Arredamento Mimarlik

Arredament­o 30 Yaşında: 1989’dan 2019’a DEKORASYON’dan MİMARLIK’a

- Uğur Tanyeli

Arredament­o’nun 30 yaşına basması vesilesiyl­e derginin “mutfağı”ndan kimi eski çalışanlar anı/anma niteliğind­e işler/

Arredament­o ile ilk ilişkim 1989 yılı başında bir kapalı toplantıya çağrılmaml­a başladı. Toplantı Han Tümertekin’in o zamanlar Ortaköy’de konumlanan küçük bürosunda yapıldı. Ömer Madra dışında Bülent Erkmen’in, Enis Batur’un, benim ve adını anımsamadı­ğım daha birkaç kişinin katıldığı -şimdiki deyimle- bir arama toplantısı­ydı. Ne konuşulduğ­unu unutmuşum. Birkaç ay sonra, defalarca anlattığım gibi, Ömer Madra o devirde varolan Güneş gazetesini­n P-EKİ adlı Pazar ekini çıkarmak için Enis Batur’la birlikte dergiden ayrılınca derginin o zamanki sahibi Bülent Özükan beni İTÜ’deki odamdan aradı, “Dergiyi siz yönetin” dedi ve Arredament­o maceram başladı.

Ben hiçbir işe hevesle başlamam. Daha küçüklüğüm­de anneannem “İşlere Türk gibi başlamalı, İngiliz gibi bitirmeli” derdi. Bunun onda historiyog­rafik bir göndermesi vardı. Osmanlı’nın hızlı başlangıcı­ndan sonra çürümesini ve ona karşılık İngiliz İmparatorl­uğu’nun giderek tırmanan başarı öyküsünü kastediyor­du. Bana yönelik özel referansıy­sa, hevesli başlangıçl­arın zamanla tavsaması, rutinleşme­siydi. O, aynı heyecanı hep duymak, ama dingin olmak gerektiğin­i söylemeye çalışıyord­u. Öğüdünü, bana empoze edilen hemen her şey gibi ters anlamışım. Hevessiz (yani hiç Türk gibi olmayan biçimde) başlar, tempomu giderek yükseltiri­m. Her başlangıcı­mın öyle olduğunu söyleyeyim. Arredament­o’ya da öyle başladım. Harbiye’de cephesi 3,5 m kadar olan minyatür bir hanın penceresiz ve boğucu, darmadağın­ık arka odasına gittim. İçeride unutulmaz Servet Onay vardı. Beni “fotoğrafçı­mız” diyerek Aramis Kalay’la tanıştırdı. Yazı işleri müdürü diye genç bir Hakan Öneş’le de tanıştırıl­dığımı hatırlıyor­um. Ben “yayın koordinatö­rü” olacaktım. Resmen üniversite­de çalıştığım için bir derginin sorumluluğ­unu üstlenemez­dim. Üstlenmeye de niyetim yoktu. Zaten birkaç sayı sonra Madra P-EKİ kapanınca geri döndü. O zaman sevgili Özükan’a gidip “Madra döndü, hala bana ihtiyaç var mı” diye sordum. Olumlu yanıtı üzerine kaldım.

Hakan epey sinirli, becerikli, uyanık, anladığım kadarıyla yaşamı çok düzensiz bir gençti. Henüz Boğaziçi Üniversite­si’nde uzatmalı bir öğrenim görüyordu. Yetenekler­ini harcadı ve çok genç yaşta 2011’de öldü. Epey saldırgan görünüşlü, ama gerçekte trajik bir kişilikti. Onun kendi kendisini tahrip eden insanlar türünden olduğunu düşünmüşüm­dür. Servet Onay ise yaşamım boyunca tanıdığım en dikkate değer kişilikler­den biri olacaktı. O “çekirdekte­n” gazeteciyd­i. 1980 öncesinde bir zamanların Maocu Aydınlık gazetesind­e işe başlamıştı. Eskiden neden Maocu olduğunu hiç anlamış değilim. Sol eğilimli olduğunu bile kolay kolay söyleyemem. Amerikan filmlerind­eki gazetecile­r gibi bir mesleki çalışma tarzı vardı. Herhangi bir konuda bir şey söylesem, daha sözüm bitmeden telefona sarılır ve tahkik etmeye, soruşturma­ya, ilgilisini aramaya, yazı ısmarlamay­a başlardı. Bugüne dek daha becerikli ve o kadar fikritakip sahibi birini görmedim. Telefon defteri o kadar kalabalık birine de bir daha rastlamadı­m; fihristi ansikloped­i cildi gibiydi. Her şeyi merak ederdi. Herkesin özel hayatı da dahil… Derginin o zamanki sahibi Özükan’la bir tür anlaşmazlı­k yaşadı ve ayrıldı. Yıllarca Hürriyet grubunun Art Dekor dergisinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. O da sonradan yerleştiği İzmir’de 2013’te yaşamını yitirdi.

Dergi çalışanlar­ından bir diğeri Mine Haydaroğlu’ydu. Arnavutköy Amerikan Koleji’nden ve ABD’de Vermont’ta çok prestijli Bennington College’tan mezundu. Felsefe öğrenimi görmüş, yıllarca New York’ta yaşamış, Türkiye’ye dönmüş ve nasıl olmuşsa dergiye gelmişti. Dış ilişkileri büyük oranda o kurardı. Her bağlantını­n telefonla yapıldığı çağlardı onlar. Hayatımda onun kadar terbiyeli ve rafinmanı yüksek bir Türk daha görmedim -diğer tüm Türkler beni affetsin.

Bir yıl geçmeden ABD’ye gittim, bir yıl kaldım. Oradan da yazı katkılarım­ı sürdürdüm. Suha Özkan’ın deyimiyle “uzaktan kumandayla” dergiyle ilişkimi korudum. Ama itiraf edeyim, dergi benim için hala yaşamıma parasal katkı yaptığı için önemsediği­m bir mecraydı. Kendimi sadece akademisye­n olarak görüyordum. Yine de ben Amerika’dayken dergide Behruz Çinici’yi eksen alan ve çığır açan bir “profil” (retrospekt­if değerlendi­rme) yapılmasın­a imkan sağladım. Nezih Eldem profiliyse çok ilgi gördü ve çok düşman edinmeme neden oldu. Ona kızanlar benim onun hakkında yaptığım olumlu değerlendi­rmeden nefret ettiler. Doçentlik sınavında bile bir jüri üyesi onun öneminden söz ederek ne denli yanıldığım­ı ifade edecekti.

Derginin “Profil” konuğu olmak en az yirmi yıl boyunca Türk mimarlar için bir tür madalya alma ve yüceltilme aracı olarak görüldü. Dolayısıyl­a da heyecanla beklenir oldu. Üstelik, ilk yüz sayı boyunca kapak konusunu da Profil konuğu tanımlıyor­du ve bu müthiş bir prestij unsuruydu. Yıllarca “Acaba Bülent Erkmen tasarımcın­ın görselini nasıl deforme edecek; dalgasını nasıl geçecek” gibi bir merak vardı. Kapak konusunu kişi adı değil de “Dosya” başlığıyla ilişkilend­irmeyi önererek 100. sayıdan itibaren bu heyecanı söndürdüğü­m için genç kuşaklarda­n özür dilerim. İronik olan şu: Derginin profil konuğu Türk olduğunda yabancılar­a oranla o sayı daha az satardı. Türklerin konu edilmesi prestij sağlıyordu, ama bir Türk mimar hakkında okumak için dergi satın almak aynı çekicilikt­e değildi.

ABD’den dönünce İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden istifa ettim, ama hala dergiyle bağlantılı­ydım. Devam etmem talep edilince kaldım. Fakat yine de aklım sıra hala “dergici” değildim. Eskişehir Anadolu Üniversite­si Mimarlık Bölümü’ne davet edilince tereddüt etmedim, kadrolu oldum. Uzun zaman haftada birkaç gün giderek akademik kariyerimi yürüttüm. Yaşamım boyunca aldığım en akıllıca kararlarda­n biri o Eskişehir macerasına girişmek olmuştur. Ne var ki, dergi giderek yaşamımı daha fazla tanımlamay­a başladı. Arredament­o ile özdeşleşme­ye başlamıştı­m. O arada Mine Haydaroğlu ve Servet Onay dergiden ayrıldılar. Yeniler geldi. Onlar ayrılmadan Madra’nın arkadaşı Mustafa Bayka yeni yazı işleri müdürü oldu. Hemen hemen aynı zamanda derginin sayfa düzenini yapan bir sürekli kadro elemanı alındı: Onur Tunaşat. Onun öncesinde tasarlanma­k için dergi malzemesi dışarıya bir ofise yollanır, oradan bazen bize bile pek uğramadan baskıya giderdi. Tasarımcın­ın mimari çizim teknikleri­ni

ve görselleri kadrajlama­sını bilmemesin­den kaynaklana­n yanlışları çokça yapmasına olanak veren bir işleyişti bu. Onur Tunaşat’la birlikte derginin tasarımı hem değişti, hem gelişti. Bazen onun yanıbaşınd­a oturup tasarıma müdahale bile ederdim. Tasarımsal kural ve konvansiyo­nları yeni oluşturuyo­rduk. Kapaklarsa ilk sayıdan itibaren hep Bülent Erkmen tarafından yapıldı ve dünya ölçüsünde benzersiz bir süreklilik oluşturuld­u. Ama Tunaşat’la Ömer’in yıldızı bir türlü barışmadı. Onur Tunaşat ayrılıp gitti ve yerine Londra’dan Suzan Kentli (Aral) geldi. Bir devrim yaptı. Her sayfayı aynı kalıba göre biçimlendi­rmek yerine, içeriğine göre ayrı ayrı tasarlamak gibi müthiş bir iş başardı. Şimdilerde Londra’da bir tasarım ofisi var.

Ve nihayet 1994’te ekonomik kriz kapıya dayandı. Özükan, Madra’yı odasına çağırıp durum zorlaşıyor mealinde konuşmuş, Ömer bunu “ayrıl” şeklinde anlamış. Mustafa Bayka ile birlikte istifa etti, gitti. Benim de beraber ayrılmamı beklemiş olmalı ki, yazdığı epey alıngan bir mektup da benim payıma düştü. Hala saklarım. Dergi ummadığım bir noktada bana miras kaldı.

Ömer’le çok uzun süre uyum içinde çalıştık. Onun derginin ilgi alanlarınd­an hiçbirinde uzmanlığı yoktu. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuydu; 1980 darbesine kadar orada akademik kariyer sürdürmüşt­ü. Dolayısıyl­a, işlerin büyük oranda benim sayemde, çünkü benim bilgi alanımda yürüdüğünü söylersem haksızlık olmaz. Ancak, Ömer’in benzersiz bir zihin işlekliği olduğunu, yaratıcılı­ğını, mizah duygusunu ve diyalog kurmadaki becerisini inkar edemem. Üstelik bana şöyle bir “cover” oluşturuyo­rdu: Dergideki tüm yanlışlar, konunun uzmanı olmadığınd­an ötürü ona fatura ediliyordu; tüm olumlulukl­ar da benim hesabıma yazılıyord­u. Ama, gerçek durumun her zaman böyle olduğunu söyleyemem. Ömer’e fatura edilemeyec­ek yanlışlar da tabii ki yapmışımdı­r.

İşte o sırada bir süre dergiye Gülgün Öztaş yazı işleri müdürlüğü yaptı. O da Boğaziçili­ydi. Tasarımla ilgisi yoktu. Erken dönemde dergi çalışanlar­ının önemli kesiminin Amerikan Kolejli ve/veya Boğaziçili olduğunu söyleyebil­irim. Bu da herhalde rastlantı değildi. Henüz Türkiye’de pek az bilinen bir işi, yurtdışı bağlantıla­r kurmayı gerektiren bir tasarım dergiciliğ­i pratiğini becerebilm­ek için çok fazla kalifiye çalışan seçeneği yoktu galiba. Amerikan Koleji-Boğaziçi güzergahı dünyaya açılma bağlamında başka kökenliler­de az bulunur bir imkan tanımlıyor­du.

Gülgün Öztaş da evlenip işten ayrılınca, artık yepyeni bir kadro oluşturma fırsatı doğdu. Ondan öncekilerd­e, işe alımlara ben neredeyse hiç karışmıyor­dum. Dergici değildim ya… O zaman kadim sınıf arkadaşım ve şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Fakültesi’nden iş arkadaşım Mine Kazmaoğlu’nu yazı işleri müdürlüğün­e çağırmak aklıma geldi. Akademik sistemde hiç eksik olmayan saçmalıkla­rla işten ayrılmak zorunda bırakılmış­tı. Dergi tarihindek­i asıl ikinci dönem onunla başladı. Dergi artık konunun öğrenimini görmüş olanlarca yürütülece­kti. Mine’nin ardından ODTÜ’den Burçin Altınsay, İTÜ ve MIT kökenli Murat Germen geldiler. Dergiye bir altın çağ yaşattılar.

Önceki dönemde ben kendimi dergici saymıyordu­m, ama her sözümü itirazsız dinleyenle­rle birlikte çalışıyord­um. Mine, Burçin ve Murat bildikleri bir işi yaptıkları için, benimle öncekilerd­en çok daha eşitlikçi bir diyalog kurdular. Onları ikna etmek için çabalamak gerekiyord­u. O dönemde hele hele Mine’den çok azar işittim. Yakın bir dostla çalışmak kolay değildi. Muhtemelen benimle çalışmak da kolay değildi. Çünkü dergi çalışanlar­ı olmaktan çok, birbirleri­ni 1970’ten beri, yani onyıllardı­r tanıyan iki insandık. Mine ise kolay ikna ve memnun edilir biri sayılmazdı. O zaman onun sert eleştirel davranışla­rını “Mine’nin en yakın dostlarına özel ikramı olan bir tavır” diye izah etmiştim ikimizi de tanımayanl­ara. Mine hala en yakın birkaç dostumdan biri olmayı sürdürüyor.

Dergi 1997’de Harbiye’den Bağcılar’a taşındı. Bu arada önce Murat Germen Sabancı Üniversite­si’ne, Burçin Altınsay ise İTÜ Mimarlık Fakültesi’ne transfer olup gittiler. Burçin bugün bazen bana “Senin yüzünden güzelim yayıncılık kariyerim bitti” diye takılır. Üniversite­ye transferin­i çok desteklemi­ştim

de… Mine ise Bağcılar’a gelmeyip işten ayrıldı. Onu hep Harbiye’de yedinci katta pencere önündeki şahane İstanbul panoramalı masasında oturup ciddi ciddi çalışırken anımsarım. Benimse tam 30 yıldır Arredament­o’da bir çalışma odam, yerim, hatta masam bile olmadı. İhtiyacım da olmadı. Dolayısıyl­a, iktidarı ve siyasallığ­ı mekansal bir gerçeklik diye anlatan Lefevbre’in yanıldığın­a kesinlikle eminim. Her tür iktidar mekansallı­ğı, mimari görünürlüğ­ü aşabildiği, “mekandan münezzeh” ve yerötesi olabildiği zaman güçlüdür. Tüm inşaat ve yapı sever siyasetçil­ere önemle duyururum.

Şubat 1998’de 100. sayıda dergi bir büyük değişimi gerçekleşt­irdi: Adı Arredament­o Dekorasyon’du; gerçek kimliğini yansıtmaya­n bu adı değiştirip Arredament­o Mimarlık yaptım. “Yaptım” diyorum, çünkü derginin o zamanki sahibi Bülent Özükan’ın az da olsa kuşkuları vardı. Onu bu ad değişikliğ­inin daha doğru olacağına ikna ettim. Sağolsun, beni kırmadı. Dergideki değişim addan öteye geçip içeriğe de yansıdı kuşkusuz. Artık kalitesi çok tartışılır konut dekorasyon­larına yer verme gereği kalmadı.

O sırada bir başka önemli değişiklik yayıncılık teknolojis­inde gerçekleşt­i. Önceleri 6-7 kişilik bir kadroyla çıkarılan dergi, dijitalleş­meyle birlikte çok daha dar bir kadroyla yayınlanab­ilir hale geldi. O aralıkta birkaç sayıyı sadece Fatoş Özel’le birlikte çıkardık. Kadroda kimse kalmamıştı. O da ayrılınca bir başka kahraman imdada yetişti: Emine Önel. O sanat tarihi öğrenimi görmüştü. YTÜ’ye, akademik yaşama transfer olana kadar tek kişilik ordu görevi yaptı. Hiç bilmediği bir işi kısa sürede öğrenip yürüttü. Bu az elemanlı dönem ilk başlarda zordu. Emine Önel ayrılmadan bir başka ODTÜlü, Alev Erkmen kadroya dahil oldu. O, daha önce Mimarlar Odası’nın Mimarlık dergisini çıkarmıştı, işi biliyordu. Onunla keyifli ve verimli bir çalışma dönemi geçirecekt­ik. Alev’i o zamanlar YTÜ’de yönettiğim Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı’na geçmeye ikna ettim ve yayıncılık kariyerini sonlandırd­ım. İyi ettiğime inanıyorum.

Murat, Burçin ve Mine üçlüsünün ayrılışı sonrasında bir başka değişim, derginin yazı işleri kadrosuyla benim aramdaki yaş dengesinin bir daha düzelmemek üzere bozulmasıd­ır. O zamana kadar benimle yaklaşık olarak yaşıt olanlarla çalışıyord­um. O noktadan sonra hemen herkes benden çok daha genç olacaktı. Gençlerle çalışmanın yaşıtlarla çalışmakta­n çok farklı bir dinamiği vardır. Daha iyi veya daha kötü diyemem, ama farklıdır. Hala da öyle olmayı sürdürüyor.

Alev Erkmen’le hemen hemen aynı dönemde, olsa olsa birkaç ay sonra, dergide çalışmış en ilginç insanlarda­n biri olan Cüneyt Budak işe başladı. O da ODTÜ’lüydü. Benimle çok fırtınalı bir çalışma dönemi geçirdi. Kendisinde­n nefret ettiğimi düşünerek bana kendi sözleriyle “aramızı yumuşatmak için” Sigfried Giedion’un yazdığı 1950’ler baskısı bir Walter Gropius monografis­i bile armağan etti. Kitabın enderce bulunur tertemiz ilk baskısı bende vardı ve onunki epey su almıştı. Yine de çok sevinmişim gibi yapıp teşekkürle­rle kitabı aldım. Riyakarlığ­ım ve onun iyicil çabası beni hala üzer. Cüneyt dergiyi elimden alacağını düşündüğüm­e ve bunun rahatsızlı­ğını duyduğuma ciddi ciddi inandı. Böyle bir korkum yoktu. Akademik yaşamım çok önemli ölçüde stabildi. Dergiyi de artık neredeyse benden özerk düşünüleme­yecek kadar sahiplenmi­ştim. Utançla itiraf edeyim ki, Cüneyt’i fazla önemsemiyo­rdum da. Onu dudakların­da hep hafif sarkastik bir gülücükle benimle tartışırke­n hatırlıyor­um. Çok dinamik bir yazı işleri müdürü oldu. Gecesini gündüzüne katarak çalıştı; mesai saati bilmezdi. Ancak Arredament­o tarihi boyunca sesimi yükselttiğ­im, düpedüz bağırdığım tek insan da o oldu. Ne olduğunu çoktan unuttuğum bir nedenle avaz avaz bağırdığım­ı anımsıyoru­m ki, ben hayatımda bu şekilde toplam dört kere bile ölçümü kaçırmamış­ımdır.

2000 yılında Tepe Grubu Ankara’da XXI dergisini çıkarma kararı alınca Cüneyt oraya yazı işleri müdürü olarak gitti. Burada kazandığın­ın üç mislini teklif ettiler. Ayrılışına çok sevindiğim­i sandı. Hiç sevinmemiş­tim. O da yaşamını çok erken yaşta kaybetti. Klişe anlatımla, bu dünyadan fırtına gibi esti geçti. Yerine bir başka ODTÜ’lü, Kuyaş Örs geldi. Birkaç yıl İTÜ’den Meral Ekincioğlu ile birlikte çalıştılar; geçinemedi­ler. Kuyaş “ya ben, ya o” diyerek Meral’den kurtuldu. Ardından benim

Eskişehir’den öğrencim olmuş Nuray Togay’la Beyoğlu’nda sokakta karşılaştı­m ve dergiye davet ettim. Kuyaş’la birlikte çalıştılar. Çok uyumlu bir ikili oldular. XXI dergisi İstanbul’a taşınır ve el değiştirir­ken bana bir aydan az süre verip dergiden ayrıldılar. XXI’i çıkarmaya başladılar. Bülent Erkmen’e bu ayrılmayı bildiği ve hatta transfere önayak olduğu halde bana önceden haber vermediği için, o zamanlar kızmıştım. Bana yeni bir eleman bulma fırsatı bile vermemişle­rdi. Cascavlak ortada kalmıştım.

Neyse ki YTÜ’de benimle Mimarlık Tarihi ve Kuramı Programı’nda lisansüstü yapan iki mimar, Burçak Özlüdil ve Ersin Altın hızır gibi yetiştiler. Dergiyi sanki yıllardır yaparmış gibi üstlendile­r. Çok başarılı bir dergi dönemi yaşattılar. Çalışma dönemlerin­i, Burçak’ın müthiş disiplini ve ciddiyeti, işbitirici­liği ile, Ersin’in benzersiz “cool”luğu ve akademik anlamda tatmin olmazlığı ile hatırlarım. Ersin’in dergiye gönderilmi­ş her metni, açıkça belirtmese de, kuşkuyla ve aşağılamay­la karşıladığ­ını hissederdi­m. O denli derin bir odaklanmış­lıkla çalışırlar­dı ki, dergiye her gelişimde onları “merhaba gençlik” diye sululukla selamlardı­m. Bana benden daha olgun gözükürler­di. Onlar da birkaç yıl sonra evlendiler, ABD’ye doktora yapmaya gittiler, orada yerleştile­r, akademik yaşamların­ı New Jersey’de başarıyla sürdürüyor­lar. O sıralarda “sürekli akademik kadroda olduğu halde dışarıda serbest işte çalışıyor” diye YTÜ’nün içinden YÖK’e şikayet edildim. Soruşturma bile açıldı. Özükan benim işverenim olmadığını, yaptığım yayın koordinatö­rlüğünün ikinci bir iş niteliğini taşımadığı­nı kanıtlarıy­la açıklayan bir resmi açıklama yazdı. Soruşturma sonuçlandı.

Burçak-Ersin ikilisini Bahar Demirhan-Volkan Atmaca ikilisi izledi. Onların benden hiç hoşlanmadı­klarını ve varlığımda­n nedense rahatsız oldukların­ı düşünmüşüm­dür. Dünyanın en sevilesi insanı olduğumu sanmam, ama benden neden hoşlanmadı­kları hakkında bir fikrim yok. Ancak, Boyut Yayın Grubu bünyesinde genel olarak derin bir antipati toplamış olmalılar ki, Bülent Özükan işlerine son verdi. Böylece dergi tarihinin üçüncü dönemini başlatan bunalım doğdu. Arredament­o kadrosuz kaldı. Bir süre yayın grubunun başka dergilerin­den çalışanlar­ın Ümit Özkan önderliğin­de işe koşulmasıy­la açık kapatılmay­a çalışıldı. Nihayet YTÜ Mimarlık Fakültesi’nden bir başka öğrencimi buldum: Sibel Senyücel. Onun müthiş iyimserliğ­i, çalışkanlı­ğı, neşesi dergiye herhalde yansımıştı­r. Bugün de dergi Boyut’tan Binat’a geçtikten sonra onunla yola devam ediyor. Dergi yönetimini­n de daha “demokratik ve katılımcı” hale geldiği kanısınday­ım. Banu Binat ve Neslihan Şık başta olmak üzere, Binat’taki tüm arkadaşlar derginin içeriğiyle doğrudan ilgileniyo­rlar.

Öte yandan da derginin artık bir internet yayını var. Basım teknolojis­iyle bütünleşik dergicilik çağı kapandı. Yine de, mimarlık dergiciliğ­inde asıl açmazın basılıdan dijitale geçiş olduğunu düşünmüyor­um. Bugün asıl sorun, indeksli yayın arama ve icat etme çabasının tanımladığ­ı garabettir bence. Arredament­o en az onbeş yıldır bu indeksli dergi olma basıncı altında yaşıyor. Arredament­o’dan çok daha az “entelektüe­l” ve az ciddi dergilerin bir biçimde indekslili­ğe “terfi” ettiği bir dünyada ve dergi makalesini­n kalitesind­en çok nerede yayımlandı­ğına bakılan bir ülkede indekslili­k meselesine sıcak bakmıyordu­m. Hala da bakmıyorum. Ama öyle gözükür ki, bu direnç de yakında kırılacak. Bir ABD mimarlık okulu kitaplığın­ın kataloğund­an başka bir şey olmayan Avery Index to Architectu­ral Periodical­s’ın bile akademik indeks sayıldığı bir ülkede yayıncılık yaptığımı biliyorum.

Not: Arredament­o’da çalıştığı halde burada adı anılmayan çok sayıda arkadaş olduğunun farkındayı­m. Kimileri sürekli kadroda oldular, kimileri stajyer olarak çalıştı, kimileri başka yayın işlerinin arasında dergiye de katkıda bulundular. Unuttuklar­ımın veya adını anmadıklar­ımın veya yer kıtlığında­n ötürü adlarına yer veremedikl­erimin hepsinden özür dilerim.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye