Kamusal Alanlardan DNA Devrelerine:
Mekansal Özkurguyu Tasarlamak
Gizem Gümüşkaya ■ Onbinlerce atomun elektrostatik diyaloglar ile ürettiği çetrefilli moleküllerden, binlerce kök hücresinin biyoelektrik haberleşme ağları ile oluşturduğu kompleks embriyolara ve yüzlerce karıncanın çevreye kimyasal ipuçları işleyerek inşa ettiği devasa yuvalara kadar doğadaki her türlü kolektif inşa süreci, onu meydana getiren biyolojik sistemdeki işçilerin birbiriyle ve çevreleriyle bir dizi mahalli kural üzerinden etkileşmesiyle, özkurgusal1 olarak gerçekleşmektedir.
Bu etkileşim kuralları, harici bir otorite tarafından verilmiş peşin emirler değil, inşa sürecinde işçilerin, içsel ve bağlamsal değişkenlere göre kendi kendilerine verdikleri kararlardır. Örneğin, bir atom herhangi bir molekülün inşasında hangi bağları kuracağına yörüngesindeki elektron bulutuna göre, bir hücre bir organizmanın gelişiminde hangi proteinleri sentezleyeceğine o anda aktif olan genlerine göre ve bir karınca bir sonraki çamur “tuğla”yı nereye koyacağına halihazırda konuşlandırılmış tuğlaların doğrultusuna göre karar verir (Camazine, 2001). Fakat ne atom o esnada hangi molekülü oluşturduğunun, ne hücre hangi organizmayı vücuda getirdiğinin ne de karınca yuvanın hangi kısmını inşa etmekte olduğunun farkındadır. Zira, tüm bu biyokimyasal işçiler tamamen yerel işaretlere odaklanmış vaziyettedir ve bütüncül farkındalıktan yoksundur.
Sanal, biyolojik ve sosyal özkurgu Doğadaki inşai süreçleri yöneten bu kompleks bütünlerin mahalli kurallardan özkurgusal bir biçimde meydana gelmesi prensibini, İngiliz matematikçi John Conway, geliştirdiği “Game of Life” isimli, kağıt üzerinde yahut bilgisayarda oynanabilen mantık oyunu ile basit ve etkili bir şekilde gözler önüne serer (Gardner 1970). Game of Life’da insan oyuncunun tek fonksiyonu, piksel şeklindeki hücrelerin ikamet ettiği iki boyutlu bir grid düzleminde (Resim 1), oyunun kaç hücre ile başlayacağını ve bu hücrelerin birbirlerine göre başlangıç pozisyonlarının ne olacağını belirlemektir.
Bu koşullar belirlenip oyun başladıktan sonra, oyuncu artık salt gözlemci konumunda kalır. Hücreler birbirleriyle bir dizi mahalli kural üzerinden etkileşerek oyunu kendi kendilerine devam ettirir. Bu kurallara göre, bir hücre, eğer çevresinde 3 komşusu varsa doğar; 2’den az komşusu varsa yalnızlıktan, 3’ten fazla komşusu varsa kalabalıktan ölür; ancak 2 ya da 3 komşusu varsa yaşamaya devam edebilir. Hücreler yerel ölçekte sürekli bu mahalli kurallar üzerinden bir sonraki zaman adımındaki pozisyonlarını hesaplarken, daha üst ölçekte, farkına bile varmadıkları -Resim 1’deki gibi- kolektif bütünleri oluştururlar2.
Game of Life’daki bu pikseller misali, doğadaki atom, hücre, birey gibi “yapı taşları” da bağlamsal değişkenleri, halihazırda içselleştirmiş oldukları mahalli kurallar doğrultusunda yorumlayıp, inşa sürecindeki müteakip adımı ona göre atarlar. Bu şekilde, hedef gütmeden, ayırdında bile olmadan, oldukça teferruatlı ve işlevsel kolektif bütünleri meydana getirirler. Atomların molekülleri, moleküllerin hücreleri, hücrelerin organizmaları, organizmaların sosyal grupları oluşturması hep bu tip kolektif, özkurgusal süreçlere örnektir.
Doğadaki bu özkurgusal faaliyetlerle kıyaslandığında, çevremizdeki beşeri inşaat süreçleri oldukça farklıdır; günümüzde çoğu yapı ve yerleşim, tabandan türeyerek bir düzene erişmektense, rasyonel bir şekilde tepeden planlanır. Bunun temel sebebi, insanın, -özellikle teknoloji çağı insanının- yerelin yanında bütüne dair farkındalığının doğadaki herhangi bir varlığa kıyasla çok daha gelişmiş olmasıdır. Dolayısıyla, bir inşaat sürecinde, her şeyden önce özelleşmiş meslek insanları bütünü belli amaçlar doğrultusunda kağıt üzerinde tasarlar ve akabinde bu hedef tasarımı adım adım yerelde icra edilebilir hamlelere ayırırlar. Bu süreci de GPS, GIS, harita, bina planı, detay çizimi, görev idare yazılımları gibi bütün ile yereli bağlayan teknolojik araçlarla yönetirler.
Ancak, medeniyetin ve teknolojinin henüz mesleki özelleşmeyi ve bu tip araçları meydana getirecek kadar gelişmediği insan topluluklarına baktığımızda birçok yapı faaliyetinin doğadaki özkurgusal inşai süreçlerden çok da farklı olmadığını görürüz. Örneğin, neolitik kentlere bakıldığında, karşımıza tepeden planlanmış değil de, tabandan türemiş organik kent dokuları çıkar. Adeta bir sonraki tuğlayı nereye yerleştireceğine halihazırda örülmüş dokunun doğrultusuna göre karar veren bir karınca gibi, bu özkurgusal kentleri inşa eden insanlar da bir sonraki haneyi nereye yerleştireceklerine, çevredeki komşu hanelerin doğrultusuna göre karar verirler. Game of Life’daki hücreler misali, kentlerini yerel değişkenler ve
içselleştirilmiş kurallar üzerinden inşa eden bu insanlar, ne kentin harita üzerindeki bütüncül biçiminin ayırdındadırlar ne de bu onlar için bir önem arz eder. Buna rağmen, bu tip kentler, Anadolu’daki Neolitik Hacılar yerleşiminde (Mellaart, 1970), Ortaçağ Fransa’sındaki Vaucluse köylerinde (Hillier ve Hanson, 2005) ve hatta güncel Hindistan’daki Jhuggi gecekondu kentinde (Erickson ve LloydJones, 1997) dahi görülen, “beady ring” ismi verilen kent dokusu gibi çeşitli bütüncül düzenlere özkurgusal bir şekilde erişmişlerdir. Çağlarla ayrılmış ve birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki bu insan topluluklarının kendi kendilerine
geliştirdikleri yerel kurallar üzerinden benzer dokularda kentler kurmuş olmaları, insanın da doğadaki diğer biyokimyasal varlıklar gibi yeri geldiğinde bütüncül bir düzene, özkurgusal bir kolektiflik içerisinde ulaşabileceğinin kanıtıdır.
Kaldı ki, insanın bu kolektif özkurgu kabiliyeti, kendini, özkurgusal şehirler gibi fiziki bütünlerin ötesinde, her an hepimizin bir parçası olageldiği dil ve toplum gibi gayrimaddi bütünlerin oluşumunda da açıkça gösterir. Sonuçta dil, bir insan topluluğunun yerel kurallar (diğer bir deyişle dil bilgisi kuralları) ile geliştirdiği işlevsel bir bütünden başka nedir? Keza, toplum da bireylerin birbirleriyle ve içinde bulundukları mekan ile etkileşimlerinden türeyen kolektiflik değil midir? Topluma şekil veren bu sosyal ve mekansal etkileşim kuralları, dili oluşturan dilbigisi kuralları kadar bir çırpıda kavranabilir nitelikte olmasa da, toplum olarak ikamet ettiğimiz yapılı çevrelere, bilhassa kamusal alanlarımıza derinlemesine işlemiş vaziyettedir ve gündelik yaşam deneyimimizin her saniyesine tesir ederler. Nitekim, nasıl dilbilgisi kuralları zaman içerisinde kültürle beraber evrilip değişirse, toplumsal karakteri şekillendiren bu etkileşim kuralları da yapılı çevre ile evrilip değişir. Bu değişimin kendisi organik bir süreç olmakla beraber, yine de toplumsal karakterin şekillenmesinde yapılı çevrenin tasarımcıları olan mimarlara ve şehir plancılarına çok iş düşer. Zira, mimarlık, içinde yaşadığımız maddi dünyaya şekil vererek bizi türlü etkileşimlere, karşılaşımlara ve hatta ayrışımlara koşullayabilir; bu şekilde sosyal ilişkilere ve dolayısıyla toplumsal karaktere yön verir. Dolayısıyla, inanıyorum ki, bugün otoriter kent politikalarının sonucu olarak bizi kuşatmakta olan toplumsal yalnızlaşma ve ötekileşme hali ile mücadele etmenin yolu, her şeyden önce kentlerimizden ve bilhassa kentlerin “oturma odaları” olan kamusal alanlarımızdan geçer.
Etkileşimli kamusal alanlar
Mimarlar olarak, tasarladığımız kamusal alanlara işlediğimiz mahalli etkileşim kuralları üzerinden yukarıda bahsedilen sosyal özkurguya büyük tesirimiz vardır. Bu kuralları, bireyler arası etkileşimi teşvik edecek ve hatta kolektif üretimi tetikleyecek şekilde tasarlayabilir, bu şekilde bireylerin hem birbirleriyle hem de kent ile olan ilişkilerini besleyebilir ve dolayısıyla kente ve birbirlerine dair aitlik duygularını artırabiliriz. Bu inanç ışığında, İTÜ’deki lisans çalışmalarım boyunca stüdyo projelerimdeki odak nokta, hep toplumun bireyleri arasındaki diyaloğu tetikleyen etkileşimli kamusal alan tasarımları oldu. Şişhane’deki kentsel ses stüdyosundan (Resim
2), Kadıköy Kuşdili çayırındaki performans alanına (Resim 3) kadar pek çok farklı projede3, bireyler arası etkileşim kurallarını bedensel ve
bağlamsal ses üzerinden tasarlayıp, fiziki mekan üzerinden tarifledim. Öğrenci stüdyosunun doğası gereği kağıt üzerinde kalan bu projelerin akabinde, ancak yüksek lisans yıllarımda bu tipte bir ses odaklı, etkileşimli kamusal alan tasarımını inşa etme ve kontrollü deneyler aracılığıyla bahsi geçen öngörüleri sınama fırsatı bulabildim.
“Sessiz Kubbe” isimli ilk yüksek lisans projemde, sosyal olan etmenler arasında, yukarıda bahsettiğim, toplum ölçeğinde tesir etmek üzere tertiplenmiş uzun soluklu politik tasarılardansa daha ufak bir ölçekte erişilebilir olan bedensel engel faktörüne odaklandım. Özellikle işitme engelinin böyle bir toplumsal ayrışım faktörü haline geldiğini, müzik ile uğraştığım uzun yıllar boyunca birçok kez çevremde gözlemlemiştim. Zira, bugün çoğu toplumda, özellikle ses ve müzik bağlamında, işitme engelli bireylerin “alakasız” hükmü giyip yok sayılmaya tek alternatifleri, sosyal ilişkilerini işitme cihazı gibi tamamlayıcı arayüzlerle “düzeltilmiş bedenler” üzerinden kurmaktır. Halbuki, kanımca, toplumu oluşturan bireylerin bedensel farklılıklarından dolayı meydana çıkan bu tip bir ötekileşmeyi, farklılıkları görmezden gelmek yahut ortadan kaldırmaya çalışmaktan ziyade, ancak farklılıkları kutlayarak aşabiliriz. Bu amaçla, Sessiz Kubbe’yi, işitsel algıyı “kulak” organından azat edip tüm vücuda yayan ve bunu işitme engelli bireylerde bilhassa daha da keskinleşmiş olan dokunma ve görme duyularına odaklanarak gerçekleyen, cybernetic bir mekansal müzik enstrümanı olarak tasarladım (Resim 4).
Bu mekansal müzik enstrümanı, strüktürün uzantısı olan ve etkileşim araçlarınının çevrelediği metal oturma elemanlarına yerleşmek kaydıyla hem işitme engeline hem standart işitmeye sahip katılımcılardan oluşan dört kişilik bir grup tarafından kolektif olarak çalınabilmektedir. Farklı işitme ve konuşma kabiliyetlerine sahip bu katılımcıların arasında kesintisiz bir görsel iletişim sağlamak amacıyla, mekansal enstrüman dairesel bir plana sahiptir. Her bir metal oturma elemanının tepesinde yer alan ultrasonik hareket sensörleri ve zemininde yer alan piezoelektrik pedler, katılımcıların bedensel hareketlerini sese dönüştürür ve bu şekilde katılımcılar, bedensel uzuvlarını hareket ettirerek bir ses katmanının anlık frekansını ve ayak tabalarının yer ile teması üzerinden de yine bu sesin anlık ritmini kontrol edebilirler. Katılımcılardan her biri bu şekilde otonom olarak bir sessel katmanı yönetirken, bu dört katmanın üst üste binmesiyle kolektif bir ses kolajı meydana gelir. Bu kolektif kolajın ritim katmanı, oturma elemanlarının içindeki titreşim
motorları aracılığıyla oturma kemikleri üzerinden ve kubbenin tepesindeki ışık
şeritleri aracılığıyla görsel bir biçimde kullanıcılara iletilir. Kolektif ses kolajının frekans katmanı ise strüktürün uzantısı olan ve katılımcıların alınlarına dayanan
kemik iletim transduserleri aracılığıyla, kullanıcıların kafatası kemikleri üzerinden direkt kokleaya iletilir. Bu şekilde Sessiz Kubbe, mekan ve beden arayüzünde kolektif üretilen bir sessel kompozisyonu, katılımcılara kulak harici duyu organları aracılığıyla geri aktarır ve bu devinimde bireyler arası etkileşimler üzerinden şekillenen bir sosyal özkurgu deneyimine ortam yaratır.
Sessiz Kubbe’yi bu prensipler üzerinden inşa ettikten sonra yürüttüğüm kullanıcı deneylerinde gözlemlediğim ilk şey, genelde katılımcıların, mekanla etkileşime başlar başlamaz birbirleriyle olan etkileşimlerini kestikleri ve belli bir süre boyunca yukarıdaki mahalli etkileşim kurallarını tek başlarına, sanki çevrelerinde kimse yokmuşçasına keşfettikleri oldu. Bu başlangıç esnalarında “kolektif kompozisyon” bir kakafoniden farksızdı. Ancak zamanla, katılımcılar bireysel ritmi ve frekansı bedensel hareketlerle kontrole alıştıkça, birbirlerine kulak kabartmaya ve ortaklaşa meydana getirdikleri bütüne dikkat kesilmeye başladılar. Katılımcıların farkındalığının bu şekilde kolektif bütüne kayışının, onları birbirleriyle daha yoğun bir dialog haline soktuğunu ve daha da önemlisi, kolektif üretimi tetiklemeye başladığını gördüm. Bu süreçte katılımcılar birbirlerini bedensel jestlerle yönlendirerek kompozisyondaki dörtlü uyumu sağlamaya çalışıyor, her grupta değişen, kendilerine özgü birtakım etkileşim kuralları icat ediyorlardı. Kolektif ses kolajı da bu noktada kakafoni halinden sıyrılmış, özkurgusal bir şekilde, kendine has bir düzene evrilmeye başlamıştı.
Bedensel jestlerle anlaşmaya halihazırda alışık olan işitme engelli katılımcıların bu süreci daha iyi yönettiğini ve hatta organik bir şekilde grup liderliğine evrildiklerini farklı gruplarda tekrar tekrar gözlemledim. Üstelik, bu bedensel jestlerle anlaşma mecburiyeti deneyiminin, standart işitmeye sahip katılımcılarda işitme engeline karşı bir empati oluşturduğunu da deneyden sonra yaptığım röportajlarda farkettim. Bunun yanında, işitme engeline dair bir diğer empati kaynağı da, strüktürün iç-dış görsel nüfuzu sağlamasından gelmekteydi. Zira, çevreden gelip geçenler kubbenin içinde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, fakat ses katılımcıların bedenleri üzerinden aktarıldığından ve asla dışarıya verilmediğinden, seyir konumunda hiçbir
şey duyamıyorlardı. Hal böyle olunca, ancak katılımcılar arasındaki hararetli etkileşiminin sessiz, fiziki zuhruna tanıklık etmekle kalıyor, etkileşime dair pek bir çıkarımda bulunamıyorlardı. İşte tam da bu sosyal etkileşimi görme ancak ses eksik olduğundan ona pek de bir
anlam verememe durumu, aslında işitme engellilerin her gün deneyimledikleri ve standart işitmelilerin farkına bile varmadığı bir durumdur. Sessiz Kubbe’nin tasarım amaçlarından biri de bu deneyimi kamusal mekanda tersyüz etmektedir, keza ismini de buradan almaktadır.
Bu gözlemler ışığında Sessiz Kubbe, bireyler arası mahalli etkileşim kurallarının
mimari-mekatronik bir arayüzle tariflenebileceğini ve bunun öngörülen bir sosyal kolektifliği doğurabileceğini gösterdi. Zira, bu tip bir etkileşimli kamusal alan projesinin en önemli çıktısı, katılımcıların kolektif olarak kendilerinden daha büyük bir şeyin parçası haline geldiklerini farketmeleri ve bu farkındalık üzerinden kuvvetlenen sosyal aitlik duygularıdır. Sessiz Kubbe’nin hem işitme engelli hem de standart işitmeye sahip katılımcılarının, deney başladıktan ortalama yarım saat sonra ortaya çıkmaya başlayan ses kolajı bütününün farkına varması ve onun yönetimini özkurgusal bir şekilde ele alması hali bu tip bir çıktıya örnektir. Bu çeşit sosyal aitlik duygularının teşviki, politik sebeplerden ötürü birbirlerinden gün geçtikçe soyutlanan bir ülkenin vatandaşlarından, fiziksel sebeplerden ötürü toplumdan soyutlanan engelli bireylere kadar herkesin kamusal hakkı, kent ve kamusal alanın tasarımcıları olan mimarların da sorumluluğudur.
Programlanabilir biyolojik strüktürler
Sosyal boyutunu lisans projelerim ve Sessiz Kubbe’de irdelediğim kolektif özkurguyu tetikleme ve yönetmeye dair arayışımın bir paralel pratiğini de yine bu yıllarda sentetik
biyoloji (Andrianantoandro vd., 2006) alanında buldum. Nasıl mimarlar toplumun bireyleri arasındaki etkileşim kurallarını tasarlayıp, bunları kamusal mekanın inşası üzerinden bireylere tarifliyor ve bu şekilde belli toplumsal bütünlerin özkurgusal bir şekilde vücut bulmasını sağlıyorsa, sentetik biyologlar da çok hücreli bir dokudaki hücreler arası etkileşim kurallarını tasarlayıp, bu kuralları hücrelere sentetik
DNA devreleri üzerinden tarifliyor ve bu şekilde önceden doğada hiç görülmemiş biyolojik strüktürlerin kendi kendilerini inşa etmesini sağlıyordu. Sentetik biyoloji ve mimarlık arasında gördüğüm bu özkurgu yönetimine dair kuramsal bağ aracılığıyla başladığım biyoelektrik mühendisliği alanındaki ikinci yüksek lisansım esnasında, sentetik biyolojinin bu kuramsal bağ üzerinden ve onun da ötesinde, mimari inşa pratiğine de doğrudan katkıda bulunabileceğini keşfettim: Biyolojik dokuların bizim tasarladığımız fiziki bütünlere özkurgusal inşalarını sağlamak, doğada henüz hiç gözlemlenmemiş canlı sistemler kurmayı ve hatta kendi kendini inşa eden yapılar üretmeyi mümkün kılabilir!
Bu amaca doğru ilk deneylerimden biri, bir grup hücreye belli bir hedef mimariyi tarifleyen mahalli etkileşim kurallarını sentetik DNA devreleri aracılığıyla enjekte etmek ve bu şekilde bu hücre kolektifinin, önceden belirlenmiş bir geometriye kendi kendini inşa etmesini sağlamaktı. Bu deneyin sonucunda, hücrelerin birbirleriyle diyaloğa geçerek, 24 saat içerisinde, DNA’larındaki sentetik etkileşim kurallarının tariflediği üç boyutlu küre morfolojisini inşa etmeyi başardıklarını gördüm (Resim 5). Bu sonuç, hücrelerin tasarım ürünü olan strüktürleri otonom bir şekilde inşa etmek üzere programlanabileceğini gösterirken, aynı zamanda, belli bir mesafeden sonra besin ve oksijenin strüktürün ortasındaki hücrelere ulaşamaması sebebiyle, bu tip strüktürlerin çapının ortalama 1 mm’yi geçemeyeceğini de ortaya çıkarmış oldu. Tam bu tip bir sentetik strüktürün, bu ufak boyutuyla tek başına mimari ölçekte pek de bir fonksiyon taşıyamayacağını düşünürken, bu strüktürlerin staged selfassembly metoduyla biraraya getirilerek daha büyük strüktürler için yapı taşı teşkil edebileceğini keşfettim (Gümüşkaya,
2018). Fakat bu küresel morfolojinin bir yapı taşı olarak kullanılabilmesi için, üzerinde başka yapı taşlarıyla biraraya gelebileceği bağlantı detaylarının yer aldığı, daha kompleks bir forma sahip olması
gerekiyordu. Bunu da yine bu küreyi inşa etmiş olan hücrelerin DNA’larına başka yapay morfolojilerin yerel etkileşim kurallarını ekleyerek başarabileceğimizi gördüm. Sözgelimi bu amaçla, hayvanlardaki uzuvların meydana çıkışını tetikleyen genleri araştıran laboratuvar arkadaşım J. Tordoff ile birlikte bu küre morfolojisini tarifleyen genetik mahalli kurallara, uzuv morfolojisini tarifleyen kuralları da ekledik ve Resim 6’daki “tek kollu” küresel organizmanın kendi kendini inşasını sağladık.
Bu tip bir sentetik uzuv morfolojisini eklemedeki nihai amaç, bu uzuvların uçlarında farklı tiplerde kenetlenici proteinlerin türemesine olanak vermekti. Zira, bu birbirlerine uyumlu kenetlenici proteinler aracılığıyla, çeşitli sayıda uzva sahip küresel yapı taşları biraraya gelip, belirli konfigürasyonlarla kenetlenip, santimetre ölçeğindeki strüktürleri, kontrollü ve otonom bir şekilde inşa edebilecekler (Resim 6). Bu strüktürlerin mukavemetini ise, yine hücrelerin DNA’larına bu kez de kemik ve kıkırdak dokusu gibi mineral bazlı biyolojik malzemelerin üretimini sağlayan genetik ağları entegre ederek mümkün kılabiliriz. Bu şekilde, itme ve çekme kuvvetini eşzamanlı uygulayarak yük taşıyabilen, çevresinin farkında olan ve onunla etkileşime geçebilen, kendini iyileştirebilen ve en önemlisi, kendi belirli hedef strüktürlere özkurgusal bir şekilde inşa etmek üzere programlanabilen canlı yapılar üretebiliriz. Üstelik, bu tip yapıların nihai yapı taşlarının daimi bir şekilde kendi kendilerini çoğaltabilen canlı hücreler olması, elimizeki mimari malzemenin sürekli kendi kendini yenileyeceği anlamına gelir.
Bu türden bir inşai teknik, gezegenizimizdeki birçok probleme çözüm üretmenin ötesinde, belki de en önemli katkıyı uzay bağlamındaki inşai faaliyetlere yapacaktır. An itibarıyla Dünya’nın yerçekimsel alanından çıkmanın zorluğu yüzünden bilim insanları uzaya taşınan yükleri olabildiğince asgari seviyede tutmaktadır. Dolayısıyla, Dünya’nın yörüngesinden şu anki inşa tekniklerimizin gerektirdiği tonlarca inşaat malzemesi ve makina ile çıkabilmemiz neredeyse imkansız. Onun yerine, yörüngeden bir tüp genetiği değiştirilmiş hücre ile ayrılıp, uzay yolculuğu boyunca bu hücreleri çoğaltıp, kendi kendilerini mimari yapı elemanlarına dönüştürmelerini sağlamak çok daha makul bir çözüm olacaktır.
İnsan toplulukları yahut biyolojik dokular gibi canlı sistemlerin ancak kendi kendilerine şekil alıyor olmaları ve bir nesne gibi tepeden planlanamamaları, bu tip sistemlerin bir tasarım unsuru olarak değerlendirilemeyeceği anlamına gelmez. Aksine, bu sistemlerin bireyler arası mahalli etkileşim kuralları ile tabandan türüyor olmaları, tasarımcılar olarak bize kamusal alan yahut genetik mekan gibi fiziksel arayüzler üzerinden bu kuralları değiştirme ve hatta yenilerini enjekte etme fırsatı verir. Bu şekilde tasarımcı, otonom sistemler üzerindeki öngörülerini, bu sistemlerin özkurgusal karakterlerinden faydalanarak gerçekleyebilir. Bu doğrultuda, bu tip bir tasarım sürecindeki en önemli adım, tasarımcının, planladığı özkurgusal bütünlerin meydana çıkmasını sağlayan mahalli kuralları geliştirebilmesi ve bunları, sistemi meydana getiren bireylere mekansal arayüzler üzerinden tanımlayabilmesidir. Zira bunu başardığında, tasarımcıya kalan tek şey, arkasına yaslanıp, bütünün kendini inşa etmesini izlemek olacaktır.