“IPL - Informal Parking Lots of Istanbul”
Sao Paulo Uluslararası Mimarlık Bienali’nin bu yıl on ikincisi düzenleniyor. Küratörler Vanessa Grossman, Charlotte Malterre-Barthes ve Ciro Miguel tarafından belirlenen tema TODO DIA / Everyday (Gündelik, Her gün) bir tür modernite eleştirisi olarak görülebilir. Bu eleştiriyi Brezilya’da üretmek ve modernite ile gündelik hayatın karşılaşması üzerinden bir mimarlık sergisi kurgulamak son derece anlaşılır bir tutum; zira ülkesinin başkentini bir mimara hiç yoktan tasarlatacak kadar modernist düsturun peşine düşmüş olan bir ülkenin moderniteyi gündelik hayatla her seferinde yeniden test edip kendi özgün söylemlerini üretmesi son derece ilgi çekici.
Kendileri de birer açık çağrıyla seçilmiş olan genç küratörler, tartışmayı olabildiğince genişletmek maksadıyla bir açık çağrı düzenlediler ve sergiyi dünyanın dört bir yanından mimarlarla birlikte oluşturma gayretlerini bu yılın başında uluslararası mimarlık basını vasıtasıyla duyurdular. Bizlerin de böylelikle haberdar olduğumuz açık çağrı metni1 ilham vericiydi. Çağrı metni beni üzerinde bir süredir kafa yorduğum kent içi otoparkları hakkındaki dağınık düşüncelerimi derleyip toplamaya ve fikirlerimi Vardiya Projesi2 vesilesiyle tanışmış olduğum iki arkadaşım mimar Ekin Erar ve fotoğraf sanatçısı
Emre Dörter ile paylaşmaya yöneltti. Modernite ve gündelik hayat konusunu otopark tasarımı üzerinden anlamlı bir polemik haline dönüştürebileceğimizi düşünüyordum. İşin içine İstanbul girdiğinde ise iş daha eğlenceli bir hal alabilirdi. Aklımdaki kurguya göre modernitenin gevşemeyen kalıplarına dökülmüş otopark mekanı tarihi kentte kendisine bir türlü yer bulamıyor ve olaylar gelişiyordu. Açık çağrı için aşağıdaki metni hazırlayıp arkadaşlarımla paylaştım: Modernitenin planlanmış mekanı, modernin ortaya çıkışından bu yana hep bir gerginlik unsuru oldu. Konu salt yeni biçimler değildi şüphesiz; ev en bilinen ifadesiyle bir “yaşam makinesiydi” ve yeni hayat eskisinden olabildiğince uzaklaşmayı öğütlüyordu. Jacques Tati’nin Mon Oncle ile karikatürize ettiği ev, bütün gülünçlüğüne karşın bir arzu nesnesiydi şüphesiz; ancak mutlak teslimiyet öyle kolay kolay gerçekleşmiyordu. Coğrafya, topografya, kültür, alışkanlıklar kendi sentezlerini üretti. Modernite, özgün ve çeşitlenen modernite maceralarına dönüştü. Modernlik sadece reddi miras anlamına gelmeyebilirdi, Le Corbusier vernakülerin rasyoneline övgüler düzmüyor muydu? Pekala başka türlüsü de yapılabilirdi. Yerel modernler hayranlık uyandıran bir beceriyle kendi maceralarını ortaya serdi. Bu süreç kolay gerçekleşmedi; bir yandan geleneksel yapıya ilişkin bütün alışkanlıklar yavaş yavaş çözüldü, mekan ve program en küçük hücrelerine kadar ayrıştırılıp yeniden tarif edildi. Öte yandan yeni kullanımlar, akla hayale gelmeyecek birliktelikler ile yepyeni sentezler türetti. Bir tek mekan ilk günden beri her neyse öylece kaldı; otopark direndi. Bir program olarak otopark beynelmilel mimarlığın en şaşmaz, sadık ve kimbilir belki de en muhafazakar mekanı. Otopark modernitenin öz evladı, öncülü yok. 1920 yılında Fransız mühendis E. Freyssinet tarafından tasarlanan yapı, çok katlı otoparkın ilk örneği olarak kabul ediliyor. 1969 yılında AJ Metric Handbook, 1970 yılında ise BPA Technical Note#1 otopark ve araç ölçülerini standartlarına alarak bağımsız bir planlama bilgisi alanına dönüştürüyor. Ancak bu bir anlamda malumun ilamı; 1910’lu yıllardan bu yana arabaların manevra için ihtiyaç duyduğu park mesafeleri önemli bir değişiklik göstermiyor. Otopark yapısı, mekan ekonomisinden bağımsız olarak planlanması akla bile gelmeyecek kadar rasyonelleşmiş bir yapı tipi. Bir arabanın manevra mesafeleri, optimize edilmiş park boyutları ve araçlar ile yolların yanyana gelme biçimleri o
kadar belirleyici ki, burada en küçük bir parametreyi değiştirmek, dünyanın her yanında aynı Toyota Corolla’yı kullanmanıza imkan sağlayan bir altyapıyı çöpe atıp yeniden kurmak anlamına geliyor. Standartlar salt plan düzleminde belirlenmiş de değil üstelik: Araç yükseklikleri, tırmanma açıları tarif edilmiş bir dünya içerisinde tasarlama becerisi, doğru şablonun seçilerek uygun zarfa adapte edilmesinden başka bir şey değil. Öyleyse otopark, en azından planimetrik olarak, neo modernlerin hep özlemini duyduğu, diagrama dönüştürülebilir mekanın ta kendisi. Böyle bakıldığında otopark mekanı katıksız bir program mimarlığından başka ne olabilir ki? Bütün bunlar, bağlama çarptığı anda deformasyona uğrayarak kendi özgün sentezini oluşturan modern tasarlama pratiğinden farklı bir seyir izliyor. Araç-manevra-park ile koşullanan mekanın altyapısı, anlamlı bir büyüklüğe ya da geometriye sahip olmayan bir kent parçasına uygulanmaya çalıştığında ne olacak? Mekanik çözümlerin pahalı altyapı sistemleri, tarihi kentlerde yıkmadan yapmayı mümkün bırakmayacak kadar zorlayıcı bir otopark planlama politiğine yol açıyor. Kent, özellikle de tarihi kent, içerisinde otopark barındıracak şişmanlıkta boşluklara sahip olmayacak kadar değerli; bir başka deyişle otoparkın mekan ekonomisi bu kez kentin mekansal ekonomisine yenik düşüyor. Ancak beklenenin aksine, sözgelimi İstanbul’da gündelik hayat, irrasyonelin rasyonelleştirilebilmesi diyebileceğimiz özgün çözümleri üretmek konusunda son derece mahir. Sadece iki kişi ile yönetilen kahya otoparkları (INFORMAL PARKING LOTS _ IPL), kentin en kritik bölgelerinde yer alan parsel artıklarını içerisine rasyonel bir otopark sığdırmanın fiziksel olarak neredeyse imkansız, mekan ekonomisi açısından ise anlamsız olduğu noktalarda birer otopark vahasına dönüştürebiliyorlar. Hiçbir zaman otopark olarak tarif edilmemiş, planlanmamış, projesi dahi çizilmemiş bu şekilsiz parseller böylelikle gündelik hayatın ürettiği birer altyapı projesine dönüşüyorlar. Modernist planlama anlayışı içerisinde asla kendine yer bulamayacak bu alanlar, kentsel ekosisteme kolaylıkla uyum sağlamalarının ötesinde kendileri de birer sosyal odak haline geliyorlar. Herhangi bir inşai faaliyet gerektirmeden salt zemine çakıl serilerek dahi uygulanabilen IPL’ler, kentin yeraltı su kaynaklarına yağmur suyunun erişimi konusunda son derece ideal çözümler. Giderleri salt çalışanların paylarından ve alanın kirasından ibaret. Ekonomik olarak karlılıklarını sürdürdükleri sürece bitişik nizam adaların arasında doğal hava akımlarının ve gün ışığının yayılmasına imkan veren birer boşluk olarak kalmayı da sürdürüyorlar. Araçların boyutlarından bağımsız olarak kendilerine ayrılan standart ebattaki boşluklara park edildiği rasyonel otopark yapılarının aksine her aracın büyüklüğüne göre boşluğun yeniden tarif edildiği tampon tampona park biçiminden türeyen IPL, sonu gelmeyecek bir olasılıklar denizinde, kahyanın (parkeden bireyin) tecrübesi ile sınırlandırılmış bireysel bir hünerler sistemi. Peki bu otoparklar neredeler? Onları nasıl buluyoruz? Kaç taneler? Nasıl bir kapasite ile çalışıyorlar? Bir haritasını oluşturmak mümkün mü? Nasıl bir ağ oluşturuyorlar? Her şeyden önemlisi nasıl çalışıyorlar? Önermiş olduğumuz proje başvurusunun ve bu metinden kısaltarak hazırladığımız niyet mektubunun değerlendirilmesi epeyce uzun sürdü. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla 760’ın üzerinde başvuru gerçekleşmişti ve değerlendirmeler
küratörlerin sunduğu takvimden bir buçuk ay daha uzun bir sürede ancak tamamlanabilmişti. Sonuçlar Haziran ayının ortasından itibaren proje sahiplerine bildirilmeye başlandı. İlk anda seçilen 35 projenin arasında yer aldığımızı öğrendiğimizde kalan iki aylık sürenin araştırmaya dayalı bir sergi projesi hazırlamak için epeyce sınırlı bir zaman olduğunun farkındaydık. Bütçe sınırlı, zaman dar, motivasyonumuz ise kabul etmeliyim ki epeyce yukarıdaydı. Sergileme araçları konusunda kafamız çok netti. Emre’nin oyuncaklarını kullanacak, drone çekimleri ile desteklenmiş iyi videolar hazırlayacak, zaman zaman göz hizasından çekilen fotoğraflar ile sergiyi destekleyecek, bir de haritalama çalışması yapacaktık.
Bize bir oda vermeliydiler. Biz de odayı koca koca videolarla doldurmalıydık. Kurulumun kolaylığı açısından haritayı da videonun bir parçası yapmaya karar verdik ve büyük video projemizi küratörlere son derece resmi bir yazıyla sunduk. Elektronik mektuba aldığımız yanıt kısa ve netti, ertesi gün için video konferans yapmak üzere sözleştik.
Ciro Miguel ile IPL takımını temsilen gerçekleştirdiğim video görüşmesi itiraf etmeliyim ki kafamdaki bütün sergi kurgusunu bir kenara koyup yeniden düşünmeme yol açacak kadar güçlü, keyifli ve zihin açıcıydı. Ciro serginin gerçekleşeceği CCSP binasının resimlerini benimle paylaştı. Resimlerle birlikte bienalin düşündüğümüz anlamda bir sergi olmaktan hangi yönlerden farklı olduğunu anlamaya başladıktan sonra bağlamla çarpışmamızı yaşadık ve deyim yerindeyse geri vites yaptık. Bienal uluslararası bir bienaldi; bu yıl on ikincisi düzenleniyordu ancak bir yönüyle hala bir tür gerilla etkinliği idi. Bütçesi sınırlıydı. Girişte bilet satılmayacaktı, aslına bakarsanız serginin bir girişi bile olduğu söylenemezdi. Sergi 1980’lerde bir metro istasyonunun çıkışında, meşhur göçmen mahallesi Liberdade’nin kıyısında Eurico Prado Lopes ve Luiz Telles tarafından tasarlanmış ve her nasılsa Centre Pompidou’dan etkilenerek yapıldığı söylenilen CCSP (Centro Cultural Sao Paulo) binasındaydı. Ciro seyircisiyle doğrudan iletişim kurmayı önemseyen bir sergi yapmak istiyordu. İçerik salt mimarlar tarafından anlaşılabilecek kavramsal bir çalışma olarak kalmamalıydı. Video elbette yapabilirdik, ancak halihazırda 20 tane video işi vardı ve projeksiyon cihazlarının çalınmayacağının garantisi yoktu. Karanlık bir oda yapmak gibi bir niyetleri olamazdı. Sergileme panolarla panolar arasındaki açık mekanlarda gerçekleşecekti, konu bu derece açık ve netti.
Telekonferans bittikten sonra bir süre CCSP binası üzerine düşünme imkanım oldu. Katları kocaman rampalar ile birbirine bağlanan, her düzleminde farklı bir etkinliğin gerçekleştiği ancak bu düzlemlerin arasında rampalarla sürekli bir akışın sağlanabildiği, içerisinde aynı anda pek çok serginin düzenlenebildiği, çatısındaki kocaman yeşil terasta insanlar spor yaparken girişindeki avluda günün her saatinde karnaval provası yapan gençlerin bulunduğu, kütüphanesinin, kafeteryasının hatta oditoryumunun dahi birbiri içerisine geçtiği bu epeyce iri, dışarıdan algılamanın son derece zor olduğu ancak cüretkar taşıyıcı sistemi sayesinde etkileyici kesitler sunan binanın gündelik hayatla kurduğu ilişkiden etkilenmemek mümkün değildi.
Yapıların gündelik hayata katılma biçiminin Sao Paulo için hayati bir önem taşıdığını ancak çok sonra, sergiyi kurmak için gittiğimiz şehri gezme imkanı bulduğumuzda anladım. Bienalin ikinci mekanı olan SESC 24 de Maio yapısı mimar Paulo Mendes da Rocha tarafından tasarlanmış olan bir sosyal merkez. 2000 yılında projelendirilmiş olan binanın hayata geçmesi 17 yıl sürmüş. İçerisindeki programda yok yok; yapının zemin katı, yukarıda yer alan programlar hakkında ipucu veren bir tür geçit olmanın dışında herhangi bir işleve sahip değil. Böyle olduğu için de tamamen açık tasarlanmış. Zemin katın içinden binaya girmek istediğinizde de girmeyip sadece geçip gitmek istediğinizde de karşınıza çıkan hiçbir engel yok. Bu açık yapı binanın en üst katlarına kadar devam eden yaya rampası ile sürdürülebilmiş. Mevcut bir yapının yeni bir program dahilinde dönüştürülmesine yönelik bir proje olmasına karşın, yapının tamamında yer alan programlar neredeyse binanın daha en başından beri bu işlevler için tasarlandığı izlenimini oluşturacak kadar ustalıkla çözümlenmiş. Aşağıdan yukarı rampalarla tırmanılan katlarda ise yok yok; spor salonları, dans salonu, aşevi, dişçi, kütüphane, kafeterya, seyir terası ve açık yüzme havuzu SESC üyelerinin tamamının kullanımına açık.
SESC bir tür birlik; anlaşılan sanayiciler ile devlet arasında yapılan sözleşme gereği sanayi kuruluşlarının ödedikleri vergilerin bir kısmı mavi yakalıların sosyal ve kültürel hizmetlere ulaşmalarını sağlamak maksadıyla SESC’e aktarılıyor. SESC de kentin içerisindeki mevcut yapıları dönüştürerek bütün bu sosyal programları çalışanların kullanımına sunuyor. Sözgelimi Lina Bo Bardi’nin meşhur kırmızı pencereli brüt beton yapısı da SESC’in 1980’li yıllarda mimara dönüştürmesi için sipariş ettiği eski bir fabrika kompleksinin içerisinde yer alıyor. SESC Pompeia denilen bu proje de en az Rocha’nın yapısı kadar çarpıcı. Sadece mimari özellikleriyle değil, gündelik hayata, kamusal yaşantıya olan katkısıyla insanı etkiliyor. Bir cumartesi günü hayranlıkla gezdiğimiz yapı kompleksinde yer alan farklı atölyelerde düzenlenen kurslar, tiyatro, Bo Bardi’nin düşey yapısı içerisinde yer alan voleybol, futbol vb. spor sahaları, kapalı yüzme havuzu, çocuklar için düzenlenen etkinlikler, yaşlılar için hazırlamış programlar, aşevi ve bütün bu programların eski fabrika yapıları içerisinde ürettiği alçakgönüllü ancak yüksek neşeli mekanlar, mimarlığın doğru sosyal programlar ve bunu destekleyen organizasyonel yapılar ile neleri
becerebildiğini deneyimlemek açısından ufuk açıcıydı.
Dolayısıyla kamusal motivasyonları bu derece yüksek, dolayımsız bir iletişim kurmanın peşindeki bienalin içerisinde kendi araçlarımızı gözden geçirdiğimde, projeyi bir grafik roman anlatısı içerisinde sunmanın hem bizim için hem de izleyici için en geçerli yol olacağı sonucuna varmam uzun sürmedi. Bu düşüncemi yalnız Emre ve Ekin ile değil, bu grafik romanı hazırlayacak olan KPM ekibi ile de paylaştığımda fikri tıpkı küratöryel ekip gibi coşku ile karşıladılar ve işe koyulduk.
Meraklıları bilir; özellikle Martin
Mystere türü çizgi romanlarda sıklıkla kullanılan bir ikili anlatım yöntemi vardır. Öykünün konusu ilk bakışta epeyce yüzeyseldir. Yüzeydeki bu anlatı genellikle bir tür kaçma, kaçırma veya kovalama hikayesidir. Ancak bu hengamenin içerisinde baş karakter Martin Mystere genellikle yakın arkadaşları ile diyalog kurarak esasında paralel bir anlatı daha oluşturur. Bu anlatı zaman zaman
2. Dünya Savaşı esnasında gerçekleşen bir hadiseye, zaman zaman Romalılar ile Galyalılar arasındaki mücadeleye, sıklıkla arkeolojiye, hatta Maya uygarlığı hakkındaki tezlere kadar uzanan kuramsal bir dünyanın ipuçlarını taşır. Kullanışlı bulduğumuz bu ikili anlatı yöntemini sergileme için kullanacağımız grafik romanın yapısına da taşımak istedim. Aramızdaki iş bölümüne uygun olarak
storyboard’u hazırladım. Yüzeydeki hikaye Rio’da tanışan bir kadınla erkek arasında geçecekti. Adam kadını etkilemek için İstanbul’da edindiği servetinden ve sahip olduğu otopark işletmelerinden bahsedecek, biz de adamın ağzından
IPL ile ilgili tezimizi sunma imkanı bulacaktık. Eşzamanlı olarak stüdyodaki arkadaşlarımız yollara döküldüler ve KPM’nin bugüne kadar ofis mekanı olarak kullandığı üç binayı odak alan 1,5 km’lik çemberlerde yer alan yaklaşık 50 kadar otoparkın yerlerini, büyüklüklerini, kullanım biçimlerini fotoğraflarla tespit ettik ve haritaladık.
Belgeleme çalışmaları KPM3 stüdyosunun yöneticileri Duygu Bingül ve Baran Aybars’ın önderliğinde çoğu ile ilk kez çalışma imkanı bulduğumuz genç mimar adaylarının katılımı ile yavaş yavaş bir grafik romana dönüşmeye başladı. Emre Dörter’in hava fotoğraflarına Sinem Burhan ve Alev Nisa Işık’ın doğru kareyi yakalamak için defalarca ziyaret ettiği otopark ve otoparkçı fotoğrafları eşlik etti. Çekilen fotoğraflar Ahmet Berk
Hot, Miray Türkoğlu ve Öykü Şimşek tarafından yeniden çizildi. Beynelmilel karakterleri Bilge Ceren Ay, öyküye özgü karakterleri ise Behice Özer kişileştirdi. İşler giderek anonimleşti, Duygu’nun başladığı yerden Alev devam etti, Miray Bilge’yi, Öykü Miray’ı, Behice Öykü’yü tamamladı. Ekin Erar ile İngilizce metni defalarca yeniden yazdık. Elif
Simge Fettahoğlu Emre Dörter ile bizim grafik romanı sanal ortamda videolarla buluşturan bir uygulama hazırladı. Baran askere gitti geldi. Görüştüğümüz hiçbir firma sponsor olmaya yanaşmadı ve sergiyi kurmak üzere Sao Paulo’ya doğru yola çıktık.
Bütün bu yokluk içerisinde elini taşın altına koyan herkese bin teşekkür.