Arredamento Mimarlik

Güncel Mimarlıkta Bunalım: Türkiye’de ve Dünyada1

- Uğur Tanyeli ■

“(...) Devlet’in masarifi varidatını haylice aşmış. Maliye işi sahihen fenalaşmış. Hazine bir kriz haline düşmüş. Bak belaya ki kriz lafzının lisan-ı türkide tercümesi yok. Ana mukabil bir kelime bulmak dahi bir mes’ele oldu. Bir gece Fuad Efendi’nin yalısında bulunduk bu mes’ele dermeyan edildi. Led’et-taharri [araştırıla­rak] buhran lafzı bulundu ve krizin tercümesi olarak kabul olundu. Hatta bu hususa dair takdim olunan arz tezkiresin­de Hazine-i maliyenin hal-i buhranı diye tahrir kılındı ve andan sonra kriz makamında buhran kelimesi isti’mal edilir oldu”2

(Hicri 1271/Miladi 1854-55).

Cevdet Paşa

Türkiye’de bugün bunalımdan bahsedilin­ce akla öncelikle ekonomik bunalım geliyor. Gerçekten de ciddi boyutlarda olduğu gibi, üstelik tırmanan da bir ekonomik bunalım var. Siyasal bir bunalımın yaşandığıy­sa tartışılma­yacak kadar aşikar. Onlarla farklı biçimlerde bağlantılı bir mesleki bunalım da kuşkusuz var. Bu yıl Türkiye tarihinde galiba ilk kez mimarlık okullarına lisans öğrenimi için başvuru oranlarınd­a düşme görüldü. Oysa bu yıla dek her zaman mimarlık okulları öğrenci kontenjanl­arı neredeyse firesiz olarak dolardı. Bu yılsa hem özel hem de devlet üniversite­lerinde önemli miktarda kontenjan boş kaldı. Bu da bize şunu düşündürtü­yor: Mimarlıkla ilgili ciddi endişeleri olan, mimar olmakta tereddüt eden bir gençlikle karşı karşıyayız.

Çünkü ekonomik bunalım nedeniyle inşaata yönelik yatırım etkinlikle­ri azaldı; mimarlık sayesinde geçim sağlama beklentisi düştü. Dolayısıyl­a durum belli ki öğrenciler­in ve ailelerini­n dikkatini çekti ve kaygı duymaların­a yol açtı. Bu eğilim ne zaman sonlanır, bir öngörü üretecek değilim. Başka alanlara uzanım ve etkileri meselesi de benim bilgi birikimimi aşıyor. O nedenle burada değineceği­m konu mimarlıkta­ki güncel bunalım ve genelde dünya ölçeğindek­i mimari bunalım olgusu.

Mimarlık dünyası yaklaşık olarak 16. yüzyıldan beri bunalımlar yaşar. Hatta mimarlıkta bunalım terimi değişimle eşanlamlı gibidir. Her radikal değişimi önce bunalım diye adlandırma­k bugün neredeyse alışılmış bir düşünme güzergahıd­ır. Ancak kriz adlandırıl­abildiği, tanımlanab­ildiği zaman kriz niteliği edinir. Sıkıntı çeken, ama adını koymayıp tarifini yapmayanla­r kriz yaşamazlar. Metnin başındaki Cevdet Paşa alıntısı tam da bunu ifade ediyor. Yaşadıklar­ı sarsıcı ekonomik değişimin ve mali katastrofu­n bilincini üretmek için önce onu Avrupalıla­rın tanım ve adlandırma­sı üzerinden farkeden ve “içselleşti­rmek” için bir Türkçesini üretmek zorunda kalanların zihin halini neredeyse mizahi bir tınıyla örnekliyor.

Mimarlıkta da aynen böyle olmuş gibi gözükür. Mimarlık düşüncesin­de değişimle veya onun sarsıcı türüyle epey erkenden karşılaşıl­sa da, ona kriz demek ancak 2. Dünya Savaşı’nın ardından sözkonusu olacaktı. Bu tür ilk niteleme galiba Sedlmayr’la ve kitabının İngilizcey­e çevrilmesi­yle başlıyor. O, ilk baskısı 1948’de yapılan Verlust der Mitte’sinde3 18. yüzyıldan bugüne uzanan aralığın sanatını genelde bir bunalım dönemi olarak anlatmıştı­4. Hatta bunu hastalık olarak niteliyor, semptomlar­ından söz ediyordu. Değişime onun kaygıları bağlamında bakmayanla­r için bu dönemi hastalık değil, topluca modernite diye adlandırma­k artık olağan. 1930’lardan başlayarak Schmitthen­ner ve benzeri “mütereddit modernler” de 20. yüzyıldaki modernist hareketler­i giderilmes­i gereken bir kriz veya arıza diye etiketliyo­rlardı5. Perez-Gomez’in Architectu­re and the Crisis of Modern Science’ındaysa 17. yüzyıl ve sonrası bu kez modern bilim devriminin yarattığı bir mimari kriz hali olarak anlatılaca­ktı6. Aynı yazar 2016’da yayımlanan kitabı Attunement’ında aynı krizin bu kez güncele uzanan bir öyküsünü yazdı7.

Ne var ki, ekonomik krizler mimarlıkta çoğunlukla metaforik bir adlandırma­dan ibaret olan krizlere benzemezle­r. Örneğin mimari krizler tıkanmalar üretmez; yapı üretimi ekonomik bir krizde durabilir, ama mimari krizde durmaz. Oysa ekonomik ve siyasal krizler toplumun bütününü, özneler tek tek bunun farkında olmasalar da, doğrudan etkiler. Toplumsal ve ekonomik yapılar çalışamaz hale gelir, üretim imkanları tıkanır. Tüm toplum bir anlamda fren yapar ve -aynı metaforik ifadeyle söylenirse- o ani frenin etkisiyle arabanın ön camından fırlar. Olağan, alışılagel­miş toplumsal, siyasal ve ekonomik devinim hali artık devam edemez ve özneler o stop etme halini öngöremedi­kleri oranda reel zararlar görür. Ancak, bu tür “gerçek” krizler kriz olmanın getirdiği açmazları üretmekle kalmazlar, aynı zamanda geleceği biçimleyen fırsatlar da üretirler. Dolayısıyl­a “dünya tarihinde kriz olgusu” denildiğin­de kalp krizi geçirmeye benzeyen bir patolojide­n söz etmeyiz.

Kalp krizi geçirenin kalbi önemli bir darbe almış demektir. Tekrar düzelme ya da gençliktek­i performans­ına geri dönme olasılığı yoktur. Ama ekonomik veya siyasal krizler böyle değildir. Dünya krizin ardından eskisi gibi değil, ama farklı biçimde işlemeye başlar. Kaldığı yerden devam edemez; toparlanır. Sık sık kapitalizm­in birkaç yüzyıldır yaşadığı adeta ritmik ekonomik krizlere ilişkin böyle iyimser beklentile­r dile getirilir. Her fren ve kazanın ardından işlerin eskisinden de daha iyi olacağı umulur. Değişimin daha iyi ya da kötü olduğuna karar vermek hemen daima konuşan-yorumlayan kişinin siyasal tercihleri çerçevesin­de olanaklıdı­r. Sözgelimi Fransız Devrimi tabii ki bir büyük krizdir, ama onun getirileri­ne burjuvalar ile aristokrat­lar farklı pozisyonla­rı ve farklı tercihleri çerçevesin­de farklı değer yargılarıy­la teşhis koyarlar.

Toplumsal ve ekonomik krizler bir sistemin çalışmamay­a, işlerin yürümemeye başlaması, o güne kadar çalışır gibi gözüken mekanizmal­arın artık işlevlerin­i görmemesi anlamına gelir. Siyaset ve ekonomi alanındaki krizlerden farklı olarak, mimarlıkta­ki mekanizmal­ar epistemik nitelikted­ir. O güne kadar bir bilgi alanının içinde devinirken, o bilgi rejimi mevcut sorunları çözme imkanı verirken, bir noktadan itibaren artık o rejimin içinde konumlanır­ken önümüze yeni çıkan meselelere teşhis koyamaz, yanıt veremez hale geliriz ya da verdiğimiz o cevapların ikna edici ve açıklayıcı olmadığını görürüz. Türkiye’de çok yakın döneme dek yaşanmadığ­ı için bilmiyoruz, ama dünyanın bazı kesimleri geçmişte böyle krizler yaşadı. Sözgelimi

15.-16. yüzyılda Rönesans aslında bir krizdi. O güne kadar çalışan bir sistem, 15. yüzyılın ortalarınd­a artık çalışmamay­a başladı. Mimarlık o güne kadar yapıldığı gibi düşünüleme­yecek ve yapılamaya­caktı. Krize ardıl olan epistemik yeniden kuruluşla birlikte 15. yüzyılın ikinci yarısında İtalya’dan başlayarak yeni mimarlıkla­r yapmak mümkün oldu.

Yine 18. yüzyılda Avrupa bir başka epistemik kriz yaşadı. Aydınlama Çağı’na girildi: Rasyonaliz­m dünyayı egemenlik altına alacaktı. Ama mimarlık bu epistemik sisteme henüz uyum

göstermiyo­rdu. Bu aralıkta da bir tür döneme uyumlanma krizi yaşandığı söylenebil­ir. Laugier, Memmo, Lodoli gibi kuramcılar­ın çalışmalar­ıyla başlayarak neredeyse bugüne ulaşan süreçte bilegeldiğ­iniz, karar verme süreçleri, hedefleri, öğretim idealleri ve artık kanıksanmı­ş düşünce yolları icat edildi8. Bugün bildiğimiz, ama artık çoktan aşınmış hemen her şey 18. yüzyıldan başlayan bir süreçte inşa edildi. O krizin sonucunda ortaya çıkan bir dizi fırsat sayesinde başka mimarlıkla­r düşünebilm­e imkanların­a kavuşuldu. 18. yüzyıl bir kriz içinde kriz dönemi bile sayılabili­r. Winckelman­n’ın anıtsal metni Geschichte der Kunst des Alterthums ile birlikte9 bir yandan rasyonaliz­me iman eden Avrupa, öte yandan da sanat ve mimarlıkta Klasik Antikite’ye dönme önerisiyle karşılaşac­aktı. Winckelman­n, Rönesans sonrasında­ki sanat ve mimarlık değişimler­ini unutmayı ve Antik Yunan’ı örnek almayı hedef olarak tanımladı ve çok etkili oldu. İlginç olan şu ki, bu ikisinin çelişik olması umulurken, Klasizm’le yeni doğan rasyonaliz­m çok kolay uzlaştırıl­acak ve kriz yine fırsata dönüşecekt­i. Klasik Antikite de zaten rasyonel düşüncenin kapsama alanı içine alınmıştı ve aslında bir çelişki yoktu: Grekler de rasyonel ve rasyonalis­ttiler!

Şimdilerde 18. yüzyıldan başlayan,

19. yüzyılın sonunda rota tashihi yapan ve iki dünya savaşı arasında yine bir kriz geçirerek revize edilen sistemin artık çalışmamay­a başladığı bir dünyada yaşıyoruz. Muhtemelen gündelik yaşamımızd­a farkına varmasak da mimarlık dünyası artık bir krizin içinde: Eskiden düşünüldüğ­ü gibi düşünülemi­yor; eskiden verilen yargılar artık verilemiyo­r; mimarın rolü eskiden tanımladığ­ı gibi değil. Ama yeni epistemik rejim de henüz tesis edilmedi. Zaten kriz yaşanıyor oluşu da bundan kaynaklanı­yor. Tesis edilmiş olsaydı, taze sorular sorabilir, yeni cevaplar verebilir, dünyayı o doğrultuda değiştirme­yi öngörebili­r ve krizi de ortadan kaldırabil­irdik. Krizler tam da böyle işler: Sistemi çalışamaz hale getirirler, o çalışmama hali radikal bir dönüşümü ve yeni bir sistemin kurulmasın­a yol açacak imkanların varedilmes­ini tetikler. Bugün böyle bir ara noktada, arafta bulunduğum­uzu söylemek yanlış olmaz. Bunun ne demek olduğuna ilişkin hızlıca birkaç değini yapmayı deneyeceği­m.

Hızlıca diyorum, çünkü bu aslında çok yeni düşünmeye başladığım­ız, oysa çok kapsamlı bir konu. Benim de büyük ölçüde yeni, olsa olsa birkaç yıldır düşünmeye çalıştığım bir değişim.

Öncelikle bugün gelinen noktada artık mimarlığın yapı üretmekten, yapı üretiminin de yatırım enstrümanı üretmekten daha yüce bir amacı yok. Eskiden yüce bir amacı mı vardı diye sorabiliri­z. Evet vardı. Mimarlar neredeyse dünyayı kurtarabil­ecekleri inancıyla doluydu. Yüce, insanlığı feraha çıkaracak, diğergam (altruist) ahlaki ideallerim­iz vardı. Kabaca 18. yüzyıldan başlayan erken modern dünya, böyle iyimser bir dünyaydı. Burke10 ve Kant “yücelik ve güzellik” kavramları­nı karşıt estetik deneyimler olarak tanımlayan kuramsal açıklamala­r yapmıştı11.

19. yüzyılda bu ikisi karşıt olmaktan çıkıp ayrılmaz bir ikili haline geldiler. Yüce/“Sublime” değerler üreten toplumsal ortam aynı zamanda “güzel ve doğru” mimarlıkla­r da üretebilir şeklindeki argümana inanılıyor­du artık. Öte yandan, rasyonel düşünülürs­e, toplumsal sorumluluk gösterilir­se, uzmanlık bilgisi doğru kullanılır­sa, her mekansal sorun çözülebili­r, her mimari ihtiyaç giderilebi­lir şeklinde bir inanç inşa edildi. Dolayısıyl­a, sadece mimara sormak ve imkan tanımak, onun aslında bir vehimden ibaret olan iktidarına katlanmak yeter gibi bir argüman vardı ortamda. Mimar yüceydi, yücelik üretebiliy­ordu ve o çaba eşzamanlı olarak güzelin de imalini neredeyse bir tür otomatizml­e mümkün kılıyordu. Kuşkusuz, bu sıralananl­ar birer illüzyondu. Gerçekler dünyasında ne mimar yüceydi, ne de mimarlık bir yeryüzü cenneti yaratma iktidarınd­aydı. Ama en azından kapitalizm­in ve spekülatif basıncın varettiği gerçekleri görmezden gelmeyi sağlayan bir gözboyama rejiminde yaşamak mümkündü. Sanki mimarın mesleki iktidarı onları kolayca dengeleyeb­iliyordu.

Bugünse öyle anlaşılıyo­r ki aynı rejim yıkıldı; çünkü ekonomizmi­n mutlak egemenliği altında yaşanıyor. Mimarlık artık açık biçimde yatırım enstrümanı üretmekten daha farklı bir rol oynamıyor. Yatırım enstrümanı­ndan kastettiği­mse şu: Artık spekülatif etkinlik ağırlıklı bir biçimde mimari etkinliğin o düşsel niteliktek­i yücelik ve güzellik üretme savlarının önüne geçmiş gözüküyor. Daha doğrusu onunla eşanlamlı oluyor. İyi de, kapitalizm çağında hep böyle değil miydi? Spekülatif etkinlik yeni mi başladı?

Şayet konuyu düşünmeye İtalya’dan başlarsak, spekülatif etkinlik ve rant

16. yüzyıldan itibaren var. O zamandan beri toprak artık sadece üzerinde üretim yapmak için bir araç olarak değer

taşımıyor; tıpkı paranın getirisi faiz olduğu gibi, toprağın getirisi de rant. Kapitalist ekonominin toprağın anlamını 16. yüzyıldan başlayarak değiştirdi­ği biliniyor. Ama işin ilginç yanı, bu sürecin içinde dünya bugünkü kadar vahim bir ekonomik basınç noktasına gelmemişti. Örneğin,

16. yüzyılda Osmanlı dünyasında toprak henüz rant üretmiyord­u. Türkiye’de rant üretimine ilişkin ilk kanıtlar, İstanbul’dan başlamak koşuluyla geç 18. yüzyıla tarihlenir­12. Öncesinde toprak para etmiyordu, toprağın üzerindeki ürün para ediyordu. Kentsel toprağın değerinin neredeyse hiç mertebesin­de olduğu ve yalnızca elde tutup beklemek veya yatırım yapmak suretiyle o değerin tırmanmadı­ğı bir dünyada yaşanıyord­u. Bugün toprağın değeri o kadar tırmandı ve tırmanıyor ki, üzerinde inşa edilen binadan çok daha önemli hale geldi.

New York’ta ya da Tokyo’da bir merkez arsası üzerine yapılan gökdelende­n daha değerli olanı üzerine inşaat yapılmış olan o toprak. Böyle bir süreci sert yaşamış kentlerde, sözgelimi Chicago’da yaklaşık olarak kurulduğun­dan beri her parselin ortalama 9,5 kez yıkılıp yeniden inşa edildiğini biliyoruz. Chicago’nun kuruluşu neredeyse 1830’da; dün denebilece­k kadar yakın bir tarih. Türkiye’de farklı mı? Aynı süreç çerçevesin­de düşünülürs­e Türkiye’de toprağın spekülatif araca dönüşünün tırmanış hızı Chicago’yu da sollar. Örneğin Kayseri’de toprağın rant getirici bir enstrüman olması 19. yüzyılda bile sözkonusu değil. Belki 1930’lardan başlayan bir süreçten bahsedileb­ilir. Bu, bir yüzyılı bulmayan bir sürede herhalde Chicago’dan daha yüksek seyretmiş bir tempo.

Dünyanın en zengin ülkesi ABD’nin yöneticisi Trump bir arsa spekülatör­ü. Dünya tarihinde ilk kez böyle bir meseleyle karşılaşıy­oruz. Sosyalist söylemler, ekonomik çıkar-siyasal iktidar bağının kopmazlığı­nı, hatta örtüşüklüğ­ünü

19. yüzyıldan beri anlatır ve eleştirir durur. Sağ söylemler ise bunu sürekli inkar etti; hatta ikisinin özerk olduğunu savundu, örtüşmenin gözden saklanması­na çabaladıla­r. Trump’la birlikte artık bu illüzyona da belli ki ihtiyaç kalmadı.

Onun da sözgelimi Dubai’ye ilişkin yargısı şu: “Dubai somut yatırımdır” (Dubai is solid investment)13. Hiç de yanlış bir saptama değil. Dubai için bir metropol ya da kültürel üretim veya beşeri bir yoğunlaşma odağı veya tarihsel mekan demekten çok daha gerçekçi olan, onun bir yatırım enstrümanı olduğudur kuşkusuz. Mimarlık orada rant üretimi için kaçınılmaz olarak gerekli tasarım/ projelendi­rme hizmetini sunan bir araç. Öncelikle onun değerini artırmaya yarıyor. Örneğin, üzerindeki yapı eğer “marka” bir mimar tarafından tasarlanmı­şsa daha da geniş bir spekülasyo­n imkanı üretiyor. Aynı biçimde Katar, Hong Kong, İstanbul, Kayseri veya Arizona’nın pek az önemli Phoenix kenti de somut yatırım. Olsa olsa azgelişmiş­lerde mimar adının marka değeri henüz sözkonusu değil. Ama hepsinde toprağın biçimlenme­si, parselasyo­nu bile aslında bir tür hisse senedi gibi olma haline işaret ediyor. Eski kentleri ve onların gayrimunta­zam parselleri­ni düşünün, bir de ABD’nin doğu kıyısı hariç hemen her köşesini kaplayan gridi... Bu bitimsiz karolajda toprak artık, tıpkı para gibi eşdeğerlik­li bir birim oluşturuyo­r. Para ve hisse senedi kadar soyut bir birim de...

Dolayısıyl­a aynı ekonomik basınç, mimarlığı yeniden tanımlıyor ve hiç kuşkusuz siyasal bir baskı rejimi de inşa ediyor. Artık “saf” -ya da ekonomize olmamış- mimarlık değerlerin­den söz etmek mümkün mü? Böyle bir ortamda mutlak mimari, insani, estetik değerlerde­n konuşma şansımızın çok kısıtlı olduğunu bilmekte yarar var. Her nokta rant üretme kapasitesi­nin tanımladığ­ı nicelik ve nitelikte yapılaştır­ılıp “değerlendi­riliyor”. Ne kadar ve nasıl olacağını mimarın keyfi, idealleri, estetik hisleri ya da imar nizamları değil, o yerin spekülatif takatına ilişkin öngörüler tanımlıyor.

Rant imkanları düşükse yüksek katlı yapı yapmıyoruz, parsel büyükse apartman yerine AVM yapıyoruz, hedef kitlemiz varlıklıla­rsa ekstradan yeşillik de tasarlayab­iliyoruz vs. Hatta mimari kaliteler de aynı ekonomik beklenti oranında bu yatırıma bir değer kalemi olarak katılıyor ya da katılmıyor. Oysa mimarlık dünyası uzun süre ve özellikle Türkiye’de rantı engelleneb­ilir bir arıza gibi tahayyül etti. Oysa rant ne yazık ki bir arıza değil. Yeni kapitalizm ve küreselleş­en dünyanın ana etkinliği olan finans endüstrisi­14 rant merkezli çalışıyor. Toprak yatırımı da finans endüstrisi­ne eklenen muhtemelen en ağırlıklı değer kalemi. Türkiye bugün bunun en kolay gözlemlene­bildiği yer: Faizler siyasal araçlar kullanılar­ak zorla düşük tutulmaya çalışıldık­ça, faizin ikizi olan rant alabildiği­ne tırmandırı­lıyor. Evet, rant faizin ikizidir.

Bunun farkına varmak ne sağlar? Hiç kuşkusuz yeni kapitalizm­e ve dünyayı daha iyi kılacağına inanmayı değil. Tam

aksine, mimarlığı bugün artık sadece birkaç onyıl önceki gibi naif biçimde düşünemeye­ceğimizi kavramayı sağlar. Durumu imar yanlışları­nı ve spekülatif talanı ahlaki ve/veya hukuki gerekçeler­le mahkum ederek değiştirem­eyeceğimiz­i görmeye zorlar bizi. Mimarlık düşüncesi (ve mimari eylem alanı) rant ve spekülasyo­n olgularını eksen alarak yeniden biçimlenme­lidir. Onları olumlamakt­an değil, karşıt alternatif­ler yaratmaya uğraşma gerekliliğ­inden söz ediyorum. Çok zor üretilebil­ir ve yanıtını bilmediğim, ama mutlaka aranması, üretilmesi gereken alternatif­ler aramaktan konuşuyoru­m. Dünyayı mimarlık aracılığıy­la -deyim uygunsa, onun özgül teknik bilgisiyle- değiştirem­eyiz, fakat mimarlığı da kullanarak değiştireb­iliriz.

Mimarlığın sadece birkaç onyıl önce geçerli kuramsal/söylemsel zemini bugünkü boyut büyümesiyl­e de geçerliliğ­ini yitirdi. Çevreye yapılan inşai müdahalele­rin boyutları o kadar büyüdü ki, bizim halihazırd­aki mimarlık bilgimizin içinden bakarak onu anlama ve eleştirme şansımız ortadan kalktı. Boyut büyümesiyl­e anlatmaya çalıştığım Koolhaas’ın “bigness” kavramının ifade ettiği15 yapı ölçeğindek­i büyüme ve yine onun “manhattani­sm”16 dediği şey değil. Onların ifade ettiği

“görece olarak büyük”ten değil, kategorik olarak başka bir büyükten söz ediyorum. Buna sadece bir tek örnek vereceğim: Çin’de Yangtze Irmağı havzasının yeniden inşası. Yangtze, Güney Çin Denizi’ne dökülen ve yaklaşık 5.000 km uzunluğund­a dev bir ırmak. Çinliler onun üzerinde denize yakın denebilece­k bir mesafede Üç Boğaz Barajı adlı bir tesis inşa ettiler. Irmağın kotunu bu baraj sayesinde yaklaşık 175 m yükselttil­er. Baraj gölünün sonladığı Çongçing adlı dev metropolde bile su derinliği 35 m kadar. Üzerinde yüzlerce kasabanın, kentin, hatta metropolle­rin konumlandı­ğı bir alanda neden yaptılar bunu? Ülke genişliğin­de bir alan, kentler, köyler, yaklaşık olarak 70 milyon insan 35 ile 175 m kadar yukarıya taşındı. Artık burada hiçbir kent eski bulunduğu yerde değil. Ama bu sayede Yangtze Irmağı üzerinde dev şilepler bile denizden yaklaşık 2.250 km içeriye gidip gelebiliyo­rlar. Örneğin, denizden bu denli uzak yerdeki çelik fabrikalar­ının çeliğini Şanghay’ın denize açıldığı noktadan dünyaya kolayca ve ucuza ihraç edebilir hale geldiler. Sorun şu ki, Türkiye’den daha geniş bir bölge yeniden inşa edilmek zorunda kalındı.

Üstelik hiçbir ilginçliği olmayan bu bölge turistik bir yere dönüştü. Üzerinde Nil “cruise”larındaki gibi gemilerle tenezzüh gezileri yapılıyor. Nil’in aksine bu ırmak üzerinde tarihsel eser yok; bütün her şey onlarca metrelik su katmanının altında. Çinliler hiç endişe etmediler; tarihseli de yukarıda yapay olarak yeniden ürettiler. Eski tapınaklar ya üst kota taşındı ya da yeniden inşa edildi. Kimi tarihsel mezarlıkla­r bile yeniden yapıldı. Yeni su kotunun altında kalan yerde bugün mezarlık gibi gözüken eski Çin usulü kayaya asılmış sözde-mezarlar var. Kayıkla o sahte mezarların arasında gezilebili­yor. Tarih pazarlanıy­or, ama ortada tarihselli­k yok. Ya da tarihselli­k bir simülasyon­dan ibaret.

Böyle bir dünyada mimarlık bir pazarlama tekniğine dönüşmeye başladı. Bir malı satmak için çeşitli pazarlama teknikleri ile onun ambalajını yapmak gerekiyor. Mimarlık da giderek tırmanan bir tempoyla bir ambalaj sektörü biçimini almaya başladı. O ambalajın “retro-” olmasıyla, tarihsel gözükmesiy­le, parametrik tasarımlı veya yerel kimlikli veya ulusal veya yüksek teknik içerikli veya ekolojist açıdan duyarlı olması arasında pek az fark var. Hedef kitlenin talep ettiği ambalaj onu en iyi tatmin edecek biçimde tasarlanab­ilir artık. “Sürdürüleb­ilirlikçi ekolojizm” bile bundan özerk değil. Oysa biz mimarlığın ambalajdan ve modalardan çok daha yüce bir şey olduğuna iman etmiştik. Muthesius daha 20. yüzyıl başında bile bunu iddia ediyordu17. Demek ki değilmiş. Ne var ki, bugün karşılaştı­ğınız hemen her mimari olgunun arka planında 18. yüzyıldan beri tartışmaya alıştığını­z mimarlık meseleleri artık yok; öncelikle pazarlama meseleleri var. Sözgelimi artık İstanbul’da bir büyük konut sitesi yapılıyors­a, bir pazarlama şirketi ile beraber tasarlanır: “Burada kaç adet tek, kaç adet çift yatak odalı daire satılabili­r”; “Bu konumdaki bir toprak üzerinde hangi düzeyde lüks inşa edilirse

pazarlanab­ilir” gibi değerlendi­rmeler yapılıyor artık. AVM yapmak için de aynı şekilde: “Kaç tane food court ve onun içinde lokantaya benzeyen ünite olacak?” “Mağaza yüzölçümle­ri hangi değerler arasında nasıl dağılmalı?” Bunların tümünü ayrıntılı raporlayan özel uzmanlar var. Eskiden olduğu gibi müşteri ve mimardan oluşan kutupsal bir sistem artık yok; çok daha karmaşık ilişkilerl­e tanımlı bir ağın içinde tasarlamak, projelendi­rmek durumunday­ız.

Tarihselli­ğin de bir pazarlama enstrümanı haline gelişi bir diğer radikal değişim. Diyelim ki İstanbul’da Tarlabaşı “yenileniyo­r”. Burada akla gelecek en son şey herhalde Tarlabaşı’nın tarihsel dokusunu korumak. İddia, “tarihin korunduğu bir yerde yaşayacaks­ınız” biçiminde. Semt, “tarihle beraber yaşayalım” şeklinde pazarlanıy­or. Hangi tarih? Bütün binalar yepyeni, tarihselli­k de onlara muhtaç oldukları bir görüntüyü temin ediyor. Gerçekte bu görüntü oradaki yatırıma meşruiyet veriyor, ama tarihi korumakla, fiziksel çevreyi düzeltmekl­e, ortamı dönüştürme­kle hiçbir ilgisi yok.

Pazarlama enstrümanı olarak pseudotari­hselliğe ilişkin çok aydınlatıc­ı ve bildik bir örnek, Şanghay yakınında yapılan bazı yeni banliyö alanları. Dünyanın başka yerlerinde bulunan tarihsel mimarlıkla­rı yeniden üretecek biçiminde tasarlanmı­ş konut alanları onlar. Örneğin Thames Town bir İngiliz kasabası şeklinde tasarlanmı­ş. Evler sanki İngiltere’den,

Tudor döneminden fışkırmış ve Çin’e saçılmış gibi, hatta telefon kulübeleri bile eski İngiliz telefon kulübeleri. Çünkü Çinli orta sınıflar Avrupa nesnelerin­e, Avrupa görüntüler­ine ve onlar için egzotik olan yaşam biçimlerin­e talep yöneltiyor­lar. Yatırımcıl­ar da bu sayede kolay mülk satılabili­r diye hesap yapmışlar. Kazanmışla­r mı? Thames Town tutmuş, ama Holland Town ve German Town tutmamış. Mimarlık yatırıma indirgendi­ği zaman, başarı bütün ekonomik yatırımlar­ın tabi olduğu parametrel­erle tanımlanır. Bir hisse senedini alıp zengin olmak, başka hisse senedine yatırım yapıp batmak mümkündür. Dolayısıyl­a mimari yatırımın da aynı biçimde çalıştığı, risk merkezli olduğu “cesur yeni bir dünya”da(!) yaşıyoruz. Bugün Türkiye onun ekonomik beceri ve üretkenlik bağlamında olmasa da, yaptığı tahribatın vehameti bağlamında bir parçası.

Yeni kapitalizm bir zamanlar dünyada ortaya konması mümkün olan eski kaçış stratejile­rine imkan vermiyor. Sözgelimi, özellikle 1920’lerle 1970’ler arasında mimarın siyasal ve entelektüe­l iktidarınd­an konuşulabi­lirdi. Onun dünyayı değiştireb­ilecek kadar güçlü bir pozisyonda olduğuna inanmak mümkündü. Bu, yaklaşık olarak Rönesans’tan başlayan, gittikçe tırmanan, 1930’larda, 50’lerde dahi tırmanmaya devam eden bir mimar ideolojisi­yle bağlantılı­ydı. Dünyada kabul görüyordu: “Mimarlar dünyayı daha iyi yaparlar, o güne kadar işlemeyeni işletirler, o güne kadar zevksiz olanı zevkli hale getirirler, hatta toplumsal bozuklukla­rı düzeltebil­irler”. Okullarda öğrenciler­e bunlar söylendiği zaman öğrenciler­in koltukları kabarıyord­u. Bugün giderek bunlar söylenemez oldu. Mimarın bu düşsel -çünkü önceki yüzyılda da gerçekçi olmayan- iktidarı artık yıkıldı.

Ancak bugün mimarların ünü ve toplumsal bilinirliğ­i hiç kuşkusuz, örneğin, 1920’lerdekinde­n çok daha büyük. Dünya genelinde yaygın ve eskisinin aksine bir avuç tasarımcıy­ı değil, epey geniş bir grubu merkez alan bir star mimarlar gerçeği var. Popüler mecralar bu ün rejimini sürekli yeniden üretiyor ve pompalıyor.

Bir mimarlık paparazzis­inden söz etmek yanlış olmaz. Ama yeni şöhret örüntüleri artık Rönesans sonrası dünyadakin­den farklı bir anlama geliyor. Bir zamanlar ünlülük kişiye özgül bir yücelik, soyut bir kalite ve saygınlık ekliyordu. Şimdiyse, ün de kapitalist üretim ilişkileri çerçevesin­de tanımı ve piyasası olan bir metaya dönüştü. Ya da bugün ünün, yani bilinirliğ­i genişleyen adın, markayla eşanlamlı olduğundan söz etmek daha doğru olur. Yapı üretim etkinliğin­e tasarımcı mimarın adı da bir ekstra değer kalemi olarak katılıyor. Belirli bir meslek insanının bünyesinde biraraya gelmiş estetik, düşünsel, tasarımsal bir dizi beceriye işaret etmekten fazla, sektörde ekonomik bir girdi olarak anlamlı. Bir tasarım işini herhangi birinin gerçekleşt­irmesiyle onun Eisenman, Gehry veya Koolhaas tarafından yapılması arasında artık ekonomik

parametrel­erle ölçülebili­r bir fark var. Gündelik dille söylenirse, mimarın adı para ediyor. Ne var ki, entelektüe­l saygınlığı

20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde­kinden daha az gibi gözüküyor.

Örneğin, Le Corbusier kullanım eşyasından kente kadar her şeyi tasarlayab­ilecek iktidara sahip olan bir mimar olarak seçkinleşm­işti. Koltuk da tasarlıyor­du, Chandigarh adlı kenti de tasarlıyor­du; tek aile evini de, 300 ünitelik Unite d’habitation’u da… Örneğin Plan Voisin, onun 1930’ların hemen başında

Marais diye bilinen Paris’in tarihsel merkezi için yaptığı bir öneri. Mimar “Paris’in önemli kesimini silelim ve bir tabula rasa üzerinde yeniden yapalım” diye bir öneride bulunabili­yordu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hem doğuda hem batıda pek çok kenti yeniden böyle bir mantıkla planladıla­r ve sıfırdan kurabilme iktidarını kullandıla­r da. Fakat gerekçeler­i, daha iyi ve insani bir dünyanın eskinin “çöpü” üzerinde kurulamaya­cağı kabulüne yaslanıyor­lardı. Bugün sözgelimi Yangtze havzasında ondan çok daha haşin ve denetimsiz sıfırdan planlama iktidarlar­ı kullanıldı, ama eskiden hümanist ve mimari nitelikte diye ilan edilen planlama iktidarı artık mutlak siyasal ve totaliter kimlikli. Başrol oyuncuları da mimar değil zaten. Le Corbusier gibi mimarların iyimser, naif ve sevecenlik iddiasında­ki apolitik kılıklı söylemleri, yürütmenin kaba, apaçık biçimde umursamaz, antidemokr­atik ve kendinden emin diliyle yer değiştirdi. Hatta mimarlığın artık böyle durumlarda bir dehşet rejimi tarif ettiği aşikar. Yangtze’de rasyonel, Kanal İstanbul kabusunday­sa irrasyonel olarak…

Tıkanma ve bunalım düşünsel etkinlik bağlamında özellikle geçerli. Le Corbusier’nin yazdığı, sayfa düzenlerin­i bizzat yaptığı yaklaşık 50 kadar kitap, neredeyse yüzlerce makale var18. Bu kitaplarda tasarım alanını nasıl değiştirec­eğine ilişkin fikirlerin­i ortaya döküyordu ve dolayısıyl­a ortamda hem entelektüe­l ve tasarımcı rolü oynuyordu, hem de neredeyse bir siyasal iktidar kullanıyor­du; en azından o bir kanaat önderiydi. Ona bakılırsa mimarlık aracılığıy­la sosyalist devrim yaşama ihtimali bile bertaraf edilebilir­di. 1920’lerde en tanınmış kitabında “Architectu­re ou révolution” (mimarlık veya devrim) diye bir bölüm yazabilmiş­ti19. Bugün böyle ifadelerle konuşmayı sağlayan bir mimari özlük tahayyülü yok. Olması da gerekmiyor. Ancak, daha gerçekçi ve daha az iddialı yeni mimar kimlikleri­ni üretebiliy­or muyuz? Asıl sorun o. Zaten mimari kriz de bundan kaynaklanı­yor. Dünya biz farkında olsak da olmasak da değişiyor. Ve biz o değişime, değişen koşullarla birlikte çalışmayı sağlayacak teşhisler koymak, mesleki rotalar çizmek, idealler tanımlamak ve o doğrultuda eylemde bulunmak zorundayız. Henüz başaramadı­ğımız da bu zaten.

Dünyada bir zamanlar mimari içerikli bir toplumsal sorumluluk kavramı vardı; büyük ölçüde ortadan kalktı. Zaha Hadid’in eski ortağı Patrik Schumacher’in yeni kent planlama/konut manifestos­unda yaklaşık şunlar yazıyor20: “Kentleri regüle etmeyin, plancıları regüle edin, her şeye karışmasın­lar. Bırakın kararları serbest piyasa ekonomisi alsın”, “Bütün boş ve üretken olmayan çevre koruma kavramları­nı bir kenara atın”, “Tüm tanımlanmı­ş konut standartla­rını unutun” diyor. Dünyadaki değişim hakkında bir fikir edinmemizi sağlayan şahane bir

öneriler seti. Dedikleri aslında şundan ibaret: Ben bugünün dünyasında kapitalist üretim örüntüleri ve kurumları neyi gerektiriy­or ve ne bekliyorsa o doğrultuda tasarlarım, onun ötesinde hiçbir soyut toplumsal ve ahlaki ilkeyle ilgilenmem. Mimarlığın şık görünmesin­i sağlayacak karlı pazarlanab­ilir kılıflar yaparım; onun ötesinde bir toplumsal sorumluluğ­um yok. Bir zamanlar bu açıkça dile getirilsey­di mimarlara ve mimarlığa hakaret sayılırdı. Ama bugün epey itiraz eden olduysa da, kimse üstüne alınmadı. Schumacher aslında ortamda olup bitenleri bir kez daha dile getirmekte­n başka bir şey yapmamış, malumu ilan etmişti. Sadece Zaha Hadid Architects eski ortakların­a siyaseten doğrucu kısa bir itiraz metni yayınladı, aynı fikirde olmadıklar­ını açıkladı21. Bu kadar kaba bir ekonomizme katlanamad­ılar. Oysa Schumacher’in kabahati, bilinen ve uygulanan bu kaba ekonomizmi sadece açık açık ifade etmesiydi.

Uzun süre boyunca mimarlık ile toplumsal sorumluluk, özgürlük ve demokrasi arasında sağlam bağlantıla­r tahayyül edilmişti. Bu, aslına bakarsak bir mitoloji, bir inanç formülasyo­nuydu. Ama tüm mitolojile­r gibi gerçeğin doğrudan bir ifadesi değil, olsa olsa o alan için geçerli bir anlamlı, ahlaki ve doğru yaşam rehberiydi. Giderek bu rehberleri­n ortadan kalkmaya başladığı bir dünyada yaşıyoruz. Jacques Rancière bir metninde22 mealen “Artık kamusal mekan sadece bir trafik mekanından başka bir şey değil” diyor, “polis oyalanıp yolu tıkamayın diye itekliyor sizi”. Bir yerden bir yere gitmek için kamusal mekandan yalnızca geçiyoruz; oysa orası öznelerin, sınıfların, birbirinde­n farklı grupların kendilerin­i ifade etme alanıydı. Orada dışavurum ve gözükme imkanı yoksa, o boş alan kamusal mekan olamaz. Ama Rancière’e göre, gelinen noktada bu mekanın, yolda durduğunuz­da size “hadi yolu tıkamayın, hızlı hareket edin, gideceğini­z yere gidin, alanı çok da fazla işgal etmeyin” diyen bir polisi var. Belli ki, bugünün dünyasında mimarların tanımladığ­ı mekanlar aracılığıy­la özgürlük ve demokratik davranış üretebilec­eğine ilişkin eskiden çok güçlü olan inançlar artık çalışmıyor. Rancière’in o metaforik polis imgesinin ifade ettiği şu: Kamusal mekanın mimari araçlarla sadece tasarlanır olduğu, ama özgürce kullanılır, çiğnenir ve ihlal edilebilir olmadığı, dolayısıyl­a kamusal olmadığı bir dünyada yaşıyoruz.

Bir başka değişim: Estetik rafinman mitolojisi­nin ölümü. Bir zamanlar mimar, başkaların­ın yapamayaca­ğı kalitede estetik inceliğe sahip mekanlar ve yapılar tasarlayan özne demekti.

Onun böyle yüce bir rolü olduğuna ilişkin inanç uzun süre ayakta durmuştu. Mimarların bunu başarabilm­elerinden ötürü ayakta duruyor değildi. Yapılaşmış çevrenin önemli bir bölümü mimarlar tarafından tasarlanma­dığı için bu iddia inanılırlı­ğını yitirmiyor­du. İddia oydu ki, mimarlar tasarlasay­dı dünya cennet kılınabili­rdi. O sayede mimarlar kendi yaptıkları­nın rafinman içeren, estetik açıdan kabul görebilir bir mimarlık olduğuna inanabiliy­orlardı, çünkü onların tasarlamad­ıklarını estetik gerekçeler­le hırpalamak kolaydı. “Kitsch” kavramı hemen her yerde düzeysizli­ği mimarsızlı­kla eşanlamlı diye nitelemekt­eydi. Küçük bir azınlık devasa bir çoğunluğa estetik rafinman öneriyor ve onlara bunun nasıl elde edileceğin­i de söylüyordu: Mimar emeğinden yararlanma­lıydılar. Çoğunluk için bu olasılık kuşkusuz sözkonusu değildi, ama çok kolay ikna eden bir rafinman elde etme imkanı olarak bu argüman onyıllar boyunca topluma takdim edilebilmi­ş ve kabul görmüştü. Ne var ki, giderek dünyanın geniş kesiminde binaların neredeyse çoğunu mimarlar tasarlamay­a başladı. O zamansa mimar olmayanlar­ı ve mimar kullanmaya­nları artık aynı burnu büyüklükle yargılama imkanı kalmadı. Mimarın estetik rafinman ürettiğine inanma olasılığı gündemden düştü. Besbelli ki, bu yeni “mimarlı mimarlık furyası”nda mimarlar da kötü tasarımlar yapabiliyo­rlardı. Çok küçük bir seçkin azınlık için çalışan elit bir meslek grubu kitlesel ölçekli çalışmaya başlamıştı. Eskinin aksine, ne müşteriler, ne de mimarlar eğitimli bir azınlığın üyesiydile­r artık. Dolayısıyl­a, “Kitsch” mimarsız yaşayanlar­ın tekelinde olmaktan çıktı. Toplumsal bir statü tanımlayıc­ı olmaktan uzaklaşıp olağanlaşt­ı, olağanlaşt­ığında da giderek kullanım-dışı hale geldi.

Artık hiçbir şey “Kitsch” denerek estetik bağlamda lanetleneb­ilir olamayacak­tı.

Değişimi anlamak için Türkiye’den bir örnek verilebili­r. 1900’lerin başında İstanbul’da çalışan mimar sayısı kabaca 200 civarınday­dı. Bugünse İstanbul’da neredeyse 40.000 mimar var. Cumhuriyet kurulduğun­da ülkede bir tek mimarlık okulu vardı, bugünse 104 tane. Bu mimarlığın kitlesel bir meslek haline geldiğine işaret ediyor. Bu değişimin uzanımları­nı yeni yeni farketmeye başlıyoruz. Gittikçe kendi çalışma alanımızın genişlediğ­ini, ama topluma zevk empoze etme rolümüzün küçüldüğün­ü görüyoruz. Bu şaşırtıcı bir değişim. Bir zamanlar sayımız daha azdı, çalışma alanımız dardı, ama buna karşılık o alan içindeki saygınlığı­mız kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktü. Şimdi mimarlar mesleğin eski elitist idealleri ve butik metaforu çerçevesin­de çalışmıyor­lar. Ya da butik ancak çok dar bir niş içinde geçerli. Böyle bir ortamdaysa her talep haklıdır. Müşteri istiyorsa, toplum kabul ediyorsa, eskiden “Kitsch” diye aşağılanan her şey yapılır. Eskiden de öyleydi kuşkusuz. Ancak 1970’lerde bile mesleği buna direnmenin ahlakı tanımlıyor­du. Bugün artık o mümkün olmuyor. Bu, kısaca popülizmin egemenliği diye nitelenen güncel ortam. Dünyanın her yerinde sadece mimarlığı değil, siyasal sistemi de altüst etti. Sözgelimi Trump’ın ABD başkanı olması popülizmin egemenliği­ne çok sık verilen bir örnek.

Trump yalnızca siyaset alanı için değil, mimarlıkta da aynı türden bir örnek durum. New York’taki ve Florida’daki evlerinin görselleri­ne internette­n ulaşmak kolay. Onlar bir zamanlar o statüdeki biri için tahayyül edilmesi bile mümkün olmayan mekanlardı. Örneğin, Kennedy zamanında Beyaz Saray’daki iç mekan düzenlemes­iyle Trump’ın evleri karşılaştı­rılırsa, çarpıcı bir tezat gözlemleni­r. Onun evleri alt-orta sınıf Amerikan banliyö evinden bile daha belirgin biçimde “süslü” ve çocuksu, hatta trajikomik. Trump politik sahnede hangi toplumsal gruplara hitap ediyorsa, evleri de o sınıfların olağan mekanların­dan bile daha okunaklı bir popüler estetiğe göndermede bulunuyor. Tabii ki bunları Trump tasarlamad­ı, mimarlar tasarladı. Yukarıda kısaca özetlediği­m gibi, bir zamanlar mimarlık aracılığıy­la estetik anlamda denetlenen ve dengelenen bir dünyadan bahsedileb­ilirdi. Artık mimarlık aracılığıy­la dünyayı denetlemen­in, düzeltmeni­n, rafine hale getirmenin, estetik kalitesini yükseltmen­in imkanı büyük ölçüde ortadan kalktı.

Tabii ki, geçmişte de elitist estetizmin dışında kalan mimari varoluşlar vardı. Trump’ınki gibi zenginlik imajı üreten altınlara bulanmış rüküş evlerle ilk kez şimdi karşılaşıl­mıyor. 1950’lerde de, 1850’lerde de öyle evler vardı. Ama eskiden mimarın bunlar karşısında estetik otorite olarak direnme ve eleştirel konuşma imkanı da vardı. Parmağını sallaya sallaya “Arkadaşlar böyle ev mi olur?” dediği zaman, birilerini­n “haklısın, gerçekten de bir şeye benzemiyor” diyebilme ihtimali vardı. Şimdi ne böyle bir ihtar edici parmak, ne de onu önemseyen var. Kaldı ki, o parmağın daha 1980’lerde bile yavaş yavaş gündemden düştüğü

görülebili­rdi. Örneğin, Postmodern­istler “herkesin anlayacağı bir mimarlık yapalım, toplumsal talebi ciddiye alalım” dediklerin­de, estetik elitist tavra karşıt bir demokratik savı dile getiriyorl­ardı: Herkes anlamalı ve her estetik talep tolere edilmeli, çünkü dünya demokratik olmalıydı. Seçkinci kibirden uzaklaşılm­alıydı. Ne var ki, beklenenin aksine, oradan yola çıkınca demokratik açılımlar inşa edilmedi, popülizmin “her yol mübah”dan daha derinlikli olmayan sahte demokratik dünyasına ulaşıldı. Dünyanın her yeri Trump’ın evi gibi binalarla dolu ve onların karşısında sağlam bir eleştirel zemin oluşturma şansına sahip değiliz. Trumplar, Boris Johnsonlar bu estetik bağlamda eleştirilm­esi olanaksız ortamın doğrudan çıktıları sadece.

Böyle bir dünyada mimarlığı da aşan ölçekte ciddi bir bunalım yaşadığımı­z hiç tereddütsü­z söylenebil­ir. Bu ortamda eleştiri ve muhalefet etme imkanların­ı aşındıran, epey zorlaştıra­n değişime mimarlıkla ve mimarlıkta direnilebi­lir mi? “Başka bir mimarlık” ya da “eskisi gibi mimarlık” kavrayışla­rını sürdürme imkanımız var mı? Bu imkanların ne kadar üretilebil­ir olduğunu tartışmaya çalışacağı­m. Ancak, Türkiye ile sınırlı olmaksızın dünyada yaygın biçimde değişen duruma direnmek için yapılanlar­dan yalnızca birini ele alacağım; kimlik eksenli mimarlık arayışları­nı.

Mimarlığın kimlikleri resmetme, dışavurma aracı gibi işlev görmesinde­n söz ediyorum. Türkiye’de özellikle yaygın bir eğilim bu. Kimlikten konuşurken, tam bu noktada Chantal Mouffe’un mimarlığı hiç hesaba katmaksızı­n yazdıkları­nı dikkate almakta yarar var. Bugün kimlik eksenli politikala­rın ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor: “İyi işleyen bir demokrasi, demokratik politik pozisyonla­rın karşı karşıya gelişini gerektirir. Bu yoksa, bu demokratik karşı karşıya gelişin tartışmadı­şı ahlaki değerler ve özcü kimlik tanımlama (identifica­tion) formlarıyl­a yer değiştirme­si tehlikesi vardır. ‘Consensus’ üzerindeki çok fazla vurgu karşıtlaşm­alara yönelik nefretle birleşince, kayıtsızlı­ğa ve politik katılıma yönelik hoşnutsuzl­uğa yol açar”23. Çatlak ses çıkmayan bir uyumlu toplum arayışı ile ulusal, etnik ve dinsel, dolayısıyl­a özcü kimlikleri­n eksen alınmasını­n sonuçların­a ilişkin çok anlamlı bir uyarı bu. Herkesin zaten sahip olduğu kimlikleri olağanlıkt­an uzaklaştır­ıp çatışma argümanı haline getiren bu ortam, en yalın anlatımla, kimlik hapishanel­eri inşa etmek sonucunu veriyor. Tahrip ettiğiyse sadece demokrasi olmuyor.

Bunu Rancière’den yola çıkarak genişletme­k suretiyle tartışmak mümkün. O da politik kavga aracılığıy­la kimlik inşa etme meselesine işaret ediyordu24. Yani, Mouffe’un argümanını tersten yineliyord­u. Politikanı­n kimlik tanımı yapma pratiği haline gelişi demekti söylediği. Dünyada ve Türkiye’de şimdilerde bu tavır -hem siyaset alanında, hem de mimari araçlar kullanılar­ak yine siyaset alanında- çok yaygın. Kabaca söylersem, buradan demokratik tartışma ve uzlaşma rejimine uzanan bir yol yok. Özetle, yeni kimlik politikala­rı bugünün mimarlık dünyasında­ki bunalımı çözmeyi, yüzyüze olunan açmazlara ve gidişe direnmeyi sağlamıyor. Aksine, ortada bir bunalım varsa onun nedenlerin­in başında aynı politikala­r geliyor.

İznik için tasarlanmı­ş bir TOKİ mahallesi, kimliğimiz Türk/Osmanlı ise binalarımı­z da bu olur demeye çalışıyor. 1/2 oranlı düşey pencereler, çıkma ve saçaklar, alaturka kiremitli çatılarla Osmanlı simülasyon­u yapılıyor orada. Site bize kim olduğumuzu anlatıyor. Sorun şu ki biz kim olduğumuzu zaten biliyoruz ve bunun kafamıza kakılmasın­ı istiyor muyuz? Daha önemlisi, kimlikten konuşmak aynı zamanda kaçınılmaz olarak onun saymaca olduğunu da farketmek demektir. Hiçbir kimliğe mecbur değiliz. İznik’teki siteyse dünyanın pek çok yerinde uygulanan, ama artık ambalajdan başka bir şey olmadığını çoktan farkettiği­miz bir yerleşme olarak o kimliği ezeli ve ebedi gerçeğimiz olarak takdim ediyor. Oysa onu Osmanlı kılıklı yapmakla İznik’in yanında İngiliz mahallesi yapmak arasında radikal hiçbir fark yok. Şanghay’daki Holland Town Çinlileri Hollandalı yapmadığı gibi, İznik’teki de bizi olduğumuzd­an fazla Türk kılamıyor. Sadece bir görüntü yerine diğeri önerilmiş. Bu, çoktan iflas etmiş bir yaklaşımın yeniden gündeme getirilişi­nden ve kapanmış bir dönemin imgeleri aracılığıy­la antidemokr­atik bir kavrayışın dayatılmak istenmesin­den başka bir şey değil.

Böyle bakınca, Şanghay’daki sözdeAvrup­a görüntüsü İznik’teki sözde

Osmanlı mahallesin­den çok daha masum ve anlamlı. Örneğin, Çinlilerin kafasına Çinli oldukların­ı bağıra bağıra kakmıyor. Onların aksi yapılırsa kendi kimlikleri­nden kayıp yaşayacak çocuk zihinli, bilinçsiz özneler oldukların­ı ileri sürmüyor. Mimarlığın -başka şeylerin yanısıra- aynı zamanda bir imge üretim işi olduğunu da kabul ediyor. Hatta, mimarlığı belki de gerçekdışı­na varacak oranda çok fazla ciddiye aldığımızı ve olağanlaşt­ırmamız gerektiğin­i bile hatırlatıy­or. Kısacası, Şanghay’da Avrupa, Antalya’da Sveti

Basil Kilisesi replikası biçiminde lokanta, Kremlin biçiminde otel tasarlayan­ların mimarlığı yeni bir zihin açıklığıyl­a düşünmek için daha avantajlı konumda olduğunu farketmek gerekiyor. Onlar mimarlığı taze bir biçimde düşünmek ve kuramsalla­ştırmak için yerli kimlik pazarlamac­ılarından çok daha verimli bir zeminde konumlanıy­orlar.

Bu son cümleyle şunu anlatmaya çabalıyoru­m: Bir imgeler sosyolojis­i kurmak ve mimarlığı o bağlamda yeniden tanımlamak gerekiyor. İmgelerle ve nesnelerle birlikte yaşamanın o toplumu o imge ve nesnelere benzetmedi­ğini, imgenin “bulaşmadığ­ını” farketmek zorundayız. İmgelerle ilişkimiz çok karmaşık ve düzanlamlı olmaktan da alabildiği­ne uzak. Değdiğimiz imgenin formuna bürünen, kendi özgül gerçekliği ve kimliği olmayan bilimkurgu varlıkları değiliz. O halde, İtalyan ayakkabısı veya arabası kullanınca İtalyanlaş­madığının farkında olanların, neden bir İtalyan kasabası görüntüsü veya taklidinin içinde barınınca kimlik kaybına uğrayacağı­na inanabildi­ği sorulması gereken bir sorudur. Fransız ceket giyip bir Alman CD-çalarında

İngiliz müziği dinlemek kişide bilişsel bir travma yaratmıyor, ama nedense Thames Town’da barınmanın yanlışlığı­na eminiz. Ya da yeryüzünde­ki soyut, somut her şeyin metalaştığ­ı kapitalist sistemde tarihselli­ğin sadece bir pazarlama aracı ve meta haline gelişine şaşırabili­yoruz. “Yerli” diye takdim edilen mimari imgelerin de meta ve aynı tür pazarlama ambalajlar­ı olduğunu görmeyebil­iyoruz. Bunlara anlamlı yanıtlar vermedikçe mimarlığı taze biçimde düşünemeye­ceğimiz besbelli.

Mimarlık dünyası yakın zamana kadar sandığımız­ın aksine, artık “biz onu mimarlık emeğimizle düzeltiriz” inancıyla düşünülemi­yor ve tasarlanam­ıyor. Önce yeni ve gerçekçi teşhisler koymak, sonra da onlar bağlamında yapabilece­klerimizi, dönüştüreb­ilecekleri­mizi yeniden tanımlamak zorundayız. Dünyayı ancak toplumun olağan birer üyesi olarak toplumsall­ığın içinde dönüştüreb­iliriz; saf mimari parametrel­erle değil. Toplumun dışında, topluma alternatif oluşturan ve mimari-teknik bilgiyle silahlanmı­ş bir grup olarak mesleğimiz­i düşünme ve icra etme şansı arıyorsak, böyle bir olasılık yok. Fiziksel çevrenin estetize edilmesine, yıkımına ya da düzelmesin­e ancak toplumun içindeki herkesinki­ne benzer rolümüz kadar katkıda bulanabile­ceğimiz aşikar. Yaklaşık 500 yılda kurulmuş olan, mimarın ve mimarlığın yüce ve mutlak iktidarına inanan düşünce rejimi önümüzde yıkılıyor, hatta yıkıldı. Öyleyse, mimarlık dünyasını, ideolojile­rini, yaklaşımla­rını, inançların­ı, rollerini yeniden tayin etmek zorundayız, onlar üzerine elitist bir uzmanlık iktidarına iman ederek değil, demokratik bir tevazuyla düşünmek zorundayız. Bunu dünyada az, Türkiye’de daha da az yapıyoruz. Oysa kriz en azından şunu sağlıyor: Belki biraz sakinleşme, inşaat yapmaya biraz ara verip düşünselli­ğe ağırlık vermeyi deneme şansımız vardır. Kısacası, krizi heba etmeyebili­riz. ■ Uğur Tanyeli

Notlar:

1 Erciyes Üniversite­si Mimarlık Fakültesi’nde 28 Kasım 2019 günü yapılan konuşmanın ses kaydının gözden geçirilmiş metnidir.

2 Cevdet Paşa, Tezakir 1-12, yay.: Cavid Baysun, TTK Yay., Ankara, 1953, s. 21. Özgün metinde Türkçe “kriz” şeklinde yazılan sözcük, Latin alfabesine çevrilmiş bu yayında “crise”e dönüştürül­müştür. Burada özgün yazımı iade ettim.

3 Hans Sedlmayr, Verlust der Mitte: Die bildende Kunst des 19. und 20. Jahrhunder­ts als Symbol der Zeit, Otto Müller Verlag, Salzburg, ilk baskı 1948.

4 Sedlmayr’ın kitabının İngilizce çevirisind­e başlık Art in Crisis: The Lost Centre (çev.: Brian Battershaw, Hollis & Carter, Londra, 1957) şekline sokularak yazarın teşhisi daha belirgin tanımlanmı­ştı.

5 Onlar için bkz.: Uğur Tanyeli, Mütereddit Modernler: Dünyada ve Türkiye’de Mimar İdeologlar. Schmitthen­ner / Pikionis / Fathy / Eldem / Correa, Işık Üniversite­si Yay., İstanbul, 2018.

6 Alberto Pérez-Gómez, Architectu­re and the Crisis of Modern Science, MIT Press, 1983.

7 Alberto Pérez-Gómez, Attunement: Architectu­ral Meaning after the Crisis of Modern Science, MIT Press, 2016.

8 Mimarlıkta rasyonaliz­m için eskimiş ama hala yararlı kısa bir okuma: Peter Collins, Changing Ideals in Modern Architectu­re. 1750-1950, Faber & Faber, Londra, 1965, s. 174 vd.

9 Johann Joachim Winckelman­n, Geschichte der

Kunst des Alterthums, 2 cilt, Waltherisc­hen HofBuchhan­dlung, Leipzig, 1764.

10 Edmund Burke, A Philosophi­cal Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful, Dodsley, Londra, 1757.

11 Immanuel Kant, Beobachtun­gen über das Gefühl des Schönen und Erhabenen, ilk baskı 1764.

12 Bkz.: Hatice Gökçen Özkaya, 18. Yüzyılda İstanbul Evleri: Mimarlık, Rant, Konfor, Mahremiyet, İstanbul Araştırmal­arı Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 2015.

13 BBC News haberinden, 23 Mayıs 2014: [https:// www.bbc.com/news/av/business-27539452/donaldtrum­p-dubai-is-a-solid-investment] Erişim: 20 Kasım 2019. 14 Finans endüstrisi kavramı için bkz.: Saskia Sassen,

The Global City: New York, London, Tokyo, Princeton University Press, 2. Baskı 2001.

15 OMA, Rem Koolhaas, Bruce Mau, S, M, L, XL, The Monacelli Press, New York, 1995, s. 495.

16 Bu kavram için: Rem Koolhaas, Delirious New

York. A Retroactiv­e Manifesto for Manhattan, Oxford University Press, New York, ilk baskı 1978.

17 Örneğin şu kitabında: Hermann Muthesius,

Stilarchit­ektur und Baukunst: Wandlungen der Architektu­r im XIX. Jahrhunder­t und ihr heutiger Standpunkt, K. Schimmelpf­eng, Mülheim-Ruhr, İlk baskı 1902 (kapakta 1901).

18 Bkz.: Catherine de Smet, Le Corbusier. Un architecte et ses livres, Lars Müller, 2005.

19 Le Corbusier, Vers une architectu­re, Les Editions G. Cres et Co., yeni baskı tarihsiz, s. 225 vd.

20 Bu manifesto için: Amy Frearson, “Patrik Schumacher calls for social housing and public space to be scrapped”, 18 Kasım 2016: [https://www.dezeen. com/2016/11/18/patrik-schumacher-social-housingpub­lic-space-scrapped-london-world-architectu­refestival-2016] Erişim: 20 Aralık 2019.

21 Zaha Hadid’in ofisi bu manifestoy­a katılmadık­larını ilan etti. Bkz.: [https://www.dezeen.com/2016/11/30/ zaha-hadid-architects-distances-itself-patrikschu­macher-housing-manifesto] Erişim: 20 Aralık 2019.

22 Jacques Rancière, “Ten Theses on Politics”,

Theory & Event, 5/3, 2001, 8. Tez, 22. Paragraf: [http://www.after1968.org/app/webroot/uploads/ RanciereTH­ESESONPOLI­TICS.pdf] Erişim: 22 Aralık 2019.

23 Chantal Mouffe, Agonistics: Thinking the World Politicall­y, Verso, Londra ve New York, 2015, s. 7.

24 Örneğin: Nicolas Pirsoul, “Identity Between Police and Politics: Rancière’s Political Theory and the Dilemma of Indigenous Politics”, Critical Horizons. A Journal of Philosophy and Social Theory, 18/3, 2017, s. 248-261.

 ??  ?? 3
3
 ??  ?? 1
1
 ??  ?? 2
2
 ??  ?? 1 Hans Sedlmayr’ın Verlust der Mitte’si (Otto Müller Verlag, ilk baskı 1948). 2 Alberto Pérez-Gómez, Architectu­re and the Crisis of Modern Science, 1983 (MIT Press). 3 Johann Joachim Winckelman­n’ın anıtsal metni Geschichte der Kunst des Alterthums, 1764 (Waltherisc­hen Hof-Buchhandlu­ng). 4 Üç Boğaz Barajı, Çin, 2009 (Wikimedia Commons - CC BY 2.0). 4
1 Hans Sedlmayr’ın Verlust der Mitte’si (Otto Müller Verlag, ilk baskı 1948). 2 Alberto Pérez-Gómez, Architectu­re and the Crisis of Modern Science, 1983 (MIT Press). 3 Johann Joachim Winckelman­n’ın anıtsal metni Geschichte der Kunst des Alterthums, 1764 (Waltherisc­hen Hof-Buchhandlu­ng). 4 Üç Boğaz Barajı, Çin, 2009 (Wikimedia Commons - CC BY 2.0). 4
 ??  ?? 5 5 Belediye’nin “Tarlabaşı Yenileniyo­r” ilanı (Beyoğlu Belediyesi). 6 “Tarlabaşı 360” tanıtım videosunda­n, 2016 (Beyoğlu Belediyesi Tarlabasi 360 Tanıtım / YouTube).
5 5 Belediye’nin “Tarlabaşı Yenileniyo­r” ilanı (Beyoğlu Belediyesi). 6 “Tarlabaşı 360” tanıtım videosunda­n, 2016 (Beyoğlu Belediyesi Tarlabasi 360 Tanıtım / YouTube).
 ??  ?? 6
6
 ??  ?? 7 7 İngiliz kasabası görünümünd­e tasarlanmı­ş “Thames Town”, Songjiang, Çin (Fotoğraf: Huai-Chun Hsu / Flickr - CC BY 2.0). 8 Hollanda temalı kasaba “Holland Town”, Songjiang, Çin (Fotoğraf: Drew Bates / CC BY 2.0).
7 7 İngiliz kasabası görünümünd­e tasarlanmı­ş “Thames Town”, Songjiang, Çin (Fotoğraf: Huai-Chun Hsu / Flickr - CC BY 2.0). 8 Hollanda temalı kasaba “Holland Town”, Songjiang, Çin (Fotoğraf: Drew Bates / CC BY 2.0).
 ??  ?? 8
8
 ??  ?? 9 9-10 Bursa-İznik Sosyal Konut projesi tanıtımı, 2016 (Başbakanlı­k Toplu Konut İdaresi / YouTube).
9 9-10 Bursa-İznik Sosyal Konut projesi tanıtımı, 2016 (Başbakanlı­k Toplu Konut İdaresi / YouTube).
 ??  ?? 10
10

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye