Aynı Şehirde miyiz? Yokyer ve Homeless Vehicle Project’in Evsizleri
“İki şehir çok yakın olmalıydı” dedi ses, “ama şimdiye dek bu gerçekleşmedi; üstümüzdeki malikler ile aşağıda ve arada, yarıklarda yaşayan biz mülksüzler1.” Londra’nın iki yüzü üzerine Lord Portico’nun düşüncelerinden ve vizyonundan bir kesit: Birbirini vareden ama bir o kadar da net çizgilerle birbirinden ayrışan iki şehir. Neil Gaiman’ın Yokyer (Neverwhere) isimli kitabını, fantastik olaylar ve tekinsiz maceralardan fazlası haline getiren de bu iki şehrin ve aktörlerinin öne çıkardığı karşılaşmalar. Kitapta, mülkiyet, görünürlük, zaman ve temel ihtiyaçlar gibi kavramlar, ana karakter Richard’ın çözmeye çalışırken kendini içinde kaybettiği bir yumağa dönüşüyor. Biz de kendimizi, bu yolculuğa -Richard’ın da yaptığı gibi- kimi zaman yadırgayarak kimi zaman da sorgulayarak eşlik ederken buluyoruz. Kitabın içindeki bazı tekrarlardan, karşılaşmalardan ve yargılardan yola çıkarsak, bizi “evsizlik” üzerine düşündüren bir metin ile karşı karşıya olduğumuzun gözden kaçması pek de olası değil. Yine de gerçek hayatta evsizlerin, şehrin aşağısında ya da yarıklarında, mistik ve fantastik zamanmekansallıkların öznesi olmadıklarını biliyoruz. Yokyer’in potansiyeli de tam da bu noktada kendini gösteriyor. Aynı şehirden temellenen, birbiriyle ilişkili ol(a)mayan iki versiyon üzerinden (Yukarı Londra ve Aşağı Londra / Aşağıtaraf)2, bu gerçekliği açması ve sistemin dışında olmanın/kalmanın farklı ifade ediliş biçimlerini düşündürmesi, bu potansiyelin ana omurgasıdır diyebiliriz. İki şehrin arasındaki farklılıkları yaratan ve besleyen dinamikler nelerden temelleniyor, nasıl işliyor ve nasıl oluyor da kitabın dışındaki gerçekliğe döndüğümüzde bile kendimizi evsizlerinkinden ayrı bir zaman-mekansallıkta buluyoruz? Bunun için evsizlik olgusuna nasıl yaklaştığımız üzerine düşünmemiz gerekiyor. Evsizliği anlama çabamız, Neil Gaiman’ın Yokyer metni ile Krzysztof Wodiczko ve David Lurie’nin Homeless Vehicle Project’ini, olguyu ele alışlarına dair tespit ettiğimiz bazı ortak parametreleri tartışmaya açmak şeklinde ilerleyecek: Zaman, temel ihtiyaçlar, mülk ve görünürlük. Bu süreçte, Wodiczko ve Lurie’nin Homeless
Vehicle Project üzerine yazdığı proje metnini, metin içerisinde yer verilen bir evsizle olan diyalogları ile Yokyer kitabından alıntılanan pasajları -yani hikaye örüntüsüne işlenmiş iki farklı pozisyonu (Aşağı ve Yukarı Londra)tekrar düşünmek için araçsallaştırmaya çalışacağız.
Evsizlik ve evsiz, her ne kadar kent kadar kırsal için de tartışılan olgular olsa da3, bu metinde “evsizlik” parametrelerini kent yaşamı üzerinden tartışmaya açacağız. Kentte yaşıyor olmak, beraberinde uyulması gereken kuralları, gelenekleri ve sorguya pek de açık olmayabilen kabulleri beraberinde getirmektedir. Bunlardan biri de, şüphesiz, düzenli olarak “başınızı sokabilecek bir yerinizin olması” gerekliliğidir. Bu ön şartı sağlamayanlar, kendilerini, birçok farklı “statü” ve koşul içerisinden bireyler olarak yarattığımız “kentli insan” topluluğunun, “evsiz” alt kümesinde bulur. Kaldı ki bu, sadece bir tanımla da sınırlı kalmaz, çoğu zaman başka nitelik ve ardıl tanımları da beraberinde getirir: Pis, işe yaramaz, hiç kimse, tekinsiz vb. Evsizlik ve evsiz olmak bir sorun olarak görülür, kentin gündelik hayatının “normal” işleyişindeki pürüzlerin, hataların bulunduğu kategoride yerini alır. Sistemin, normal, pürüzsüz, olağan seyrinde ilerliyormuş gibi algılanıyor olması için, sorunların çözülmesi ya da en azından görünür olmayı bırakması gerekir. Böylelikle ister istemez kendimizi sorunu çözebilecek veya görmezden gelebilecek bir konumda buluruz. Olumlu ya da olumsuz yaklaşımımızdan bağımsız olarak, gerçekliğin uzağında kalırız. Ancak evsizlik ve evsizler, zaman ve mekan olarak pek de uzağımızdaki gerçeklikler değillerdir; aksine tam da burada, bugün ve her gün bizimledirler.
Krzysztof Wodiczko ve David
Lurie, aslında bu “sorun çözme” motivasyonunun farkındalardır ve buna karşıt bir pozisyonda konumlanırlar. Birlikte yürüttükleri Homeless Vehicle Project4 (Evsiz Vasıta Projesi) işlerinin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili açıklamalarından bunu anlayabiliriz. Wodiczko ve Lurie, evsiz sorununa çözüm önerisi olan barınaklardaki şartların kötülüğüne değiniyorlar ve burada yaşamak istemeyen evsizlerin akıl sağlığının yerinde olmadığına yönelik açıklamalara dikkat çekiyorlar5. Evsizlerin, kent içinde, “kentin dönüşümünün yarattığı mülteciler” olduğunu ve “kentlilerin kendilerini [evsizleri] tanımamakta direndiklerini” ekliyorlar6. Çöplerden tenekeler toplayarak ve bunları beş sente süpermarketlere satarak sağlamaya çalışan scavenger7 evsizlerin, amaçlarına uyacak şekilde değiştirdikleri vasıtalardan bahsediyorlar. Projenin kurgusu da zaten bu araçların iyileştirilip, birden fazla koşul için (toplama, taşıma, yaşama gibi) işleyebilecek hale getirilmesi üzerinden tartışmaya açılıyor. Ancak, neden toplayıcıları seçiyorlar? Bunun açıklamasını, “Toplayıcılar hareketlilerdir, yürüyerek uzaklaşılamaz ya da kolay kolay bir hiçkimse (nonperson) gibi kovulamazlar. Hareketsiz evsiz figürü eğreti ve muğlak bir statü intibası bırakırken toplayıcı, kent mekanı üzerinde hak iddia eder ve kent topluluğunun bir üyesi olduğunu gösterir” şeklinde dile getiriyorlar. Yeni bir motivasyon ve bununla birlikte gelen yeni araç ve eylemleriyle toplayıcılar, kalıplaşmış hareketsiz evsiz figürünün dışına çıkmakta, kazandıkları yeni kimlikle, başka bir bağlamda kentin bir parçası haline gelmektedirler. Bu noktada hem toplayıcı figürü hem de ona geçimini ve kimliğini sağlayan araç önemli hale gelir. Wodiczko ve Lurie, vasıta projesinde amaçladıklarını “taşıma ve barınma bağlamında evsizlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve kendisini kullananlar için şehirdeki toplulukta geçerli bir statü yaratılmasına yardımcı olmak” şeklinde özetlerler8. Burada, önceden bahsettiğimiz parametrelerle bu projenin ilişkilendiği yere gelmiş oluyoruz.
Toplayıcılar üzerinden bu projenin motivasyonuna baktığımızda, mülk, temel ihtiyaçlar ve görünürlüğe değen bir kurgu görüyoruz -buna ilave olarak, parametrelerin çevreyle kurduğu ilişkileri dönüştüren zaman faktörü ortaya çıkıyor. Vasıtada, bunlar önemseniyor ve geliştirilmesi/artırılması hedefleniyor. Sokaktaki, toplanmayı bekleyen tenekeden başlarsak, elimizde, bunların biriktirildiği, birarada tutulduğu/depolandığı ve taşındığı bir araç var. Araçlarının, toplayıcıların gündelik hayatının önemli bir kısmını ve geçimlerinin temelini oluşturduğu hesaba katılınca, buna barınmanın da eklenmesi, temel ihtiyaçların ve kimliğin/statünün yeniden düşünülmesini gerektiriyor. Çünkü “teneke toplama işi” ile birleşen barınma bölümü ile bu araç, toplayıcıların gündelik hayatta ne ile meşgul olduğunu görünür
kılan bir pakete dönüşüyor. Bir yandan barınma alanı ve depolama alanının biraradalığı, aslında, teneke toplama işinin zamana nasıl yayıldığı hesaba katılarak şekillendiriliyor. Burada bahsedilen mülk, yani teneke, başlangıçta temel bir amaç ve ihtiyaçtı. Ancak, biriken ve boşaltılan tenekeler, zaman aracılığı ile kendilerini toplayan kişilere de yeni bir görünürlük atfedebilecek bir araca -vasıtaya- dönüşme şansı yakalıyor. Öyleyse vasıtanın tasarımını tetikleyen motivasyondan da hareketle bu dört parametreye (görünürlük, mülk, temel ihtiyaçlar ve zaman), Yokyer üzerinden de bakmaya başlayabiliriz. Çünkü Yukarı Londra’nın (sistemin içinde konumlanan şehirlilerin) Aşağıtarafa (evsizlere) yaklaşımına Gaiman’ın anlatısıyla bakmak, Wodiczko ve Lurie’in Vasıta’ya yaklaşımlarını ve tasarım reflekslerini okumak için bir altlık sunabilir.
Görünürlük
Hareket halinde olmak, “evsiz”i ve evsize yaklaşımı değiştiriyor, değerlendirmek veya yargılamak için yeni parametreler sunuyor ki bu da, onların varlığının kentliler tarafından başka bir ölçekte kabul edilmesini getiriyor. Bu parametrelerden biri evsizin “görünürlüğü” ve bu görünürlükteki değişim. Wodiczko ve Lurie, önceden de bahsettiğimiz üzere, Vasıta projesi ile aslında bir bakıma evsizlerin -kendi gündelik hayat rutinlerine müdahale etmeden- sistem içindeki görünürlüklerine olanak sağlıyor. Toplayıcıların, kent hayatına, gerek çalışma gerekse dinlenme bağlamında katılımının mekansallaştığı ve görselleştirildiği, sürekli onunla birlikte hareket eden, azımsanamayacak büyüklükte bir vasıta çünkü bu.
Bu “görünürlüğü” Yokyer üzerinden tartışmaya koyulursak, Gaiman’ın
Aşağı Londra’sındaki bireylerin, şehrin yarıklarından Yukarı’ya çıksalar dahi, yukarı taraftaki sistem içinde yok sayıldıklarının -tanınmamalarının- öykü boyunca arka planda bize hatırlatıldığını söyleyebiliriz. Öykü akışında Yukarı Londra’dan olan Richard Mayhew’ın -bir şekildeAşağıtaraf’a düşmesine ve bu iki şehir arasındaki olay/mekan/zaman çarpışmalarına tanık oluyoruz. Aşağıya düşen Richard için eski “şehirli” dünyasındaki birçok şey değişmeye başlıyor. Bunlardan ilki görünürlüğü. Yukarı Londra’dan bir karakter olan Gary’nin bahsettiği “olay olmak”, Richard’ın birey olarak görünürlüğünü kaybetmesine dair etkileyici bir özet niteliğinde. Aşağıtaraf’tan birinin, Londra’nın en işlek metro istasyonlarından birinde gerçekleştirdiği bir intihar eyleminin anonsunu
Richard’a hatırlatan Gary, Aşağıtaraf sakini statüsünde birinin yaşamını sonlandırmasının, Yukarıdakiler için sadece bir “olay” olabileceğinden bahsediyor. Bu daha önce de Wodiczko ve Lurie’de değindiğimiz noktayla paralel görünüyor; hareketsiz evsiz figürünün daha rahat görmezden gelinebilmesi ve hareketli figürü yok saymanın her zaman mümkün olamaması… Bunu
“olay olmak” üzerinden şöyle açabiliriz: Aşağıtaraf sakini statüsünde biri (burada Richard), sadece bir “olay olduğu/olaya dönüştüğü” takdirde görünür olabilir, çünkü Yukarıdakilerin sisteminde zamansal bir aksamaya neden olmuş olur. Yani aslında uzak durmaya veya görmezden gelmeye çalışsalar bile, sistemi aksatan, bu görünmez şeyin (Aşağıtaraf sakini diyelim), artık seçici bir görmezden gelmenin öznesi olamamasıdır -sonuçta metro “bir şeye” çarpmıştır. Bu nedenle seferler aksar. İnsanlar gidecekleri yerlere geç kalırlar. Ancak yine aksamaya neden olan kişiden çok, “aksatan olay”dır burada önemsenen.
Mülk
Bazı parametreler, Wodiczko ve Lurie’nin
Vasıta’sı yoluyla sadece “kentliler” için değil, evsizler için de değişiyor. Sözgelimi evsiz, şehrin ekonomisine dahil olduğu noktadan itibaren, bildiğimiz anlamda bir “mülk edinme” denecek kadar olmasa bile, karşılığını bulabileceği değerdeki nesneleri önemser hale geliyor, önemsemek zorunda kalıyor. Projenin devamında Wodiczko, yaptıkları prototip vasıta üzerinden evsizlerle konuşuyor, fikirlerini alıyor. Oscar adlı evsiz adam ile diyaloğu, mülkün değerinin farklılaşan karşılıklarını anlayabilmek için yeterli:
Wodiczko: Bir muşamba/branda kullanabilirsin. Oscar: Hayır, sızdırmaz yapman gerek. Wodiczko: Ama tenekeleri sugeçirmez yapman gerekmiyor. Oscar: Gerekiyor. Eğer onları mağazaya götürürsen ve ıslaklarsa -hava durumunu da düşünmen gerekiyor- onları bir kutuya koyuyorsun. Böyle bir durumda kutu da dağılacaktır ve öyle olduğunda oracıkta her şeyi kaybedebilirsin11. Bu diyalogdan hareketle, Wodiczko’nun, yaklaşım olarak her ne kadar tepeden bakmama çabası içerisinde olduğunu öngörebilsek de, yine de, bir evsizin gözünden kenti ve meşgalelerini kavrayamadığını söyleyebiliriz12. Bir toplayıcı için yeni bir araba tasarlıyor, ancak toplanan tenekelerin ne sıklıkta toplandığını, bunların nasıl avlanıyor olduğunu ve bu tenekelerin değer olarak evsizler için ne ifade ettiğini kestirmekte yine de zorlanıyor. Diyalog, tenekeler ne sıklıkta toplanıyor, sürekli toplanıyor olması ne kadar elzem, bunların kişiler için değeri, görülme sıklıkları, tespit edildiklerinde verilmesi gereken tepki ne ve nasıl olmalı gibi soruları aklımıza getiriyor. Yokyer’e baktığımızda ise çoğunlukla, mülksüz olarak anılan evsizler için, mülk kavramı başka türlü veriler aracılığı ile yeniden tanımlanmakta. Sanal mülk (banka hesabındaki para, hisse senedi vs.) ve taşın(a)maz mülkün (konut, arsa, vs.) değeri, “evsiz”in gerçekliğinde eriyor. Değerini -ulaşılamazlığı sebebi ile hayali hale gelerek- kaybeden bu mülkler yerine, bu ikiliğin diğer tarafında pek de -para ile biçilen- değeri olmayan objeler hayati bir önem kazanıyor.
Evsizin topladığı ve muhafaza etmek zorunda olduğu tenekelere atfettiği değer
Yokyer’de aynı paralellikte, ancak başka biçimlerde karşımıza çıkıyor. Bankamatik, Richard’a kartının geçerli olmadığını söyledikten sonra, Richard görünürlüğünü yitirmenin başka bir boyutuna geçiyor, mülksüzleştiğini ve bunu kendisiyle ilgili bir dönüşümün getirdiğini anlıyor: Karşısındaki adam kısa boylu ve yaşlıydı, saçları dökülüyordu, düzensiz sakalı sarılı grili, keçeleşmiş bir düğümdü. Yüz çizgileri siyah kirle iyice belirginleşmişti. Pejmürde, koyu gri bir kazağın üstüne pis bir palto giymişti. Kazağı gibi gri olan gözleri çapaklıydı. Richard adama banka kartını uzattı. “Al” dedi. “Sende kalsın. Orada yaklaşık bin beş yüz pound var, tabii çekmeyi başarabilirsen.” Adam sokak karası elleriyle aldığı karta baktı, çevirdi ve tekdüze bir tonla, “Sağol. Bu ve altmış peniyle kendime iyi bir kahve alırım” dedi. Kartı Richard’a geri verip sokakta yürümeye başladı13. Eskiden bankamatik ekranında gördüğü rakamların Aşağı Londra için pek de bir şey ifade etmediğini farkeden Richard, yine de kartı bir başkasına verirken, içinde bıraktığı gerçek para miktarını da belirtiyor. Dolayısıyla hala paranın reel olarak kaybolmadığını, ancak kendisi için kaybolduğunu düşünüyor (para, para olmayı bırakıyor). Mülk kavramı, bunun dışında da, anlatı içinde sürekli yeni anlamlar kazanıyor. Bu kavramın Aşağıtaraf’ta ele alınma şekillerinden birine de kısa süreli yoldaşı, Aşağıtaraflı Anaesthaesia ile bir diyalogu üzerinden bakalım: “Olabilir. Büyük dönme dolapların döndüğü yerin içindeydik, bunu da oradan aldım…” Kolyesini tutup kaldırdı. Mum ışığı berrak kuvarsı sarı sarı ışıldattı. Anaesthesia bir çocuk gibi gülümsedi. “Sevdin mi?” diye sordu. “Çok güzelmiş. Pahalı mıydı?” “Bunu bir şeylerle takas ettim. Burada işler böyle yürür. Biz takas yaparız14.” Paradan bağımsız bir mülk tanımının pek düşünülmediği Yukarı Londra’dan sonra
paranın -gerçek anlamda- araçsallaştığı ve mülkün yeni dolaşım metotları ve anlamları kazandığı Aşağıtaraf’a düşen Richard için, objelerin kazandığı değer Wodiczko’nun toplayıcılarının tenekelerine göz kırpıyor. Sürekli hareket halinde olan birinin taşıyabileceği yük kısıtı sebebiyle “evsiz”lerin sahip olduğu pahada değersiz gibi gözüken objelere yeni anlamlar yükleniyor. Yukarı Londra sisteminde bir arzu nesnesi haline dönüşen para, aşağıda -ya da günümüz gerçekliğindeki evsizlerde- daha farklı bir yere sahip. Bu yüzden Richard’ın “Pahalı mıydı?” sorusu da bir Evet/Hayır sorusu olmaktan çıkıyor. Sistemin her şeyi ölçen birimi olan para devreden çıkıyor ve anlık değişimler, öznel tasarruflar ön plana geçiyor, durumsal (anlık) alışverişler ortaya çıkıyor. Evsizlerin gündelik uğraş ve yaşamlarını da aslında bu şekilde, duruma bağlı gelişen şeyler olarak düşünebiliriz. Elbette, Aşağı Londra’dakinden farklı olarak, fazla öznelleşebilen bir takas imkanı olmasa da, biriktirilen “değersiz” tenekeleri para karşılığında takas etmeleri yönünden benzerliğine değinmeden geçmeyelim.
Temel ihtiyaçlar
Bu noktada, bir başka parametre olarak “temel ihtiyaçlar”ı tartışmaya açmak gerekiyor. Wodiczko/Lurie ya da
Yokyer örneklerinde takip edilebileceği gibi aslında sözkonusu olan her yerde, sokaklarda bulunan tenekelerin kendisi değil -bu nesnenin farklı kümelere ait olanlar tarafından farklı şekillerde okunuyor olması, farklılaşanın sadece mülkün değerinin olmadığının, aynı zamanda “ihtiyaç” kavramının da farklılaştığının bir göstergesidir.
Aynı kentsel mekanda varolan ancak farklı uzamlarda gerçekleşiyormuş gibi görünen bu karşılaşmalar, gündelik hayat pratiklerinin yanında, bireylerin temel ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçları giderirken seçtikleri yöntemleri de etkiliyor.
Yokyer’den aldığımız iki ayrı pasajdan bunu takip edebiliriz: Richard ölmemiş. Karanlıkta, bir yağmur kanalının yan tarafındaki çıkıntıda oturmuş, ne yapacağını, daha ne kadar kendi boyunu aşan işlere bulaşabileceğini düşünüyordu. Vardığı sonuca göre, hayatı bugüne kadar onu menkul kıymetler sektöründe çalışmaya, süpermarketten alışveriş yapmaya, hafta sonları televizyonda futbol maçı izlemeye, üşüdüğünde termostatı açmaya mükemmel bir şekilde hazırlamıştı. Ama aynı hayat onu görmezden gelinen biri olarak, Londra’nın çatıları ile kanalizasyonlarında soğuk, ıslak ve karanlıkta yaşamaya hazırlama konusunda olağanüstü başarısız olmuştu15. Sonra daha şevkle “Yemek!” dedi. Kendisine oldukça bol gelen bir deri ceket giymiş, burnunda is lekesi olan küçük bir kıza benziyordu ve bir süredir doğru dürüst yemek yememiş gibi kanepelere yumuldu. Muazzam miktardaki yiyeceği hemen ağzına tıktı ve çiğneyip yuttu, bir yandan da daha kıymetli olan sandviçleri kağıt mendillere sarıp ceplerine koydu. (...) Richard da bir elinde krem peynirlirezeneli sandviç, diğerinde taze sıkılmış portakal suyu bardağıyla onun peşine takıldı16. Hayatta kalma becerilerimiz ve temel ihtiyaçlarımız, dahil olduğumuz sistem ile beraber şekilleniyor. Barınma, beslenme, korunma gibi öncelikleri olan Aşağı Londra’dakilerin hayatta kalmak için oluşturdukları ihtiyaç piramidi ise Yukarıdakilerden oldukça farklılaşıyor. Fiziksel güç ve kendini bedensel olarak koruyabilmenin önemi, değişken iklim koşullarına göre giyim/ barınma parametrelerinin değişmesi, besin bulma ve depolamanın tümüyle farklı biçimleri vb., refleksleri çok daha gelişmiş olan Aşağıdakilerin arasında Richard’ı,
hayatta kalabilmek için kendi temel ihtiyaçlarını da tekrar gözden geçirmeye itiyor. Door’un (Aşağı Londra’dan Lord Portico’nun kızı) yemeğe olan yaklaşımı ve Richard’ın bunun yanında aldığı pozisyon ile Wodiczko’nun tenekelere yaklaşımı benzerlikler gösteriyor. Richard acıkmış olabilir, Door da acıkmıştı.
Ancak Richard açlığı, kendine yetecek kadar yemeği yerinde ve zamanında tüketerek giderilebilecek bir durum olarak kodlamışken, Door’un açlığı kodlama şekli, daha sonra yemek bulamama ihtimalleri ile birlikte düşünülen ve daha uzun süreye yayılma olasılığı olan bir yaklaşıma işaret ediyor. Bu yüzden Richard daha tipik bir açlık giderme şekli olarak bir sandviç ve meyve suyunu tercih ederken; Door, yemeği bulduğu yer ve anda, o anki ihtiyacının sonrasını da düşünerek depoluyor. Daha önceden şehir yaşantısının getirdiği belirli ve konforlu zamansal kodlara göre yaşayan Richard, temel ihtiyaçlarını da bu sistemin çizdiği sınırlar ve belirlediği aralıklar içinde giderdiği için, önceden sorgulamadığı bir durumla karşılaşmış oluyor. Dolayısıyla bu bağlamda, şehirli yaşantısının, kendisine, temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için çok şey kattığı söylenemez. Öte yandan Aşağıtaraflı Door, arabasını boşalttıktan sonra bir sonraki tenekeyle ne zaman karşılaşacağını bilmeyen ve hep hazırlıklı olması gereken bir toplayıcı gibi, anlık ihtiyacını giderirken, sonraki olası açlıklara yönelik önlemini de alıyor kendince depolayarak. Burada açlığın zamansal ölçeği devreye giriyor; “Açlık ne kadar sürer?”, “Bir sonraki açlığımda yakınımda yemek olacak mı?”, “Önüme gelebilecek bir sonraki yiyecekten ne kadar uzaktayım?” gibi soruları her iki karakterin de sorup, bunlara farklı yanıtlar verdiğini düşünebiliriz. Böylelikle diğer parametrelerdeki değişimlerde kendini sürekli hissettiren zamana değinmenin yeri geldi.
Zaman
Wodiczko’nun teneke toplama işini, bir noktada biten ve yeniden başlayan bir iş olarak görmesi başka bir parametre farklılığına işaret ediyor: Zaman.
Kentteki zamansal düzeni belirgin başlangıçlar ve bitişler üzerinden algılayan bizler, çevremizdeki herkesin buna dahil/tabi olduğu yanılgısına kolaylıkla düşebiliriz. Örneğin bir işimiz olması ve bu işe zamanında gidip gelmemiz beklenir17. İş üzerinden, yaptığımız/yapacağımız eylemlerin zaman ve mekanları tanımlanır, iş ile ilgili olmayan eylemlerimiz için ise bu tanımlanan zamanların da içinde başka aralıklar/molalar tanımlanır.
Çalışma hayatı, uyandığımız-uyuduğumuz, dışarıda-içeride olduğumuz saatler gibi gündelik eşiklerimizi belirler. Kapital üzerinden dönen sistem, bunu birden fazla insan için, hatta bütünüyle topluluklar için yapar. Saatlere uyma zorunluluğu olmayan insanlar ise bir tanıma pek de oturamaz. Her ne kadar üretken de olsalar, etraflarındaki “düzenli” insanlar tarafından hala sabah 9:00’da uyanmış olmadıkları için tembel, düzensiz, garip gibi nitelemelere maruz kalma ihtimalleri vardır. Wodiczko’nun evsize yönelttiği “Ama o tenekeleri satmış olmayacak mısın zaten?” sorusunu tekrar hatırlarsak, benzer bir sistem önyargısının kurbanı olduğunu görebiliriz. Wodiczko için tenekeler gün içinde toplanıp, uyumadan önce tamamen satılmış varsayılırken, evsizin “iş günü”nü topladığı nesnelerle karşılaşmaları kurgular ve bu nesnelerle herhangi bir yer ve zamanda karşılaşabilir.
Yokyer’de, iki şehir arasında göreli bir biçimde işleyen zaman, aslında metnin başlarında tartışmaya açtığımız görünürlük, mülk ve temel ihtiyaçlar gibi parametrelerin aynı mekanda ancak farklı gerçekliklerde varolmasına
olanak sağlayan bir dönüştürücü olarak karşımıza çıkıyor. Sistem içinde gece ve gündüze atfedilen eylemler, sistem dışındaki evsizler için başka parametreler ve eylemler ile döngüsünü tamamlıyor. Saat, dakika gibi kavramların anlamını ve varlığını yitirdiği Aşağıtaraf’ta Richard saat, gün, hafta, yıl gibi tüm verilerin takibini ve kontrolünü kaybediyor: Sabahın ilk saatleriymiş gibiydi. Richard saatine baktı ve dijital kadranın tamamen boş olduğunu farkedince şaşırmadı. Belki pili bitmişti ya da, Richard’a göre, onun alışık olduğu türden zamanla Aşağı Londra’daki zamanın sadece uzaktan tanışıyor olması daha muhtemeldi. Richard bunu umursamadı. Saati çıkarıp en yakın çöp kutusuna attı18. Burada saatten kurtulması bir nebze sembolik görünüyor olabilir. Ancak bundan önceki pasajlar ve Gaiman’ın kurguladığı evreni düşündüğümüzde, Richard saatine bir pil bulabilseydi, saat çalışacak mıydı sorusunu sormak bile neredeyse anlamsızlaşıyor. Hem saati çalışsa bile, zamanın beklentilerin dışında aktığı ve beklenmezliğin her köşede kol gezdiği bu yerde ne anlamı olacaktı? Burada Richard ve Anaesthaesia arasında geçen başka bir diyaloga bakabiliriz. Bu sefer Anaesthaesia, Aşağı Londra’ya düşmeden önce Yukarı Londra’daki yaşantısından biraz bahsediyor: Sokaklarda yattım. Biraz daha sıcak olduğundan gündüzleri uyuyor, geceleri de dolaşıyordum, sadece hareket etmek için. Yalnızca on bir yaşındaydım. Yemek için insanların kapılarının önündeki ekmek ve sütleri çaldım. Bunu yapmaktan nefret ediyorum, o yüzden marketlerde takılmaya başladım, çürük elma, portakal ve insanların attığı şeyleri topladım. Sonra çok hastalandım. Notting Hill’deki bir üstgeçidin altında yaşıyordum. Kendime geldiğimde, Aşağı Londra’daydım. Beni sıçanlar bulmuştu19. Zaman üzerinden tekrar temel ihtiyaçlara dönecek olursak burada, uyuma ve besin arama gibi gündelik rutinlerin zamansallığının da çevre parametrelerle yeniden şekillendiğini görebiliriz -üstelik Yukarı Londra’da! Ancak Anaesthaesia’nın tarif ettiği gibi bir yaşantıyı şehirde yaşayanları hayal ettiğimizde, taşlar yerine oturuyor.
On bir yaşında küçük bir çocuğun gece sokaklarda dolanması, kentliler tarafından ideal ve tekin bir durum olarak görülmeyecekken, burada Anaesthaesia kentin zamanını, daha ideal -sıcak- bir uyku çekebilmek için, tersine çeviriyor diyebiliriz. Ancak eninde sonunda şehir ondan, o da şehirden kurtuluyor zaten; aykırılığı çok uzun sürmüyor ve kendini Aşağı Londra’da buluyor. Ancak Aşağıtaraf’taki gece de, Yukarı Londra’nın gece-gündüz ikiliğinin dışında bir zamanmekansal hal tanımlıyor. Hala geceydi -ya da bir kez daha gece olmuştu. Richard ne kadar zamandır yeraltında ve karanlıkta yürüdüklerinden emin değildi20. Potansiyel tehditlere karşı uyanık kalmak, rahat hareket edebilmek, güvenlik sebebiyle gündüz uyumak gibi veriler doğrultusunda gündüz ile yer değiştiren gece, Aşağıtaraf’ta, gündelik hayatın örgütlendiği bir zaman dilimi olarak bildiğimiz geceden farklılaşıyor. Zaman olgusundaki bu yer değiştirme, böylelikle, iki şehrin birbirinden ayrılmasında çok temel bir etken oluyor. Tartışmalarımıza dayanarak, evsizlerle aynı şehirdeyken farklı uzamları işgal ediyormuş gibi yaşıyor olmamız da zaman olgusuyla benzer ilişkiler kurar, diyebiliriz.
Tüm bu saydıklarımızı ele aldığımızda, evsizlerin ve evsizliğin kent coğrafyasındaki konumunu değerlendirirken kendimize dair sorularımız çoğalıyor. Aynı şehri paylaşıyoruz, ancak paylaşımın çift taraflı, bilinçli ve gönüllü olduğunu söylemek ne kadar mümkün? Evsizliğin bir sorun olarak ele alınması, evsizleri de çözüm bekleyen birer sorun
nesnesine dönüştürmüyor mu? Eğer kentsel mekanda eşzamanlı varolan bu ikiliği değişken parametreler ekseninde birarada düşünmeyi deneyebilirsek, zaman, temel ihtiyaçlar, mülk ve görünürlük parametreleri, kenti evsizler ve diğerlerinin (bizlerin) deneyimlediği bir alan olarak okuyabilmemiz için iyi bir altlık vadedebilir mi? Bir başlangıç olarak, bu ikilik arasında hiyerarşi gözetmeyen bir tavır alabilmek ya da anlamlı bir söz söyleyebilmek için, bu dört kavramı tartışmaya açma yoluyla, edebi bir kurgu olan Neil Gaiman’ın Yokyer’i ve bir sanat projesi olan Wodiczko/Lurie’nin Evsiz Vasıta
Projesi’nin olanaklarını araştırmayı denedik. Kente dair pek çok ürün ve pratik içerisinde benzer olanakların izinin sürülebileceğini düşünüyor; bu sayede, temsiliyetçi olmayan güzergahlar keşfedilebileceğini umuyoruz.