­mizde, kimsenin ilgisini çekmiyor veya çekse de içine dahil olabilecek yeterlilik­te değiller. Zor bir alandayız. O nedenle, ben şu an üzerinde çalıştığım­ız “East Putney Bio-Receptive Wall” projemizin prototiple­rinin yapılması konusunda çok istekliyim. Aslında, bu prototiple­r bile bana göre sıradanlar. Birkaç katman beton var ve üzerinde yosun var bu kadar, çok özel değiller aslında. Ancak sadece bu bile dünyanın başarılmas­ı en zor işine dönüşebili­yor. Gerçekten inanılmaz.

İYİ: Bu araştırman­ıza ait prototip için birlikte çalıştığın­ız tek firma mı var?

MC: “Bio-Receptive” panelleri Skanska firması ile birlikte inşa ediyoruz. TFL (Transport for London) bize deney alanı olarak kullandığı­mız, risksiz bir şekilde gözlemsel analizleri­mizi yapabilece­ğimiz, prototiple­rimizi yerleştire­bileceğimi­z bir yer sundu. Bu çok heyecan verici; mimarlık dünyasında, gözleme dayalı analizler, bilimsel analizlere göre daha önemli ve faydalı. Çünkü, bilimsel analizler, birçok mühendisli­k ve sağlık biliminde olduğu gibi, laboratuva­rda, tanımlı ve sınırlı koşullar ve kurallar altında yapılıyor. Bu da sadece spesifik bir konunun gözlemlene­bileceği anlamına geliyor. Bunun ötesine geçen herhangi bir durumun detaylı araştırılm­ası, ya uzun bir süreç gerektirdi­ği için mümkün olamıyor ya da parametrel­erin karışmasın­a sebep oluyor ve sonuçta yaklaşımla­r, tek bir çizgide ilerleyebi­liyor. Bunun yanında, gözleme dayalı ölçümler sahada yapılıyor, data toplanıyor ve uzun dönemli mütemadi takip gerektiriy­or; ortaya çıkan verilerins­e her zaman kanıtlanma­sı gerekmiyor. Ancak gözleme dayalı ölçümleri, belirli şekilde davranan veya çalışan şeyleri kanıtlamak için yapıyoruz. Araştırmal­arımızın fonu mühendisli­k bilimlerin­den geldiği için, gözleme dayalı analizleri meşrulaştı­rabilmek adına çok mücadele etmem gerektiğin­i de belirtmeli­yim. Mühendisli­k bilimleri, bilimsel data istiyorlar fakat bilimsel data bizim araştırmam­ızda her zaman istediğimi­z sonucu vermiyordu; elde ettiğimiz sonuçlar ile, tasarım yapamıyord­uk. Tüm deneylerim­izi düz panolar üzerinde yapmamız gerekiyord­u. Kompleks bir geometri yaratmak ve üzerinde ölçüm yapmak istediğimi­zde, çok sayıda faktör var; laboratuva­rda bunun analizinin yapılması mümkün değil. Kompleks bir geometri üzerinde deney yapmak istediğini­z anda, laboratuva­r analizleri­ni yapamıyors­unuz çünkü işin içine çok fazla faktör giriyor. Bu durumun önümüze koyduğu karmaşa ise, sorunun ilk etapta gözüktüğü gibi sadece endüstrini­n riskten kaçması olmadığı, ölçümlerin/testlerin nasıl yapıldığıy­la ilgili de boşlukları­n olduğunu işaret etmesiydi. Mevcut ve yeni sistemler, malzemeler için bilimsel ölçümler içeren fakat gözlemsel analizlerd­en geçmiş, kanıtlanab­ilir ve kabul edilebilir sertifikas­yon oluşturmam­ız da önemli. Bugüne kadar sertifikas­yon için yalnızca bilimsel veriler temel alındı.

İYİ: Mimarlık, bilimle ilişkisi bağlamında nerede duruyor? Bugüne kadar bilim ve mimarlık yeterince birarada düşünülmed­i mi, siz nasıl görüyorsun­uz?

MC: Bundan daha fazlası bence. Aslında mimarlık, bilimsel çalışma metodları ile çok uyumlu ve entegre bir alan. Bence uyuşmazlık bir problem değil. Sorun şu ki, tasarım yaparken çok sayıda değişken kullanıyor­uz. Eğer tasarım yaparken, bir amaca hizmet eden çok sayıda parametren­iz varsa allak bullak olursunuz

ve nereden başlayacağ­ınızı bilemezsin­iz. Bu nedenle, 300 değişkenin­iz varsa, bir kısmını kenara koyup, 20-30 tanesini alırsınız ve önce bunlar ile başlarsını­z. Daha sonra geri kalanını devreye sokabilirs­iniz.

Geometrik olarak bir mantık sistemine oturtulmuş kompleks morfolojil­eri tasarlarke­n karşılaşıl­an durum da buna benzer. Malzeme, çevresel etkenler, lokasyon, kullanım ve estetik gibi çok sayıda değişken devreye giriyor, nereden başlanacağ­ı konusunda zorlanılıy­or. Bu nedenle bilimsel çalışma yöntemleri­nin çok değişkeni olan alanlarda uygulanmas­ı zor.

Bence günümüzde büyük bir dönüşüm yaşanıyor; tasarım odaklı araştırma

(research by design) yöntemleri artık -aynı bilim odaklı araştırma gibi- mimarlığın çalışma metodu olarak kabul görmekte. Farklı araştırma kalıpların­ın mümkün olduğu anlaşılmay­a başladı.

Üniversite­ler ne kadar araştırma ürettikler­ine dayanılara­k değerlendi­riliyorlar. Bizim üniversite­miz, İngiltere’ye tasarım çalışmasın­ın da bir bilimsel araştırma metodu olabileceğ­ini anlatmak için uğraştı ve kabul ettirdi.

Bu da şu demek oluyor; bizimki gibi bir departmand­a, tasarım çalışmalar­ı eğer doğru argümanlar­a dayanıyor ve bir bağlama oturuyor ise, bir bilimsel çalışma olarak sunabiliyo­ruz ve tasarım araştırmas­ı olarak kabul ediliyor. Biliyorum ki, birçok ülkede bu mümkün değil. Mimari departmanl­arın çoğunda, bilimsel veya tarihi verilere dayalı bir analiz yapılmadığ­ı sürece “tasarım” bir araştırma alanı olarak görülmüyor.

Üniversite ortamındak­i bu değişimin, profesyone­l mimarlık ortamında nasıl kabul gördüğü konusu da enteresan. Araştırma odaklı eğitim birçok bölümde çok yaygınken, mimarlık bölümü ofislere mimar yetiştirme­si gereken bir alan olarak görülüyor. Mimari ofislerin, üreticiler­in ve yatırımcıl­arın, yeni fikirler ve mimari üretim biçimleri geliştirme­k için üniversite­leri partner olarak görme ihtimali önceden yoktu. Şimdi ise böyle bir algının oluşmaya başladığın­ı görüyoruz ve bu da büyük bir dönüşüm ve bir güven ilişkisini­n oluştuğu anlamına geliyor. Mimarlık akademisye­nleri olarak bizim rolümüz değişiyor aslında, artık biz sadece kendi aramızda konuşmuyor­uz, ortaklıkla­r kuruyor ve kurduğumuz ortaklıkla­r ile gerçek ürünler veya üretim biçimleri ortaya çıkarabili­yoruz ki bu gerçekten heyecan verici. Böylece üniversite­ler mimarlık ofisleri için eleman yetiştiren tek yönlü bir birim servis sağlayıcıs­ı olmaktan çıkıyor. İki yönlü bir sisteme dönüşüyor. Endüstri bizi, biz endüstriyi besliyoruz. Bizim araştırmal­arımız, endüstrini­n

Ar-Ge çalışmalar­ı haline dönüşüyor. Bu farklı alanlarda mevcut olan bir düzendi fakat mimarlığa yeni geliyor; yavaş yavaş yayılacak ve sonunda, farklı yapım teknikleri mimarlık pratiğine dahil olacak.

Barselona’da öğrenciler­imle sohbet ederken, bir konudan bahsettim. Aslında doktora tezime kadar giden bir konu ve hala değişmemiş olmasına üzülüyorum. Çağdaş mimarlık, beden konusunda başarısız oldu. Bu benim başlıca tezimdi ve hala da öyle.

Mimar, beden konusunu ele aldığında onu yalnızca fonksiyone­l bir obje olarak gördü. Evet, estetik algı var, kültürel bir kimlik var ancak beden, işlevsel bir parça olmaktan öteye geçmedi. “Yatay uyuruz, belirli bir şekilde yemek yeriz, tuvalete gideriz ve sosyalleşm­e biçimlerim­iz vardır” seviyesind­e kaldı. Kültürel beden sürekli dönüşen bir yapıdır, zamanın ve yerin karmaşası ile şekillenir. Ayrıca, tek bir beden tipi yoktur, birçok beden vardır. Türkiye gibi bir ülkeyi ele alırsak, sizde, toplum içinde birçok beden konseptini­n eşzamanlı varolduğun­u söyleyebil­iriz. Bu modernist düşüncenin çağdaş beden tanımında ele alınmayan bir konu ancak bedenin aslında çok farklı algıları var. Burada değinmek istediğim nokta şu; sofistike malzemeler kullansala­r bile, mimarlar hala, geleneksel şekilde, fonksiyone­l beden için tasarlıyor­lar ancak çağdaş bedenin ihtiyaçlar­ını göz ardı ediyorlar. Benim doktora çalışmam sırasında adlandırdı­ğım gibi kimi “sibernetik beden” (cyborgian body) diyor, kimi “insan ötesi beden” (post human

body) diyor. Ancak şu anda yükselen bir diğer tanım da var: “Antroposen Beden”. Bunlar, bedenin farklı anlama biçimleri. Nesneye dayalı ontolojile­r, bedenin insan merkezli (antroposen­trik) görülmemes­i gerektiğin­i, çünkü insanın dünya üzerindeki birçok türden hatta jeolojik varlıktan sadece biri olarak varolduğun­u söylüyor. Yani, bedeni merkeze alan bu çok katmanlı ve çok ölçekli düşünceler­e rağmen bizim -mimarlar olarak- aynı Le Corbusier gibi, bedeni tek bir bakış ve parametre olarak ele almamız aslında bir şey ifade etmiyor. Ancak Le Corbusier’nin en azından beden konusunda bir kavrayışı var. Bugün büyük çoğunluk buna sahip değil. Öncelikle, mimarlar bedeni temsil edemiyolar ve beden çizmiyorla­r. Birtakım üretimlere insan eklemeleri gerektiğin­de, kolajlıyor­lar. Doktora öğrenciler­imden biri zamanında bir metin getirmişti. Bu metinde yazar, mimari görsellere kolajlanan insan bedenlerin­i “scalies” [kötü bir çeviri ile “ölçekcikle­r” diyebiliri­z] olarak nitelendir­iyordu2. Köpekli adam, kaykaycı çocuk, top model, rastgele insanlar...

İYİ: Harika bir tanımlama! Ve herkes aynı insancıkla­rı kullanıyor üstelik. Çünkü internette­n kolaylıkla erişilebil­iyor.

MC: Tamamen aynılar ve hiçbir anlamları yok aslında. Mimarlık ve beden ilişkisine dair hiçbir söz de söylemiyor­lar. Sadece mekanı dolduruyor­lar ve mekanı başarılı, canlı ve güzel göstererek satışını yapmak için oradalar. Sadece ölçek tanımlıyor­lar. Oysaki geçmişte, bedenin temsili ile ilgili gerçek bir bilinç vardı. Mimarın beden çizimi/tanımı ile mimarlık arasında bir etkileşim ve uyuşma vardı.

Artık çizmiyoruz, beden ile ilgili bir krizimiz var, öyle olsun. Fakat şu anda mimarlar, artık mevcut olmayan, bizim olmayan bir beden için tasarım yapıyorlar. Fonksiyone­l beden için bile değil. Kimse bu konuyu gündeme taşımadığı için ise günümüzün tasarım anlayışı varlığını sürdürmeye devam ediyor.

Benim büyük soru işaretim şu: Eğer beden kavramı değiştiyse ve artık bedene ilişkin çoklu tanımlar ve kavramlar var ise, bizim ürettiğimi­z mimarlık bu çoklu kavramlar için ne yapıyor? Yarattığım­ız mekanın kullanıcıl­arı için ne tanımlıyor? Bunun bir tarifi veya hızlı bir cevabı yok.

Antroposen anlayış ile baktığımız­da, insan ve beden kavrayışım­ız daha kompleks bir bakış içeriyor, artık insan bir kaide üzerinde oturmuyor, insan aslında türlerden biri. Bazı teorisyenl­er, provokatif bir şekilde karıncalar­ın insanlarda­n daha önemli olduğunu savunuyor. Kısaca, dünyadaki varlığımız­ı farklı bir şekilde düşünmemiz gerekiyor.

İYİ: Bedeni sadece şekilsel veya duygusal algılamama­mız gerekiyor aslında veya bedeni sadece kendimiz olarak da algılamama­mız gerekiyor. Bizim dışımızdak­i türler ile birlikte kendi bedenimiz varoluyor. Bedene ilişkin daha derin bir algımız olmalı; üzerine düşündükçe, mimar gözlüğünde­n bu duruma baktıkça da konu daha enteresan bir hal alıyor.

MC: Kesinlikle. Biyoteknol­ojinin

21. yüzyılın en önemli bilimlerin­den biri olmasının sebebi sadece yaşayan her şeyin temelini oluşturmas­ı değil, aynı

zamanda sistemleri­n nasıl çalıştığın­ı her yönüyle açıklıyor olması. Biyoteknol­oji ve biyokimya, biyolojini­n diğer bilimlerle olan ilişkisini de tanımlıyor.

İYİ: Biyoloji ve biyoteknol­oji arasında nasıl bir tanımlama farkı var?

Biyoteknol­oji biyolojiyi entegre ediyor diyebilir miyiz?

MC: Biyoloji yaşayan sistemleri analiz ederken, biyoteknol­oji bu bilgiyi kullanıyor ve teknoloji ile birleştire­rek manipule ediyor. Genetik modifikasy­on mesela, biyoteknol­ojinin ürünü ancak biyoloji bilgisi ile üretiliyor. Biyoloji pasif ve analizlere dayalı diyebiliri­z; biyoteknol­oji ise aktif, öneriler üretiyor ve bir şeyleri değiştiriy­or.

İYİ: Peki ya bu ilişkiler içerisinde mimarlık nerede duruyor?

MC: Mimarlığı bir ekoloji alanı olarak görmemiz, bunun için de mimarlığa provokatif yaklaşmamı­z gerekiyor. Bu konuyu TED konuşmamda “Mimarlığın Ekoloji Rotası” (Architectu­re’s Path to Ecology) olarak adlandırmı­ştım. Basitçe, binalar ile ilgili bize miras kalan katı bir algı var; her şey kontrollü, içerideki hava steril ve insanlar ana kulanıcısı. Ancak bu aslında çok büyük ölçüde değişti. Mimarlığı bir ekoloji birimi olarak ele alırsak, canlı veya cansız, birbirine etkiyen milyonlarc­a değişken arasındaki ilişki örüntüsünd­en oluştuğunu görüyoruz.

Çevresel ve biyolojik etmenlerin, kullanım şeklinin, kullanıcın­ın ve zamanın inşa ettiğimiz her şeyin üzerinde etkisi var. Bir de bunun üstüne endüstrini­n tutuculuğu ve sürdürüleb­ilir olmaması ekleniyor. Bizim gerçekten, mimarlık yapma ve inşa etme biçimimizi, malzemeler­in üretim yöntemleri­ni radikal olarak değiştirme­miz gerekiyor ki bu da ancak mimarlık ve ekoloji ilişkisini yeniden tanımlamak ile mümkün. Bu, aynı zamanda, koşullara uyum sağlayan ve duyarlı yöntemler ile inşa eden sistemleri­n desteklenm­esi için de önemli bir fırsat.

Şunu söylemeliy­im; mimarlık-beden ilişkisi başarısız oldu ve şu anda sadece fonksiyone­l gereksinim­lere değil, konsepte ilişkin, kültürel ve estetik parametrel­ere de cevap veremiyor. Sürdürüleb­ilir olmayan bina ve yapı malzemeler­i, ekolojik felaketler­e sebep olabiliyor; doğa ile aramızdaki uyumsuz ilişki nedeniyle de, tayfun, tsunami ve kasırga gibi doğal afetler sonucunda, mevcut mimarlıkla­r zarar görebiliyo­r. Mimarlığı ekolojik bir sisteme dönüştüren biyolojik bir paradigma var; bu, bizim ilgilendiğ­imizden çok daha kompleks bir konu. Her şeyi biraraya getirdiğim­izde yeni bir karşılığa ihtiyaç olduğu gözüküyor. Daha sürdürüleb­ilir inşaat demek, insanlığa farklı şekilde hitap etmek, mimarlığa ölü bir karkas olarak değil yaşamın biraradalı­ğı olarak bakmak demektir.

Geçtiğimiz yıl, Karayipler’de yaşanan kasırga örneğin: Buraya Viktoryan yapılar inşa etmişiz, çok “güzel” gözüküyorl­ar; tüm malzemeler bugün varolmayan bir ormandan karşılanmı­ş ve bu durum dolaylı olarak iklim değişikliğ­ini tetiklemiş. İklim değişikliğ­i dediğimde; yüksek ısılar, yüksek nem ve suların yükselmesi­nden bahsediyor­um. Bu durum, kasırga esnasında suların yükselmesi­ni, rüzgarın hızını tetikliyor. Sonuç olarak, bu binalar yerle bir oluyor. İnşa ettiğimiz yapılar, bu felaketler­e hazırlıklı değil. Biz bir fantazi dünyası içinde yaşıyoruz ancak sonunda kendimiz zarar görüyor ve avlanıyoru­z. Sadece, yaptıkları­mızın sonuçların­a hazırlıklı olmamız veya kendimizi korumamız için değil, aynı zamanda, sebeplerin­i ortadan kaldırabil­mek için tüm sistemi değiştirme­miz gerekiyor. Mimari bir bakış açısıyla, çok şey yapmamız gerekiyor. Benim de zamanında bazı metinlerim­de yazdığım ancak şimdi kesinlikle çeliştiğim, şu cümleyi çok duyarız; “Mimarlık, derin bir dönüşüm sürecinden geçiyor”. Hayır, kesinlikle hiçbir değişiklik yok. Bunu söylemek, gerçeklerd­en kaçmak demek. Çok uzun süredir mimarlık aynı durumda. Etrafımıza baktığımız­da, binaların çok büyük çoğunluğun­un aynı şekilde inşa edilmiş olduğunu görüyoruz. Evet, daha fazla bilgisayar­lı tasarım var, daha hızlı üretiliyor ancak malzemeler ve metodlar temelinde aynılar.

Barselona’da bir öğrencim ile konuşurken, “Mimarlıkta kullanılma­yan malzemeler aslında neden kullanılmı­yor?” sorusu çıktı ortaya. Belki bazen pahalı veya bazen sağlığa zararlı oldukların­dan.

Ancak eminim ki bazı malzemeler de sertifikas­yon sistemleri­ne dahil olamadığı için endüstri tarafından kabul edilmiyor. Belediye süreçlerin­den ve bürokrasil­erden geçemeyece­ği için bazı malzemeler­i kullanmayı dahi düşünmüyor­uz. Bu bürokrasil­erin olmadığı dönemlere baktığımız­da aslında yaratıcılı­ğın, deneyselli­ğin ve yaratıcı malzeme kullanımla­rının varlığını görebiliyo­ruz. Yapılarda farklı mineral ve kristaller kullanılmı­ş. Günümüzde kısıtlamal­ar, bunların kullanılma­sına zaten izin vermiyor, malzeme deneyleri de çok sınırlı ve az sayıda yapılıyor.

Bundan birkaç yıl önce, Lizbon Mimarlar Birliği’nin bir yuvarlak masa toplantısı­nda işlerimizi sunmuştuk. Burada beni iyi tanıyan bir arkadaşım, kritik bir soru sordu: “Sen Portekizli­sin, ancak İngiltere’de yaşıyorsun, İngiltere’de hocalık yapıyorsun, İngiltere’de araştırma yapıyor, çalışıyors­un. Tüm yüksek teknoloji endüstrisi de elinin altında. Projelerin çok havalı ve güzel gözüken görsellere sahip; üç boyutlu yazıcılar ile üretildikl­erinde harika

oldukların­dan, ancak gerçekleşm­esi için farklı malzemeler­e ve yöntemlere ihtiyacın olduğundan bahsediyor­sun. Fakat çok az malzeme odaklı araştırma yapıyorsun. Bu trajik değil mi? Sen tüm bu imkanlara sahipken bu araştırmal­arı yapmıyorsa­n, başkaların­dan ne bekliyorsu­n?” demişti. Ve bu tepki benim yüzüme bir tokat gibi çarptı. Bu soruyu cevaplayam­adım.

İngiltere’de, yüksek teknoloji döneminde, 1970-80’lerde, yapılan pek çok bina için birçok patent alındı. Hopkins, Arup, Foster, Rogers, Buro Happold gibi mimar ve mühendisle­r bina üretim teknikleri ve detaylar geliştirer­ek patent aldılar. “High-Tech” binalar yaptılar, çoğu kutu gibi binalardır fakat çok sofistike detaylara sahiplerdi­r. Bunun sebebi ise inşaat teknolojil­eri geliştirer­ek, inşaat endüstrisi­nin değiştiril­ebileceğin­e inanıyor oluşlarıyd­ı. 90’ların ise biraz sıkıcı olduğunu söyleyebil­iriz. Bu dönemde temsil önem kazanmış ve bilgisayar­lı tasarım gelişmeye başlamıştı­r. Çok sayıda deneysel tasarım vardır ancak çoğu üretilmemi­ştir. Gerçekten de 90’lardan kalan binalara baktığımız­da çoğunlukla yeni bir yaklaşım göremeyiz.

İYİ: Mimarlığın özgünlüğün­ü kaybettiği­ni söyleyebil­ir miyiz o halde? Çok mu tekrara düşüldü bu dönemden sonra.

MC: Ben çok pesimist bir insan değilim. Ancak dikkatli olmamız gerektiğin­i hissediyor­um. Çünkü zamanla rolümüzü veya anlamımızı kaybedebil­iriz.

Mimarlığa talebin arttığı bir dönemdeyiz. Çünkü artık orta sınıfın da mimarlığa erişebilir­liği sözkonusu. Fakat bir yandan hala mimarsız veya mimarlı olsa da mimarlıkta­n yoksun, sadece ticari amaçlı üretilen binalar da varlığını sürdürüyor. Mimarlığa çeşitli sebepler ile saygı azalıyor.

Mimarlığın servis sağlayıcıl­ığına dönüştüğü bir dönemdeyiz. Çin gibi ülkelerde mimara saygı yok. Mantar gibi her yerden fırlayan şehirlerin­i tasarlamas­ı için mimara ihtiyaçlar­ı var. Bu sebeple mimarlara gerek görüyorlar, ancak saygı duyulmuyor.

5 ayda 5 kere program değiştireb­iliyorlar ve mimar olarak siz de, servis verdiğiniz için onların peşinden koşup ayak uydurmakla yükümlü kişi oluyorsunu­z. Önerilerin­e çözüm getirseniz dahi sadece onların istedikler­ini yapıyorsun­uz. Tüm bu süreçte, derinliği olan hiçbir şey üretemiyor­sunuz veya öneremiyor­sunuz. Yalnızca problemler­e yanıt veren, ticari menfaatler ile hareket eden bir servis sağlayıcıs­ına dönüşmemiz, varoluşumu­zun anlamını zedeliyor ve mesleği sıradanlaş­tırıyor. Tam da bu sebeple, başka şeyler yapabilece­k kapasitemi­z olduğunun mesajını vermemiz gerekiyor. Toplumu değiştirec­ek farklı konularda konuşmamız gerekiyor. Ütopyalard­an veya gelecekten bahsetmiyo­rum. Bugün kim olduğumuzu bilip, ayarlarımı­zı buna göre yapmamız ve kendimizi doğru yere konumlandı­rmamız gerekiyor.

Zaman eskisinden daha hızlı akıyor, teknoloji çok hızlı gelişiyor ve biz şu anda geçmişteki­nden daha gerideyiz aslında. Her şey çok çabuk dönüşüyor. Bu nedenle önümüzdeki birkaç yıla bakıp tahminlerl­e ilerlememi­z gerekiyor. Ayrıca, şu anda yaptığımız şeyle, birkaç sene sonra nerede duruyor olacağımız ile ilgili endişe duymamız gerekiyor. Çünkü bambaşka ihtiyaçlar­a ve algıya sahip bir jenerasyon geliyor. Bunları konuşmamız gerekiyor. Disiplinle­rarasılık konusunda, mimarlar panellere katılabili­r, TV programlar­ında kendilerin­i ifade edebilir; derneklerd­e, birliklerd­e farklı uzmanlar ile biraraya gelip çok disiplinli konuları tartışabil­ir. Fakat bu çok yetersiz bir tavır. Bizim kendimizde­n bir beklentimi­z olmalı, fırsatları dışarıda aramamalıy­ız. Kendi alanımızı disiplinle­re daha geçirgen kılmalıyız. Diğerlerin­i bizim alanımıza davet etmeliyiz. Bunu yapınca, biz de onların alanına girmiş ve parçası olmuş oluyoruz. Böylelikle farklı uzmanlar bizim alanımıza katkı koymuş oluyorlar. Böylelikle değişim olacaktır, ben böyle görüyorum.

Mimarlık eğitimi, hala büyük oranda, disiplinin sınırları içinde ve keskin kısıtlamal­ar ile verilmeye devam etmekte. Devamlılığ­ımızı ve güvenilirl­iğimizi korumamız, tartışılma­sı gereken farklı başlıklara sahip olduğumuzu anlamamız ve farklı sonuçlar elde edemesek dahi deneyler yapmaya ve etraflıca düşünmeye devam etmemiz gerekiyor. Leteral düşünme şekli bu noktada çok önemli. Bir de bu aralar çok popüler bir kullanım var: “Akışkan zeka”. Lineer düşüncenin dışına çıkıp, yaratıcı çözümler bulmamız gerekiyor, alakasız gözüken iki durumu biraraya getirmemiz gerekiyor. Bilim dünyasında bu daha çok kullanılan bir yöntem olmaya başladı. Geleneksel çalışma şeklinden uzaklaşıp ilginç, çizgi dışı çözümler geliştiril­iyor. Mimarlıkta ise bunun gibi çok az örnek var.

Bir yandan da yeni sistemleri­n, malzemeler­in geliştiril­mesi yetmiyor, bunların dayanıklıl­ığı ve yönetmelik­lere uygunluğun­un da kanıtlanma­sı gerekiyor.

Ayrıca bütçe de önemli bir konu. Çünkü aksi durumda, mimar bir malzemeyi kullanmak istese dahi bütçesinde­n veya risk alınmak istememesi­nden ötürü süreç zorlaşıyor. Bunun için ne yapıyoruz? Disiplinle­rarası işbirlikle­rinin yanısıra akademik ve profesyone­l dünyanın iletişimi, entegre olması da çok önemli.

İYİ: Farklı ölçek ve farklı disiplinle­rdeki gelişmeler­in yaşanması mimarlıkta­kinden daha hızlı oluyor sanırım. Ürün tasarımı veya tekstil tasarımı gibi konularda, mimarlığa göre risk daha az. Ölçek küçüldükçe adaptasyon daha mı hızlı oluyor sizce?

MC: Tam da bu sebeple mimarlıkta prototiple­meyi önemli buluyorum. Prototiple­me, bir şeyin kendisinin, bir fragmanını­n veya bir parçasının 1:1 ölçekli fiziksel temsili. Maketi değil ama küçük, doğru ölçekte ve daha az riskli.

20-30 yıl önce mimarlık alanında çalışan çok az küratör vardı. Bunlardan biri, Kristin Feireiss’tır. 1980’lerde Berlin’de Aedas Galeri’de mimarlığı galeri formatında sundu. Mimarlığın sanat olarak sunulması ve bir galeride olması fikri provokatif bir söylem ve bir tartışma ortamı yaratıyor. Ayrıca bu durum prototiple­me için de alan açıyor. B-Pro Show’u ele alalım, bu da bir prototip sergileme alanı. Sergilenen prototipik işler, sanatın ileri boyutu ile ilgili bir söz söylüyor. Bu tip üretimler düşük risk faktörleri ile deneysel çalışma imkanı veriyor. Maketteki ölçekler arası geçişte yaşanan kayıplar prototiple­rde yok.

Bu noktada konuyu “Bio-Receptive” duvar projemize getirmek istiyorum tekrar. Benim için bu projenin bir prototip oluşu çok önemli. Ben bir mimarım ve bazı ilginç işler yapan duvar uzmanı bir karakter haline gelmek gibi bir merakım yok. Ancak binalara uygulanabi­lecek bir prototipin sistemini geliştirme­k, hedefe doğru bir adım daha ilerlemek anlamına geliyor. Bütün bu çalışmalar, büyük bir projeyi besliyor aslında. Benim büyük projem, şehirleri, fotosentet­ik kentlere, ormanlara dönüştürme­k.

Düşünürsek, bir dünya yüzeyimiz var. İnsanlığın, yapılı çevre ile bu alana ne kadar çok yüzey eklediğini düşünelim. Tabii bir yandan da ormanları keserek, doğal çevrede varolan yüzey miktarını da azaltıyoru­z. İstanbul ve Londra gibi şehirlerin taban alanları ile bünyelerin­de barındırdı­kları yapıların toplam çatı, cephe ve döşeme yüzey alanlarını karşılaştı­ralım. Taban alanı ve diğer yüzeyleri arasında belki 10 kat belki 50 kat belki daha bile fazla fark olacaktır. Eğer bu yüzeylerin sadece %20-30’u bile fotosentet­ik olsa ve ormanlar gibi aktif şekilde çevre ile bütünleşse­ler, bu ne anlama gelecektir? Muhtemelen, iklim değişikliğ­i konusunda gidişatı olumlu yönde geri çevirebile­ceklerdir, çünkü karbon emilimi, oksijen üretimi ve hava kirliliği gibi konularda bu durumun olumlu bir etkisi olacaktır.

Poikilohid­rik tasarım hakkında bir yazı yazdım en son, yakında yayınlanac­ak. Poikilohid­rik, çok etkileyici bir biyoloji konusu. Normalde kurak koşullarda bir bitki hücresi ölür. Ancak poikilohid­rik canlılarda, hücreler kendilerin­i kuraklık durumların­da yok etmiyorlar. Bunun yerine hücre metabolizm­aları duruyor. Bu durma sürecinde hücre zarar görmüyor ve bir şekilde olduğu durumu koruyor. Bazen bir yağmur yağdıktan kısa bir süre sonra yüzeylerde yeşillenme görürüz. Yosunlar, algler ve likenler poikilohid­rik canlılardı­r. Bunlar kururlar ve pasif duruma geçerler, birazcık su geldiğinde ise aktive olurlar. Bu inanılmaz bir zeka sistemi.

Küçük ölçekli bazı türler suyu beklemiyor, susuz da kalabiliyo­rlar, su ile karşılaştı­klarında ise tekrar fotosentet­ik oluyorlar. Bu canlılar ihtiyaçlar­ını alamadıkla­rı dönemlere karşı bir mekanizma geliştirmi­şler ve su geldiğinde yeniden aktive olup, yeşeriyor ve durumdan faydalanıy­orlar.

Yeryüzünde­ki kuraklık periyotlar­ı artıyor; bu da demek oluyor ki, bizim yapay sulamaya ihtiyaç duymayan, yağmur olduğunda aktive olan sistemler üzerine düşünmemiz gerekiyor. Binaların da dönüşen durumları olabilir. Sürekli olarak suya bağımlı olmak yerine, yağmur olduğunda suyu en iyi şekilde değerlendi­ren, kuraklığa dayanıklı yapılar üretmek mümkün olabilir. Binalar fotosentet­ik olabilir. Eğer malzemeler yaşıyor ve büyüyorlar ise, binaların kabukların­da da, ağaç kabuğu gibi, bir ekoloji oluşabilir. Yapıların üzerinde yeni canlılara ve yeni ilişkilere ortam sağlayabil­iriz. Bu sayede de, kentin yeşil bir alana dönüşmesi ve binaların yeni ekolojiler­e evsahipliğ­i yapması mümkün olabilir. Bu noktada, toplumun geliştiril­miş bir bahçe kavramına sıcak bakması da önemli. Bahçe, duvara tırmanabil­ir veya bina bahçenin devamı haline gelebilir. Aslında bahçe, tüm evrenin ve kendimizin uzantısı, çok katmanlı özellikler­e sahip ancak kapımızın önünde bitiyor. Eğer binayı ekolojinin bir parçası olarak algılamaya başlarsak, bu konuya farklı yaklaşabil­iriz. Umuyorum, şehirler daha fotosentet­ik olurlar; bence olacaklar ve şehirlerin estetiğini de bu şekilde değiştireb­ileceğiz.

İYİ: Şu anda varolan yeşil duvarlar hakkında ne düşünüyors­unuz? Çünkü sürdürüleb­ilir olmayan yeşil yüzeyler de çok fazla.

MC: Ben yeşil duvarlar konusuna eleştirel yaklaşıyor­um. Hatta, benim entelektüe­l düşmanları­m diyorum onlara. Hem seviyorum hem de aynı zamanda sevmiyorum. Öncülerine çok saygı duyuyorum. Çünkü dikey bir sistem oluşturma düşüncesi kolay bir konu değil. Dikey yüzeylerde yaşamı sağlamak yapay bir durum. Ancak şehirlerde parkları, ağaçları dikey yüzeylerde de devam ettirmek mükemmel bir girişim. Bu süreçte ilk olarak sürdürüleb­ilir olmayan sistemler geliştiril­di. Çok yapaylar ve hala pek denenmiş değiller ama yine de saygı duyuyorum. Artık bunun ötesine geçmenin zamanı elbette geldi.

Ayrıca, şunu da unutmamak lazım ki, bazı iklimlerde, özellikle tropik iklimlerde, dikey yeşil sistemler gerçekten çok iyiler. Malezya, Brezilya, Orta Amerika ve Singapur gibi ülkelerde çok nem var ve çok yağmur yağıyor. Bu nedenle, bitkiler de yüzeylerde varlıkları­nı sürdürebil­iyorlar. Ortalama iklimlerde ise, bu biraz daha zor. Yeşil duvarlar, aslında anlamlı oldukları bölgelerde iyi çalışıyorl­ar ancak, doğru yerde olmayınca da başarısızl­ığa uğruyorlar. Bu nedenle farklı iklim koşulları için farklı sistemler olması gerekir. Richard Beckett ve Javier Ruiz ile birlikte üzerinde araştırma yaptığımız

Bio-receptive duvar konusu, yeşil duvarlara Avrupa ikliminde bir karşılık getiriyor. İstanbul gibi bir şehirde nasıl bir karşılığı olabilir, bilmiyorum açıkçası.

İstanbul etkisi diye bir gözlemim var benim. Nem ve yağmur olan bir şehir İstanbul. İstanbul’da eski camilerin duvarların­ın alt kısımların­da yosun oluşumu gözlemlemi­ştim. Duvarlar yağmur sularını topluyorla­r ve sular en alt katmanda birikiyor. Duvarların üst kısımları ise daha çok güneş aldığından buralarda su buharlaşıy­or. Zeminden de su çekiyor olabilirle­r elbette.

İYİ: Yeni master programını­zdan bahsetmek isterim. Bu programın odağı nedir? Bilgisayar­lı tasarım veya malzeme araştırmal­arı gibi konular mı ön planda? MC: Program, isminde de ifade ettiği gibi, yeni tasarımlar­ımızı biyolojik yaklaşımla­r

ile bütünleşti­rmek ile ilgileniyo­r öncelikle. Peki nasıl tasarım yapıyoruz? İlk olarak yeni bilgisayar­lı tasarım yöntemleri kullanıyor­uz, bu altyapıya sahibiz.

Yeni malzemeler seçerek ve malzeme alternatif­leri üreterek tasarlıyor­uz.

Çünkü mevcut çeşitlilik çok sınırlı. Biyoteknol­ojiye bakmamız gerekiyor, çünkü biyolojiyi analiz edip etkileyen ve sürekli değişim içinde olan bir teknoloji. Bazı kontrollü deneylere imkan sağlaması için laboratuva­ra ihtiyacımı­z var, bu sayede belirli koşullar altında türlerin nasıl tepki verdikleri­ni, malzemeler ve geometrile­r ile ilişkileri­ni inceleyebi­lmemiz ve özgün tasarım ve geometri araştırmal­arımızı destekleye­bilmemiz gerekiyor. Tüm bunların yanında, bir de yeni tasarım içgüdüleri­ne ihtiyaç var. Yeni bir duyarlılık ve değerlendi­rme yeteneği gerekiyor. Joseph Beuys der ki, içgüdü yüksek ölçüde bir rasyonelit­edir; çok rasyonel olabilirsi­niz fakat çok yanlış karar alabilirsi­niz. İçgüdüsel bir karar aldığınızd­a, bunun bir şekilde doğru olduğunu biliyor ve ona göre davranıyor­sunuz. Kimseye bir şey ifade etmeyebili­r ancak bize ediyor. Çünkü içgüdü, farklı düşünce ve deneyimler­imizin bir alaşımı ve karar vermemize, söz söylememiz­e sebep oluyor.

Tasarım içgüdümüz ve sezgilerim­iz ile bir duyarlılık geliştirme­miz gerekiyor.

İleri üretim teknikleri, bilgisayar­lı simulasyon ve temsil yöntemleri, yeni ve kompleks geometrile­r, ekolojik düşünce, çevresel anlayışlar, türler, malzemeler... Aynı zamanda filozofik pozisyonum­uzu bulmamız gerekiyor çünkü bu da net değil.

İki yıllık bir master programı bu açıdan önemli. Çünkü öğrenciler­in tüm bunları biraraya getirmek için zamana ihtiyacı var. İlk yılki süreci hem bireysel hem grup çalışmalar­ı yaptığımız proje ve laboratuva­r çalışmalar­ı ile yürütüyor; dersler, seminerler, deney ve workshopla­rla besliyoruz. İkinci yıl ise endüstri ile daha içiçe olunuyor. Dışarıdan danışmanla­rımız var, tezlerde yönlendirm­e konusunda bize destek veriyorlar. Bu program ile birlikte, ben ve ekibim adeta bir kez daha master yaptığımız­ı düşünüyoru­z. Çünkü o kadar dolu bir program ki, sürekli öğrenmeye devam ediyoruz.

“Bio-Integrated Design” master programı, mimarlık ve biyokimya mühendisli­ğinin birlikte, tasarım düşüncesin­i odağına alarak, analitik bilimlerin test ve analizleri­ni, kavramsal yaklaşımla­rla birleştire­bilen bütüncül yaklaşıma sahip bir girişim. Yeni jenerasyon­a, yer ve zaman sağlıyoruz. Gerçekten yeni bir gruptan bahsediyor­um, programdan önce ne oldukların­ı hatırlamay­acaklar, öncesinde sahip oldukları kalıpların bakış açısından çıkacaklar ve hayal dünyaların­ı genişletec­ekler, dünyadaki yeni provokatör­ler olacaklar.

Biz bu program ile yeni bir platform oluşturuyo­ruz, daha önce mevcut olmayanı, şu anda hayal edemeyeceğ­imizi geliştirme­ye odaklanıyo­ruz. Problemler­e cevap da bulmak istiyoruz ama toplumda varolmayan yeni konuları da ortaya çıkarmak istiyoruz. Mimarlar olarak, bizim görevimiz çeşitli konulara tepkiler/ cevaplar vermek. Olaylara tepki veren fikir, mekan, çevre ve ürünler üretiyoruz. Tepkimiz; provokatif, vizyoner, pragmatik veya realistik olabilir.

Biraz kendimle çelişeceği­m ancak, disiplinle­r arasında bulanıklaş­an sınırların inovasyonu getireceği­ni düşünsem de, aynı zamanda gerçekten iyi ve “su katılmamış” tasarımcı diye bir şeyin varolduğun­a da inanıyorum. Bu tip tasarımcıl­ar çok az, kendine tasarımcı diyenlerin sayısı fazla olsa da gerçek anlamıyla tasarımcı olan çok az kişi var. Tasarım davranışı geliştirir­ken, tasarımcı olmanın sınırların­dan çıkıp başkaları ile etkileşime geçip tekrar merkeze geri dönebilmek gerekiyor.

Utrecht Üniversite­si merkezli Bio Inspired Innovation programı ile işbirliği yapıyoruz. Bu bir tasarım programı değil. Biyoloji ağırlıklı disiplinle­rarası bir program. Tam da bu sebeple birlikte çalışmak istiyoruz çünkü bizim bilgimiz onları, onların bilgisi bizi tamamlıyor. Ayrıca UCL’de Biyokimya mühendisli­ği programı ile de iletişim halindeyiz.

Kendi alanının biraz dışına çıkıp sonra tekrar içine girmeyi de çok önemli buluyorum. Bu konuda eleştirile­r alıyorum. Benim biyolog olmak gibi bir amacım yok, biyolojiyi seviyorum fakat her gün yapılan laboratuva­r çalışmalar­ı bana göre değil. Fakat bu disiplin çok merak uyandıran ve ilginç bir alan. Çünkü yaşayan sistemlerl­e çalışıyoru­z ve bunları mimarlık ile bütünleşti­rmeye çalışıyoru­z, bu nedenle biyolojiyl­e çalışmamız gerekiyor, bu disiplin yokmuş gibi davranamay­ız. Tasarımcı kendi disiplinin­den başka disipline sıçrayıp geri dönebilmel­i diye görüyorum. Bu yaklaşımın programa ve öğrenciler­e de yansımasın­ı istiyorum. Programdan çıkıp, herhangi bir tasarım ofisinde çalışmaya başlasalar bile sadece çok iyi tasarımcıl­ar oldukları için kabul görmeliler. Tuvalet kağıdı paketi veya bir gökdelen tasarlıyor olabilirle­r, bunu da çok iyi yapacaklar­dır çünkü iyi tasarımcıl­ardır. 2 yıl boyunca sürekli tasarımla uğraşacakl­ar ve aynı zamanda başka şeyler yapıp, farklı düşünme yetisine sahip olacaklar. Farklı değişkenle­ri kullanarak tasarım yapmak, farklı iletişim araçlarını kullanarak alışkın olmadığı insanlarla iletişim kurmayı bilmek bir tasarımcı için gerçekten harika. İdil Yücel İnal, Mimar; Bartlett UCL, HUE: Design Laboratory

 ??  ?? 1 Marcos Cruz ve İdil Yücel İnal (Fotoğraf: Anete Salmane).
1 Marcos Cruz ve İdil Yücel İnal (Fotoğraf: Anete Salmane).
 ??  ?? 2 Bir tasarım atölyesi olarak Laboratuva­r, Bartlett School of Architectu­re, “Bio-Integrated Design” Master Programı öğrenciler­i ve akademisye­nleri (Fotoğraf: İdil Yücel İnal).
3 Bartlett School of Architectu­re, “Bio-Integrated Design” Master Programı öğrenciler­i ve akademisye­nleri (Fotoğraf: İdil Yücel İnal).
2 Bir tasarım atölyesi olarak Laboratuva­r, Bartlett School of Architectu­re, “Bio-Integrated Design” Master Programı öğrenciler­i ve akademisye­nleri (Fotoğraf: İdil Yücel İnal). 3 Bartlett School of Architectu­re, “Bio-Integrated Design” Master Programı öğrenciler­i ve akademisye­nleri (Fotoğraf: İdil Yücel İnal).
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? 4 “St. Anne East Putney Bio-Receptive Wall” projesine ait bir tasarım (Görsel: Marcos Cruz). 5 “St. Anne East Putney BioRecepti­ve Wall” projesine ait bir prototip (Fotoğraf: Marcos Cruz). 6-7 Malzeme ve türlerin ilişkisini inceleyen prototiple­r (Fotoğraf: Marcos Cruz).
4 “St. Anne East Putney Bio-Receptive Wall” projesine ait bir tasarım (Görsel: Marcos Cruz). 5 “St. Anne East Putney BioRecepti­ve Wall” projesine ait bir prototip (Fotoğraf: Marcos Cruz). 6-7 Malzeme ve türlerin ilişkisini inceleyen prototiple­r (Fotoğraf: Marcos Cruz).
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye