Yedinci Kıta
Küresel iklim krizinin gündeme taşıdığı başlıkları tartışmayı amaçlayan 16. İstanbul Bienali “Yedinci Kıta” kapandı. Onu değerlendiren ve bienal “yaşamını” gözler önüne seren kapsamlı bir metin sunuyoruz.
Yağmur Yıldırım ■ Amazon Ormanları’ndaki yangınların uzaydan görüntülendiği, “iklimi değil, sistemi değiştir” diyen milyonlarca öğrencinin 150’den fazla ülkede örgütlenerek küresel bir grev başlattığı, Greta Thunberg’in Birleşmiş Milletler’de dünya liderlerine “Çocukluğumu ve hayallerimi çaldınız” diye seslendiği günlerde başlayan 16. İstanbul Bienali, geçtiğimiz ay sona erdi. İçine yerleştiği bu dünyayı, kendi deyişiyle “Yedinci Kıta”yı sanatçılarla, düşünürlerle, bilim insanlarıyla birlikte birer antropolog gibi çalışmayı öneren bienal, politik ekolojiye, insanmerkezciliğe, gezegenin geleceğine dair tartışmaların yanısıra kendisine yöneltilen protestoların da tetikleyicisi oldu. Bu yazıda, sona eren 16. İstanbul Bienali’nin temas ettiği tartışmaları ve İstanbul’da bıraktığı izleri paylaşmayı amaçlıyorum.
okurlarının şimdiye dek aşina olduğunu tahmin etsem de bienalin kavramsal çerçevesini burada kısaca aktarmakta fayda var. 16. İstanbul Bienali, başlığı “Yedinci Kıta”yı popüler kültürde aynı isimle bilinen, Pasifik Okyanusu’nun ortasında 3,4 milyon km2’lik bir alana yayılan yedi milyon tonluk plastik atık yığınından alıyor. İnsan atıklarından oluşmuş bu yeni araziyi, başka bir deyişle, insanın şekillendirdiği jeolojik çağ olarak ifade edilen antroposeni konu eden bienalin açılış konuşmalarında da, iklim krizinde üretim ve tüketim sistemlerinin kökten değişmesinin aciliyeti ve bu ortamda sanatın yeni gelecekler tahayyül edişinin önemi vurgulandı2. Doğa ve kültürün, kır ve kentin, doğal olan ve yapay olanın arasındaki sınırların eridiği zamanlarda sanatın; merkezine insanı almaktan vazgeçerek insan ve insan olmayanların, makinelerin, hayvanların, bitkilerin ürettiği yeni akışkan oluşumları araştırarak, yani Yedinci Kıta’nın antropolojisini çalışarak yaratacağı olasılıklara dikkat çekildi3.
Toplam 57 sanatçı ve sanatçı kolektifinin çalışmalarının yer aldığı bienalde, hem Aydınlanma mirası ilerleme anlayışı hem de içinde bulunduğumuz ileri kapitalizm ya da kimilerince isimlendirildiği gibi “kapitalosen” çağının iktidar ağları sorgulanıyor. Megapoller, küresel şirketler, teknolojik tahakkümler, medya kutuplaşması, iletişim krizleri gibi konuların, Yedinci Kıta’daki tartışmaların odağına yerleştiği söylenebilir. 100’den fazla bilim insanı, hümanist ve sanatçının oluşturduğu Yabanıl Atlas Kolektifi’nin adeta “bienal içinde bir bienal” olan tamamlanmamış çalışması, Yedinci Kıta’nın süreçlerini anlamaya dair heyecan verici bir girişim -projenin küratörleri arasında “Hasar Görmüş Bir Gezegende Yaşama Sanatları: Antroposen’in Hayaletleri ve Canavarları” kitabıyla
çığır açan Anna Tsing’in olmasının heyecanımda payı büyük4. Kolektif, bu çalışmasında fabrikalar, barajlar, elektrik santralleri gibi infrastrüktürlerin tasarlanmamış etkilerini araştırıyor. İnsanın mühendislik faaliyetlerinin yerinden ettiklerini, kontrol edilemez hale getirdiklerini “yabanıl varlıklar” olarak isimlendirerek, bunları saha raporları halinde izleyiciye sunuyor. Raporlarda Bengal Deltası’ndaki demiryolu inşaatlarının bölgede nasıl istilacı bitki türleri yaratarak tüm ekosisteme onarılamayacak bir hasar verdiği, artan gemi taşımacılığının Kuzey Buz Denizi’nde nasıl gürültü kirliliğine yol açarak balinaları tehdit ettiği, Endonezya’daki bir sondaj kulesinin nasıl devasa bir çamur volkanı yarattığı gibi vakalar paylaşılıyor.
İnsan faaliyetlerinin yarattığı istilacı türleri inceleyen bir başka isimse Simon Starling; Karadeniz’e özgü olan fakat soğuk savaş zamanında Kuzey Amerika’ya taşınan istilacı zebra midyelerini konu ediyor. Yine infrastrüktürleri odağına alan Eloise Hawser ise, Türkiye’nin en büyük atık dönüşüm merkezlerinden birisini belgeleyerek, atık döngülerini tartışmaya açıyor. Belgeleme çalışmalarının yoğunluğu Yedinci Kıta’da dikkat çekiyor; çarpıcı işinde Ozan Atalan, üçüncü havalimanının ve bağlantı yollarının İstanbul’un mandalarının doğal yaşam alanlarını nasıl yok ettiğini belgelemiş. Güncel neoliberal sistemlerin ve kentsel dönüşümün dışlama mekanizmalarını belgeleyen bir başka çalışma ise En Man Chang’a ait; Tayvan’da rant odağı olan kent merkezindeki işçi mahallesinin yasadışı ilan edilmesiyle yaşananlar, İstanbul’un mandalarının başına gelenlerden farklı değil.
Antroposenin başlangıcını kimi görüşler Kristof Kolomb’un Bahama Adaları’na
çıkarak Avrupa sömürgeciliğinin önünü açması ile ilişkilendiriyor; bienalin küratörü Nicolas Bourriaud da yaşayan dünyanın ele geçirilmesini barındıran sömürgeciliğin, antroposenin “tam da özünde” olduğunu savunuyor5. Aydınlanmacı ilerleme idealinin görmezden geldiği, ileri kapitalizmin tahakküm altına alarak prekaryalaştırdığı topluluklar, ırkçı, sömürgeci, cinsiyetçi politikalar Yedinci Kıta’nın “antropolojisinde” çokça gündeme geliyor. Radcliffe Bailey’in köle ticareti gemisi, Turiya Magadlela’nın külotlu çoraplardan ördüğü mağarası gibi postkolonyel ve feminist yaklaşımlar taşıyan, Suzanne Husky’nin ve
Jennifer Tee’nin halıları gibi folklorik ikonografiyi, mitolojik anlatıları kullanan eserlerin, antroposen tartışmalarının evrensellik iddialarına karşı meselenin barındırdığı çok boyutlu adaletsizliklere ve şiddete dikkat çektiği söylenebilir.
Nesnel gerçeklik ve hakikat sonrası tartışmaları da, Yedinci Kıta’da kendisine yer buluyor; bugün nesnel olgulardansa duyguların ve kişisel kanaatlerin kamuoyunda belirleyici olduğunu ifade eden hakikat sonrası düşüncesi, Düz
Dünya Topluluğu’nun güç kazandığı, politikacıların yalan beyanlarla kitleleri galeyana getirdiği, iklim değişiminin inkar edildiği zamanımızı tanımlıyor. Kapsamlı bir oryantalist eser ve nesne koleksiyonuna sahip Pera Müzesi’nin neredeyse tüm bir katına yayılan kurmaca bir uygarlığın eserleri, müzelerde sergilenen eserlerin gerçekliğini ve kurumların tarih anlatılarındaki meşrulaştırıcı rolünü düşündürüyor. Hakikat sonrası çağda, Yedinci Kıta’da ekoloji kavramının yaratıcısı Ernst Haeckel’in 19. yüzyıldan organizma çizimleri ne kadar gerçek ve bilimselse, hemen yanına yerleştirilmiş Luigi Serafini’nin ünlü Serafinianus
El Yazması’nın fantastik makine ve yaratık tasvirleri de o kadar gerçek ve bilimsel. Simon Fujiwara’nın İstanbul yakınlarındaki bir lunapark düzeneği imalatçısının çöp kutusunda bulduğu polyesterden pop ikonlarını kullanarak yaptığı pırıltılı müze, hastane, hapishane maketleri, içinde yaşadığımız hakikat sonrası dünyasının üç metrekarelik bir alandaki özeti gibi.
Pera Müzesi dışındaki ana yerleşke olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim ve Heykel Müzesi’ni ziyaret fırsatını yaratması, bienalin büyük hoşluklarından oldu. Emre Arolat Mimarlık tarafından projelendirilen müzenin gelecek yıl açılması bekleniyor; Sedat Hakkı
Eldem’in beş numaralı antrepo binasının özgün cephe ve betonarme ızgarasının referans alındığı, uzun süredir merak edilen binayı tamamlanmamış haliyle de olsa deneyimlemek beni ve nice kişileri heyecanlandırdı6. Binanın katlarındaki
odalara tıklım tıkış yerleşen Yedinci Kıta’nın upuzun koridorlarında labirent gibi bir rotayla ilerlerken, beklenmedik anlarda çıkan Galataport manzaraları ise insanı olduğu yere çiviliyordu; şantiyenin uçsuz bucaksızlığı ile, ağır ağır hareket eden devasa vinçleri ile, hafızalardaki tazeliği ile burası Pasifik Okyanusu’nun değil, İstanbul’un göbeğindeki “Yedinci Kıta”ydı. Bourriaud’nun bienalde “bir parantez” olarak nitelediği Büyükada’da gündelik ritmi yavaşlatmak, bir dönemin tanığı olan Anadolu Kulübü’nde İstanbul’un balıkları hakkında kitapları karıştırıp Turgut Cansever, Abdurrahman Hancı, Ertur Yener binalarını selamlamak, müze olacakken bugün atıl durumdaki tarihi Taş Mektep’in bahçesinde Hale Tenger’in dile gelen meyve ağacını dinlemek, 14. İstanbul Bienali “Tuzlu Su”yu ağırladıktan sonra yenilenen Mizzi Köşkü’ne tekrar girebilmek ise bienalin diğer hoşluklarıydı7.
Bugünün aciliyetlerini tartışmayı amaçlayan bir bienalde, araştırma ağırlıklı ve izleyiciyle açık bir iletişim kuran, kolay kavranabilir işlerin yoğunlukta olmasının, cömert eser açıklamalarının ve neredeyse didaktik mekan yerleşimlerinin tercih edilmesinin sürpriz olmadığı düşünülebilir. Nicolas Bourriaud’nun, sanat pratiklerinin bağımsız ve özel bir alandan değil, insan ilişkileri ve toplumsal bağlamlarından ortaya çıktığını öne sürdüğü “ilişkisel estetik” kuramını da bu noktada anmakta fayda var8. Bourriaud bu düşüncede, sanatçının bir ürün yaratmasının ötesinde, yeni ilişkilenme biçimleri ortaya çıkarması ile ilgileniyor. Bourriaud, Sanat Dünyamız’ın geçtiğimiz sayısında yayımlanan, Pelin Tan ile gerçekleştirdiği söyleşide, “bağlantılarla
düşünmek, bağlantıların kendisini düşünmek: bizim yeni entelektüel görevimiz budur” diye belirtiyor9.
16. İstanbul Bienali’ne yöneltilen protestolar, tam da bu bağlantılardan yola çıkıyor. Eylül ayı sonunda bir grup sivil toplum kuruluşu tarafından 350 Ankara’da yayımlanan açıklamada bienal, destekçilerinin çevre krizindeki sorumluluğu nedeniyle boykot ediliyor10. İmzacılar, ekolojik yıkımdan söz eden bir bienalin sponsorları arasında fosil yakıt şirketleri olmasını “yeşile çalma” olarak niteliyor. Sözkonusu şirketlerin girişimleri arasında petrol, otomotiv ve termik santral yatırımları, siyanürlü altın madenleri bulunuyor11. Resim ve Heykel Müzesi önünde Ekim ayında iki protesto gösterisi gerçekleşti; “fosil yakıt parasından vazgeç” yazılı bir pankart açan 350 aktivistleri, bienali düzenleyen İstanbul Kültür ve
Sanat Vakfı’nı (İKSV) özeleştiri yapmaya davet ettiklerini duyururken, fosil yakıt şirketlerinin desteklerinin geri çevrilmesini talep eden Yokoluş İsyanı aktivistleri, davullar ve vuvuzelalar eşliğinde gıda boyasından yapılmış “petrol”ü bina girişine döktü12. Bu yazının yazıldığı sırada İKSV tarafından konuya dair bir açıklama henüz yapılmış değil, sosyal medyada ise, bienal katılımcısı sanatçıları “ayıplayan” protesto metnini imzalayan kuruluşlar, sanatçıları destekleyecek yapıcı önerilerde bulunmadıkları öne sürülerek eleştirilmekte13. Fosil yakıt şirketlerinin destekçisi olduğu kültür ve sanat etkinliklerine karşı protestolar, tüm dünyada yaygın; İstanbul Bienali ile arka arkaya açılan Chicago Mimarlık Bienali de bu sebeple boykot edilmiş ve kimi katılımcılar bienalden çekilme kararını duyurmuştu14. Protestolar sonucunda İngiltere’deki Royal Shakespeare Company, Tate Modern, Ulusal Galeri, Amsterdam’da Van Gogh Müzesi, Chicago’da Doğa Tarihi Müzesi fosil yakıt şirketleri ile sponsorluk anlaşmalarını sonlandırmıştı15.
İklim uzmanı ve aktivist Ümit Şahin, yaşadığımız kapitalist sistemde böylesi büyük organizasyonları halka buluşturmanın başka yollarını aramaktan yana olsa da bir yandan bu tür sanat etkinliklerinin, büyük finans kaynakları olan kuruluşlarca desteklenmeden gerçekleşmesinin zorluğunun da altını çiziyor16. Şahin’in çevre, iklim ve ekoloji mücadelelerinde tek bir yöntem olmadığını, herkesin kendi yolunu kendisinin belirlediğini, boykotun yanısıra mümkün olan her platformu kullanmanın da bir mücadele yöntemi olduğuna dair sözlerini önemli buluyorum17. Ekoloji ve sanat kolektifi Birbuçuk’un düzenlediği, Yedinci Kıta’nın kamusal programı “Sindirim” buluşmalarının bu anlamda çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Müze binasında bir buluşma mekanı olarak Güneş Terkol ve Güçlü Öztekin tarafından yaratılan
WORLBMON’un ağırladığı programın toplantıları ismini su, beton, patates, işlemci gibi gündelik yaşantımızdaki varlıklardan alıyor. Her toplantıda, bu varlıklardan birinin ilişkilendiği tarım, enerji, iklim, kent, atık, müşterekler, toplumsal cinsiyet gibi meseleler, katılımcı sanatçılar, aktivistler, sosyologlar, akademisyenler, oyuncular, mimarlarla birlikte tartışılıyor; tam olarak Bourriaud’nun sözünü ettiği türden bir bağlantılılık hali bu. Bu yazının yazıldığı sırada gerçekleşen son buluşma “BENZİN”, bienal sponsoru şirketlerin fosil yakıt ve madencilik girişimlerinin eleştirildiği, bu şirketlerin sanat ile aklama
(artwash) stratejilerinin aktarıldığı, enerji politikalarının ve toplumsal hareketlerin dönüştürücülüğünün tartışıldığı, fosil yakıtların itibarsızlaştırılmasını hedefleyen performansların gerçekleştiği bir bilgi paylaşım alanı, fikrimce kıymetli bir mücadele alanıydı18.
Sindirim Programı’nın bir diğer buluşması “BETON” ise, kentsel politik ekoloji, kent mücadeleleri, kentsel dönüşüm gibi konuları odağına aldığı tartışmalarla, Galataport manzarasına karşı rahatlattı. Katılımcılardan akademisyen Aslı Odman’ın uzun süredir araştırdığı asbest meselesinin, İstanbul Bienali hakkında çıkan hemen hemen tüm yazılarda göz ardı edilmişse de, Yedinci Kıta’nın sorunsallaştırdıklarının tam göbeğinde olduğunu düşünüyorum19. Bienalin açılıştan önceki sürecini hatırlamak gerekirse, 16. İstanbul Bienali’nin ana yerleşkesi, Haliç Tersaneleri olarak belirlenmişti; fakat açılışa haftalar kala, tersane alanındaki asbest miktarının halk sağlığını tehdidi gerekçe gösterilerek mekan değişikliği kararı duyurulmuş ve apar topar Resim ve Heykel Müzesi’ne yerleşilmişti20. Yapılarda yalıtım, çatı ve çimento malzemesi olarak kullanılan, canlılarda kansere yol açan bir madde olan asbesti Odman “Türkiye’nin Çernobili” olarak aktarıyor21. Fransa’da 1997 yılında bir halk hareketi sonucunda asbest kullanımı yasaklanmasına rağmen, ülkede asbest kaynaklı kanser türleri yüzünden günde sekiz kişi hayatını kaybediyor22. Türkiye’de ise durumun daha kritik olduğu tahmin ediliyor: Asbest kullanımı 2010 yılında yasaklanmışsa da, yüksek miktarda ithal edildiği 1970’lerin ortasından 1990’ların ortasına kadar inşa edilen yapılar bugün kentsel dönüşüm adı altında yıkılıyor, yıkımla birlikte bu madde lif halinde havaya karışarak canlılar tarafından solunuyor ve İstanbul’un birçok mahallesinde yaşayanları gündelik hayatlarında tehdit ediyor. Halk sağlığı gerekçesiyle bienalin son anda taşınma kararı sağduyulu olsa da, Bourriaud’nun ifadesiyle “entelektüel görevimiz” eğer “bağlantıları düşünmek” ise, bienalin ana sponsorunun İstanbul ve çevresindeki asbest vahşetinin bizzat faillerinden olduğunu, 1980’li yıllardan beri gömülen asbestli atıkların kanserojen bir “tepe” yarattığı Dilovası’nın tartışmalı sorumluları arasında bulunduğunun geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir haberle ortaya çıkarıldığını anmakta fayda var23.
Haliç Tersaneleri alanında asbestin yüksek miktarda bulunduğu ise uzun süredir tahmin edilmekte; hızlı bir internet aramasıyla dahi konu hakkında yayımlanan haberlere ulaşılabilir. Dahası, endüstriyel sit alanı olan ve üçüncü kişilere devredilmeme şartını barındırdığı halde bir kent suçu olarak dönüştürülmeye çalışılan Haliç Tersaneleri’ne Yedinci Kıta’nın yerleşme kararında, İstanbul’da süregiden kentsel mücadelenin böylesine göz ardı edilmesi düşündürücü. Bourriaud, Tan ile söyleşisinde Haliç Tersaneleri’nden çekilme kararının “serginin DNA’sının bir parçasına dönüştüğünü, ilk defa çevresel etkilerden dolayı bir bienalin mekan değiştirdiğini” belirtiyor, bu durumun “İstanbul’un iyileştirilmesi yönünde bir beyan ortaya koyduğunu” ifade ediyor24. Yalnız Haliç Tersaneleri ve asbest meselesinin çok katmanlılığını göz önüne alarak dahi, “bienalin DNA’sına işlenen, yalnız ‘çevresel etkilerden’ ibaret midir” diye sormak olası değil mi? “Bağlantılarla düşünmek” eğer İstanbul’un aşkın yapılarca “iyileştirilmesi”ni beklemektense, iyileştirmenin bizzat aktörleri olmak ise, bienalin kendi varlığını, kararlarını ve etkilerini sorgulama zorunluluğunu da yaratmaz mı? Dahası, 16. İstanbul Bienali’nin karbon ayak izi ne kadardır, sona eren bienalde kullanılan malzemeler ve atıklara ne olacaktır? İstanbul Bienali, ileri kapitalizmin hangi tahakküm ağlarına dahildir? Verimli ve cömert tartışmaları ağırladığı halde, kendi varlığını, ilişkilenme biçimlerini, bizzat parçası olduğu “yedinci kıta”sını sorgulamayışı, Yedinci Kıta’nın en büyük paradoksu belki de.