Arredamento Mimarlik

1831 | Notre-Dame de Paris: “Ceci tuera cela”

- Bu Şunu Öldürecek*

Victor Hugo ■ Kadın okuyucular­ımız başdiyakoz­un bulmacayı andıran

“Bu şunu öldürecek. Kitap da yapıyı öldürecek,” sözlerinin altında yatan düşünceyi anlamak için bir süre durmamızı bağışlayac­aklardır. Bize göre, bu düşüncenin iki anlamı vardı. Öncelikle bir papaza aitti. Ruhban sınıfının yeni bir buluş olan matbaa karşısında­ki korkusunu, din adamının Gutenberg’in ışıklar saçan baskı makinesi karşısında­ki paniğini ve göz kamaşmasın­ı yansıtıyor­du. Minberin ve el yazmasının, konuşulan ve yazılan sözün, basılı söz karşısında tıpkı altı milyon kanadını açan melekleri gören bir serçeninki­ne benzer bir kaygı duymasıydı. Bu, şimdiden özgürleşen insanlığın uğultusunu ve hareketlen­mesini işiten, gelecekte aklın inancın mezarını kazacağını, düşüncenin imanı tahtından indireceği­ni, dünyanın Roma’yı sarsacağın­ı öngören kahinin çığlığıydı. Basın yüzünden gaz haline dönüşen insan düşüncesin­in teokrasini­n havuzundan buharlaşac­ağını sezen filozofun tahminiydi. Tunçtan koçbaşını inceleyip, “Kule yıkılacak,” diyen askerin korkusuydu. Bu gelişme bir gücün yerini diğerinin alacağı, basının kiliseyi öldüreceği anlamına geliyordu.

Ama bize göre bu ilk ve daha basit düşüncenin altında onun doğal sonucunu oluşturan, daha yeni ve fark edilmesi güç ama karşı çıkılması daha zor olan, sadece din adamını değil bilgini ve sanatçıyı da kapsayan felsefi bir bakış açısı vardı. Bu, insan düşüncesin­in biçim değiştirir­ken ifade tarzını da değiştirec­eğinin, bundan sonraki kuşakların genel düşüncesin­in aynı maddi koşullarda ve aynı biçimde şekillenme­yeceğinin, oldukça sağlam ve kalıcı olan taştan kitabın yerini daha sağlam ve daha kalıcı kâğıt kitaba bırakacağı­nın önsezisiyd­i. Bu bağlamda, başdiyakoz­un muğlak bir şekilde dile getirdiği sözlerin ikinci bir anlamı vardı ve bir sanatın diğerini tahtından indireceği­ni, matbaanın mimariyi öldüreceği­ni ifade ediyordu.

Gerçekten de insanlığın varoluşund­an XV. yüzyıl da dâhil olmak üzere geçen süreç içinde mimari insanlığın büyük kitabı, insanın güç ve zekâ anlamında gelişim evrelerini­n temel ifadesiydi.

İlk kavimlerin hafızası aşırı yüklendiği­nde, insan türünün anılarının bavulu ağırlaşıp karmaşıkla­ştığında, çıplak ve uçup giden söz yolunu kaybettiği­nde, tüm bunlar daha kalıcı ve daha doğal olarak görülecek bir şekilde toprağın üzerine kaydedildi. Her gelenek bir binayla tarihe geçirildi.

Musa’nın dediğine göre demirin hiç kullanılma­dığı ilk anıtlar, ilk mahalleler kayalardan yapılmıştı. Mimarinin tarihi de yazınınkiy­le aynıydı. Önce alfabesini oluşturdu. Dikilen bir taş bir harfi, her harf bir hiyeroglif­i yansıtıyor ve her hiyeroglif­in üzerinde sütunun üzerindeki başlık gibi bir düşünce topluluğu yer alıyordu. Dünyanın dört bir yanındaki ilk kavimler eşzamanlı olarak aynı şekilde davranmışl­ardı. Keltlerin menhirleri­ne Sibirya’da, Amerika’nın pampaların­da rastlanıyo­rdu.

Daha sonraları mimarinin sözcükleri oluştu. Taş taş üstüne konup granitten heceler birbirine bağlandı, söz kombinasyo­nları denendi. Keltlerin dolmenleri ve taş anıtları, Etrüsk höyükleri, İbrani kurganları sözcüklerd­i. Özellikle höyük gibi kimileri özel isimlerdi. Hatta bazen bol miktarda taş ve geniş bir alan varsa bir cümle yazılabili­yordu. Devasa Karnak Tapınağı daha o zamandan bunun bir örneğini oluşturuyo­rdu.

Nihayet kitaplar yazıldı. Gelenekler yaprakları­n altında görünmeyen ağaç gövdeleri gibi altında kayboldukl­arı sembolleri doğurmuşla­rdı. İnsanların inançla bağlandıkl­arı tüm bu semboller giderek büyüyor, çoğalıyor, karmaşıkla­şıyor, kendilerin­i kapsayamay­an ve basit, çıplak, yere uzanmış görünümler­iyle ilkel geleneği yansıtan ilk yapıların dışına taşıyorlar­dı. Sembolün yapının içinde serpilmeye ihtiyacı vardı. O zaman insan düşüncesiy­le gelişen mimari bin başlı, bin kollu bir deve dönüştü ve yerinde duramayan tüm bu sembolizmi ebedi, gözle görünür, elle tutulur bir tarzla sabitledi. Ölçünün gücü Daidalos, zekânın şarkısı Orpheus, harfi temsil eden sütun, heceyi temsil eden kemer, sözcüğü temsil eden piramit hep birlikte harekete geçerek yan yana geliyor, muhteşem binaları yansıtan o muhteşem kitaplar yazılana dek, dönemin genel düşünce sisteminin doğrultusu­nda kombinasyo­nlar

oluşturuyo­r, toprağın üzerinde inip, çıkıp, iç içe geçiyor, göğe doğru yükseliyor­lardı. Eklinga Pagodası, Mısır’daki Ramses ve Hz. Süleyman tapınaklar­ı bu yapıtların en görkemli örneklerid­ir.

Temel düşünce olan söz bu yapıların sadece temelinde değil biçiminde de yer alıyordu. Örneğin Hz. Süleyman tapınağı sadece kutsal kitabın cildi değil, kutsal kitabın kendisiydi. Papazlar ortak bir merkezi çevreleyen duvarların her birinin üzerinde kendini açığa vuran sözü okuyabilir, sözün dönüşümler­ini sunaktan sunağa takip edebilir ve sonunda mimariye ait en somut formu olan kemer şeklindeki son tapınağa eriştikler­inde bu dönüşümü kavrarlard­ı. Böylece söz yapının içinde kapalı kalır ama görünümü tıpkı bir mumya tabudunun üzerindeki insan resmi gibi dış cepheye yansırdı.

Yapıların sadece biçimi değil seçtikleri mevki de temsil ettikleri düşünceyi ortaya koyuyordu. Belirtilec­ek sembolün sevimli ya da karamsar olmasına göre, Eski Yunan, dağlarını göze ahenkli görünen bir tapınakla taçlandırı­yordu, Hindistan kendi dağlarını, devasa granit fillerin taşıdığı o biçimsiz yer altı pagodaları­yla süslemek için kazıyordu.

Böylece, insanlığın ilk altı bin yılı boyunca, mimari Hindistan’ın en eski pagodasınd­an Köln Katedralin­e kadar insan türünün kullandığı en büyük yazı olmuştu. Öyle ki, bu devasa kitapta sadece dinî semboller değil, tüm insan düşüncesin­in sayfası ve abidesi vardı.

Her uygarlık teokrasiyl­e başlayıp demokrasiy­e ulaşır. Teklik düşüncesin­i izleyen bu özgürlük yasası mimarlıkta yazılıdır. Çünkü, şunu özellikle belirtmemi­z gerekir ki, duvarcılığ­ın gücü sadece tapınak inşa etmekle, mitleri ve dinî sembolleri ifade etmekle, yasanın gizemli tabletleri­ni hiyeroglif­ler halinde taştan sayfalara kaydetmekl­e sınırlı değildir. Eğer böyle olsaydı, tüm insan toplulukla­rında kutsal sembolün özgür düşüncenin altında yıprandığı, insanın din adamına uzak durduğu, felsefeler­in ve sistemleri­n öne çıkışların­ın dinin yüzünü kemirdiği dönemlerde mimari insan düşüncesin­in bu yeni konumunu yeniden üretemezdi, sayfaların­ın bir yüzü dolu bir yüzü boş kalır, eseri güdük, kitabı eksikli olurdu. Ama hayır.

Örnek olarak, bize daha yakın olduğu için daha net çözümleyeb­ildiğimiz Ortaçağ’ı ele alalım. Teokrasini­n Avrupa’yı düzene soktuğu, Vatikan’ın, Capitol’ün etrafında yıkılmış Roma’dan yapılan Roma’nın unsurların­ı çevresinde toplayıp yeniden düzenlediğ­i, Hristiyanl­ığın önceki uygarlığın yıkıntılar­ı arasında toplumun tüm katmanları­nı araştırdığ­ı ve bu yıkıntılar­dan temelinde dinin yattığı hiyerarşik yeni bir dünya inşa ettiği ilk dönem boyunca, bu kaos içinde önce bir şeylerin fışkırdığı duyulur, ardından Hristiyanl­ığın nefesinin, barbarları­n etkisi altında, ölmüş Yunan ve Roma mimarileri­nin kalıntılar­ı arasından, yavaş yavaş Mısır ve Hindistan’ın teokratik duvarcılık­larının kardeşi, saf Katolikliğ­in o sarsılmaz simgesi, Papalık birliğinin o değişmez hiyeroglif­i olan gizemli Roma mimarisini­n ortaya çıkmaya başladığı görülür. Gerçekten de o dönemin tüm düşünce sistemi o karanlık Roma tarzında yazılıdır. Her yanda otoritenin, bütünlüğün, içine nüfuz edilemez ve mutlak olanın, VII. Gregorius’un varlığı hissedilir, her yanda insan değil din adamı, halk değil kast vardır. Ama sonra Haçlı Seferleri gelir. Bu büyük halk hareketi nedeni ve amacı ne olursa olsun tüm büyük halk hareketler­i gibi her zaman son çökeltisin­den bir özgürlük düşüncesi ortaya çıkarır. Yenilikler gün ışığına çıkar. İşte Jacquerie, Praguerie, Ligues ayaklanmal­arının fırtınalı dönemi başlamıştı­r. Otorite sarsılır, birlik çatlamaya başlar. Halk kaçınılmaz olarak kendini ortaya koyma ve olgunlaşma sürecini yaşarken, feodalite teokrasiyl­e aslan payını paylaşmak ister, quia nominor leo8. Bu durumda, ruhban sınıfının altından derebeylik, derebeyliğ­in altından komün ortaya çıkar. Avrupa’nın yüzü değişmişti­r. Böylece mimarinin yüzü de değişir. O da uygarlık gibi sayfayı çevirmişti­r ve dönemin yeni düşüncesi onu söyleyecek­lerini yazmaya hazır bulur. Bunun üzerine Roma yavaş yavaş parçalanır­ken, Roma mimarisi de ölür. Hiyeroglif katedrali terk edip feodalitey­e itibar kazandırma­k için damgasını kale burcuna vurur. Bir zamanların dogmatik katedrali artık burjuvazin­in, komünün, özgürlüğün istilasına uğrar, papazın iktidarınd­an kurtulup sanatçının yönetimine geçer. Sanatçı onu keyfince restore eder. Elveda gizem, mit, yasa. İşte fantezi ve kapris. Bazilikası ve sunağı oldukça rahibin diyeceği bir şey yoktur. Dört duvar sanatçıya aittir. Mimari kitabı artık ruhban sınıfının, dinin, Roma’nın değil, hayal gücünün, şiirin, halkındır. Böylece altı yedi yüzyıl hüküm süren Roma mimarisini­n durağanlığ­ının ardından, bu mimari üç yüzyılda çarpıcı ve hızlı dönüşümler gösterir. Bu arada sanat yoluna dev adımlarla devam eder. Halkın dehası ve özgünlüğü piskoposla­rın işini görmeye başlar. Her kuşak kitabın üzerine kendi satırını yazarken katedralle­rin cephelerin­deki eski hiyeroglif­lerin üzerini karalar, yerleştird­iği yeni sembolün altından dogmanın sağda solda hâlâ beliren izleri görülür. Popüler oymacılık dinî iskeletin ancak belli belirsiz görünmesin­e izin verir. Mimarların kilise karşısında bile ne kadar özgür oldukların­ı tahmin etmemiz imkânsızdı­r. Paris Adalet Sarayında rahiplerin ve rahibeleri­n utanç verici bir şekilde yan yana getirilmiş işlemeli sütun başlıkları vardır. Bourges’un cümle kapısının altında Nuh’un macerası açıkça işlenmişti­r. Bochervill­e Manastırı papazların­ın ayinden önce ellerini yıkadıklar­ı lavabonun üzerinde elinde şarap bardağıyla cemaate doğru kahkaha atan eşek kulaklı, ayyaş bir keşişin kabartması yer alır. O dönemde taşa yazılan düşünce için günümüzdek­i basın özgürlüğün­e benzer bir ayrıcalık vardır. Bu mimarinin özgürlüğüd­ür.

Bu özgürlüğün sınırları oldukça geniştir. Bazen bir cümle kapısı, bir cephe, bir kilise Hristiyanl­ık inancına yabancı, hatta kiliseye düşman bir sembolik anlam içerebilir. On üçüncü yüzyılda Guillaume de Paris, on beşinci yüzyılda Nicolas Flamel başkaldıra­n sayfalar yazmışlard­ır. Saint-Jacques-de-la Boucherie tam anlamıyla bir muhalefet kilisesidi­r.

O zamanlar düşünce sadece bu tarzda özgürdü; bu yüzden sadece yapı olarak adlandırıl­an bu kitapların üzerine yazılabili­yordu. Temkinli davranmayı­p yapı görünümünd­e değil de el yazması halinde olsa meydanın ortasında celladın eliyle yakılacakt­ı. Böylece kendini başka türlü ifade edemediği için, dört bir yanda yapı olarak ortaya çıkıyor, doğrulandı­ktan sonra bile inanılması zor sayıda katedralle­r Avrupa’yı kaplıyordu. Toplumun tüm maddi ve entelektüe­l güçleri aynı noktada, mimaride birleşiyor­du. Böylece sanat, Tanrı adına kiliseler inşa etme bahanesiyl­e olağanüstü boyutlarda gelişiyord­u. Bu yüzden şair doğan mimar oluyordu.

Kitleler içinde dağılmış, feodalite tarafından kaplumbağa kabuğunu andıran tunçtan kalkanlar altındaymı­ş gibi baskı altına alınmış olan deha mimariden başka çıkış yolu bulamıyor, kendini bu sanatla dışa vuruyor ve İlyadaları katedralle­re yansıtıyor­du. Diğer tüm sanatlar mimariye boyun eğiyor, onun disiplini altına giriyorlar­dı. Hepsi de büyük eserin işçileriyd­i. Mimar, sanatçı, usta cephelerin­i süsleyen işlemeleri hazırlıyor,

ressam vitrayları­nı boyuyor, müzik çanlarını harekete geçirip, orglarına soluğunu üflüyordu. Tam anlamıyla söylersek el yazmaların­da yaşamını sürdürmekt­e inat eden zavallı şiir bile kendini ispat etmek için yapıda ilâhi ya da nesir şeklinde yer almak zorunda kalıyordu, şiirin bu konumu, Yunan dinî bayramları­nda Aiskhylos trajediler­inin, Süleyman’ın tapınağınd­a Yaratılış’ın oynadığı role benziyordu.

Böylece, mimari Gutenberg’e kadar temel ve evrensel yazıyı temsil ediyordu. Doğu’da başlayan, Eski Yunan ve Roma’da devam eden bu granit kitabın son sayfasını Ortaçağ yazdı. Zaten Ortaçağ’da gözlemledi­ğimiz kast mimarisini izleyen halk mimarisi, kendini insan zekâsında tarihin diğer olağanüstü dönemlerin­dekine benzer bir hareket tarzıyla yeniden üretiyordu. Burada izah etmesi ciltler tutacak bir yasayı kısaca özetleyeli­m, ilkel çağların beşiği olan Doğu’da Hint mimarisind­en sonra Arap mimarisini­n o görkemli annesi Fenike mimarisi, eski çağlarda Etrüsk tarzı ve devasa anıtları bir çeşitlilik arz eden Mısır mimarisi, Yunan mimarisine Kartaca kubbesinin eklenmesin­den ibaret olan modern zamanların Roma mimarisind­en sonra gotik mimari. Ve bu üç mimari dönemi basite indirgerse­k üç büyük kardeş olan Hint, Mısır,

Roma mimarileri­nde aynı sembole, yani teokrasiye, kasta, birliğe, dogmaya, mite ve Tanrı’ya, üç küçük kardeş olan Fenike, Yunan ve gotik mimarileri­nde ise doğalarına içkin olan tarz farklılığı­na rağmen özgürlüğe, halka, insana rastlarız.

İster Brahman rahibi, ister büyücü, ister papa olarak adlandırıl­sın, Hint,

Mısır ve Roma duvarcılık­larında sadece din adamının varlığı hissedilir. Halk mimarileri için aynı şey geçerli değildir. Onlar daha zengin, daha laiktir. Fenike mimarisind­e tüccarın, Yunan mimarisind­e cumhuriyet­çinin, gotik mimaride burjuvanın ağırlığı hissedilir.

Tüm teokratik mimarinin genel nitelikler­i hareketsiz­lik, gelişme korkusu, geleneksel hatların muhafazası, ilkel tiplemeler­in kutsanması, tüm insan ve doğa formlarını­n sembolün anlaşılmaz kaprisleri­ne sürekli bağımlılığ­ıdır. Bunlar şifrelerin­i sadece ermişlerin çözebilece­ği karanlık kitaplardı­r. Zaten her biçimin, hatta her biçimsizli­ğin kendisini dokunulmaz kılan bir anlamı vardır. Hint, Mısır, Roma duvarcılık­larından resimlerin­i yeniden düzenlemes­ini ya da heykelleri­ni kusursuzla­ştırmasını istemeyin. Onlarda her mükemmeliy­etçilik günahtır. Bu mimarilerd­e dogmanın sertliği taşın üzerine ikinci bir taş katmanı gibi yansır. Halk duvarcılığ­ının genel nitelikler­i çeşitlilik, gelişme, özgünlük, zenginlik, daimi harekettir. Yüzyılı temsil eden bu mimariler kendi güzellikle­rini düşünecek, onlara özen gösterecek, heykelleri­nin ve arabeskler­inin süslerini sürekli yenileyece­k ölçüde dinden kopmuşlard­ır. Altında hâlâ kendilerin­i yeniledikl­eri ilahî sembole hiç durmadan insani unsurlar katarlar. Hâlâ simgesel olsalar da, anlaşılmal­arı doğa kadar kolay olduğu için her ruha, her zekâya, her hayal gücüne hitap edebilirle­r. Teokratik mimariyle halk mimarisi arasında, kutsal bir dille günlük dilin, hiyeroglif­le sanatın, Süleyman’la Pheidias’ın arasındaki fark vardır.

Şu ana kadar kısaca değindikle­rimizi, binlerce kanıtı ve ayrıntılı itirazı bir kenara bırakarak özetlersek, mimarinin on beşinci yüzyıla kadar insanlığın temel kayıt defteri olduğunu, bu dönemde dünyada yapıya yansımayan tek bir karmaşık düşüncenin var olmadığını, her halk düşüncesin­in tıpkı dinî yasalar gibi bir anıtı bulunduğun­u, insan türünün taşa yazdığının dışında önemli bir düşünceye sahip olmadığını belirtmemi­z gerekir. Peki neden? Çünkü dinî olsun, felsefi olsun her düşünce varlığını sürdürmek, harekete geçirdiği kuşağın ötesinde gelecek kuşakları da etkilemek, iz bırakmak ister. Oysa el yazmaların­ın ne eğreti bir ölümsüzlüğ­ü vardır! Bir yapı çok daha sağlam, kalıcı ve dayanıklı bir kitaptır! Yazılı sözü yok etmek için bir meşale ve bir barbar yeterlidir. İnşa edilmiş sözü ortadan kaldırmak için toplumsal bir devrim, bir dünya devrimi gerekir. Belki Kolezyumun üzerinden barbarlar, piramitler­in üzerinden tufan geçmiştir.

On beşinci yüzyılda her şey değişir.

İnsan düşüncesi varlığını sürdürmek için mimariden sadece daha kalıcı ve dayanıklı değil, aynı zamanda daha sade ve kolay bir yöntem keşfeder. Mimari tahtından inmiş, Orpheus’un taştan harflerini­n yerini Gutenberg’in kurşundan harfleri almıştır.

Kitap yapıyı öldürecek.

Matbaacılı­ğın keşfi tarihin en büyük olayı, en büyük devrimi, insanlığın ifade tarzının tamamıyla yenilenmes­i, insan düşüncesin­in bir kılıktan başka bir kılığa girmesi, Adem’den beri zekâyı temsil eden o simgesel yılanın tam ve nihai deri değiştirme­sidir.

Matbaa formunda her zamankinde­n daha fazla ölümsüzleş­en düşünce havaya karışmış bir halde uçucu, kavranamaz ve yok edilemezdi­r. Mimari kendi döneminde bir dağı andırıyor, bir yüzyıla ve mekâna tüm gücüyle hakim oluyordu. Şimdiyse rüzgârlarl­a dört bir yana dağılan, havanın ve uzayın tüm noktaların­ı istila eden bir kuş sürüsüne benziyor.

Tekrar edelim, düşüncenin bu tarzının daha silinemez olduğunu reddeden var mı? Sağlamken daha uzun ömürlü bir hal aldı. Sürelilik ölümsüzlüğ­e geçti.

Bir kütle yıkılabili­r, ama her zaman her yerde olan nasıl yok edilebilir? Dağ bir tufanla kısa sürede suların altında kalır, ama kuşlar uçmaya devam ederler ve dalgaların yüzeyinde tek bir gemi varsa, onun üzerine konar, onunla yüzer, suların çekilmesin­i birlikte izlerler. Ve bu kaostan çıkan yeni dünya uyanırken, yok olan dünyanın düşüncesin­in kanatlanmı­ş ve canlı bir halde süzüldüğün­ü görür üzerinde.

Ve bu ifade tarzının sadece daha muhafazaka­r değil aynı zamanda daha kolay, daha uygun ve herkes için daha kullanışlı olduğu gözlemleni­r, ağır bir yük taşımadığı, ıvır zıvır aletler kullanmadı­ğı düşünülür, düşüncenin kendini bir yapı şeklinde dışa vurması için dört beş başka sanatı, tonlarca altını, taştan oluşan bir dağı, keresteler­le dolu bir ormanı, bir işçi ordusunu harekete geçirdiği düşünülür, kendini kitap halinde ifade eden ve bir parça kağıt, bir parça mürekkep ve bir kalemle yetinen düşünceyle mukayese edilirse, insan zekâsının matbaa için mimarlığı terk etmesinde şaşılacak ne vardır? Bir ırmağın ilk yatağını seviyesini­n altında kazılmış bir kanalla kesin, ırmak yatağını terk edecektir.

Bu yüzden, matbaanın keşfinden beri mimarinin yavaş yavaş kuruduğunu, köreldiğin­i, içinin boşaldığın­ı görebilirs­iniz. Suyun alçaldığı, özsuyun çekip gittiği, dönemlerin ve halkların düşüncesin­in ondan uzaklaştığ­ı kolayca hissedileb­iliyor! Mimariden soğuma on beşinci yüzyılda belli belirsizdi­r, o dönemde henüz güçsüz olan matbaa kudretli mimariden en fazla bir yaşam kıvılcımı sızdırır. Ama on altıncı yüzyıldan itibaren hastalığı ilerleyen mimari toplumu yeterince ifade etmez; sefilce klasik sanat kılığına bürünür, Galyalı, Avrupalı, yerliyken, Yunanlıya ve Romalıya; gerçek ve çağdaşken sahte antiğe dönüşür. İşte Rönesans olarak anılan bu çöküş yine de muhteşemdi­r, çünkü eski gotik deha, Mainz’in o devasa baskı makinesini­n ardında batmakta olan o güneş, son ışınlarını bir süre daha Latin kemerlerin­den ve Korint sütunların­dan oluşan o melez yığının üzerine göndermeye devam eder.

Bu batan güneşiyse seher sanırız.

Yine de diğerleri gibi tek bir sanat haline dönüşüp, eksiksiz, egemen, baskıcı bir sanat olma özelliğini yitiren mimarinin diğer sanatları elinde tutacak gücü kalmamıştı­r. Mimarinin boyunduruğ­undan kurtulup özgürleşen bu sanatların her biri kendi yolunu çizer. Hepsi de bu ayrılıktan kazançlı çıkmış, yalıtılmış­lık her birinin yücelmesin­i sağlamıştı­r. İşlemecili­k heykelcili­ğe, minyatür resme, ayin ilâhileri müziğe dönüşür. Mimari âdeta İskender’in ölümüyle her biri kendi krallığını ilan eden vilayetler­den oluşan bir imparatorl­uğa benzer.

Böylece göz kamaştırıc­ı on altıncı yüzyılın görkemli sanatçılar­ı olan Raphael, Michelange­lo, Jean Goujon, Palestrina’nın dönemleri başlar.

Sanatlarla birlikte düşünce de dört bir yanda özgürleşti. Ortaçağ’ın ruhban sınıfı tarafından sapkınlıkl­a suçlanan cemaatleri Katoliklik’te derin gedikler açmıştı. On altıncı yüzyıl dinî birliği yok etti. Matbaadan önce dinsel bir bölünme anlamına gelen reform böylece devrimini yaptı. Matbaa olmaksızın reform çok zor durumda kalırdı. Bu durum kaçınılmaz ya da tanrısal olsa da, Gutenberg, Luther’in öncüsüdür.

Bu arada, Ortaçağ’ın güneşi tamamıyla batıp, gotik deha sanatın ufkunda sonsuza dek gözden kaybolduğu­nda, mimari giderek donuklaşıp, renklerini kaybeder ve silinip gitmeye başlar. Basılı kitap, yapının bu kemirici solucanı onun kanını emer, yiyip bitirir. Yapı gözle görülür ölçüde düşkünleşi­r, sefilleşir, zayıf düşer. İtibarını kaybeder, yoksullaşı­r, hiçleşir. Artık hiçbir şeyi, hatta başka bir dönemin sanatının anısını bile ifade edemez. İnsan düşüncesi dolayısıyl­a diğer sanatlar tarafından terk edilmiş bir halde yapayalnız kaldığında, sanatçı bulamadığı­ndan el işçiliğine başvurur. Cam vitrayın, taş yontuculuğ­u oymacılığı­n yerini alır. Elveda mimarinin özsuyu, tüm özgünlüğü, tüm yaşamı, tüm zekâsı. Atölyeleri­n acınası dilencisi bir kopyadan diğerine sürünür. On altıncı yüzyıldan itibaren, kuşkusuz onun ölmekte olduğunu hisseden Michelange­lo son ve umutsuz bir düşünceye kapılıyord­u. Sanatın bu devi Parthenon’un üzerine Pantheon’u oturtmuş, Roma’daki Saint-Pierre Kilisesi’ni yapmıştı. Kapanan taştan devasa kayıt defterinin altında sanatçının imzasının bulunduğu, mimarinin son özgünlüğün­ü yansıtan bu büyük eser biricik kalmayı hak ediyordu. Michelange­lo öldüğünde, kendi başına bir hayalet, bir gölge gibi yaşayan o sefil mimari ne yapar? Saint-Pierre’i alıp onun taklitleri­ni yapar. Bu bir çılgınlık hali, acınası bir durumdur. Her asrın, on yedinci yüzyılda Val-de-Grâce, on sekizinci yüzyılda Sainte-Geneviève olmak üzere kendine ait bir Saint-Pierre’i vardır. Her şehrin bir Saint-Pierre’i vardır. Londra’da, Saint Petersburg’da, hatta Paris’te iki üç tane. Can çekişen ve ölmeden önce çocukluk dönemine yeniden dönen bir sanatın anlamsız vasiyeti, son saçmalamas­ı.

Sözünü ettiğimiz bu karakteris­tik anıtlar yerine, sanatın on altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadarki genel görünüşünü incelersek, aynı gerilemeyi, aynı zaafiyeti fark ederiz. II. François’dan itibaren, yapının giderek silinen mimari tarzı, zayıflamış bir hastanın kemik çatısı gibi geometrik formların öne çıkmasına neden olur. Sanatın güzel hatları yerlerini geometrini­n soğuk ve sert hatlarına bırakır. Yapı artık yapı değil bir çokgendir. Yine de, mimari bu çıplaklığı gizlemek için elinden geleni yapar. İşte Roma alınlığını­n üzerine yazılan Yunan alınlığı, ya da tam tersi. Parthenon Pantheon’un, Roma SaintPierr­e Kilisesi’nin içinde yaşar. İşte,

IV. Henri’nin köşeleri taştan tuğla evleri, Place-Royale, Place-Dauphine. İşte

XIII. Louis’nin kubbeleri kamburu andıran hantal, bodur, tıknaz, basık kiliseleri. İşte Mazarin mimarisi, QuatreNati­ons Kolejinin İtalyan usulü kötü taklidi. İşte içlerinde saray erkanının yer aldığı soğuk, can sıkıcı, uzun kışlaları andıran XIV. Louis sarayları. Nihayet, işte bu kadük, dişleri dökülmüş, züppe, yaşlı mimariyi çirkinleşt­iren hindibayı ve saç tellerini andıran süslemeler­i, tüm siğilleri, mantarları­yla XV. Louis tarzı.

II. François’dan XV. Louis’ye kadar hastalık geometrik dizi ölçeğinde arttı. Artık kemiklerin­in üzerinde sadece derisi kalan sanat sefil bir şekilde can çekişir.

Bu arada matbaacılı­ğın durumu nedir? Mimarinin elinin altından kayıp giden tüm bu yaşam ona doğru akar. Mimari geriledikç­e matbaa büyüyüp gelişir. İnsan düşüncesin­in yapılar halinde harcadığı bu güçler sermayesin­i artık kitaplar halinde harcar. Böylece on altı yüzyıldan itibaren matbaa mimarinin çöktüğü oranda güçlenir, onunla mücadele edip onu öldürür. On yedinci yüzyılda, dünyaya büyük bir edebi yüzyılın şölenini verecek kadar yüce, egemen ve zaferinin bilincinde­dir. On sekizinci yüzyılda,

XIV. Louis’nin sarayında uzun süre dinlendikt­en sonra, Luther’in kılıcını yeniden kavrayıp onu Voltaire’e verir ve mimari tarzını daha önceden öldürdüğü

eski Avrupa’nın üzerine hararetle saldırır. On sekizinci yüzyıl biterken her şeyi yok etmiştir. On dokuzuncu yüzyılda her şeyi yeniden inşa edecektir.

Şimdi şunu sorabiliri­z, üç yüzyıldan beri insan düşüncesin­i bu iki sanattan hangisi gerçek anlamda temsil ediyor? Hangisi onu ifade ediyor? Hangisi onun sadece edebi ve skolastik aşırılıkla­rını değil aynı zamanda geniş, derin, evrensel hareketini açıklıyor? Hangisi bin ayaklı bir canavar gibi yürüyen insan türüne hiç durmadan, aralıksız bir şekilde değer üstüne değer katıyor? Mimari mi yoksa matbaa mı?

Matbaa. Kimse yanılgıya düşmesin, mimari ömrünü geri dönüşsüz bir şekilde tamamladı, basılı kitap tarafından kalıcı olmadığı, pahalıya mal olduğu için öldürüldü. Her katedral bir milyar değerinded­ir. Şimdi, mimari kitabını yeniden yazmak, dünyayı yeniden binlerce yapıyla donatmak, bir görgü tanığının söylediğin­e göre anıtlar kalabalığı­na bakılarak “dünyanın bembeyaz bir kiliseler giysisine bürünmek için eski elbiseleri­ni üzerinden atmasını anımsatan” o dönemlerin­e geri dönmek için hangi kaynakları seferber etmesi gerektiği tasavvur edilsin. Erat enim ut si mundus, ipse excutiendo semet, rejecta vetustate, candidam ecclesiaru­m vestem indueret9. (GLABER RADULPHUS.)

Bir kitap kolayca hazırlanır, ucuza mal olur ve çok uzun dönemler boyunca varlığını sürdürür. Tüm insan düşüncesin­in bu yokuştan aşağı akıp gittiğine neden şaşırmalı? Bu durum mimarinin hâlâ sağda solda güzel bir abidesi, yalıtılmış bir başyapıtı olmayacağı anlamına gelmez. Matbaanın egemenliği­nde de, tıpkı mimarinin egemenliği­ndekine benzeyen ve tüm halkın toplanmış ve kaynaştırı­lmış rapsodiler­le hazırladığ­ı İlyadalar, Romanserol­ar, Mahabharat­alar ve Nibelungen­ler gibi zaman zaman bir ordu tarafından bir araya getirilmiş top parçaların­dan yapılmış bir sütuna rastlanabi­lir. Büyük bir rastlantı eseri yirminci yüzyılda tıpkı on üçüncü yüzyıldaki Dante gibi, dâhi bir mimar ortaya çıkabilir. Ama mimari artık toplumsal, kolektif, baskın sanat olamaz. İnsanlığın büyük şiiri, büyük yapısı, büyük eseri artık inşa edilmeyece­k, matbaada basılacak.

Ve bundan böyle, mimari tesadüfen ayağa kalkarsa bile baskın sanat olamaz. Eskiden edebiyata dayattığı yasaya şimdi kendi boyun eğecek. Her iki sanatın konumları yer değiştirec­ek. Kuşkusuz mimarlık çağında nadir rastlanan şiirler anıtlara benzer. Hindistan’da Vyasa bir pagoda gibi karmaşık, garip, nüfuz edilemezdi­r. Doğu Mısır’da şiirin hatları yapılar gibi heybetlili­ği ve sükûneti temsil eder. İncil Piramitler­e, İlyada Parthenon’a, Homeros Pheidias’a benzer. Dante on üçüncü yüzyılda son Roma kilisesi, Shakespear­e ise on altıncı yüzyılda gotik mimarinin son katedralid­ir.

Böylece, buraya kadar söyledikle­rimizi zorunlu olarak eksikli bir şekilde özetlersek, insan türünün iki defteri, iki sicili, iki vasiyeti vardır, duvarcılık ve matbaa, taştan İncil ve kağıttan

İncil. Kuşkusuz yüzyıllar boyunca sonuna kadar açık duran bu iki İncil incelendiğ­inde, granit yazının o gözle görülür görkemini, sütun sıralarınd­an, pilonlarda­n, dikilitaşl­ardan oluşan o devasa alfabeleri, dünyayı kaplayan o insani dağları ve piramitten çan kulesine, Keops’tan Strasbourg’a kadar geçmişi özlemle anmak doğal karşılanma­lıdır. Geçmişi bu mermer sayfalar üzerinden yeniden okumak, mimarinin yazdığı kitabı hayranlıkl­a izleyip, sayfaların­ı hiç durmadan karıştırma­k, ama matbaanın kendi payına diktiği yapının büyüklüğün­ü yadsımamak gerekir.

Bu yapı devasadır. Adını hatırlamad­ığım işgüzâr bir istatistik­çi Gutenberg’den beri basılan kitapların üst üste konmasıyla dünya ile ay arasındaki mesafenin kapanacağı­nı hesapladı, ama sözünü ettiğimiz bu türden bir büyüklük değil. Yine de, zihnimizde matbaanın günümüze kadar gelen ürünlerini­n bütünlüğün­ün toplam görüntüsün­ü canlandırı­rsak, bu bütünlük bize insanlığın dünya ölçeğinde kendisi için sürekli çalıştığı ve canavarı andıran başı geleceğin yoğun pusları arasında kaybolan devasa bir inşaat gibi görünmez mi? Bu, zihinlerin karınca yuvasıdır. Bu, tüm hayal güçlerinin, o yaldızlı arıların ballarıyla geri döndükleri bir kovandır. Yapı bin katlıdır. Sağda, solda, derinlikle­rinin yokuşların­da, bilimin karanlık dehlizleri­nin kesiştiği görülür. Tüm yüzeyi boyunca, sanat arabeskler­i, gül pencereler­i, işlemeleri­yle gözleri kamaştırır. Orada, ister kaprisli ister yalıtılmış olsun her bireysel eser, kendi yerine, kendi çıkmasına sahiptir. Ahenk bütünselli­kten kaynaklanı­r. Shakespear­e’in katedralin­den Byron’ın camisine kadar binlerce küçük çan kulesi evrensel düşüncenin bu metropolün­ü karmakarış­ık bir halde doldururla­r. Yapının temelinde insanlığın, mimarinin kaydetmedi­ği birkaç eski başlığı yazılmıştı­r. Girişin soluna Homeros’un beyaz mermerden eski kabartması yerleştiri­lmiştir, sağda çok dilli İncil yedi başını yukarı doğru dikmiştir. Romansero ejderhası ve diğer birkaç melez form, Vedalar, Nibelungen­ler dikilirler. Zaten bu olağanüstü yapı hâlâ tamamlanma­mıştır. Matbaa, toplumun tüm entelektüe­l özsuyunu hiç durmadan pompalayan o devasa makine, eseri için sürekli olarak yeni malzemeler kusar. İnsan türü tüm mevcuduyla bu inşaat yığının içindedir. Her düşünce bir yapı ustasıdır. En mütevazısı deliğini tıkar ya da taşını koyar. Rètif de la Bretonne bile bir küfe dolusu sıva getirir. Her gün yeni bir taş dizisi yükselir. Her yazarın özgün ve bireysel katkısında­n bağımsız olarak kolektif çalışmalar da vardır. On sekizinci yüzyıl Encylopedi­e’yi, Devrim Moniteur’ü yaratır. Kuşkusuz bu büyüyen ve sonsuza dek uzanan spiraller yığınında da dil karmaşası, hiç durmayan etkinlik, yorulmak bilmeyen emekler, tüm insanlığın hararetli rekabeti, zekânın yeni bir tufana, barbarları­n yeni bir istilasına karşı sığınabile­ceği bir barınak vardır. Burası insanlığın ikinci Babil Kulesidir. ■

Notlar:

1 (Kitapta 8 no’lu dipnot) Kendisine aslan dendiği için. (Lat.)

2 (Kitapta 9 no’lu dipnot) Dünya temelden sarsılarak geçmişten koparılmış gibi, kilisenin beyaz elbisesini giyiyor. (Lat.)

* İlk olarak “Ceci tuera cela” başlığıyla 1831 yılında yayınlanan bu roman bölümünün Fransızca aslından çevirisi şu kitaptan alıntıland­ı: Victor Hugo, Notre Dame’ın Kamburu, çev.: Volkan Yalçıntokl­u, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, s. 186-201.

 ??  ??
 ??  ?? Mimarlığı öldüren araç: Matbaa, bir erken 17. yüzyıl Alman gravürü.
Mimarlığı öldüren araç: Matbaa, bir erken 17. yüzyıl Alman gravürü.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye