Michael Sorkin, Bir Kardeş Gibi...
Mimarlık dünyasının en önemli adlarından birini Covid-19 salgınında yitirdik. O, aleladeliğe hiç düşmeyen uslanmaz kalemlerden biriydi. Bu sözünü sakınmaz, herdem afacan eleştirmeni 45 yılı aşkın dostluklarının anılarıyla Suha Özkan anlatıyor.
Suha Özkan ■ Bu paylaşımım çok özel olacak. Çünkü, çağımızın çok yönlü kahramanlarından Michael Sorkin’in akademik, düşünsel, politik, yazınsal ya da tasarımcı kişiliği birçok iletişim ortamından erişilebilir. Onunla yarım yüzyıla yakın 49 yıllık arkadaşlığım ise benim için çok değerli ve özel. Onu anarken biraz “bence” paylaşmak doğru olacak.
Michael ve o zamanki kız arkadaşı
Jane ile 1971’de Yaz Okulu’nda tanıştık. O günlerde Londra’da şanslıyım; Hyde Park yakınında Lancaster Gate’de
(1 artı 1 eksi 1) bir kendine ve doğal olarak bana yeterli odada kalıyorum. Stüdyo denemezdi, çünkü tuvalet banyo dışarıda Etiyopyalı bir mikrobiyolog ile ortaktı. Serde Türklük var, o kısıtlı ortamda bile konuk ağırlamak eksik olamazdı. Zaten genel geçer pub ortamı dışında, tüm öğrenci ağırlaması doğal olarak ev ortamında. Yemek bütçe ile kısıtlı: Evde peynir, zeytin, omlet vb. ile dışarıdan alınan pizza ya da hamburger. O zaman dönerciler Londra’yı işgal etmemişlerdi. Yoksa ne hava atardım! Birlikte olduğumuz sürece Michael ve Jane’i orada ağırladım.
Bu kanıksanmış, standart, o zaman genç damağı için leziz, şimdi ise tümüyle anlamsız yemekleri “şölen” haline getirecek tatlı ise creme caramel olurdu. Benim her şey dahil odamda, yediğimiz yemeklerden sonra sunduğum tatlı... İzleyen onlarca yıl, Michael’ın benim ne denli “gurme aşçı” olduğum efsanesini dinlemekle geçti.
Oysa karameli şimdiki kolonyalı mendiller gibi bir plastik poşette, kreması da daha büyük bir başka poşette satılan dört kişilik tatlıyı Queenway’deki ucuzcu Whitleys’den alırdım. Karameli, poşetten bardağın dibine sıktıktan sonra, toz kremayı da ılık suda eritip üzerine döküp, buzdolabında beklettiğimi ona itiraf edemezdim. Aradan 49 yıl geçti ve o efsane Michael’la sürüp gitti. Hatta benim creme caramel üstadı olduğumu yakınlarıma methettiğinde “Aaa öyle mi? Hiç bilmiyorduk” yanıtları beni iyice ezerdi; “Ankara’da Whitley’s mi
vardı da, biz creme caramel yapmadık” diyemezdim. Gerçekten beğenmiş miydi, yoksa benimle 40+ yıl dalga geçecek bir işletme konusu mu bulmuştu, bilinmez. Ama onun muzip kişiliği en çekici yönüydü.
Onunla tanıştığımız ortam Architectural Association’da Alvin Boyarsky’nin düzenlediği “Summer Session”dı. Alvin AA’in mimarlık eğitimi ortamındaki gücünü hissetmiş ve bugünün çalıştay tanımını andıran, o zamanın yıldız mimarları ile genç mimar ve öğrencileri bir büyük birliktelik içinde Londra’da buluşturmuştu. Ücretli olan bu etkinliğe katılım paylarını, o yıllarda düşünsel her şeyin bedava olduğu Avrupa’da değil, ABD ve Kanada’da satmıştı. Onun bu işbilir tutumu, kendisini AA’in en üst yönetim kademesine taşımış ve Milli Eğitim Bakanı Margaret Thatcher’ın nefretine mazhar olmuş AA’i kendine yeterli, şimdiki geçerli terimle “sürdürülebilir” bir düzeye getirmişti. Şimdi de o enerji ile süren, belki de dünyanın en üst düzey mimarlık eğitimi kurumu.
Michael, Chicago ve Columbia üniversitelerinden edebiyat ve tasarım dereceleri ile mezun bir genç mimar olarak uluslararası ortamı koklamak üzere Londra’ya Boyarsky’nin Summer Session’ına gelmişti. Kısa ve öz iletişim biçiminin “kartpostal” olduğu dönemde, onunla dostluğumuz hemen pekişti ve birlikte Archigram’ın kurucusu Peter
Cook Çalışma Grubu’na girdik. Süremiz bir hafta, yapacağımız proje Foulness Island’da Üçüncü Londra Havalimanı’ydı. Projemizde uçakların iniş, kalkış, dizilim ve park yerleri vardı. Ama terminal yoktu. Çünkü “Terminal”e gerek yoktu. Özel üretilecek uçakların gövdeleri tren vagonları olacaktı. Tüm işlemler tren istasyonlarında yapılacak ve vagonlar sadece, uçuş için gerekli kanatlar, kuyruk ve pilot kabininden oluşan uçuş iskeletine bağlanacaktı. Havalimanı pistleri, aramızda paylaştığımız politik anlayış gereği “Peace Sign” (Barış Simgesi) biçimindeydi. Projemiz beğenildi mi? Anımsamıyorum. Elbette çok tartışma yarattı. Peter Cook gibi bir hocaya öyle proje yapılırdı. Projeyi sergileyip “kıkır kıkır” tartıştık. Haklıydık. Uçağın gövdesi ile tren vagonu arasındaki fark mekansal değil teknolojikti.
Bu etkinlik için vakit bulmamım nedeni AA Diploma tezimi bitirmiş olmamdı. Niyetim yazdırıp, çoğaltıp jüriye sunmak sonra da güz yarıyılında ODTÜ’ye dönmekti. Michael ilerleyen dostluğumuz çerçevesinde, tezimi merak ediyordu. Verdim, okudu. “Çok iyi ve yoğun bir çalışma. Ama İngilizce değil. Üzerinde çalışayım mı?” diye benden izin istedi.
Çok sevindim düzeltip düzeltemeyeceğini sordum. Severek yapacağını söyledi ve verdiğim tezi okuyup hemen beni aradı. O Amerikalıların hayran olduğumuz su gibi on parmak daktilosu ile düzeltmeleri yapıp iki günde bitirdi. Sonra da bana iltifat olsun diye, en sevdiğim muzip tavrıyla: “Çok iyi oldu. Uykum kaçınca yeniden okurum. Sen de öyle yap” dedi. AA’in güzelliği, Paul Oliver’in zekası, Tasarım Yöntemleri’nin ileri gelen kişilerinden Christopher Jones, Geoffrey Broadbent ile Charles Jencks ve Dennis Sharp gibi AA’in ileri gelenlerinden oluşan “Ağır Jüri”ye Michael’ı da kattı. Bence çok zeki bir cin olan Paul’un belki de “Tezi okumuş tek kişi” diye düşündüğünü hala içimden geçiririm.
İzleyen yıllarda, ben ODTÜ’ye dönüp işimin başına geçtim. O da MIT’deki master’ını tamamladı. 1974’te uzunca bir süre kalmak üzere önce Ankara’ya geldi. O zaman Bülent Ecevit ile Yalım Sokak’ta karşılıklı ve aynı katlarda oturuyorduk, aramızda sokak vardı. Michael’a Ecevit’in karşımızda oturduğunu söylediğimde inanmadı. Rahşan Hanım’ın arasıra balkona astığı beş-on mavi gömlek de onu ikna etmedi. Kıbrıs Kahramanı, dünyanın tanıdığı Ecevit’in sıradan bir apartman dairesinde oturabileceği ona tuhaf, inanılması zor geliyordu. Taa ki Ecevit’e destek gösterisi yapmak üzere büyücek bir grup -adı önce Bade, sonra Hakan Yurdakuler olan- şimdiki Beykoz Sokağı’nı doldurup sloganlar atana dek. O günden sonra hayranı olduğu Ecevit’in alçak gönüllülüğünü dilinden düşürmedi.
1974 yazında, ODTÜ ve Columbia Üniversitesi’nin ortak çalışması için Turgutreis’teydik. Yalısı Karatoprak olan Karabağ ve Akçaalan köyleri birleşip Belediye örgütü kurmuşlardı. Grubumuz 6 Amerikan 6 Türk öğrenciden oluşuyordu. Michael da gönüllü olarak bizimleydi. İlerleyen haftalarda benim AA’den devre arkadaşım Rem Koolhaas da aramıza, özellikle bir öğrencimizi ziyaret için katıldı.
1975’te Columbia ve Penn State üniversitelerine ders vermek için New York’a gittim. Gittim diyorum ama inişim müthişti. Newark Havalimanı’nda pasaport kuyruğundayım. Biri getirdiği rakıyı, Terminal’de yere düşürmüş.
Kırılan şişeden akan rakı her yeri mis gibi anason kokutuyordu. Arkamdaki kadın beni dürtüp, arkasında karşılayıcıların olduğu camekanı işaret ediyordu. Dönüp bakıyorum: Bir goril bana el sallıyor. Bir anlam veremiyor ve şaşkınca bakınıyorum.
Pasaport, bagaj, gümrük derken, dışarı çıkıyorum goril kıyafetindeki kişi bavulumu kapıyor, başının üzerinde benim bavulu alıp “homur homur” merdivenlere yöneliyor. Durum ciddi. Peşinden seğirtiyorum. Nefes nefese çatı terasına çıktığımızda bir alkış kopuyor Turgutreis’de birlikte çalıştığımız Columbia öğrencilerinin hepsi çatı terasında. Rahatlıyorum. Goril fermuarı çözüp başını çıkarıyor. O goril kılığının içindeki
için yorumlamıştı. İslamla Yahudiliğin tarihsel yakınlığından söz ettiler. Yemek sonrasında Michael, önceden benimle paylaşmadığı gündemini açıkladı:
Babasına “George bana 20 bin dolar ver” dedi (Dikkat, “verir misin?” değil). George, çok kısa “Neden?” dedi. “Çalışmayacağım.”
“Hedef?”
“Üç yıl içinde Amerika’nın, belki de dünyanın en iyi yazarı olacağım.”
“Olmaz. İkna edici değil.”
Ruth beni işaret ederek “George bir de Suha’ya sor” dedi.
George benim ne düşündüğümü sorarken “20 bin doların olsa verir misin?” diye sorunca, ben çekinmeden “Michael’a güveniyorum. Ben olsam veririm” dedim. “Yani ortada, bir proje, bir takvim, bir ürün olmadan mı verirsin?”
“Evet” dedim.
Sinsi bir gülüşle, “İkiniz de bimbo’sunuz [çekici ama aptal]. Ben bilimadamıyım. Ortada proje, program ve hedeflenen ürün olmadan bir sent bile vermem.”
Michael yüzünde hiç eksilmeyen, ama bu kez biraz tehditkar bir gülümsemeyle “Ben o parayı kazanırım. Sen de utanırsın” dedi. George bu söylemi, bir özgüven manifestosu olarak aldı ve konu kapandı. Sonra Michael’a “Bu iş nasıl olacak?” diye sordum. Şöyle dedi: “Televizyonda bir İngilizce dilbilgisi yarışması var ona katılacağım. Büyük ödül 20 bin dolar, alırım. Bu ülkede benden iyi İngilizcesi olan var mı?” (Bugünün 100 bin doları gibi bir meblağdan söz ediyordu).
Aradan üç-beş ay geçmeden postadan Michael’dan gelen, fonunda 20 bin dolarlık bir çekin fotokopisi olan, katlanmış bir kart-maket çıktı. Kazanmıştı. Aradan birkaç gün geçmeden Richard Plunz, New York’tan; Lazslo Nemeth, Toronto’dan arayıp, Michael’ın bir
Kuzey Amerika Kahramanı olduğunu müjdelediler. Acaba George utanmış mıydı? Sanmıyorum. Çünkü öldüğünde tüm varlığını Michael’a değil, bir Yahudi vakfına vasiyet etmişti. Annesi daha önce öldüğü için Michael’ın kendi hakkını alması uzun süren bir hukuk savaşını gerektirdi ve çok hakettiği parasal refaha ve özlediği yaşam tarzına ancak ömrünün son onyılında kavuştu.
Ruth’la kanımız kaynadı ya, ben de ona kentsel davranış öğütleri vermeye kendimi yetkili gördüm. New York’ta o yıllarda had safhada olan kentsel güvensizliği tartışırken ben bilmişlik yapıp: “Kent insanların. Hem de iyi insanların.
Kaçmak yerine geceleri sokaklara çıkıp
sahiplenmelisiniz. Ben geceyarısından sonra evden üniversiteye kadar Harlem dahil geziyorum. Hiçbir şey olmadı” dedim. Evden çıkıyorduk, ileride Dulles Havalimanı olayında anlatacağım kılıktaydım. Ruth beni tepeden aşağı süzüp. Bu kıyafette mi?” diye sordu ve ekledi “Zaten bizim korktuğumuz da böyle tipler”. Çok hoşuma gitti, müthiş bir özgüven geldi. Hep geceleri korkmadan dolaştım. Şanslıydım. Mugger’ların [gaspçı] benden korkması ihtimali hoşuma gitmişti.
Ruth’un tüm dünyası Washington’daki Yahudi Kadınlar grubunun sosyal etkinliklerini yönetmekti. Bana en genci 16, en yaşlısı 80+ olan gruptan sözetti ve o haftaki konularının “Oryantal Dans” olduğunu ama ben oradayken erteleyip eğer bir konu önerirsem konuyu “Mimarlık” olarak değiştirebileceğini söyledi. Benim gündemimde Eero Saarinen’in Dulles Havalimanı vardı. Bir otobüs ayarlarsak onları gezdirip yerinde o yapıyı anlatabileceğimi söyledim.
Çok hoşuna gitti. Birkaç gün sonra bir otobüs dolusu kadınla yola çıktık. O zamanlar öyle ciddi güvenlik önlemleri yok. Newark’ta terasa çıktığımız gibi terminale girdik. Ben önde, üzerimde yere yakın, maksi siyah deri palto var. Saçlarım omuzlarıma kadar, simsiyah bıyıklar da pala. Terminal yapısı, dışarı doğru açılan 30 + 30 kolon arasına gerilen devasa bir örtü. Ben ilk kez gördüğüm bir yapı hakkında tüm bilmişliğimi, binaya hayran olmaya hazır bir gruba dökerken tam bir “V” oluşumu içinde bir grup bize doğru geliyordu. Kocaman gülümsemesini iyi bildiğim şişmanca adam kesin bir tanıdıktı. Ben lafımı kesip donmuş durumda öndeki adama bakarken, o da bana yöneldi ve elini uzatıp “Selam Adamım” (Hi Man) dedi. İki üç halhatır sözlerinden sonra geldiği “V” formunda peşindeki 5-10 kişiyle ayrıldı.
Bizim gruptan koro halinde bir çığlık, “Bob Hope’u nereden tanıyorsun?” Kısacası benim filmlerinden aşina olduğum Bob Hope’a belki de onun alışkın olduğu bir biçimde bakınca, bir de benim kılığımı eklersek, ilgi duymuş bana yönelmişti. Davranışının doğallığında böyle durumlara alışık olduğu belliydi. Bu kısacık sohbet benim statümü bir anda Hollywood düzeyine getirmişti. Kendimi toparlayıp, onun Ankara’ya Amerikan askerlerini eğlendirmeye geldiğini söyledim. Geldiğini gazete haberlerinden okumuştum. Doğruydu. Ama tanıştığımız tam bir “beyaz yalan”dı.
Alexandria’ya döndüğümüzde kimse Eero Saarinen ve Dulles Havalimanı’ndan söz etmiyor Suha ile Bob’un eski dostluğundan söz ediyorlardı. Geziye katılmayan Ruth bu olayı duyunca onun gözünde benim sempati düzeyim epey yükseldi. Bu onyıllarca sürdü. O kadar ki Michael “Onun seni çok sevdiğine aldanma. Gönlünde yatan yağız bir Yahudi” derken kıkırdar, “Omar Sharif” derdi.
Ben yavaş ama çok yürürüm. Michael ise tam tersi sürekli koşar adım. Ne zaman benimle yürüyüşe çıksa ben geride kalırım, o da tempo uyumsuzluğundan sıkılırdı. Birgün şikayetini bana çok güzel anlattı: “Suha, Türkiye’nin neden gelişmemiş olduğunu seni tanıyınca anladım. Senin yürüyüş hızınla Türkiye’nin ilerlemesi olası değil” demişti.
Haftada bir gün Penn State’e gidiyorum. ODTÜ’den hocam Raniero Corbeletti orada dekan; bütün derdi daha rahat yaşamam için yardımcı olmak. Onun dışında Columbia’da iki öğleden sonra stüdyo var. Geri kalan zaman bana ait. New York günleri benim için tam bir mimarlık şöleni. Okulda sözü edilmiş o kadar çok yapı, müze ve sergi var ki, gez gez bitmiyor. Doğal olarak bir gündem yok. Çoğu kez eve çok geç geliyorum. Sorgu sual yok, hayat sürüyor. Broadway’de evin yakınında Çinli çamaşırcı var. Tüm yıkama işlerini onlar yapıyor. Birgün kuru temizlemeye ceketimi bırakmıştım. Geri alırken kadın bir kartvizit uzattı ve “Cebinde bu vardı” dedi. Okudum, üzerinde şöyle yazıyordu:
“Eğer başıma kötü bir şey gelmişse, lütfen aşağıdaki telefondan ve adresten Michal Sorkin’i arayın.”
Çok duygulandım. Eve dönünce hiçbir şey demedim. Baktım ceketlerimin mendil ceplerinde, pardösümün iç cebinde aynı kart vardı. Ben mugger’lara kendi çapımda
meydan okuyordum. Ama o benim başıbozuk Manhattan’da dolaşmamdan kaygılıydı.
Michael 1980’lerde Broadway ile West Avenue arasında 94 ve 95. caddeleri birleştiren Pomander Walk’ta dayısına ait bir evde kalıyordu. Manhattan gerçeği içinde bir serendipity [mutlu kaza] denilecek bu Tudor konut grubu ona çok yakışıyordu. Onu her ziyaret edişim New York’un ne denli esrarengiz bir metropol olduğunun minik bir öyküsü olageldi. Onyıllarca orada yaşamış insanların bilmediği bir çapraz sokaktı Michael’ın bulup yerleştiği; olağandışı bir ortamdı. Hem de Manhattan’da.
Yıllar sonra, evlenince Greenwich Village’a taşındı. Orada New York’un en önemli ve toplumsal konularda çok etkili olan Village Voice dergisinin Mimarlık Eleştirmeni oldu. Bu konumunda, yaşam niteliği ve kent yaşamı odaklı cesur tutumu ile “Kent Vicdanı”nın sesi oldu.
Anımsadığım bir anı: Architectural Review dergisinin 2018’de yitirdiğimiz, ilk kadın editörü Mildred Schmertz ve Michael ile Central Park’ın güneyinde yürüyorduk. Hedefimiz Plaza Hotel’in
Oak Room’undan bir şeyler almaktı. Yürürken gündemdeki konu gayrimenkul ağası Donald Trump. Plaza Hotel’i ya almıştı ya da alacaktı. Onun, bu tarihi yapı hakkındaki niyetinin iyi olmadığını biliyorlardı. Mildred, Michael’a “Bu düşündüklerini yazsana” dedi. Michael simgesel bir biçimde yüzünü kollarını gösterip “Bak benim her tarafım çürük içinde. Sen yazsana” deyince Mildred “Ben yazsam da bir etkisi olmaz. Ben senin gibi
bıçkın, cesur ve etkileyici değilim” cevabını verdi. Dünyanın en yetkin mimarlık dergisinin editörünün gözünde Michael böyle biriydi.
Aradan yıllar geçti. Ben akademik ve idari alanlarda takılı dururken, Michael mimarlık, planlama, edebiyat, eleştiri her alanda bilinen bir New York kahramanı olmuştu.
1982 yılında, Philadelphia’da “Yedinci Yıl İzni”mi geçirirken, Aga Khan Mimarlık Ödülü’ünden yöneticilik teklifi aldım. Karar vermem bir buçuk yıl alsa da, sonunda Cenevre’ye yerleştim. İlk işim Michael’ı aramak oldu. Yeni görevimi ve heyecanımı paylaştım.
Yanıtı kısa ve kesindi: “Eee sonra?” “Sonrası yok. Gayet güzel ve heyecan verici bir iş.”
“Sonunda ‘Aga Khan’ olabilir misin?” “Yoo! Öyle bir şey olamaz.”
“Zamanını boşa harcıyorsun. Bırak New York’a gel. Yeni kentler kuralım.”
Onun başarısının sırrı sıradan olmamaktı.
1971’de tanıştığımızda, gereksiz derecede politik düşünmemden dolayı beni uyarmıştı: “Bu işlere kafa yorma. İsrail’e git. Gör. Her şey tıkır tıkır işliyor”. O zaman annesinin baskısı ile gittiği İsrail’den yeni dönmüştü. Aradan üç beş yıl geçmeden emperyalizm gerçeğini iyi değerlendirerek, Amerika’nın en üst düzey düşünürleri arasına katılmıştı ve “New York Left”in en önde gelenlerinden biriydi. Aşağıda onun kaybı için yazdığı şiirde Eric Owen Moss’un Sorkin’i “Neşeli-sol” olarak nitelemesi onun kişiliği ile politik tavrının bireşimidir.
Hey Michael, neredesin?
Kaç kez seninle Columbus ile Broadway’in orada Mex lokantasında pöh pöh pöh. O neşeli sol varlık.
Prima balerina ve futboldan sıkılırdın, ama biliyorum hiç de öyle değildin.
Hey Michael neredesin?
Leb ve Raimond’a selam götür.
Dünya sizi özlüyor.
Ama artık aynı yer değil.
Hala öyle asılı duran birçok şeyi yerinden oynattın.
Güneş yine doğar.
Ama bugün değil.
Hey Michael neredesin?
Sevgiyle
Eric (Owen Moss) (Çeviri: Suha Özkan)
Michael yöneticilik dışında mimarlığın her alanında varlık gösterdi. Oysa AA Mimarlık Okulu’na Başkan olarak seçilmiş, duyurular yapılmış ve neredeyse iş bitmişti. Hatta ben kendisine telefon edip “Onlarca yıl sonra buluştuğumuz yeri yöneteceğine çok sevindim” demiştim. İşi almaktan vazgeçti. Bunu o sırada New York Eyalet Üniversitesi’nde Sinema Tarihi hocası olan eşi Joan Copjec’in kariyerini olumsuz yönde etkilememek için yaptığını biliyorum. Sonraki tartışmalarımızda ben onu mimarlık dünyası adına eleştirdim. O da pişmanlığını kabul etti. Doğrusu mimarlık dünyasının en üst ortamlarından birini yönetecekti.
Aga Khan Mimarlık Ödülü yönetimim boyunca bir uzman, bir düşünür, bir dava adamı olarak, 1986 Malta Semineri ve sonrasında birçok etkinlikte yer aldı. Tahran’da Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde yaptığımız seminerde Ana Konuşmacı’ydı. Başlarken “Benin destekçilerim (sponsor) var. Kola şirketi. Dolayısı ile kola olmadan konuşmam” dediğinde ben içimden “Eyvah!” dedim çünkü Coca Cola ve Pepsi İran’da yasaktı. “Derken, elindeki kese kağıdından bir kutu kola çıkarttı. Sessiz şaşkın dinleyici grubuna “İşte burada Tahran’da destekçim Zemzem Kola!” Yoğun bir alkış ve müthiş bir kahkaha içinde konuşmasına başladı.
Birçok uluslararası yarışmada, özellikle İstanbul’daki büyük projelerde özveri ile yer aldı. Katıldığı her değerlendirmede bir özgün gözlem ve derinlik vardı. 1998’de katıldığı, Haluk Pamir ve Vanlı Mimarlık Vakfı ile gerçekleştirdiğimiz “Genç Mimarlar Ödülü ve Sergisi” iz bıraktı. Bugün ülkemizin en yetkin mimarlarının saptanmasına önayak oldu.
Bıkmadan usanmadan Gazze trajedisine ilgi duymuş ve kendi ortamı olan Terreform’da sürekli bir çalıştay oluşturmuştu. O ortamda Gazze’yi görmüş ender kişilerden olarak ben de yer almıştım. 2014’de Mimarizm ile yaptığı söyleşide Gazze hakkında şöyle demişti:
“Evet, bu Terreform’un eski bir projesi. Aslında Gazze halkı ve mimarların bu konuda nasıl yardımcı olabileceği üzerine yazılar yazıyorum. Sol eğilimli The Nation dergisinde bir köşem var. Bir sonraki yazım Gazze üzerine olduğundan şu anda bu konuyu düşünüyordum.
Bugün gazetede yayımlanan BM raporunda, Gazzelilerin eski durumlarına geri dönebilmek için 6 milyar dolara ve 20 yıla ihtiyaçları olduğu öne sürülüyor.
Bu her zaman mimarlığın sorunu olmuştur; mimar gibi hareket ettiğinizde sınırlarınızın ne olduğunu tam olarak bilmezken, siyasi anlamda angaje bir vatandaş gibi hareket ettiğinizde ise başka sorumluluk alanları keşfedersiniz. Neden bahsettiğimi anlıyor olmalısınız, siz de Gezi’de bunları yaşadınız…”*
2010 yılında Mimarlar Odası Ankara Şubesi, benden bir Dosya çalışması yapmamı istedi. “Mimarlığın Toplumsal Sorumluluğu” başlığıyla 24. Dosya olarak Mart 2011’de yayınlandı. Bu Dosya için özellikle bizim dünyamızla ilgili Charles Correa, Romi Khosla (Hindistan), Selman Ergüden (Birleşmiş Milletler), Johan Silas (Endonezya) ve Arif Hasan (Pakistan) gibi emek vermiş kişileri çağırdım. O derlemede Batı dünyasından bir tek Michael vardı. Bu çok değerli deneyim sahibi kişiler arasına Michael kendi yaratıcı özlemini dillendiren “Ütopya Hemen Şimdi” yazısıyla katıldı.
Bu kişisel tarihi onun kaybı üzerine yazdım. Mimarlık ve planlama konularında yaptığımız tartışmaları şimdilik bir yana bırakıyorum. Onun katkıları bugünün yaygın iletişim ortamında kolayca erişilir durumda.
Huzur içinde uyusun.
■ Suha Özkan, Prof.Dr.; AIA Onursal Üyesi.
Not:
* “Çat Kapı: Michael Sorkin Studio”, Mimarizm,
7 Kasım 2014: [http://www.mimarizm.com/makale/ siyasi-anlamda-angaje-bir-mimar-vatandas_115833?sou rceId=123254].