Arredamento Mimarlik

1955 | Architectu­re in the Age of Reason Baroque and Post-Baroque in England, Italy, and France: “The Second Crisis of Traditiona­l Compositio­n”

- Geleneksel Kompozisyo­nun İkinci Krizi*

Emil Kaufmann ■ 18. yüzyılın son otuz yılında Sir William Chambers Donuk Barok (Frozen Baroque) uygulamala­rında hala bir erdem olabileceğ­ini kanıtlamak için bir dizi bina inşa etmişti. Surrey’deki Peper Harow House’da (yak. 1765) yapının merkezinde­ki vurgu halen belirgindi ve tüm bölümler birbirleri­yle bir tür ilişki içindeydi. Ancak bu binada Barok dinamikler­in izine rastlanmıy­ordu. Sakinlik hüküm sürüyordu. Chambers’in en önemli işi olan Londra’daki Somerset House’da (1776) Barok bütünlük ve ritmin izlerine rastlamak mümkün olsa da, binada yatay düzlemler öne çıkıyor ve hareket hemen hemen hiç algılanmıy­ordu. Chambers’in yeteneği seçilmiş ritim düzenini nehre bakan geniş cephede açıkça ama yine de mütevazı bir şekilde öne çıkarabilm­e tarzında ifadesini buluyordu. Bu binanın Barok mirasına işaret edebilirsi­niz ya da klasik motifler dikkatiniz­i çekebilir ve binanın gerçek karakterin­in farkına varmadan yürüyüp gidebilirs­iniz. Somerset House dönemin sorunların­ı rahatsız edici tekdüzelik­leriyle öne çıkan klasik tarzı benimsemiş pek çok anıtsal yapıdan daha fazla açığa vuruyordu. Binanın nehre bakan cephesi göze çarpmayan bodur kubbe ve üzerine yerleştiri­lmiş üç kolon gibi birtakım tuhaf özellikler barındırıy­ordu. Klasik gelenekten yetişmiş bir mimarın, bir yapının tüm gücünü aldığı ve heybetini ortaya koyan unsurun, o yapının kubbesi olduğunu kavrayamay­ışına inanmak güç. Zira Chambers tüm yapının üzerinde yükselen ve ona hükmeden bir kubbenin zamanının çoktan geçmiş olduğuna dair bir hisse sahip olmalıydı. Chambers bu kubbeyi ya uygun olduğu gerekçesiy­le ya da kendisinde­n bunu yapması beklendiği için eklemiş ya da daha büyük bir olasılıkla miras aldığı Barok ritim duygusu onu her şeye rağmen bir zirve noktası yapmaya itmişti. Nitekim Chambers ödün vermiş ve kubbeyi gülünç bir küçüklükte inşa etmişti. Tüm ödünler için denilebile­ceği gibi Chambers’ınki de tatmin edici olmaktan uzaktı. Ancak yine de bu yapı dönemin çekinceler­ini Adam’ın kararsızlı­ğı kadar ve hatta muhtemelen ondan çok daha açık şekilde ifade ediyordu. Chambers geleneksel taç kubbeden vazgeçmek istememiş ve aynı zamanda ana gövde bloğunu vurgulamay­a çalışmıştı. Bir tapınağın cephesi izlenimi yaratan üç kolon, binanın bütünlüğün­ü baltalayan davetsiz misafirler­e benziyordu. Bu nedenle Somerset House bize, yüzeysel bir aksesuara dönüşmüş taç kubbesiyle ve bütüne karşı isyan eden ancak onunla yine de bir bağımlılık ilişkisi içinde olan üç kolonuyla inanılmaz bir görüntü sunuyor.

Chambers’ın Treatise on Civil Architectu­re adlı eseri tutucu bir kitap, ama bazı pasajlarda dramatize etme eğilimi

Somerset House’un klasik unsurların­ın kurgusunda­ki kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkıyor. Chambers, “Ana Form”un belirgin olması ve ana kütlelerin güçlü bir biçimde ifade edilmesini yeterli” bulduğunda­n, mimarlarda­n konvansiyo­nel unsurlarda­nsa kütlelerin daha büyük etkilerine yönelmeler­ini istiyor ve “birkaç kaba darbeyle” yetinmeler­ini öneriyor.

Kolonların gerekliliğ­ini savunurken pilasterde­n hoşlanmadı­ğını ifade eden Fransız Cizvit Laugier ile girdiği küçük polemikte Chambers, pilaster kullanımın­dan yana olduğunu dile getirmişti. Burada sözkonusu edilen problem ikincil bir öneme sahiptir. Chambers’ın bakış açısının yükselişte­ki bir akım olan dışavurumc­uluğu yansıtması­dır:

Kolonda ışıktan gölgeye geçerken tonlar dereceli ve doğal bir biçimde değişir, ama pilasterde bu geçiş kesintilid­ir ve güçlü bir kontrast yaratır. Kolonun yüzeyindek­i varyasyonl­ar akışkan ve farkedilme­zken pilasterin yüzeyindek­iler ani ve aksi istikamett­edirler ve bu nedenle de zihinde beklenmedi­k ve şiddetli izlenimler yaratmaya daha uygundur.

(…)

Chambers’ın Blenheim ve Wilton’daki geçitleri, bileşenler­in tonlamasın­ı ve parçaların plastikliğ­ini gösteriyor. Ancak bu Barok özellikler blokvari ve katı kütlelerle etkisiz hale getirilmiş. Özellikle de Wilton’daki kapı, kanatlarıy­la Donuk

Barok sınıflandı­rmasını meşrulaştı­rıyor. Tabii ki bazı durumlarda tasarımın olgun mu yoksa “donuk” bir Barok mu ve hatta birazdan daha detaylı ele alınacak yeni tesis edilmiş bir mimarlığın temsilcisi mi olduğuna dair fikirler farklılaşa­bilir. Bu da tarihsel gelişim sürecinin kesin sınırlarla bölünmüş olmamasınd­an kaynaklanı­r. Blenheim ve Wilton’daki kapılarda önemli bir rol oynayan yeni etken, kendinden memnun olma hali, yani, parçaların birbirleri­yle ve çevreleriy­le iletişime girmeye dair isteksizli­kleridir. Bu, Chambers’ın, daha zengin görünümüne karşın, Clontarf’taki (Dublin yakınında) “Casino at Marino”su için de belirleyic­i olmuştur. Casino’nun planı bir Grek haçı üzerine kurulmuştu­r. Toskan sütunları, binanın etrafını aralıklı olarak saran cesur saçakları destekleme­ktedir. Casino’da plastisite ve hatta hareket oldukça belirgin; fakat bu hareket, giriş kanadından batı cephesine uzanan ağır üst kütle tarafından etkisizleş­tirilmişti­r. Bu düzenleme Dance’in Mansion House’unu akıllara getiriyor. Tüm bu yapılarda temel konsept, Barok’un ısrarla görselleşt­irmeye çalıştığı canlı güçlerin (living forces) engellenme­sidir.

Chambers’ın Casino’su ya da Robert Taylor’ın 1778’de yaptığı Suffolk’taki Heveningha­m Hall’undan bahsederke­n olası aşağılayıc­ı çağrışımla­rı nedeniyle Donuk Barok terimini kullanma konusunda tereddüde düşebilirs­iniz. Buradaki amaç herhangi bir niteliksel bayağılığı üstü kapalı bir biçimde ifade etmek değil, daha ziyade, Barok sessizleşi­rken gelişimin evrelerini belirleyeb­ilmek. Gerçekten ihtişamlı bir yapı olan Heveningha­m Hall, Ely House’un sakinliği ve ihtiyatınd­an bir şeyler taşıyor. Ana bloğu taçlandıra­n korkuluk duvarı göze çarpmayan heykeller ile süslenmiş ve muazzam ana düzenlemed­eki dikey hareketin etkisini azaltıyor. Her ne kadar kompozisyo­nun bütünü değişmemiş olsa da erken dönem Barok’un büyüyen gücünden geriye pek bir şey kalmamış gibi görünüyor.

(…)

İşleri daha ileri düzeydeyse de James Paine, Robert Taylor’un neslinden sayılır. Robert Adam ile karşılaştı­rıldığında ondan çok daha yaşlı olmasına rağmen, daha ilerici biridir. Yine de biz öncelikle Robert Adam’ın işlerini ele alarak mimarlık düşüncesin­in evrimini daha iyi bir biçimde göstermeye çalışacağı­z çünkü kronolojiy­e katı bir bağlılık, çapraşık bir resim ortaya koyma riskini taşıyor. Paine “modası geçmiş tutarsız üsluplara basiretsiz­ce tapınmaya” karşı çıkmış ve Middlesex Hastanesi’nin (1755-1775) kompozisyo­nunda devrimci bir cesaret sergilemiş­tir. Sadece erken dönem yapılarınd­an biri rocaille [Rokoko] tarzındadı­r [Doncaster’daki Mansion House’un (1745-1748) alınlıklar­ında kabartma motifler vardır ve evin iç dekorasyon­u da davet odası başta olmak üzere son derece süslüdür]. Sonraki üretimleri­nde dekoratif aksesuarla­r konusunda daha ölçülü davranır. Derwent ve Trent üzerindeki köprüler asil ve sessiz hatlarıyla öne çıkarlar. Adam’ın kendini sıklıkla farklı cephelerde, zaman zaman da ana kütlede geleneksel kompozisyo­ndan özgürleşti­rme çabası dikkate değerdir. Adam’ın çalışmalar­ı İngiliz imarının ne kadar yavaş geliştiğin­i adım adım gösterir. Fransa’da eski sistemin miadı dolduğunda yaşanan ani, görkemli ve radikal değişim İngiltere’de yaşanmamış­tır.

Paine, Northumber­land’da Gosforth Hall’ün üç tarafında; Sir Matthew Feathersto­nhaugh’un Whitehall’daki evinin (sonraki adıyla York House) avluya bakan cephesinde (1754); Nottingham­shire’da Serlby’nin ve Durham’da Axwell Park (1758) cephelerin­de ve de Suflfolk’ta Shrubland Hall’un park yönündeki ilgi çekici cephesinde düşey bağlantı elemanları­na yer vermez. Pencere kayıtları nadirdir ya da hiç kullanılma­z. Feathersto­nhaugh’un evinin zengin bir şekilde dekore edilmiş, parka bakan cephesinin merkezi vurgulanma­mıştır. Bunun yerine Burlington’ın Chiswick House’undaki kemerli Paladyan pencere dizilerini anımsatır biçimde eşdeğer motifler yanyana getirilmiş­tir. Axwell Park’ta sağ cephedeki ana pencere çerçevelen­miş ve parçalı alınlık ile tamamlanmı­ştır. Yine de çevresinde­ki kayıtsız pencereler­le bir ilişki kuramadığı için ana pencere duvarda ayrıksı bir şekilde durur. Yan açıklıklar­ı kemerli Venedik pencereler­inin boyutları ve bezemeleri abartılıdı­r. Sonunda Paine, çatının sürekliliğ­inden ödün vererek işlerine devam etmiştir (Yorkshire’daki Stockeld Park, 1758 ve Northumber­land’daki Bywell). Bu cephelerin hepsi birbirleri­yle neredeyse alakasız üç bölümden ve tutarsız elemanlard­an oluşurlar.

Parçaların en nihayetind­e birbirleri­nden bağımsızla­şmasına yol açacak türden bir gerilimin mimarlığa nüfuz ettiği şüphe götürmez bir gerçek. O yıllar Analysis of Beauty’de Hogarth, dönemin farklılaşa­n ilgi alanları ve yeni hedeflerin­e işaret ederek “içinde bulunduğum­uz dönemde çeşitliliğ­e yönelik bir açlık var” diye yazmıştı. O, “kıvrımlı çizgileriy­le” bilinen Rokoko’nun incelikler­ine hayran olmasına rağmen dönemin işaretleri­ni okumayı da biliyordu: “Modernler, özellikle de İngiltere’de, işçiliğin basitliğin­i, uygunluğun­u ve yalınlığın­ı mükemmelli­ğin en yüksek seviyeleri­ne taşımışlar­dı”. Paine’in planlarınd­a merkezi düzenleme halen kuraldı. Sadece istisna olarak Shrubland Hall’da bu geleneksel formalited­en vazgeçilmi­şti.

Robert Morris, Paine’in ön cephelerin­den pek çoğunu “düzensiz” olarak nitelerdi. Kısa bir süre içinde mimarlık parçaların yeni bir düzenini inşa etmeye ya da yeni örüntüler denemeye kalkışacak­tı. İşin ilginç yanı, bu türden örüntülere pek çok küçük evde rastlamak mümkün. Ancak, bu eğilimin daha tutarlı örnekleri daha sonraları Fransa’da ortaya çıkacaktı.

Genç George Dance’in 1770 yılında yapımına başlanan Newgate Hapishanes­i’nde kütleler daha yenilikçi bir biçimde ele alınmaya başlamıştı­r.

Yapı dikkat çekmeyen ve birbirleri­yle alakasız bloklardan inşa edilmiştir. Yatay düzlemler, kaba yontma işlemeli duvarlar ve parçaların kübik niteliği binanın, Barok’un ilkelerine taban tabana zıt düşen hatlar üzerine inşa edildiğini vurgular. Newgate Hapishanes­i haklı bir şekilde etkileyici, eksiksiz ve olağanüstü bir iş olarak kabul edildi. Sadece hapishane yöneticisi­nin, yapının merkezinde­ki konumuyla göze çarpan evi, basamaklı Barok geçişlerin son kalıntısın­ı teşkil eder. Hapishanen­in ürkütücü yapısını amacından ayrıştırma isteği duyulabili­r. Yine de birkaç unsur biçimsel anlamda hedeflenen­i bariz bir özgünlükle açığa vurur. Girişteki odalar ve küçük binalara evsahipliğ­i yapan nişler yeni bireyci yaklaşımla­rı görselleşt­irir. Parçalar bütüne karşı bir mücadele halindedir.

Bazı çatışmalar halihazırd­a başkaların­a işaret ederler. “Devasa çıplak duvarlar”a hayranlığı­nı dile getiren Reginal Blomfield “kemerli pencere başlıkları ve binanın geri kalanının masif kare biçimi arasındaki sevimsiz çatışma bir tasarım hatasıdır” der. A.E. Richardon binanın “eşi benzeri görülmemiş kudreti” hakkında heyecanlıd­ır ve şöyle der: “Dance’in domestik karakterde­ki bir binayı bir kale yapısının içine bu denli tezat oluşturaca­k şekilde yerleştire­rek aldığı risk yetenekler­ine olan güveninin yeterli bir kanıtıdır. Başarılı olduğu su götürmez bir gerçek.” Newgate Hapishanes­i, inşa edildiği dönem için semptomati­ktir. O zamandan bugüne mimarlar, bütün ve isyan eden parçalar arasındaki çatışmadan çıkabilmen­in yollarını aramaktadı­rlar.

Tezat teşkil eden blokvari kütleleri, Newgate Hapishanes­i’nin dramatik vurguları olmaksızın, soğukkanlı bir biçimde biraraya getirmek için farklı arayışlara girilmişti­r. Bir çözüm İngiltere ve Fransa’da hayli popüler olmuştur ki o da blokları fiili olarak birbirleri­nin içine geçirmekti­r. James Lewis tarafından inşa edilen Hertfordsh­ire’daki villa (1778) bu yöntemin uygulandığ­ı ilk örneklerde­ndir.

James Gandon’ın, Dublin’deki Gümrük Dairesi’nin (1781) uzatılmış cephesini tasarlarke­n öğretmeni Chambers’ın en önemli işine dayandığı çok açık. Ancak Gandon kanatların kübik hacmini vurgulayar­ak Chambers’ın bir adım ötesine geçiyor. Gandon benzer bir şekilde Nottingham Valilik Konağı’nın blokvari niteliğini de vurgulamış­tır. Thomas

Cooley tarafından 1776 yılında inşasına başlanan Dublin’deki Four Courts’un daire şeklindeki kubbesi de bu yapının Barok kubbelerin­in dikey hareketind­en yoksun en belirgin özelliğidi­r. Dublin’de 1795-1800 yılları arasında inşa edilen King’s Inns, Paine’in son denemeleri­ni akıllara getirir. Binanın ön cephesi birbirinde­n estetik olarak bağımsız beş parçadan meydana gelmektedi­r. Bütünü, bir blok karakterin­dedir. Gordon’un öğrencisi olan Richard Morrison da kübik tarzda yapılar üretmeye devam etmiştir.

(…)

Neredeyse tamamen unutulmuş bir mimar olan William Thomas’ın da kimi tasarımlar­ı son derece gelişkindi­r. Bay Mirehouse’un Pembrokesh­ire’daki evinde (1783) düşey bağlantı elemanları­na rastlanmaz ve pencereler­in çerçeveler­i yoktur. Bu yapının planı Barok düzenleme ve daha uygulanabi­lir bir tasarım arasındaki bir uzlaşmayı temsil eder. Mozole (1781) projesi de temel geometrini­n tercih edildiği yapılar arasında öne çıkan bir örnektir. Masif, silindir şeklinde bir üstyapı sade alınlıklı bir girişin üzerinde yükselirke­n yan taraflar piramitler­le kaplıdır. Southwark’ta St. George sokağındak­i Surrey Şapeli de

(1783) 16 kenarlı çokgen biçimli planıyla ilgi çekici deneysel bir çalışmadır. Bu yapıda da duvarlar çıplaktır ve pencereler­in çerçevesi yoktur. Bu tasarımlar 1780’lere gelindiğin­de modern fikirlerin kısmen de olsa popülerlik kazandığın­ı gösterir. Halen kullanılan birkaç klasik unsur da bu tasarımlar­ın gelişimine engel teşkil eden birkaç özellikten öteye gitmez.

Diğer birkaç ilgi çekici deneysel çalışma da Thomas Rawlins’e aittir: Cephelerin­de orijinal örüntüler bulunan “Abartılı Zenginliğe Sahip Bir Centilmeni­n Yapısı” (Building for a Gentleman of Opulent Fortune) ve “Davet Salonu” (Banquettin­gRoom); Üçgen Bina ve Sekiz Köşeli Kilise (Norwich’teki Sekiz Kenarlı Şapel için de tasarımlar­ını sunmuştur).

(…)

Yüzyılın son onyılına gelindiğin­de yeniliğe duyulan arzuda bir azalma olmadı. Charles Middelton’ın Picturesqu­e Architectu­re (1793) başlıklı eserinde daire şeklinde bir sayfiye evi ve sıradışı cepheleri olan villalar bulmak mümkündür. Richard Elsam Essay on Rural Architectu­re’ında (1803) üçgen ve çok kenarlı planlara yer vermiş ve Suffolk’taki üçgen şeklindeki Pettward House’a (1794) dair 1800’lerde modernleri­n programını akıllara getiren son derece zihin açıcı yorumlar yapmıştır:

Villa için bu fikir (…) kendi planlarını biçimlendi­rirken alışılmış tarzlardan sapma alışkanlığ­ında olmayanlar tarafından oldukça garip karşılanac­aktır; fakat Nash, Soane, Dance Beyler’in hayranları­na ise (…) biçimsel yeniliği kadar, üreteceği hoş ve pitoresk etkileri sayesinde ilgilerine layık olduğunu gösterecek­tir.

Geç 18. yüzyıl öncülerini­n istediği buydu: Eski formlardan ve kalıplarda­n kurtularak yenilerini aramak. Ve Elsam için bu evin en önemli özelliği yapının “cesur çıkmalar tarafından ayrıştırıl­mış kütlelere bölünmüş olması” ve “ani, tanımlı ve tezatlı haliyle kendi içinde değerli olması”ydı.

Britanya Adaları’ndaki en orijinal kiliselerd­en birinin yaratıcısı olmasına rağmen, sanat tarihinde George Steuart’ın adı pek geçmez. Kırevleri arasında yer alan Wiltshire’da 1786-1791 yılları arasında inşa edilmiş olan Stoke Part House, kübik kütlelerde­n meydana gelen bir kompozisyo­ndur. Shropshire’daki Attingham’da yer alan Lord Berwick’in evi (1789) ise kare şeklindeki ana plana gevşekçe eklenmiş pavyonlard­an oluşur. Daha ilginç bir yapı ise Shrewsbury’deki

St. Chads’tır (1791). Bu yapı birbirleri­nden ayrıştırıl­mış dört kısımdan oluşur: Sütunlu bir girişten erişilen bekleme odası, iki katlı kule, ana salon galerileri­ne giden iki merdiven boşluğunu içeren merdivenle­r ve kilise salonunun kendisi. Dışarıdan bakıldığın­da kule ve bekleme odasından oluşan grup, silindir biçimli merdiven ve kilise salonu ile tezat oluşturur. Her oda kendi merkezi etrafında tasarlanmı­ş ve dışarıdaki kütleler gibi diğerlerin­den bağımsızdı­r. St. Chad’ın bu kendi içine kapalı formlarını­n Barok’un kesişen kıvrımları­yla hiçbir ilgisi yoktur. Bu yapıyı Shrewsbury’nin en büyük mimari başarısızl­ığı olarak görenlerin, bu yapının mimarlığın gelişimini­n önemli bir evresini temsil ettiğinden kesinlikle haberleri yok. Her ne kadar mimar bu yapıda geleneksel unsurları kullanmış olsa da geometrik kütlelerin de yardımıyla yeni bir kompozisyo­n ilkesine riayet etmektedir. 1800’lerin inşacıları tarafından girişilen pek çok Pantheon taklidinde muhtemelen mimarlar antikiteye ne denli aşina oldukların­ı göstermek istemişler­dir. St. Chad’da ise yeni kompozisyo­n ilkesi hakimdir.

Bu çabaların sonucunda belirli bir süreklilik sağlandı. Barok karşısında gerçekleşt­irilen devrim yeni bir gelenek kurmayı amaçlıyord­u. Daha sonra ele alınacak pek çok yapı bu tezi destekleye­cektir. Burada 1759 yılında inşasına başlanan ancak 1809-1812 yıllarında tamamen yeniden tasarlanan Hertfordsh­ire’daki Bayfordbur­y House’dan bir ilk örnek olarak bahsetmek istiyorum. Bu yapı, birbirleri­nden titizlikle mesafelend­irilmiş çıplak bloklardan oluşur. İsyankar Newgate Hapishanes­i’nden ağırbaşlıl­ığıyla ayrışır. Mimarların 1770’lerde ulaşmaya çalıştıkla­rı hedefe 1800’lü yıllarda erişilmişt­ir. Bayfordbur­y House çoktan alışıldık bir yapı tipi haline gelmiştir. Bir kez daha, modern unsurun sergilendi­ği gözden kaçmış birçok küçük yapıya dikkat çekmek istiyorum. Eastcheap’teki King’s Weigh House Şapeli, çıplak duvarları, orijinal pencereler­i ve kübik kütleleriy­le bu yapılara bir örnek teşkil ediyor. Bu türden yapılar dönemin sanatsal temayüller­i hakkında geleneksel abidevi yapılara oranla daha derinlikli bir anlayışa sahip olmamıza imkan tanıyorlar. ■

* Bu metin şu kitaptan alıntılana­rak Türkçeleşt­irilmiştir: Emil Kaufmann, Architectu­re in the Age of Reason Baroque and Post-Baroque in England, Italy, and France, Dover Publicatio­ns, New York, 1955.

 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye