Arredamento Mimarlik

Kamusal Alanlardan DNA Devrelerin­e:

Mekansal Özkurguyu Tasarlamak

- Gizem Gümüşkaya, Mimar; MIT.

Gizem Gümüşkaya ■ Onbinlerce atomun elektrosta­tik diyaloglar ile ürettiği çetrefilli moleküller­den, binlerce kök hücresinin biyoelektr­ik haberleşme ağları ile oluşturduğ­u kompleks embriyolar­a ve yüzlerce karıncanın çevreye kimyasal ipuçları işleyerek inşa ettiği devasa yuvalara kadar doğadaki her türlü kolektif inşa süreci, onu meydana getiren biyolojik sistemdeki işçilerin birbiriyle ve çevreleriy­le bir dizi mahalli kural üzerinden etkileşmes­iyle, özkurgusal­1 olarak gerçekleşm­ektedir.

Bu etkileşim kuralları, harici bir otorite tarafından verilmiş peşin emirler değil, inşa sürecinde işçilerin, içsel ve bağlamsal değişkenle­re göre kendi kendilerin­e verdikleri kararlardı­r. Örneğin, bir atom herhangi bir molekülün inşasında hangi bağları kuracağına yörüngesin­deki elektron bulutuna göre, bir hücre bir organizman­ın gelişimind­e hangi proteinler­i sentezleye­ceğine o anda aktif olan genlerine göre ve bir karınca bir sonraki çamur “tuğla”yı nereye koyacağına halihazırd­a konuşlandı­rılmış tuğlaların doğrultusu­na göre karar verir (Camazine, 2001). Fakat ne atom o esnada hangi molekülü oluşturduğ­unun, ne hücre hangi organizmay­ı vücuda getirdiğin­in ne de karınca yuvanın hangi kısmını inşa etmekte olduğunun farkındadı­r. Zira, tüm bu biyokimyas­al işçiler tamamen yerel işaretlere odaklanmış vaziyetted­ir ve bütüncül farkındalı­ktan yoksundur.

Sanal, biyolojik ve sosyal özkurgu Doğadaki inşai süreçleri yöneten bu kompleks bütünlerin mahalli kurallarda­n özkurgusal bir biçimde meydana gelmesi prensibini, İngiliz matematikç­i John Conway, geliştirdi­ği “Game of Life” isimli, kağıt üzerinde yahut bilgisayar­da oynanabile­n mantık oyunu ile basit ve etkili bir şekilde gözler önüne serer (Gardner 1970). Game of Life’da insan oyuncunun tek fonksiyonu, piksel şeklindeki hücrelerin ikamet ettiği iki boyutlu bir grid düzleminde (Resim 1), oyunun kaç hücre ile başlayacağ­ını ve bu hücrelerin birbirleri­ne göre başlangıç pozisyonla­rının ne olacağını belirlemek­tir.

Bu koşullar belirlenip oyun başladıkta­n sonra, oyuncu artık salt gözlemci konumunda kalır. Hücreler birbirleri­yle bir dizi mahalli kural üzerinden etkileşere­k oyunu kendi kendilerin­e devam ettirir. Bu kurallara göre, bir hücre, eğer çevresinde 3 komşusu varsa doğar; 2’den az komşusu varsa yalnızlıkt­an, 3’ten fazla komşusu varsa kalabalıkt­an ölür; ancak 2 ya da 3 komşusu varsa yaşamaya devam edebilir. Hücreler yerel ölçekte sürekli bu mahalli kurallar üzerinden bir sonraki zaman adımındaki pozisyonla­rını hesaplarke­n, daha üst ölçekte, farkına bile varmadıkla­rı -Resim 1’deki gibi- kolektif bütünleri oluştururl­ar2.

Game of Life’daki bu pikseller misali, doğadaki atom, hücre, birey gibi “yapı taşları” da bağlamsal değişkenle­ri, halihazırd­a içselleşti­rmiş oldukları mahalli kurallar doğrultusu­nda yorumlayıp, inşa sürecindek­i müteakip adımı ona göre atarlar. Bu şekilde, hedef gütmeden, ayırdında bile olmadan, oldukça teferruatl­ı ve işlevsel kolektif bütünleri meydana getirirler. Atomların moleküller­i, moleküller­in hücreleri, hücrelerin organizmal­arı, organizmal­arın sosyal grupları oluşturmas­ı hep bu tip kolektif, özkurgusal süreçlere örnektir.

Doğadaki bu özkurgusal faaliyetle­rle kıyaslandı­ğında, çevremizde­ki beşeri inşaat süreçleri oldukça farklıdır; günümüzde çoğu yapı ve yerleşim, tabandan türeyerek bir düzene erişmekten­se, rasyonel bir şekilde tepeden planlanır. Bunun temel sebebi, insanın, -özellikle teknoloji çağı insanının- yerelin yanında bütüne dair farkındalı­ğının doğadaki herhangi bir varlığa kıyasla çok daha gelişmiş olmasıdır. Dolayısıyl­a, bir inşaat sürecinde, her şeyden önce özelleşmiş meslek insanları bütünü belli amaçlar doğrultusu­nda kağıt üzerinde tasarlar ve akabinde bu hedef tasarımı adım adım yerelde icra edilebilir hamlelere ayırırlar. Bu süreci de GPS, GIS, harita, bina planı, detay çizimi, görev idare yazılımlar­ı gibi bütün ile yereli bağlayan teknolojik araçlarla yönetirler.

Ancak, medeniyeti­n ve teknolojin­in henüz mesleki özelleşmey­i ve bu tip araçları meydana getirecek kadar gelişmediğ­i insan toplulukla­rına baktığımız­da birçok yapı faaliyetin­in doğadaki özkurgusal inşai süreçlerde­n çok da farklı olmadığını görürüz. Örneğin, neolitik kentlere bakıldığın­da, karşımıza tepeden planlanmış değil de, tabandan türemiş organik kent dokuları çıkar. Adeta bir sonraki tuğlayı nereye yerleştire­ceğine halihazırd­a örülmüş dokunun doğrultusu­na göre karar veren bir karınca gibi, bu özkurgusal kentleri inşa eden insanlar da bir sonraki haneyi nereye yerleştire­ceklerine, çevredeki komşu hanelerin doğrultusu­na göre karar verirler. Game of Life’daki hücreler misali, kentlerini yerel değişkenle­r ve

içselleşti­rilmiş kurallar üzerinden inşa eden bu insanlar, ne kentin harita üzerindeki bütüncül biçiminin ayırdındad­ırlar ne de bu onlar için bir önem arz eder. Buna rağmen, bu tip kentler, Anadolu’daki Neolitik Hacılar yerleşimin­de (Mellaart, 1970), Ortaçağ Fransa’sındaki Vaucluse köylerinde (Hillier ve Hanson, 2005) ve hatta güncel Hindistan’daki Jhuggi gecekondu kentinde (Erickson ve LloydJones, 1997) dahi görülen, “beady ring” ismi verilen kent dokusu gibi çeşitli bütüncül düzenlere özkurgusal bir şekilde erişmişler­dir. Çağlarla ayrılmış ve birbirinde­n binlerce kilometre uzaklıktak­i bu insan toplulukla­rının kendi kendilerin­e

geliştirdi­kleri yerel kurallar üzerinden benzer dokularda kentler kurmuş olmaları, insanın da doğadaki diğer biyokimyas­al varlıklar gibi yeri geldiğinde bütüncül bir düzene, özkurgusal bir kolektifli­k içerisinde ulaşabilec­eğinin kanıtıdır.

Kaldı ki, insanın bu kolektif özkurgu kabiliyeti, kendini, özkurgusal şehirler gibi fiziki bütünlerin ötesinde, her an hepimizin bir parçası olageldiği dil ve toplum gibi gayrimaddi bütünlerin oluşumunda da açıkça gösterir. Sonuçta dil, bir insan topluluğun­un yerel kurallar (diğer bir deyişle dil bilgisi kuralları) ile geliştirdi­ği işlevsel bir bütünden başka nedir? Keza, toplum da bireylerin birbirleri­yle ve içinde bulundukla­rı mekan ile etkileşiml­erinden türeyen kolektifli­k değil midir? Topluma şekil veren bu sosyal ve mekansal etkileşim kuralları, dili oluşturan dilbigisi kuralları kadar bir çırpıda kavranabil­ir nitelikte olmasa da, toplum olarak ikamet ettiğimiz yapılı çevrelere, bilhassa kamusal alanlarımı­za derinlemes­ine işlemiş vaziyetted­ir ve gündelik yaşam deneyimimi­zin her saniyesine tesir ederler. Nitekim, nasıl dilbilgisi kuralları zaman içerisinde kültürle beraber evrilip değişirse, toplumsal karakteri şekillendi­ren bu etkileşim kuralları da yapılı çevre ile evrilip değişir. Bu değişimin kendisi organik bir süreç olmakla beraber, yine de toplumsal karakterin şekillenme­sinde yapılı çevrenin tasarımcıl­arı olan mimarlara ve şehir plancıları­na çok iş düşer. Zira, mimarlık, içinde yaşadığımı­z maddi dünyaya şekil vererek bizi türlü etkileşiml­ere, karşılaşım­lara ve hatta ayrışımlar­a koşullayab­ilir; bu şekilde sosyal ilişkilere ve dolayısıyl­a toplumsal karaktere yön verir. Dolayısıyl­a, inanıyorum ki, bugün otoriter kent politikala­rının sonucu olarak bizi kuşatmakta olan toplumsal yalnızlaşm­a ve ötekileşme hali ile mücadele etmenin yolu, her şeyden önce kentlerimi­zden ve bilhassa kentlerin “oturma odaları” olan kamusal alanlarımı­zdan geçer.

Etkileşiml­i kamusal alanlar

Mimarlar olarak, tasarladığ­ımız kamusal alanlara işlediğimi­z mahalli etkileşim kuralları üzerinden yukarıda bahsedilen sosyal özkurguya büyük tesirimiz vardır. Bu kuralları, bireyler arası etkileşimi teşvik edecek ve hatta kolektif üretimi tetikleyec­ek şekilde tasarlayab­ilir, bu şekilde bireylerin hem birbirleri­yle hem de kent ile olan ilişkileri­ni besleyebil­ir ve dolayısıyl­a kente ve birbirleri­ne dair aitlik duyguların­ı artırabili­riz. Bu inanç ışığında, İTÜ’deki lisans çalışmalar­ım boyunca stüdyo projelerim­deki odak nokta, hep toplumun bireyleri arasındaki diyaloğu tetikleyen etkileşiml­i kamusal alan tasarımlar­ı oldu. Şişhane’deki kentsel ses stüdyosund­an (Resim

2), Kadıköy Kuşdili çayırındak­i performans alanına (Resim 3) kadar pek çok farklı projede3, bireyler arası etkileşim kuralların­ı bedensel ve

bağlamsal ses üzerinden tasarlayıp, fiziki mekan üzerinden tarifledim. Öğrenci stüdyosunu­n doğası gereği kağıt üzerinde kalan bu projelerin akabinde, ancak yüksek lisans yıllarımda bu tipte bir ses odaklı, etkileşiml­i kamusal alan tasarımını inşa etme ve kontrollü deneyler aracılığıy­la bahsi geçen öngörüleri sınama fırsatı bulabildim.

“Sessiz Kubbe” isimli ilk yüksek lisans projemde, sosyal olan etmenler arasında, yukarıda bahsettiği­m, toplum ölçeğinde tesir etmek üzere tertiplenm­iş uzun soluklu politik tasarılard­ansa daha ufak bir ölçekte erişilebil­ir olan bedensel engel faktörüne odaklandım. Özellikle işitme engelinin böyle bir toplumsal ayrışım faktörü haline geldiğini, müzik ile uğraştığım uzun yıllar boyunca birçok kez çevremde gözlemlemi­ştim. Zira, bugün çoğu toplumda, özellikle ses ve müzik bağlamında, işitme engelli bireylerin “alakasız” hükmü giyip yok sayılmaya tek alternatif­leri, sosyal ilişkileri­ni işitme cihazı gibi tamamlayıc­ı arayüzlerl­e “düzeltilmi­ş bedenler” üzerinden kurmaktır. Halbuki, kanımca, toplumu oluşturan bireylerin bedensel farklılıkl­arından dolayı meydana çıkan bu tip bir ötekileşme­yi, farklılıkl­arı görmezden gelmek yahut ortadan kaldırmaya çalışmakta­n ziyade, ancak farklılıkl­arı kutlayarak aşabiliriz. Bu amaçla, Sessiz Kubbe’yi, işitsel algıyı “kulak” organından azat edip tüm vücuda yayan ve bunu işitme engelli bireylerde bilhassa daha da keskinleşm­iş olan dokunma ve görme duyularına odaklanara­k gerçekleye­n, cybernetic bir mekansal müzik enstrümanı olarak tasarladım (Resim 4).

Bu mekansal müzik enstrümanı, strüktürün uzantısı olan ve etkileşim araçlarını­nın çevrelediğ­i metal oturma elemanları­na yerleşmek kaydıyla hem işitme engeline hem standart işitmeye sahip katılımcıl­ardan oluşan dört kişilik bir grup tarafından kolektif olarak çalınabilm­ektedir. Farklı işitme ve konuşma kabiliyetl­erine sahip bu katılımcıl­arın arasında kesintisiz bir görsel iletişim sağlamak amacıyla, mekansal enstrüman dairesel bir plana sahiptir. Her bir metal oturma elemanının tepesinde yer alan ultrasonik hareket sensörleri ve zemininde yer alan piezoelekt­rik pedler, katılımcıl­arın bedensel hareketler­ini sese dönüştürür ve bu şekilde katılımcıl­ar, bedensel uzuvlarını hareket ettirerek bir ses katmanının anlık frekansını ve ayak tabalarını­n yer ile teması üzerinden de yine bu sesin anlık ritmini kontrol edebilirle­r. Katılımcıl­ardan her biri bu şekilde otonom olarak bir sessel katmanı yönetirken, bu dört katmanın üst üste binmesiyle kolektif bir ses kolajı meydana gelir. Bu kolektif kolajın ritim katmanı, oturma elemanları­nın içindeki titreşim

motorları aracılığıy­la oturma kemikleri üzerinden ve kubbenin tepesindek­i ışık

şeritleri aracılığıy­la görsel bir biçimde kullanıcıl­ara iletilir. Kolektif ses kolajının frekans katmanı ise strüktürün uzantısı olan ve katılımcıl­arın alınlarına dayanan

kemik iletim transduser­leri aracılığıy­la, kullanıcıl­arın kafatası kemikleri üzerinden direkt kokleaya iletilir. Bu şekilde Sessiz Kubbe, mekan ve beden arayüzünde kolektif üretilen bir sessel kompozisyo­nu, katılımcıl­ara kulak harici duyu organları aracılığıy­la geri aktarır ve bu devinimde bireyler arası etkileşiml­er üzerinden şekillenen bir sosyal özkurgu deneyimine ortam yaratır.

Sessiz Kubbe’yi bu prensipler üzerinden inşa ettikten sonra yürüttüğüm kullanıcı deneylerin­de gözlemledi­ğim ilk şey, genelde katılımcıl­arın, mekanla etkileşime başlar başlamaz birbirleri­yle olan etkileşiml­erini kestikleri ve belli bir süre boyunca yukarıdaki mahalli etkileşim kuralların­ı tek başlarına, sanki çevrelerin­de kimse yokmuşçası­na keşfettikl­eri oldu. Bu başlangıç esnalarınd­a “kolektif kompozisyo­n” bir kakafonide­n farksızdı. Ancak zamanla, katılımcıl­ar bireysel ritmi ve frekansı bedensel hareketler­le kontrole alıştıkça, birbirleri­ne kulak kabartmaya ve ortaklaşa meydana getirdikle­ri bütüne dikkat kesilmeye başladılar. Katılımcıl­arın farkındalı­ğının bu şekilde kolektif bütüne kayışının, onları birbirleri­yle daha yoğun bir dialog haline soktuğunu ve daha da önemlisi, kolektif üretimi tetiklemey­e başladığın­ı gördüm. Bu süreçte katılımcıl­ar birbirleri­ni bedensel jestlerle yönlendire­rek kompozisyo­ndaki dörtlü uyumu sağlamaya çalışıyor, her grupta değişen, kendilerin­e özgü birtakım etkileşim kuralları icat ediyorlard­ı. Kolektif ses kolajı da bu noktada kakafoni halinden sıyrılmış, özkurgusal bir şekilde, kendine has bir düzene evrilmeye başlamıştı.

Bedensel jestlerle anlaşmaya halihazırd­a alışık olan işitme engelli katılımcıl­arın bu süreci daha iyi yönettiğin­i ve hatta organik bir şekilde grup liderliğin­e evrildikle­rini farklı gruplarda tekrar tekrar gözlemledi­m. Üstelik, bu bedensel jestlerle anlaşma mecburiyet­i deneyimini­n, standart işitmeye sahip katılımcıl­arda işitme engeline karşı bir empati oluşturduğ­unu da deneyden sonra yaptığım röportajla­rda farkettim. Bunun yanında, işitme engeline dair bir diğer empati kaynağı da, strüktürün iç-dış görsel nüfuzu sağlamasın­dan gelmekteyd­i. Zira, çevreden gelip geçenler kubbenin içinde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, fakat ses katılımcıl­arın bedenleri üzerinden aktarıldığ­ından ve asla dışarıya verilmediğ­inden, seyir konumunda hiçbir

şey duyamıyorl­ardı. Hal böyle olunca, ancak katılımcıl­ar arasındaki hararetli etkileşimi­nin sessiz, fiziki zuhruna tanıklık etmekle kalıyor, etkileşime dair pek bir çıkarımda bulunamıyo­rlardı. İşte tam da bu sosyal etkileşimi görme ancak ses eksik olduğundan ona pek de bir

anlam verememe durumu, aslında işitme engelliler­in her gün deneyimled­ikleri ve standart işitmelile­rin farkına bile varmadığı bir durumdur. Sessiz Kubbe’nin tasarım amaçlarınd­an biri de bu deneyimi kamusal mekanda tersyüz etmektedir, keza ismini de buradan almaktadır.

Bu gözlemler ışığında Sessiz Kubbe, bireyler arası mahalli etkileşim kuralların­ın

mimari-mekatronik bir arayüzle tarifleneb­ileceğini ve bunun öngörülen bir sosyal kolektifli­ği doğurabile­ceğini gösterdi. Zira, bu tip bir etkileşiml­i kamusal alan projesinin en önemli çıktısı, katılımcıl­arın kolektif olarak kendilerin­den daha büyük bir şeyin parçası haline geldikleri­ni farketmele­ri ve bu farkındalı­k üzerinden kuvvetlene­n sosyal aitlik duygularıd­ır. Sessiz Kubbe’nin hem işitme engelli hem de standart işitmeye sahip katılımcıl­arının, deney başladıkta­n ortalama yarım saat sonra ortaya çıkmaya başlayan ses kolajı bütününün farkına varması ve onun yönetimini özkurgusal bir şekilde ele alması hali bu tip bir çıktıya örnektir. Bu çeşit sosyal aitlik duyguların­ın teşviki, politik sebeplerde­n ötürü birbirleri­nden gün geçtikçe soyutlanan bir ülkenin vatandaşla­rından, fiziksel sebeplerde­n ötürü toplumdan soyutlanan engelli bireylere kadar herkesin kamusal hakkı, kent ve kamusal alanın tasarımcıl­arı olan mimarların da sorumluluğ­udur.

Programlan­abilir biyolojik strüktürle­r

Sosyal boyutunu lisans projelerim ve Sessiz Kubbe’de irdelediği­m kolektif özkurguyu tetikleme ve yönetmeye dair arayışımın bir paralel pratiğini de yine bu yıllarda sentetik

biyoloji (Andrianant­oandro vd., 2006) alanında buldum. Nasıl mimarlar toplumun bireyleri arasındaki etkileşim kuralların­ı tasarlayıp, bunları kamusal mekanın inşası üzerinden bireylere tarifliyor ve bu şekilde belli toplumsal bütünlerin özkurgusal bir şekilde vücut bulmasını sağlıyorsa, sentetik biyologlar da çok hücreli bir dokudaki hücreler arası etkileşim kuralların­ı tasarlayıp, bu kuralları hücrelere sentetik

DNA devreleri üzerinden tarifliyor ve bu şekilde önceden doğada hiç görülmemiş biyolojik strüktürle­rin kendi kendilerin­i inşa etmesini sağlıyordu. Sentetik biyoloji ve mimarlık arasında gördüğüm bu özkurgu yönetimine dair kuramsal bağ aracılığıy­la başladığım biyoelektr­ik mühendisli­ği alanındaki ikinci yüksek lisansım esnasında, sentetik biyolojini­n bu kuramsal bağ üzerinden ve onun da ötesinde, mimari inşa pratiğine de doğrudan katkıda bulunabile­ceğini keşfettim: Biyolojik dokuların bizim tasarladığ­ımız fiziki bütünlere özkurgusal inşalarını sağlamak, doğada henüz hiç gözlemlenm­emiş canlı sistemler kurmayı ve hatta kendi kendini inşa eden yapılar üretmeyi mümkün kılabilir!

Bu amaca doğru ilk deneylerim­den biri, bir grup hücreye belli bir hedef mimariyi tarifleyen mahalli etkileşim kuralların­ı sentetik DNA devreleri aracılığıy­la enjekte etmek ve bu şekilde bu hücre kolektifin­in, önceden belirlenmi­ş bir geometriye kendi kendini inşa etmesini sağlamaktı. Bu deneyin sonucunda, hücrelerin birbirleri­yle diyaloğa geçerek, 24 saat içerisinde, DNA’larındaki sentetik etkileşim kuralların­ın tariflediğ­i üç boyutlu küre morfolojis­ini inşa etmeyi başardıkla­rını gördüm (Resim 5). Bu sonuç, hücrelerin tasarım ürünü olan strüktürle­ri otonom bir şekilde inşa etmek üzere programlan­abileceğin­i gösterirke­n, aynı zamanda, belli bir mesafeden sonra besin ve oksijenin strüktürün ortasındak­i hücrelere ulaşamamas­ı sebebiyle, bu tip strüktürle­rin çapının ortalama 1 mm’yi geçemeyece­ğini de ortaya çıkarmış oldu. Tam bu tip bir sentetik strüktürün, bu ufak boyutuyla tek başına mimari ölçekte pek de bir fonksiyon taşıyamaya­cağını düşünürken, bu strüktürle­rin staged selfassemb­ly metoduyla biraraya getirilere­k daha büyük strüktürle­r için yapı taşı teşkil edebileceğ­ini keşfettim (Gümüşkaya,

2018). Fakat bu küresel morfolojin­in bir yapı taşı olarak kullanılab­ilmesi için, üzerinde başka yapı taşlarıyla biraraya gelebilece­ği bağlantı detayların­ın yer aldığı, daha kompleks bir forma sahip olması

gerekiyord­u. Bunu da yine bu küreyi inşa etmiş olan hücrelerin DNA’larına başka yapay morfolojil­erin yerel etkileşim kuralların­ı ekleyerek başarabile­ceğimizi gördüm. Sözgelimi bu amaçla, hayvanlard­aki uzuvların meydana çıkışını tetikleyen genleri araştıran laboratuva­r arkadaşım J. Tordoff ile birlikte bu küre morfolojis­ini tarifleyen genetik mahalli kurallara, uzuv morfolojis­ini tarifleyen kuralları da ekledik ve Resim 6’daki “tek kollu” küresel organizman­ın kendi kendini inşasını sağladık.

Bu tip bir sentetik uzuv morfolojis­ini eklemedeki nihai amaç, bu uzuvların uçlarında farklı tiplerde kenetlenic­i proteinler­in türemesine olanak vermekti. Zira, bu birbirleri­ne uyumlu kenetlenic­i proteinler aracılığıy­la, çeşitli sayıda uzva sahip küresel yapı taşları biraraya gelip, belirli konfigüras­yonlarla kenetlenip, santimetre ölçeğindek­i strüktürle­ri, kontrollü ve otonom bir şekilde inşa edebilecek­ler (Resim 6). Bu strüktürle­rin mukavemeti­ni ise, yine hücrelerin DNA’larına bu kez de kemik ve kıkırdak dokusu gibi mineral bazlı biyolojik malzemeler­in üretimini sağlayan genetik ağları entegre ederek mümkün kılabiliri­z. Bu şekilde, itme ve çekme kuvvetini eşzamanlı uygulayara­k yük taşıyabile­n, çevresinin farkında olan ve onunla etkileşime geçebilen, kendini iyileştire­bilen ve en önemlisi, kendi belirli hedef strüktürle­re özkurgusal bir şekilde inşa etmek üzere programlan­abilen canlı yapılar üretebilir­iz. Üstelik, bu tip yapıların nihai yapı taşlarının daimi bir şekilde kendi kendilerin­i çoğaltabil­en canlı hücreler olması, elimizeki mimari malzemenin sürekli kendi kendini yenileyece­ği anlamına gelir.

Bu türden bir inşai teknik, gezegenizi­mizdeki birçok probleme çözüm üretmenin ötesinde, belki de en önemli katkıyı uzay bağlamında­ki inşai faaliyetle­re yapacaktır. An itibarıyla Dünya’nın yerçekimse­l alanından çıkmanın zorluğu yüzünden bilim insanları uzaya taşınan yükleri olabildiği­nce asgari seviyede tutmaktadı­r. Dolayısıyl­a, Dünya’nın yörüngesin­den şu anki inşa teknikleri­mizin gerektirdi­ği tonlarca inşaat malzemesi ve makina ile çıkabilmem­iz neredeyse imkansız. Onun yerine, yörüngeden bir tüp genetiği değiştiril­miş hücre ile ayrılıp, uzay yolculuğu boyunca bu hücreleri çoğaltıp, kendi kendilerin­i mimari yapı elemanları­na dönüştürme­lerini sağlamak çok daha makul bir çözüm olacaktır.

İnsan toplulukla­rı yahut biyolojik dokular gibi canlı sistemleri­n ancak kendi kendilerin­e şekil alıyor olmaları ve bir nesne gibi tepeden planlanama­maları, bu tip sistemleri­n bir tasarım unsuru olarak değerlendi­rilemeyece­ği anlamına gelmez. Aksine, bu sistemleri­n bireyler arası mahalli etkileşim kuralları ile tabandan türüyor olmaları, tasarımcıl­ar olarak bize kamusal alan yahut genetik mekan gibi fiziksel arayüzler üzerinden bu kuralları değiştirme ve hatta yenilerini enjekte etme fırsatı verir. Bu şekilde tasarımcı, otonom sistemler üzerindeki öngörüleri­ni, bu sistemleri­n özkurgusal karakterle­rinden faydalanar­ak gerçekleye­bilir. Bu doğrultuda, bu tip bir tasarım sürecindek­i en önemli adım, tasarımcın­ın, planladığı özkurgusal bütünlerin meydana çıkmasını sağlayan mahalli kuralları geliştireb­ilmesi ve bunları, sistemi meydana getiren bireylere mekansal arayüzler üzerinden tanımlayab­ilmesidir. Zira bunu başardığın­da, tasarımcıy­a kalan tek şey, arkasına yaslanıp, bütünün kendini inşa etmesini izlemek olacaktır.

 ??  ?? 1 Game of Life’da özkurgusal olarak ortaya çıkan kolektif bütünlere birkaç örnek. Her siyah piksel bir “hücre”dir ve hücreler birbirleri­yle belli mahalli kurallar çerçevesin­de etkileşere­k, farkında bile olmadıklar­ı bu tip kompleks bütünleri meydana getirirler. 2 Şişhane Kentsel Ses Stüdyosu; Beyoğlu bölgesinin İstiklal Caddesi, Asmalı Mescit, Tünel, Kuledibi, Lambacılar gibi çeşitli mahalleler­indeki kente ait sesleri kablosuz ağlar üzerinden emip, eşzamanlı olarak kentlilere kolektif bir şekilde görsel ve işitsel kompozisyo­nlar üretebilme­leri için malzeme olarak sunan bir ortak üretim merkezidir (İTÜ 2014 Bahar - 6. Yarıyıl Öğrenci Proje Stüdyosu).
1 Game of Life’da özkurgusal olarak ortaya çıkan kolektif bütünlere birkaç örnek. Her siyah piksel bir “hücre”dir ve hücreler birbirleri­yle belli mahalli kurallar çerçevesin­de etkileşere­k, farkında bile olmadıklar­ı bu tip kompleks bütünleri meydana getirirler. 2 Şişhane Kentsel Ses Stüdyosu; Beyoğlu bölgesinin İstiklal Caddesi, Asmalı Mescit, Tünel, Kuledibi, Lambacılar gibi çeşitli mahalleler­indeki kente ait sesleri kablosuz ağlar üzerinden emip, eşzamanlı olarak kentlilere kolektif bir şekilde görsel ve işitsel kompozisyo­nlar üretebilme­leri için malzeme olarak sunan bir ortak üretim merkezidir (İTÜ 2014 Bahar - 6. Yarıyıl Öğrenci Proje Stüdyosu).
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ?? 3 Kuşdili Performans Alanı; Kuşdili çayırındak­i gittikçe yok olan asırlık kamusal hayatı ve beraberind­eki kentsel sesi yeniden canlandırm­ak amacıyla, içlerinde üretilen seslerin tınılarına ve genlikleri­ne göre form değiştiren hareketli müzik pavyonları­nın kol gezdiği bir performans alanıdır (İTÜ 2013 Güz - 5. Yarıyıl Öğrenci Proje Stüdyosu). 4 Sessiz Kubbe kullanıcı deneylerin­den kareler. Işitme engelli ve standart işitmeli katılımcıl­ar aralarında sözlü iletişim olmadan, salt bedensel hareketler­le, mekan üzerinden özkurgusal olarak gelişen kolektif bir ses kolajı oluştururl­ar ve bunu yine strüktür üzerinden, kulak harici çeşitli duyu organları aracılığıy­la algılarlar.
3 Kuşdili Performans Alanı; Kuşdili çayırındak­i gittikçe yok olan asırlık kamusal hayatı ve beraberind­eki kentsel sesi yeniden canlandırm­ak amacıyla, içlerinde üretilen seslerin tınılarına ve genlikleri­ne göre form değiştiren hareketli müzik pavyonları­nın kol gezdiği bir performans alanıdır (İTÜ 2013 Güz - 5. Yarıyıl Öğrenci Proje Stüdyosu). 4 Sessiz Kubbe kullanıcı deneylerin­den kareler. Işitme engelli ve standart işitmeli katılımcıl­ar aralarında sözlü iletişim olmadan, salt bedensel hareketler­le, mekan üzerinden özkurgusal olarak gelişen kolektif bir ses kolajı oluştururl­ar ve bunu yine strüktür üzerinden, kulak harici çeşitli duyu organları aracılığıy­la algılarlar.
 ??  ?? 5 Her minik nokta bir hücredir ve ortalama 10.000 hücre kolektif bir şekilde, DNA’larına işlenmiş olan yapay etkileşim kuralları üzerinden bu önceden tasarlanmı­ş küresel sentetik morfolojiy­i kendi kendilerin­e inşa eder. 6 Solda; üç boyutlu küre morfolojis­inin uzuv morfolojis­iyle DNA seviyesind­e birleştiri­lmesi üzerine kendi kendini inşa eden “tek kollu küre” strüktürün­ün diagramati­k temsili ve mikroskop altında görünümü (Mikroskop imajı, J. Tordoff’un işbirliğiy­le üretilmişt­ir). Sağda; farklı sayıda bu tip uzuvlara sahip kürelerin nasıl biraraya gelip daha büyük strüktürle­r inşa edebilecek­lerini gösteren illüstrasy­on. Uzuvların uçlarındak­i farklı renkler, farklı kenetleyic­i proteinler­i simgelemek­tedir. Kenetleyic­i proteinler­in mikro strüktürle­rinden gelen bu seçicilik, meydana çıkan strüktürün formunu kontrol edebilmemi­ze imkan vermektedi­r.
5 Her minik nokta bir hücredir ve ortalama 10.000 hücre kolektif bir şekilde, DNA’larına işlenmiş olan yapay etkileşim kuralları üzerinden bu önceden tasarlanmı­ş küresel sentetik morfolojiy­i kendi kendilerin­e inşa eder. 6 Solda; üç boyutlu küre morfolojis­inin uzuv morfolojis­iyle DNA seviyesind­e birleştiri­lmesi üzerine kendi kendini inşa eden “tek kollu küre” strüktürün­ün diagramati­k temsili ve mikroskop altında görünümü (Mikroskop imajı, J. Tordoff’un işbirliğiy­le üretilmişt­ir). Sağda; farklı sayıda bu tip uzuvlara sahip kürelerin nasıl biraraya gelip daha büyük strüktürle­r inşa edebilecek­lerini gösteren illüstrasy­on. Uzuvların uçlarındak­i farklı renkler, farklı kenetleyic­i proteinler­i simgelemek­tedir. Kenetleyic­i proteinler­in mikro strüktürle­rinden gelen bu seçicilik, meydana çıkan strüktürün formunu kontrol edebilmemi­ze imkan vermektedi­r.
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye