Arredamento 30 Yaşında: 1989’dan 2019’a DEKORASYON’dan MİMARLIK’a
Arredamento’nun 30 yaşına basması vesilesiyle derginin “mutfağı”ndan kimi eski çalışanlar anı/anma niteliğinde işler/
Arredamento ile ilk ilişkim 1989 yılı başında bir kapalı toplantıya çağrılmamla başladı. Toplantı Han Tümertekin’in o zamanlar Ortaköy’de konumlanan küçük bürosunda yapıldı. Ömer Madra dışında Bülent Erkmen’in, Enis Batur’un, benim ve adını anımsamadığım daha birkaç kişinin katıldığı -şimdiki deyimle- bir arama toplantısıydı. Ne konuşulduğunu unutmuşum. Birkaç ay sonra, defalarca anlattığım gibi, Ömer Madra o devirde varolan Güneş gazetesinin P-EKİ adlı Pazar ekini çıkarmak için Enis Batur’la birlikte dergiden ayrılınca derginin o zamanki sahibi Bülent Özükan beni İTÜ’deki odamdan aradı, “Dergiyi siz yönetin” dedi ve Arredamento maceram başladı.
Ben hiçbir işe hevesle başlamam. Daha küçüklüğümde anneannem “İşlere Türk gibi başlamalı, İngiliz gibi bitirmeli” derdi. Bunun onda historiyografik bir göndermesi vardı. Osmanlı’nın hızlı başlangıcından sonra çürümesini ve ona karşılık İngiliz İmparatorluğu’nun giderek tırmanan başarı öyküsünü kastediyordu. Bana yönelik özel referansıysa, hevesli başlangıçların zamanla tavsaması, rutinleşmesiydi. O, aynı heyecanı hep duymak, ama dingin olmak gerektiğini söylemeye çalışıyordu. Öğüdünü, bana empoze edilen hemen her şey gibi ters anlamışım. Hevessiz (yani hiç Türk gibi olmayan biçimde) başlar, tempomu giderek yükseltirim. Her başlangıcımın öyle olduğunu söyleyeyim. Arredamento’ya da öyle başladım. Harbiye’de cephesi 3,5 m kadar olan minyatür bir hanın penceresiz ve boğucu, darmadağınık arka odasına gittim. İçeride unutulmaz Servet Onay vardı. Beni “fotoğrafçımız” diyerek Aramis Kalay’la tanıştırdı. Yazı işleri müdürü diye genç bir Hakan Öneş’le de tanıştırıldığımı hatırlıyorum. Ben “yayın koordinatörü” olacaktım. Resmen üniversitede çalıştığım için bir derginin sorumluluğunu üstlenemezdim. Üstlenmeye de niyetim yoktu. Zaten birkaç sayı sonra Madra P-EKİ kapanınca geri döndü. O zaman sevgili Özükan’a gidip “Madra döndü, hala bana ihtiyaç var mı” diye sordum. Olumlu yanıtı üzerine kaldım.
Hakan epey sinirli, becerikli, uyanık, anladığım kadarıyla yaşamı çok düzensiz bir gençti. Henüz Boğaziçi Üniversitesi’nde uzatmalı bir öğrenim görüyordu. Yeteneklerini harcadı ve çok genç yaşta 2011’de öldü. Epey saldırgan görünüşlü, ama gerçekte trajik bir kişilikti. Onun kendi kendisini tahrip eden insanlar türünden olduğunu düşünmüşümdür. Servet Onay ise yaşamım boyunca tanıdığım en dikkate değer kişiliklerden biri olacaktı. O “çekirdekten” gazeteciydi. 1980 öncesinde bir zamanların Maocu Aydınlık gazetesinde işe başlamıştı. Eskiden neden Maocu olduğunu hiç anlamış değilim. Sol eğilimli olduğunu bile kolay kolay söyleyemem. Amerikan filmlerindeki gazeteciler gibi bir mesleki çalışma tarzı vardı. Herhangi bir konuda bir şey söylesem, daha sözüm bitmeden telefona sarılır ve tahkik etmeye, soruşturmaya, ilgilisini aramaya, yazı ısmarlamaya başlardı. Bugüne dek daha becerikli ve o kadar fikritakip sahibi birini görmedim. Telefon defteri o kadar kalabalık birine de bir daha rastlamadım; fihristi ansiklopedi cildi gibiydi. Her şeyi merak ederdi. Herkesin özel hayatı da dahil… Derginin o zamanki sahibi Özükan’la bir tür anlaşmazlık yaşadı ve ayrıldı. Yıllarca Hürriyet grubunun Art Dekor dergisinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. O da sonradan yerleştiği İzmir’de 2013’te yaşamını yitirdi.
Dergi çalışanlarından bir diğeri Mine Haydaroğlu’ydu. Arnavutköy Amerikan Koleji’nden ve ABD’de Vermont’ta çok prestijli Bennington College’tan mezundu. Felsefe öğrenimi görmüş, yıllarca New York’ta yaşamış, Türkiye’ye dönmüş ve nasıl olmuşsa dergiye gelmişti. Dış ilişkileri büyük oranda o kurardı. Her bağlantının telefonla yapıldığı çağlardı onlar. Hayatımda onun kadar terbiyeli ve rafinmanı yüksek bir Türk daha görmedim -diğer tüm Türkler beni affetsin.
Bir yıl geçmeden ABD’ye gittim, bir yıl kaldım. Oradan da yazı katkılarımı sürdürdüm. Suha Özkan’ın deyimiyle “uzaktan kumandayla” dergiyle ilişkimi korudum. Ama itiraf edeyim, dergi benim için hala yaşamıma parasal katkı yaptığı için önemsediğim bir mecraydı. Kendimi sadece akademisyen olarak görüyordum. Yine de ben Amerika’dayken dergide Behruz Çinici’yi eksen alan ve çığır açan bir “profil” (retrospektif değerlendirme) yapılmasına imkan sağladım. Nezih Eldem profiliyse çok ilgi gördü ve çok düşman edinmeme neden oldu. Ona kızanlar benim onun hakkında yaptığım olumlu değerlendirmeden nefret ettiler. Doçentlik sınavında bile bir jüri üyesi onun öneminden söz ederek ne denli yanıldığımı ifade edecekti.
Derginin “Profil” konuğu olmak en az yirmi yıl boyunca Türk mimarlar için bir tür madalya alma ve yüceltilme aracı olarak görüldü. Dolayısıyla da heyecanla beklenir oldu. Üstelik, ilk yüz sayı boyunca kapak konusunu da Profil konuğu tanımlıyordu ve bu müthiş bir prestij unsuruydu. Yıllarca “Acaba Bülent Erkmen tasarımcının görselini nasıl deforme edecek; dalgasını nasıl geçecek” gibi bir merak vardı. Kapak konusunu kişi adı değil de “Dosya” başlığıyla ilişkilendirmeyi önererek 100. sayıdan itibaren bu heyecanı söndürdüğüm için genç kuşaklardan özür dilerim. İronik olan şu: Derginin profil konuğu Türk olduğunda yabancılara oranla o sayı daha az satardı. Türklerin konu edilmesi prestij sağlıyordu, ama bir Türk mimar hakkında okumak için dergi satın almak aynı çekicilikte değildi.
ABD’den dönünce İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden istifa ettim, ama hala dergiyle bağlantılıydım. Devam etmem talep edilince kaldım. Fakat yine de aklım sıra hala “dergici” değildim. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Mimarlık Bölümü’ne davet edilince tereddüt etmedim, kadrolu oldum. Uzun zaman haftada birkaç gün giderek akademik kariyerimi yürüttüm. Yaşamım boyunca aldığım en akıllıca kararlardan biri o Eskişehir macerasına girişmek olmuştur. Ne var ki, dergi giderek yaşamımı daha fazla tanımlamaya başladı. Arredamento ile özdeşleşmeye başlamıştım. O arada Mine Haydaroğlu ve Servet Onay dergiden ayrıldılar. Yeniler geldi. Onlar ayrılmadan Madra’nın arkadaşı Mustafa Bayka yeni yazı işleri müdürü oldu. Hemen hemen aynı zamanda derginin sayfa düzenini yapan bir sürekli kadro elemanı alındı: Onur Tunaşat. Onun öncesinde tasarlanmak için dergi malzemesi dışarıya bir ofise yollanır, oradan bazen bize bile pek uğramadan baskıya giderdi. Tasarımcının mimari çizim tekniklerini
ve görselleri kadrajlamasını bilmemesinden kaynaklanan yanlışları çokça yapmasına olanak veren bir işleyişti bu. Onur Tunaşat’la birlikte derginin tasarımı hem değişti, hem gelişti. Bazen onun yanıbaşında oturup tasarıma müdahale bile ederdim. Tasarımsal kural ve konvansiyonları yeni oluşturuyorduk. Kapaklarsa ilk sayıdan itibaren hep Bülent Erkmen tarafından yapıldı ve dünya ölçüsünde benzersiz bir süreklilik oluşturuldu. Ama Tunaşat’la Ömer’in yıldızı bir türlü barışmadı. Onur Tunaşat ayrılıp gitti ve yerine Londra’dan Suzan Kentli (Aral) geldi. Bir devrim yaptı. Her sayfayı aynı kalıba göre biçimlendirmek yerine, içeriğine göre ayrı ayrı tasarlamak gibi müthiş bir iş başardı. Şimdilerde Londra’da bir tasarım ofisi var.
Ve nihayet 1994’te ekonomik kriz kapıya dayandı. Özükan, Madra’yı odasına çağırıp durum zorlaşıyor mealinde konuşmuş, Ömer bunu “ayrıl” şeklinde anlamış. Mustafa Bayka ile birlikte istifa etti, gitti. Benim de beraber ayrılmamı beklemiş olmalı ki, yazdığı epey alıngan bir mektup da benim payıma düştü. Hala saklarım. Dergi ummadığım bir noktada bana miras kaldı.
Ömer’le çok uzun süre uyum içinde çalıştık. Onun derginin ilgi alanlarından hiçbirinde uzmanlığı yoktu. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuydu; 1980 darbesine kadar orada akademik kariyer sürdürmüştü. Dolayısıyla, işlerin büyük oranda benim sayemde, çünkü benim bilgi alanımda yürüdüğünü söylersem haksızlık olmaz. Ancak, Ömer’in benzersiz bir zihin işlekliği olduğunu, yaratıcılığını, mizah duygusunu ve diyalog kurmadaki becerisini inkar edemem. Üstelik bana şöyle bir “cover” oluşturuyordu: Dergideki tüm yanlışlar, konunun uzmanı olmadığından ötürü ona fatura ediliyordu; tüm olumluluklar da benim hesabıma yazılıyordu. Ama, gerçek durumun her zaman böyle olduğunu söyleyemem. Ömer’e fatura edilemeyecek yanlışlar da tabii ki yapmışımdır.
İşte o sırada bir süre dergiye Gülgün Öztaş yazı işleri müdürlüğü yaptı. O da Boğaziçiliydi. Tasarımla ilgisi yoktu. Erken dönemde dergi çalışanlarının önemli kesiminin Amerikan Kolejli ve/veya Boğaziçili olduğunu söyleyebilirim. Bu da herhalde rastlantı değildi. Henüz Türkiye’de pek az bilinen bir işi, yurtdışı bağlantılar kurmayı gerektiren bir tasarım dergiciliği pratiğini becerebilmek için çok fazla kalifiye çalışan seçeneği yoktu galiba. Amerikan Koleji-Boğaziçi güzergahı dünyaya açılma bağlamında başka kökenlilerde az bulunur bir imkan tanımlıyordu.
Gülgün Öztaş da evlenip işten ayrılınca, artık yepyeni bir kadro oluşturma fırsatı doğdu. Ondan öncekilerde, işe alımlara ben neredeyse hiç karışmıyordum. Dergici değildim ya… O zaman kadim sınıf arkadaşım ve şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Fakültesi’nden iş arkadaşım Mine Kazmaoğlu’nu yazı işleri müdürlüğüne çağırmak aklıma geldi. Akademik sistemde hiç eksik olmayan saçmalıklarla işten ayrılmak zorunda bırakılmıştı. Dergi tarihindeki asıl ikinci dönem onunla başladı. Dergi artık konunun öğrenimini görmüş olanlarca yürütülecekti. Mine’nin ardından ODTÜ’den Burçin Altınsay, İTÜ ve MIT kökenli Murat Germen geldiler. Dergiye bir altın çağ yaşattılar.
Önceki dönemde ben kendimi dergici saymıyordum, ama her sözümü itirazsız dinleyenlerle birlikte çalışıyordum. Mine, Burçin ve Murat bildikleri bir işi yaptıkları için, benimle öncekilerden çok daha eşitlikçi bir diyalog kurdular. Onları ikna etmek için çabalamak gerekiyordu. O dönemde hele hele Mine’den çok azar işittim. Yakın bir dostla çalışmak kolay değildi. Muhtemelen benimle çalışmak da kolay değildi. Çünkü dergi çalışanları olmaktan çok, birbirlerini 1970’ten beri, yani onyıllardır tanıyan iki insandık. Mine ise kolay ikna ve memnun edilir biri sayılmazdı. O zaman onun sert eleştirel davranışlarını “Mine’nin en yakın dostlarına özel ikramı olan bir tavır” diye izah etmiştim ikimizi de tanımayanlara. Mine hala en yakın birkaç dostumdan biri olmayı sürdürüyor.
Dergi 1997’de Harbiye’den Bağcılar’a taşındı. Bu arada önce Murat Germen Sabancı Üniversitesi’ne, Burçin Altınsay ise İTÜ Mimarlık Fakültesi’ne transfer olup gittiler. Burçin bugün bazen bana “Senin yüzünden güzelim yayıncılık kariyerim bitti” diye takılır. Üniversiteye transferini çok desteklemiştim
de… Mine ise Bağcılar’a gelmeyip işten ayrıldı. Onu hep Harbiye’de yedinci katta pencere önündeki şahane İstanbul panoramalı masasında oturup ciddi ciddi çalışırken anımsarım. Benimse tam 30 yıldır Arredamento’da bir çalışma odam, yerim, hatta masam bile olmadı. İhtiyacım da olmadı. Dolayısıyla, iktidarı ve siyasallığı mekansal bir gerçeklik diye anlatan Lefevbre’in yanıldığına kesinlikle eminim. Her tür iktidar mekansallığı, mimari görünürlüğü aşabildiği, “mekandan münezzeh” ve yerötesi olabildiği zaman güçlüdür. Tüm inşaat ve yapı sever siyasetçilere önemle duyururum.
Şubat 1998’de 100. sayıda dergi bir büyük değişimi gerçekleştirdi: Adı Arredamento Dekorasyon’du; gerçek kimliğini yansıtmayan bu adı değiştirip Arredamento Mimarlık yaptım. “Yaptım” diyorum, çünkü derginin o zamanki sahibi Bülent Özükan’ın az da olsa kuşkuları vardı. Onu bu ad değişikliğinin daha doğru olacağına ikna ettim. Sağolsun, beni kırmadı. Dergideki değişim addan öteye geçip içeriğe de yansıdı kuşkusuz. Artık kalitesi çok tartışılır konut dekorasyonlarına yer verme gereği kalmadı.
O sırada bir başka önemli değişiklik yayıncılık teknolojisinde gerçekleşti. Önceleri 6-7 kişilik bir kadroyla çıkarılan dergi, dijitalleşmeyle birlikte çok daha dar bir kadroyla yayınlanabilir hale geldi. O aralıkta birkaç sayıyı sadece Fatoş Özel’le birlikte çıkardık. Kadroda kimse kalmamıştı. O da ayrılınca bir başka kahraman imdada yetişti: Emine Önel. O sanat tarihi öğrenimi görmüştü. YTÜ’ye, akademik yaşama transfer olana kadar tek kişilik ordu görevi yaptı. Hiç bilmediği bir işi kısa sürede öğrenip yürüttü. Bu az elemanlı dönem ilk başlarda zordu. Emine Önel ayrılmadan bir başka ODTÜlü, Alev Erkmen kadroya dahil oldu. O, daha önce Mimarlar Odası’nın Mimarlık dergisini çıkarmıştı, işi biliyordu. Onunla keyifli ve verimli bir çalışma dönemi geçirecektik. Alev’i o zamanlar YTÜ’de yönettiğim Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı’na geçmeye ikna ettim ve yayıncılık kariyerini sonlandırdım. İyi ettiğime inanıyorum.
Murat, Burçin ve Mine üçlüsünün ayrılışı sonrasında bir başka değişim, derginin yazı işleri kadrosuyla benim aramdaki yaş dengesinin bir daha düzelmemek üzere bozulmasıdır. O zamana kadar benimle yaklaşık olarak yaşıt olanlarla çalışıyordum. O noktadan sonra hemen herkes benden çok daha genç olacaktı. Gençlerle çalışmanın yaşıtlarla çalışmaktan çok farklı bir dinamiği vardır. Daha iyi veya daha kötü diyemem, ama farklıdır. Hala da öyle olmayı sürdürüyor.
Alev Erkmen’le hemen hemen aynı dönemde, olsa olsa birkaç ay sonra, dergide çalışmış en ilginç insanlardan biri olan Cüneyt Budak işe başladı. O da ODTÜ’lüydü. Benimle çok fırtınalı bir çalışma dönemi geçirdi. Kendisinden nefret ettiğimi düşünerek bana kendi sözleriyle “aramızı yumuşatmak için” Sigfried Giedion’un yazdığı 1950’ler baskısı bir Walter Gropius monografisi bile armağan etti. Kitabın enderce bulunur tertemiz ilk baskısı bende vardı ve onunki epey su almıştı. Yine de çok sevinmişim gibi yapıp teşekkürlerle kitabı aldım. Riyakarlığım ve onun iyicil çabası beni hala üzer. Cüneyt dergiyi elimden alacağını düşündüğüme ve bunun rahatsızlığını duyduğuma ciddi ciddi inandı. Böyle bir korkum yoktu. Akademik yaşamım çok önemli ölçüde stabildi. Dergiyi de artık neredeyse benden özerk düşünülemeyecek kadar sahiplenmiştim. Utançla itiraf edeyim ki, Cüneyt’i fazla önemsemiyordum da. Onu dudaklarında hep hafif sarkastik bir gülücükle benimle tartışırken hatırlıyorum. Çok dinamik bir yazı işleri müdürü oldu. Gecesini gündüzüne katarak çalıştı; mesai saati bilmezdi. Ancak Arredamento tarihi boyunca sesimi yükselttiğim, düpedüz bağırdığım tek insan da o oldu. Ne olduğunu çoktan unuttuğum bir nedenle avaz avaz bağırdığımı anımsıyorum ki, ben hayatımda bu şekilde toplam dört kere bile ölçümü kaçırmamışımdır.
2000 yılında Tepe Grubu Ankara’da XXI dergisini çıkarma kararı alınca Cüneyt oraya yazı işleri müdürü olarak gitti. Burada kazandığının üç mislini teklif ettiler. Ayrılışına çok sevindiğimi sandı. Hiç sevinmemiştim. O da yaşamını çok erken yaşta kaybetti. Klişe anlatımla, bu dünyadan fırtına gibi esti geçti. Yerine bir başka ODTÜ’lü, Kuyaş Örs geldi. Birkaç yıl İTÜ’den Meral Ekincioğlu ile birlikte çalıştılar; geçinemediler. Kuyaş “ya ben, ya o” diyerek Meral’den kurtuldu. Ardından benim
Eskişehir’den öğrencim olmuş Nuray Togay’la Beyoğlu’nda sokakta karşılaştım ve dergiye davet ettim. Kuyaş’la birlikte çalıştılar. Çok uyumlu bir ikili oldular. XXI dergisi İstanbul’a taşınır ve el değiştirirken bana bir aydan az süre verip dergiden ayrıldılar. XXI’i çıkarmaya başladılar. Bülent Erkmen’e bu ayrılmayı bildiği ve hatta transfere önayak olduğu halde bana önceden haber vermediği için, o zamanlar kızmıştım. Bana yeni bir eleman bulma fırsatı bile vermemişlerdi. Cascavlak ortada kalmıştım.
Neyse ki YTÜ’de benimle Mimarlık Tarihi ve Kuramı Programı’nda lisansüstü yapan iki mimar, Burçak Özlüdil ve Ersin Altın hızır gibi yetiştiler. Dergiyi sanki yıllardır yaparmış gibi üstlendiler. Çok başarılı bir dergi dönemi yaşattılar. Çalışma dönemlerini, Burçak’ın müthiş disiplini ve ciddiyeti, işbitiriciliği ile, Ersin’in benzersiz “cool”luğu ve akademik anlamda tatmin olmazlığı ile hatırlarım. Ersin’in dergiye gönderilmiş her metni, açıkça belirtmese de, kuşkuyla ve aşağılamayla karşıladığını hissederdim. O denli derin bir odaklanmışlıkla çalışırlardı ki, dergiye her gelişimde onları “merhaba gençlik” diye sululukla selamlardım. Bana benden daha olgun gözükürlerdi. Onlar da birkaç yıl sonra evlendiler, ABD’ye doktora yapmaya gittiler, orada yerleştiler, akademik yaşamlarını New Jersey’de başarıyla sürdürüyorlar. O sıralarda “sürekli akademik kadroda olduğu halde dışarıda serbest işte çalışıyor” diye YTÜ’nün içinden YÖK’e şikayet edildim. Soruşturma bile açıldı. Özükan benim işverenim olmadığını, yaptığım yayın koordinatörlüğünün ikinci bir iş niteliğini taşımadığını kanıtlarıyla açıklayan bir resmi açıklama yazdı. Soruşturma sonuçlandı.
Burçak-Ersin ikilisini Bahar Demirhan-Volkan Atmaca ikilisi izledi. Onların benden hiç hoşlanmadıklarını ve varlığımdan nedense rahatsız olduklarını düşünmüşümdür. Dünyanın en sevilesi insanı olduğumu sanmam, ama benden neden hoşlanmadıkları hakkında bir fikrim yok. Ancak, Boyut Yayın Grubu bünyesinde genel olarak derin bir antipati toplamış olmalılar ki, Bülent Özükan işlerine son verdi. Böylece dergi tarihinin üçüncü dönemini başlatan bunalım doğdu. Arredamento kadrosuz kaldı. Bir süre yayın grubunun başka dergilerinden çalışanların Ümit Özkan önderliğinde işe koşulmasıyla açık kapatılmaya çalışıldı. Nihayet YTÜ Mimarlık Fakültesi’nden bir başka öğrencimi buldum: Sibel Senyücel. Onun müthiş iyimserliği, çalışkanlığı, neşesi dergiye herhalde yansımıştır. Bugün de dergi Boyut’tan Binat’a geçtikten sonra onunla yola devam ediyor. Dergi yönetiminin de daha “demokratik ve katılımcı” hale geldiği kanısındayım. Banu Binat ve Neslihan Şık başta olmak üzere, Binat’taki tüm arkadaşlar derginin içeriğiyle doğrudan ilgileniyorlar.
Öte yandan da derginin artık bir internet yayını var. Basım teknolojisiyle bütünleşik dergicilik çağı kapandı. Yine de, mimarlık dergiciliğinde asıl açmazın basılıdan dijitale geçiş olduğunu düşünmüyorum. Bugün asıl sorun, indeksli yayın arama ve icat etme çabasının tanımladığı garabettir bence. Arredamento en az onbeş yıldır bu indeksli dergi olma basıncı altında yaşıyor. Arredamento’dan çok daha az “entelektüel” ve az ciddi dergilerin bir biçimde indeksliliğe “terfi” ettiği bir dünyada ve dergi makalesinin kalitesinden çok nerede yayımlandığına bakılan bir ülkede indekslilik meselesine sıcak bakmıyordum. Hala da bakmıyorum. Ama öyle gözükür ki, bu direnç de yakında kırılacak. Bir ABD mimarlık okulu kitaplığının kataloğundan başka bir şey olmayan Avery Index to Architectural Periodicals’ın bile akademik indeks sayıldığı bir ülkede yayıncılık yaptığımı biliyorum.
Not: Arredamento’da çalıştığı halde burada adı anılmayan çok sayıda arkadaş olduğunun farkındayım. Kimileri sürekli kadroda oldular, kimileri stajyer olarak çalıştı, kimileri başka yayın işlerinin arasında dergiye de katkıda bulundular. Unuttuklarımın veya adını anmadıklarımın veya yer kıtlığından ötürü adlarına yer veremediklerimin hepsinden özür dilerim.