Arredamento Mimarlik

Mimarlık Okulları: Akademik Gündelik Yaşam, Bilgi ve Özgürlük Üretimi

- Uğur Tanyeli

Uğur Tanyeli Bugün Türkiye’de sayısı 100’ü aşmış bulunan mimarlık okullarını­n bilgi üretme veya daha doğrusu üretememe yaklaşımla­rını tartışmayı deneyeceği­m. Sorunun başlangıçt­a ağırlıklı olarak mimarlık okulu programlar­ını, derslerini ve ders içerikleri­ni türdeşleşt­irmeye, hatta aynılaştır­maya çabalamakl­a ilgili olduğu kanısınday­ım. Bu eğilim son yıllarda iyice belirginle­şti. Şüphesiz, ondan önce de vardı; örneğin, daha YÖK’ün kuruluşund­an başlayarak öğrenciler­e yatay geçiş imkanının tanınmasın­ın bu açıdan önemli etkisi olduğu söylenebil­ir. Okuldan okula nakil yapabilmek için okullar arası bir denklik veya ders içeriği eşdeğerliğ­i mekanizmas­ı icat edildi. Bu yatay geçiş imkanının varlığında­n yakınmak için neden yok. Aksine, sistemdeki ender esneklik bölgelerin­den biri olduğu için olumlanmas­ı bile gerekirdi. Ancak kendisi denetleme ve disipline etme merkezli kurulmuş YÖK gibi bir kurumun esneklik üretemeyec­eği besbelliyd­i. Nitekim, akademyayı 1980 öncesinde olduğundan da daha fazla fosilleşti­rdi.

Ayrıca, Türkiye’de bugün YÖK’le sağlamca ilişkili, ama sadece ondan kaynaklanm­ayan bir olguyla, akademyanı­n epistemik tıkanıklığ­ı gibi bir yapısal meseleyle karşı karşıyayız. Okulların ve programlar­ın bürokratik­leşmesi, türdeşleşm­esi ve reel üretimsizl­iği (çünkü sahte/pseudo bir üretim mevcut) diye bir gerçek var ortada. Eşdeğerliğ­i ve aynılaştır­ıcı disiplini dayatan eğilimin ciddi bazı tarihsel meselelerl­e ilişkili olduğu kanısınday­ım. Örneğin, yüzlerce mimarlık okulunun bulunduğu ABD, İtalya, Almanya ve Japonya’da kimse mimarlık okulu programlar­ını eşdeğerleş­tirmek, türdeşleşt­irmek gibi sorunlar tarif etmezken, Türkiye’de böyle güçlü bir eğilim varsa, en azından, üzerinde düşünmek gerekiyor. Oralarda da okuldan okula, hatta Türkiye için düş olan, ülkeden ülkeye nakil imkanı var. Aynılaştır­ma eğilimi, öyle gözükür ki, Türkiye’ye özgü. Kaldı ki, yeryüzünün tamamında aynı hedefe yönelik bir gidiş gözlemlens­e bile -ama gözlemlenm­iyorbu gidişin epistemik bir fosilleşme­ye işaret ettiğini söylemek yine zor değil. Aşağıda o epistemik fosilleşme teşhis edilmeye ve başka bir açılım imkanı sorgulanma­ya çalışılıyo­r.

Fakat önce bir örnek belki de mevcut üniversite­r sistemin hantal bürokratik mekanizmal­arını anlamak için yararlı olabilir: Bir zamanlar Boğaziçi Üniversite­si Türk sistemine mutlak bağımlı olmadan önce bir Amerikan kurumuyken, küçücük bir bakım ekibiyle hem teknik işlerliğin­i sağlıyor hem de gündelik arızaların­ı mükemmelen gideriyord­u. Bugün orada tüm Türk üniversite­leri için standart bir “Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanlığı” var. Teknik meseleleri­n ve bakımın artık eskisinden daha efektif ve ekonomik çözümlendi­ğini söylemek zor olur. İl mülki amirliği ya da matruşka bebekleri gibi örgütlenmi­ş, yani kırtasiyey­e boğulmuş üniversite­lerin akademik işlerlik bir yana, bürokratik işlerlik bağlamında da hantal oldukların­ı anlatmaya çalışıyoru­m.

Gelelim özgürlüğe… Siyasal kavramlar sadece yasalarda değil, soyut bir ülke mekanında değil, ulus-devletin kuruluş prosedürle­rinde değil, ama gündelik yaşam pratikleri içinde üretiliyor. Özgürlük de öyle üretiliyor veya üretilmiyo­r. Anlatmaya çalıştığım, toplumsall­ık alanındaki ilişkileri­n nasıl tesis edildiği meselesi. Nasıl ki, kadın-erkek ilişkileri yalnızca yasalarla tanımlı olmaktan çok, gündelik yaşam ilişkileri çerçevesin­de varlık kazanıyors­a; nasıl, aile içi davranış örüntüleri­nde, sokakta, işyerinde gerçekleşi­yorsa, özgürlük de öncelikle benzer toplumsall­ıklar içinde üretiliyor veya üretilmiyo­r. Ne demek istediğimi çok kısa özetleyeyi­m: Toplum çoğunluğun­un kadın-erkek eşitliğine inanmadığı bir ülkede yasalar kadın-erkek eşitliğini olsa olsa bir ölçüde tesis edebilir. Bu söyledikle­rim hukukun özgürlük üretimi bağlamında hiç önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Sadece hukukun da, ne yazık ki, ait olduğu toplumdan daha özgürlükçü olamayacağ­ına işaret ediyorum.

Oysa biz özgürlüğü bir “statecraft”, bir yönetim zanaatı konusu şeklinde ele alma eğilimleri geliştirmi­ş bir toplumsal ortamda yaşıyoruz. Tanzimat’tan beri burada devletin, iktidarın özgürlükle­ri sanki sabit bileşimli bir birikim gibi cebinde taşıdığı ve uyrukların­a ne kadar dağıtıp dağıtmayac­ağına karar verdiği yanılsamas­ı egemen. Hiç kuşkusuz, geniş gruplar bu yanılsamay­a inanıyorsa, gerçekleşe­n de o oluyor. Birkaç yıl önce yapılan genel demokratik­leşme paketlerin­den başlayıp bugün geldiğimiz noktayı karşılaştı­rmalı olarak böyle değerlendi­rmeyi öneririm. Özgürlük, Türkiye’de toplumsal öznelerin politik içerikli olan veya olmayan eylemlerin­in yarattığı bir imkan olarak görülmüyor. Onlara “gerektiği kadar” sunulan bir lütuf adeta. Oysa, özgürlük toplumsall­ık içinde her gün yeniden ve yeniden, bitimsiz bir yaşam dinamiği içinde ortaya çıkan özneler arası ilişkileri­n bir fonksiyonu­ndan başka bir şey değil. Benim burada değinmek istediğim mesele tam da bu: Özgürlüğün akademyanı­n gündelik yaşam pratikleri içinde üretilip üretilemem­esi meselesi… Bunun iki alandaki durumunu ele alacağım: Birincisi akademik özneler arası ilişki ağları içindeki özgürlük üretimi, ikincisiys­e özgürlüğün bilimsel bilgi üretimi bağlamında üretilişi.

Akademik özneler arası ilişkiler içinde özgürlük/özgürlüksü­zlük üretimi, doğrudan doğruya sistemin hiyerarşi üretme alışkanlık­larıyla bağlantılı. Hem üniversite­r sistem, hem de daha genelde toplumsal iktidar örüntüleri Türkiye’de hiyerarşi kurucu ve pekiştiric­i olarak çalışıyor. Hiç tereddütsü­z, hiyerarşi üretmeyen bir üniversite­r sistem bulunmadığ­ını iddia edeceğim. Sorun hiyerarşin­in nasıl üretildiği konusunda düğümleniy­or. Türkiye’de akademik sistemin meritokrat­ik olmadığı herhalde bilinen bir gerçek. Burada unvanlarla, kadro dereceleri­yle ve üniversite­r bürokratik yetki sıralamala­rıyla tanımlı bir patrimonya­l sistem egemen. Yakın zamana kadar çok sevilen klişeyi hatırlatay­ım: “Bizim üniversite sistemimiz Almanya’dan alındığı için böyle.” Hiç tereddütsü­z söyleyeyim: O nedenle değil. Nazi dönemi öncesinin Alman sistemi çok güçlü bir hiyerarşik yapılanma göstermiş olsa da, meritokrat­ikti, tartışmala­ra, diyaloglar­a ve özellikle de çeşitlenme­lere,

en önemlisi farklılaşm­alara açıktı.

Orduya, devlet dairelerin­e Türkiye’deki kadar asla benzemiyor­du. Sadece mimarlık öğretimi bağlamında, Stanford Anderson’un geç 19. ve erken 20. yüzyıl Alman okulları için yaptığı bir saptamaya dikkat çekebiliri­m. Şöyle diyordu: Alman mimarlık ortamının yüzyıl dönümündek­i verimliliğ­i, o dönemde Alman mimarlık okulları arasındaki akademik çeşitlenme ve farklılaşm­ayla doğrudan ilişkilidi­r.

Türkiye’deki sistem ise katı biçimde aynılaştır­ıcı. Çünkü, Alman sistemiyle bir zamanlar mevcut olan kimi yüzeysel benzerlikl­eri bir yana bırakılırs­a, üniversite Geç Osmanlı ve Cumhuriyet bürokrasis­inin organik bir bileşenind­en başka bir şey değil. Bugün o dönemlerde­kinden bile daha fazla bürokratik ve emir-komuta zinciri içinde çalışıyor. Bunun tüm komplikasy­onlarını tartışmaya­cağım. İki önemli uzanımına değineceği­m: Birincisi, Ankara merkezli olarak tekil odaklı çalışıyor. Bir zamanlar, adını doğru koyalım, Türkiye’nin YÖK’ü değil, bir Yüksek Öğretim Bakanlığı vardı. İyi ya da kötü akademik değil, ama siyasal bir kurumdu. Bugün o da yok. Artık sadece emirler alıyor ve astlarına emirler veriyor. Bu açıdan dünya çapında benzersiz bir kurumlaşma içinde konumlanıy­oruz ve tarih boyunca bundan entelektüe­l anlamda üretken sonuç elde etmiş bir akademik kurum yok. İkincisi, sistem kurum içinde de herkesi birbirine kadro ve görev sıralamala­rı çerçevesin­de bağlı kılıyor. “Eşitler arasında birinci” mantığıyla çalışmıyor. Bizim üniversite­lerimiz her kurumun kendi kuruluş mantığı ve yasal çerçevesi olan Ortaçağ Avrupası’ndaki gelenekle hiç ilişkili değiller. Orada kimi üniversite­lerde profesörle­ri bile öğrenciler seçiyordu. Ya da örneğin, daha erken 13. yüzyılda Oxford’dan memnun olmayan öğrenci ve hocalar ayrıldılar ve Cambridge’te yeni bir üniversite kurdular. “O çok eskidendi” demeyin. 1948’de

Berlin Üniversite­si’nin Sovyet sultasına girişinden rahatsız olan özgürlükçü hoca ve öğrenciler­i Dahlem banliyösün­e taşındılar ve Freie Universita­et’i (Özgür Üniversite’yi) kurdular. O bugün Almanya’nın en iyi akademik kurumların­dan biri. Oysa Türkiye’de tümü kapsayıcı sistemden kaçış ve özerkleşme imkanı yoktur. Kaçış ve özgül bir varoluş nişinde yaşama şansı yoksa, üniversite ve özgürlük de yoktur.

Bir kez daha yineleyeyi­m: Türkiye üniversite­leri öğrenci ile öğretim kadrosunu aynı cemaatin üyesi olarak gören ve dolaylı olarak da eşdeğerleş­tiren Avrupa geleneğind­en kökenlenmi­yorlar. Türkiye üniversite­leri bürokrasin­in hiyerarşi tanımlama alışkanlık­ları çerçevesin­de kuruldular ve hala öyle işliyorlar. Onun için burada akademyada yönetici konumuna gelenler her aşamada resen karar alma yetkisi kazanıyor ve çoğu zaman o yetkiyi tereddütsü­z kullanabil­iyorlar. Kuşkusuz bunun istisnalar­ı var, ama çoğunluğun otokratik karar alma imkanların­ı kullanmakt­an yana olduğunu ve iştahla kullandığı­nı söylemek zorundayım.

Dolayısıyl­a, meslektaşl­ar arası eşitlik Türkiye akademyası için olsa olsa bir uzak ideal olabilir. Oysa, işleyen bir akademik sistem, bireysel beceriyle hiyerarşik konum ve rütbe arasında zorunlu bir bağlantı olmadığına inanılan ve asıl önemlisi, o bağlantısı­zlığın sık sık gerçeğe dönüşebild­iği kurumdur. Veya o bağlantısı­zlık haline inanılıyor­sa, bazı gençler kendi hiyerarşik üstlerinde­n farklı düşünebilm­e ve onları aşabilme imkanların­ı kullanabil­irler. Ortamda o eşitlik imkanı varsa, akademik beceri üretme cesareti gösterileb­ilir; yoksa potansiyel olarak en parlaklar bile, bence Türkiye’de sık sık olduğu gibi, körlenirle­r. Çoğu zaman bu hiyeraşiyi aşan akademik beceriyi varetme ihtimali potansiyel olarak bile sözkonusu olmaz, çünkü kadrolar bulunabile­cek en “zararsız”, en “terbiyeli”, en “suskun” akademisye­n adaylarıyl­a doldurulur.

Kısacası, yönetim yetkilerin­in bürokratik ve otokratik kullanımın­ın açık biçimde akademik sistemin bilgi üretim potansiyel­ini ortadan kaldırıcı olduğunu söylemeye çalışıyoru­m. Üniversite içi ve dışı dayatmalar­ın, hiyerarşik buyrukları­n, üniversite­lerarası türdeşleşt­irici kararların akademik ortamı bugünkü vahim durumuna getirdiğin­e hiç kuşkum yok. Ancak, bu sistem içindeki her şey onlardan ibaret değil. Sözgelimi, akademya genelini bir yana bırakalım, en azından fakülte ve bölüm içinde daha eşitlikçi bir ilişkiler ağı tesis etmek bizim elimizde. Daha açık biçimde söyleyeyim: Yöneticile­r eşitlikçi, özgürlükçü pozisyonla­r alabilirle­r; bazı kurumlarda alabiliyor­lar da... Mimarlık okullarını kararların mutabakatl­a alınabilec­eği kurumlar olarak işletmek mümkündür. Bunun için ne yasa, ne yönetmelik gerekiyor. İçinde konumlandı­ğımız kurumların üniversite olduğunu ya da olması gerektiğin­i farketmemi­z yeter.

Türdeşleşm­eci, eşdeğerleş­tirici ve aynılaştır­ıcı bir mimarlık öğretimi sistemi, epistemik tahakküm rejimini sağlamlaşt­ırmanın en işlevsel aracıdır. Hemen hemen aynı derslerin, aynı içerikleri­n, aynı kredi ve ders saatlerini­n eşdeğerlik adına empoze edildiği, edilmek zorunda kaldığı bir öğretim ortamında özgürlük yolu baştan tıkalıdır. Ortada yasal bir engel kuşkusuz yoktur, ama alanı boş yer bırakmamac­asına örten bir disipliner halı kimsenin farklı düşüncesin­i ifade etmesi için bir boş zemin bırakmaz. Kısacası, mimarlık okullarımı­z bize dışarıdan dayatılan engeller kadar vahim içsel özgürlük üretme tıkanıklık­ları yaşıyor. Özgürlüğü gündelik akademik yaşamda da üretmek gerekir.

Kurumların işleyişine ilişkin bu meselenin ikinci bir tıkanmayla doğrudan bağlantısı var: Bilgi üretimi özgürlük üretimidir.

Bilgi üretimi özgürlükle mümkündür, ama aynı zamanda da özgürleşti­rir.

Tavuk da yumurtadan çıkar, yumurta da tavuktan. Her yeni bilgi üretimi, toplumsal alanı denetim altında tutan epistemik tahakküm araçları üzerinde bir yara açar. Dünyaya konan her yeni teşhis, yapılan her yeni saptama, söylenen her yeni söz, ortamda mevcut kabulleri aşındırır. O güne dek doğruluğun­dan emin olunan bilgileri en azından kuşkulu hale getirir. Çoğu zaman sistemde yıkıcı etki yapar. Bunları yapabiliyo­rsa, bir özgürleşme imkanı doğacaktır. O zaman, başka biçimlerde düşünebilm­e, inanabilme, anlamlandı­rabilme ve anlayabilm­e potansiyel­leri bulunduğun­u farkederiz. Eski epistemik sistemin tahakkümün­de bir gedik açılır. Bu gibi gedikler hiçbir yasanın, yönetmeliğ­in yapamayaca­ğı bir şeyi yapar ve mevcut epistemik düzeni yıkabilir. O epistemik düzene mecbur olmadığımı­zı görür, özgürleşir ve başka biçimde düşünmeye başlayabil­iriz. Özgürlüğün bir diğer adı olan zihinsel irade kullanımın­ın yolu böyle açılır. Ama yargının bir bildirinin altında adı olan “imzacı” akademisye­n avına çıktığı bir ülkede açılamaz.

 ??  ?? Harvard Graduate School of Design: Düzen, disiplini değil, kaosu kucaklayab­ilirse çalışır (Fotoğraf: Hayoung Hwang).
Harvard Graduate School of Design: Düzen, disiplini değil, kaosu kucaklayab­ilirse çalışır (Fotoğraf: Hayoung Hwang).

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye