Bina Başka Şey, Mimarlık Başka, Kurumlaşma Başka...
Uğur Tanyeli ■ Mimarlık-kurumlaşma ilişkisi bağlamında dünya genelinde iki karşıt güzergah tanımlanabilir. Birinci güzergahta aslolan kurumlaşmadır. Mimarlık o kurumlaşma bağlamında varlık kazanır. İkincisindeyse aslolan kurumlaşma değil, hatta mimarlık da değil, ama binadır. Kurumlaşmanın o bina bağlamında, hatta onun sayesinde inşa edilmesi umulur.
Çoğu durumdaysa kurumlaşma zaten öngörülmüş değildir. Bir hizmetin verilmesi için binaya ihtiyaç vardır ve inşa edilir. Ama o hizmetin ancak bir kurumsal altyapı ile gerçekleşebileceği akla bile gelmez.
Bu ikinci yolun örnek ülkesi Osmanlı Devleti ve Türkiye sayılabilir. Burada önce bina inşa edilir, ardından da işlevini görmesi umutla beklenir. Örneğin, ona ait binayı inşa ettikten ancak yarım yüzyılı aşkın süre sonra üniversite kurmayı başarışı(!) açısından Osmanlı ve Türk entelektüel enerjisi benzersizdir. Dünyada örneği yoktur. 184546 gibi bir tarihte Ayasofya’nın arkasında devasa bir Darülfünun (Üniversite) binasının yapımı gündeme gelir. Fossati Kardeşler bu binayı inşa eder, 1865’te bitirirler. O kadar geniş tutulmuştur ki, sözgelimi Cambridge ve Oxford’da aynı yıllarda o boyutlarda bir üniversite yapısı yoktur. Ne var ki, İstanbul Darülfünunu diye bir okul ancak 1900’de çalışmaya başlayacak, akademik bir tüzel kişilik olabilmesi için de 1924 yılını beklemek gerekecektir. O şık Darülfünun binasıysa 1933’te yanıp bizi utançtan kurtarana dek bir gün bile üniversite olarak işlev görmez; meclis olur, adliye olur, yanar kül olur.
Tokyo Üniversitesi ise 1877 yılında kurulur. Mütevazı yapılarda etkinliğe başlanır. Ancak önce “üniversite nedir” gibi sorular sorulur. Onun sadece belirli işe yarar alanlarda öğretim yapan bir okul olmadığının farkına varılır. Alman, Fransız ve ABD üniversite sistemleri yerinde gidilip incelenir. Onlardan önce daha 1858’de bir başka Japon, Fukuzawa Yukichi tarafından Amerikan üniversite sistemini yerinde gözlemleyip araştırarak bir özel akademi olan Keio Üniversitesi kurulmuştur bile. Basit ahşap bir yapıda çalışmaya başlar. Keio, Tokyo Üniversitesi’nden bugüne kadar her anlamda farklı olmayı sürdürecektir. Çünkü Japonlar dış dünyaya açılmanın ardından daha onyıl geçmeden dünyada birbirinden farklı üniversite türleri, farklı akademik gelenekler, farklı kurumlaşmalar olduğunu farketmişlerdir. Daha önemlisi, üniversitenin bir bina veya bina topluluğu değil, kurum olduğunu öğrenmişlerdir. O sayede bugün sadece Tokyo Üniversitesi bünyesinde yetişmiş Nobel ödüllü Japon sayısı 17 kişi. Tokyo Üniversitesi dünya sıralamasında hep ilk on içinde yer alıyor. Giriş kapısının üzerinde -nedendir bilinmez- 1453 yazan İstanbul Üniversitesi’nin “rating”ini söylemeye dilim varmıyor.
Bu başarının bir sırrı mı var? Kuşkusuz var: Japonlar neyi bilmediklerini doğru saptamışlardır. Kendi entelektüel ve bilimsel pozisyonlarını doğru teşhis etmişlerdir. Eksiklerini tanımlar ve gerçekçi biçimde “ötekiler”den öğrenmeye koyulurlar. Bilmediklerini bilirler. Osmanlı/Türk entelijansiyasının ve yönetici elitinin üyeleriyse “her konuda her şeyi zaten bilirler”. Gerçek bir üniversitede tek gün geçirmeden üniversite kurabilecekleri özgüveniyle dopdoludurlar. Öğrenmeye gerek duymadan öğretmeye kalkışırlar. Haklarını yemeyeyim. Sözünü ettiklerim bilmeyişleri biraz da hoşgörülebilir olan 19. yüzyılın Osmanlı yüksek ricali değil. Örneğin 1980 askeri darbe önderleri ve sonrasındakileri de kastediyorum. Onlar Türkiye’de üniversite sistemini yeniden kurmayı İhsan Doğramacı adında bir tıp profesörüne havale eder, bir disiplin rejimi kurarlar. Merkezi bir akademik yönetim örgütü tesis ederler. Japonlar daha 19. yüzyıl bitmeden üniversiter yapılanma bağlamında çeşitliliklerin önemini, farklılıkların anlamını kavramışlardır. Örneğin, bugüne dek yukarıda sözünü ettiğim Keio ile Tokyo Üniversitelerini aynı örgütsel kalıba yerleştirmeyi denemezler.
Sadece Japonlar değil, başkaları da bu feraseti gösterebilmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman mimarlık okullarının akademik kimlik farklılıklarının ürettiği esnekliğin sonraki dönemdeki mimari atılımcılık ruhunu ürettiği üzerine tarihçiler epey konuşmuştur. Bu esnekliği üniversite binaları vermiyor; onlar tam aksine o esneklik bağlamında tasarlanıp inşa ediliyorlardı. Çünkü onlar kurumdular. Türkiye’deyse giderek tırmanan bir tempoyla şu oldu: Tüm üniversiteler aynı kalıba döküldü, siyasal vesayet altına alındı, çeşitliliğin küçük izlerini bile silmek için elden gelen yapıldı. Herhangi bir kurumsal temeli olmadığı için, 1980 darbecilerinin izinden gidenler üniversite açmanın çok kolay olduğunu farkettiler. Hemen her kentte bir kampus inşa edip üzerine adını yazarak tabela üniversiteleri kurmanın mümkün olduğu anlaşıldı. Bu olağanüstü yaratıcılık sayesinde Türkiye üniversiteyi bina ve öğrenci ikilisinden ibaret hale getirmeyi becerdi. Akademisyen bile gerekmiyordu artık. O yüzden hiç öğretim üyesi olmayan akademik “mekanlar” var bu ülkede. Kitaplıklarında öğrenci başına tek kitap düşmeyen üniversitelerimiz bile mevcut. Uluslararası saygınlık ve üretkenlik bağlamındaysa -belki bilmeyenler vardırsıralamalarda İran’la yarışıyoruz.
Bugün bu sayede Türkiye Ortaçağ Avrupası’ndan başlayan üniversiter kurumlaşma tarihine yeryüzünde en fazla yabancılaşmış ülkedir. Kendi tüzel kişiliği, kimliği, tercihleri, ölçütleri, yönetim gelenekleri olan, “Gemeinschaft” veya özerk cemaat olarak tanımlanmış bir kurumu bir yapı topluluğu haline getirmeyi başardık. Edirne’den Kars’a kadar sadece sessizlik üretmeyi başarıyoruz. Üniversite binalarımızı dünyanın ve Türkiye’nin en ünlü mimarlarına tasarlatsak bile -kaldı ki tasarlatmıyoruzgeldiğimiz nokta bu.
Bu sıraladıklarımın yalnızca üniversiteler için geçerli olduğu sanılmasın. Tüm Türkiye’nin kamusal nitelikteki entelektüel yapılanması böyle. En bildik örnek olarak, Türkiye’nin hemen her kentinde mevcut müzeleri verebilirim. Çoğunun içinde sergilemeye uygun malzeme olmayan, ağırlıklı olarak yakın çevredeki arkeolojik kazı malzemesini biraraya getiren, onları adabıyla sergileyecek tasarımcı emeğinden yararlanmayan ve yararlanamayan, periyodik sergi yapamayan, yayın organları bulunmayan, kitaplıkları acıklı boyutta, çoğunlukla gülünç bir hamaset ve nostalji üretmesi için kurulmuş veya turist geliri sağlayan, o yüzden ihaleyle kiraya bile verilen, ama çocukları bile oyalamayı başaramayan, fakat adı müze olan, özerk hareket kabiliyeti sıfır mertebesinde, Ankara’dan gelen buyruklarla yönetilen, özetle kurum değil, binadan ibaret olan unutulmuş mekanlar onlar. Hatta bina olarak bile varlıkları tartışmalı. Sözgelimi, Geç Bizans sanatının en ilginç ürünlerinden biri olan Kariye Müzesi’ni camiye dönüştürme girişimi bile var şimdilerde. Özetle, kurumsal yapılanma üretemeyen bir toplum bina ve mimarlık bağlamında da kendi yaşam alanını tahrip etmiş demektir.
Acaba kronolojik anlamda çok uzatılmış ve giderek vahamet kazanan bir kriz mi yaşıyoruz bugün? Kuşkusuz evet. Yakın zamana kadar sanki çalışırmış gibi olan tüm entelektüel ve kamusal mekanizmaların çalışmadığı bir tıkanma noktasındayız. Ancak, krizden çıkabilmek için, öncelikle kriz yaşadığının farkına varmak gibi bir zorunluluk da var. Bireysel krizlerde bile bu böyle. Dürüstçe özdeğerlendirme yapmak krizi aşmanın önkoşulu. Psişik bir tıkanma yaşadığını, kriz geçirmekte olduğunu farketmeyen birine psikopatologlar da deva olamıyor. Ülkelerin de aynı farkındalığa erişmeleri gerekiyor ki, onu aşabilsinler. Unutmayalım: Krizler kişiler için olmaktan fazla, ülkeler için geleceği inşa etmeye yol açan fırsatlardır aynı zamanda. Umarım öyledir.