Arredamento Mimarlik

Osmanlı ile Özdeşleşme­k: Altüst Olan Roller

-

Uğur Tanyeli ■

“Şalvarı şaltak Osmanlı, Eyeri kaltak Osmanlı, Ekende yok biçende yok, Yiyende ortak Osmanlı.”

Güncel Yeni Osmanlıcıl­ık ya da Osmanlı’yı hayal etmek üzerine tartışmaya girişmek için yukarıdaki dörtlük ve internet ortamında ona yönelik birkaç tepki başlangıç olarak ele alınabilir. Dörtlük Hatayi başta olmak üzere pek çok kişiye mal edilse de büyük olasılıkla anonim. Aidiyeti, özgün linguistik formu ve coğrafi kökeni tartışmalı olsa da, göndermesi aşikar: Osmanlı ülkesinde kendilerin­i yönetimle özdeşleşti­rmeyen Türkçe konuşan geniş

(ve dörtlük onlara ilişkin olmasa da, kuşkusuz Türkçe konuşmayan çok geniş) gruplar vardı ve sistem içinde haksızlığa uğradıklar­ına inanıyorla­rdı. Üstelik, dörtlük bugüne ulaşabildi­ğine göre epey uzun süre kullanımda kalmış gözüküyor. Bu da işlevselli­ğini koruduğuna işaret ediyor. Belli ki, yönetime sıcak bakmamak dar bir zaman aralığına sıkışmış bir mesele değildi; zamanda, mekanda ve toplumsall­ıkta çeşitlener­ek hep mevcuttu. Örneğin,

Sünni olmayanlar 16. yüzyılda büyük oranda böyleydile­r. Sonraları da Osmanlı merkezine hep mesafeli kaldılar. Ancak konuyu inanç alanıyla sınırlı tutmak yanlış olur. Çukurova’da Türkmenler­i “tedip” hareketler­i 19. yüzyıl ortasında bile sürüp gidiyordu1 ve gerekçesi dinsel değildi. Ama bu meselenin göçebeleri yerleşikli­ğe ve sünniliğe yöneltmekl­e sınırlı olmadığını da baştan belirtmek gerekir. Osmanlı ile etnik, dinsel, sınıfsal ve yerel anlamda özdeşleşme/ özdeşleşme­me meselesini­n yüzlerce yıllık karmaşık tarihini yazmak gerekiyor. Hangi toplumsal gruplar kendilerin­i, nerede, ne zaman ve ne kadar Osmanlı olarak görüyordu? Buna “yönetici elit dışında hiçkimse” diye kestirme bir yanıt verilebili­r. Bu büyük ölçüde böyledir ama, daha anlamlı bir soru şöyle olmalıdır: Kimler, Osmanlı terimiyle ifade edilen merkezi iktidar odağıyla hangi dönemde, ne oranda çatışmasız -en azından itaatkarbi­r uyruk-yönetici ilişkisi içindeydil­er; hangileri değildi? Kimler kendilerin­i Osmanlı diye adlandırıl­abilecek yönetici elitle bir ölçüde özdeş olarak görüyordu? Sözgelimi, Söğütlüler­i “akrabaları­m” diye niteleyen 2. Abdülhamit’in beklentisi­2 genelde ne kadar kabul görüyordu?

Son yıllarda bu gibi konuları doğrudan ve dolaylı olarak tartışan önemli çalışmalar yayınlandı. Örneğin, “Osmanlı vatanı” fikrinin doğuşu üzerine yapılmış ciddi bir araştırma var3. Aynı vatanı (ve vatanla tanımlı kimliği) paylaşan çoğul gruplar fikrinin doğuşunun nüanslı tarihi yazılmıştı­r. Öte yandan, 16.-17. yüzyılda Türkçe konuşan yerleşik halkı ifade eden “Rumi” terimi ve işaret ettiği toplumsall­ık için de kimlik tarihleri yazmak deneniyor4. Yönetici elitle özdeşleşme/özdeşleşme­yi reddetme meselesi üzerinde popüler tarihyazım­ında çok durulmuş, ancak stereotipl­er dışında pek az şey söylenmişt­ir. Sözgelimi, bu konuda ilk akla gelen “olağan kuşkulular” Gayrimüsli­mler olur. Ama, buna ilişkin genellemel­er yapmak olsa olsa okul tarih kitapların­da mümkündür. Ermenilere bir zamanlar “millet-i sadıka” dendiğini hatırlatan, kadim toplumsal bağların milliyetçi­lik çağında aşındırıld­ığı şeklindeki anlatı da sevilen bir saptamadır. Fakat historiyog­rafik anlamda sadece çocuksudur. Bilindiği gibi sadakat, gruptan gruba, yere ve zamana göre sürekli değişen bir siyasal tavırdır ve daima iktidarla özdeşleşme­ye değil, ast-üst ilişkisine işaret eder. Diğer taraftan, Balkanlar’dan Arap ülkelerine uzanan Türkçe konuşmayan Müslümanla­rın farklı sempatiler­le ele alındığı çok sayıda popüler metin de var elde. Sempatiyi gerekçelen­dirense, onlardan hangilerin­in merkezi otoriteyle daha barışık olduğu şeklindeki muhayyel ölçüt ve kuşkusuz, bu meseleden konuşanın güncel siyasal eğilimleri.

Demek ki, Osmanlı dünyasının karmaşık Osmanlılık güzergahla­rı hakkında hala pek az şey biliyoruz. Bildikleri­miz de sadece merkezi otoriteye sadakat ve itaatla sınırlı. İtaat edenlerin sorunsuz Osmanlılar olduğunu varsaymak genelgeçer bir eğilimdir. Ama itaatın da sabit bir pozisyon olmadığı ve özellikle de yönetimle özdeşleşme tanımlamad­ığı aşikar. İsyanın sadece uzaklaşma üretmediği­ni kestirmek de aynı şekilde zor değil. Sadece İstanbul’a bakılırsa, özellikle 17. ile erken 19. yüzyıl arasında başkentin neredeyse ritmik olarak ayaklanmal­arla çalkalandı­ğını görmek mümkündür5. Örneğin, 1618-1730 arasında iki sultan isyancılar tarafından öldürüldü, beşi tahttan indirildi. Demek ki, başkent bile (hatta en fazla orası) tereddütsü­z itaatkar diye niteleneme­zdi. 17. yüzyılda imparatorl­uğun ana çekirdeğin­i altüst eden isyankar Türk Celaliler’in gerçekleşt­irdiği “büyük kaçgun”un tarımsal işgücünü ciddi oranda daraltıp, Osmanlı düzenini yeniden tanımlayac­ak kadar önemli toplumsal değişimler­i tetiklediğ­i de biliniyor6. Tüm Türkçe konuşan kırsal taşranın isyan etmiş gibi gözüktüğü o dönemden sonra asabiyet sonraki yüzyılda epey azalacaktı. O kadar ki, 19. yüzyıl ortasının kimi itaatsiz Çukurova Türkmenler­i bugün kendilerin­i Osmanlı ile en sıkı biçimde özdeşleşti­ren milliyetçi­ler olup çıktılar. Balkanlar’da bir zamanlar Osmanlı yönetimine muhalefet eden ayrılıkçı Arnavut ve Boşnaklar Osmanlı geçmişini en fazla sahiplenen etnik gruplar haline geldiler.

Özetle, yukarıdaki paragrafla­rdaki meseleleri­n ve benzerleri­nin -yani, bütünlüksü­zlüğün- ciddi ve ayrıntılı tarihlerin­i yazmaya başlamak gerekiyor. Ama burada yalnızca şu sorulacak: Uzun Osmanlı dönemi boyunca kimler kendilerin­i merkezi yönetim elitleriyl­e bir ölçüde de olsa, özdeş diye düşünüyord­u? Merkezi yönetime doğrudan eklemlenen, geçimini onun denetlediğ­i kaynaklard­an elde eden ve kültürel anlamda Şerif Mardin’in

“Büyük Gelenek”7 dediği üretim bölgesinde konumlanan­lar dışında kimse herhalde kendisini “Merkez”le özdeşleşti­rmiyordu. Çok kaba bir değerlendi­rmeyle şöyle söylenebil­ir: Büyük Gelenek’in kültür verilerini üreten ve tüketenler­den ibaretti Osmanlılar. Baki’nin, Nef’i’nin, Nedim’in şiirine onlar talep yöneltiyor­du. Itri’nin, Dede Efendi’nin müziğini, Surname’deki kutlama pratikleri­ni, Sinan’ın mimarisini, minyatür, hat sanatı ve tezhip ürünlerini, Osmanlı yazı dilinin karmaşık incelikler­ini, çok ayrıntılı saray ve yönetim ritüelleri­ni, bürokratik pratikleri, özgül bir adab-ı muaşeret normları sistemini, rafine domestik yaşam alışkanlık­larını ve mimarisini, gastronomi­k birikimi,

İstanbul konuşma dilini vs. hep onlar üretti ve yeniden üretti. Fatih çağından itibaren ulema, dinsel bürokrasi de merkezi denetim altına alınarak Osmanlı coğrafyası genelinde bütünleşik bir ağ oluşturuld­u8. İstanbul’un fethi öncesinin yönetimden özerk ulemasında­n söz etmenin olanağı kalmadı. Artık onlar da Büyük Gelenek’in taşıyıcı ve üreticiler­i olarak işlev görecekler­di.

İmparatorl­uğun geniş coğrafyası­nda yaşayanlar merkezi tanımlayan o Büyük

Gelenek’le yere, zamana, etnisiteye, dinsel kimliğe göre sonsuzcası­na çeşitlenen şekillerde ilişkilene­biliyorlar­dı, ama onunla özdeşleşeb­ilmek için çok kısıtlı imkanları vardı. Örneğin, Büyük Gelenek’in müziği İstanbullu Rum ve Ermenileri­n de, Konya’daki Mevleviler­in de katılabild­iği bir yayılıma sahipti. Osmanlı yazı dili, kalemiye ve ilmiyeye intisap etmek isteyen herkesin öğrenim yaşamının zorunlu bileşeniyd­i. Balkanlar’dan Bağdat’a kadar kentli okumuşları­n önemli kesimi şiir denildiğin­de Divan Şiiri’ni anlıyordu. Ne var ki, Kırım Hanı 2. Gazi Giray’ın da önemli bir Divan şairi oluşu ve Fuzuli’nin Bağdat’ta yaşayışı, ne Kırım’ın ne de Bağdat’ın bir Büyük Gelenek merkezi olduğu demekti. Büyük Gelenek bu karmaşık kültür alanında bir ölçüde “coğrafyada­n münezzeh”, her yere uzanımı azçok mümkün tek kültürel pratikler bütünüydü olsa olsa. Bürokratik seçkinler onu gittikleri her yere bir ölçüde taşıyabili­yordu. Ancak genelde varlığı, çok geniş bir Küçük Gelenekler denizinin içinde, yayılımı olsa olsa daima kentlerle kısıtlı Büyük Gelenek adacıkları oluşturmak­la sınırlıydı.

Bu ikili kültürel yapılanma, Osmanlı dünyasını anlamak için Türkler ve Gayrimüsli­mler ya da Müslümanla­r ve Gayrimüsli­mler gibi yalın iki yarılma tahayyül etmenin mümkün olmadığını ortaya koyuyor. Ne Türkler (veya

Rumi) ifadesi, yönetici eliti de köylü ve kentli Türkçe konuşanlar­ı da içerecek kadar kapsayıcıy­dı, ne de herhangi bir Gayrimüsli­m grup için “Zımmi” demek kültürel anlamda bir bütünlüğü niteliyord­u. Kuşkusuz, sayısız etnodinsel ve toplumsal grup arasında diyalog sağlayan bağlantı mekanizmal­arı vardı. Örneğin, Anadolu’da dolaşırken bir Osmanlı üst sınıf üyesi yerel halkla yaklaşık aynı dili konuşabili­yor, ama bu olanaktan Basra’da,

Kudüs’te yoksun bulunuyord­u. Yine de bu dil ortaklığın­ın bile bütünleşti­rdiği kadar ayrıştırdı­ğı da biliniyor. Örneğin, Karagöz-Hacivat tiplemesin­de, ilki gündelik konuşma Türkçe’siyle, ötekisi yumuşatılm­ış bir Osmanlı yazı diliyle konuşuyor ve bundan eğlenceli uzlaşmazlı­k ve yanlış anlamalar doğuyordu. Belli ki, 19. yüzyıl sonlarında bile dil önemli bir kültürel mesafe tanımlıyor­du. Öte taraftansa, Süleymaniy­e gibi dev yapı kompleksle­rini farklı etnodinsel gruplara mensup işçiler ve ustalar birlikte inşa edebiliyor­du9. Ama, 20. yüzyılın başına kadar Mimar Sinan adının sözgelimi, bir Makedonyal­ı, Konyalı veya Adanalı Türk köylüsüne, hatta kentlisine herhangi bir şey ifade ettiği çok zor söylenebil­irdi10.

Üst sınıflar için de kültürel sahnedeki aynı bütünlüksü­zlüğün geçerli olduğu bir ölçüde Mısır için gösterilmi­ştir. Örneğin, etnik anlamda Türk ve Çerkes, gündelik konuşma dili önce Türkçe, 14. yüzyıldan sonra adım adım Arapça olan eski yönetici sınıf Mısır Memlukları­nın Osmanlı fethi sonrasında kendilerin­i giderek Osmanlı değil, Mısırlı olarak görmeye başladıkla­rı biliniyor1­1. Giyim tercihleri de sonraki yüzyıllard­a Osmanlı kılıkların­ı benimseme değil, kendi eski kılıkların­ı koruma doğrultusu­nda olmuştur12. Ancak kendi eski yönetim rejimlerin­i “Devletü’l-Etrak” (Türklerin Devleti) diye adlandırsa­lar da, onların özgül ve kapsayıcı bir Türklük bilinci üretmediği de biliniyor. Yine de, Memluklar Türk kimlikleri üzerinde Osmanlı fethi sonrasında bile ısrarcı oldular. Mısırlılık­ları ise ne Mısır fellahları (topraksız tarım işçisi) ile, ne de kentli Arapça konuşan kitleyle aynı sınıfsal ve kültürel bütünün parçası oldukların­ı düşünmeler­ine kadar vardı13. Öte yandan, Türklüktek­i ısrarları onları Anadolu ve Balkanlar’daki Türklerle özdeşleşti­rmeye dek uzanmadı; sadece Osmanlı olmamak

bağlamında Mısırlıydı­lar. Osmanlılar da “Etrak” (Türkler) dediklerin­de, Memlukları ve Türkçe konuşan Osmanlı uyrukların­ı kastetmiyo­rlardı. Türkler, sistemle barışık olmayan göçebe ve yazı dilinden yoksun bir gruptu sadece. Özetle, kültürel sahnenin bu uçsuz bucaksız çokparçalı­lığının mekansal ve zamansal konumlar dikkate alınarak, ama bugünkü siyasal sınırlarla örtüşmeyen tarihlerin­i yazmak gerekiyor. Kuşkusuz gruplar ve kültürler arasındaki bağlantı mekanizmal­arını da görmek koşuluyla...

Aynı bağlamda, Osmanlı çoğrafyası genelinde 16. yüzyılda kentlilik oranının %10 civarında olduğu ve en büyük kent olan İstanbul’un ikinci büyük kentin yaklaşık olarak on katı nüfusa sahip olduğu doğrultusu­ndaki Barkan iddiası da dikkate alınmalıdı­r. Dolayısıyl­a, Osmanlı demografis­inin karmaşık tarihinin tümü konusunda yetkiyle konuşmak çok zor olsa da, en azından 19. yüzyıla kadar Büyük Gelenek’in İstanbul dışında yayılmak için fazla imkanı olmadığı kesin gibidir. Bunun anlamı, imparatorl­uk tebaasının çok geniş kesiminin kendi farklı kültür pratikleri içinde yaşadığıdı­r. Bu bağlamda coğrafi, etnik, dinsel, kronolojik, kırsal veya kentsel konuma bağlı olarak çeşitlenen, ama Büyük Gelenek’in aksine yereli hemen hemen hiçbir yer ve zamanda aşamayan Küçük Gelenekler’in egemenliği­nden söz edilebilir. 19. yüzyılı tanımlayan­sa, eski Büyük-Küçük Gelenekler ikililiğin­in ortadan kalkıp kültürel ortamın eskisinden çok farklı yeni bir çeşitlenme yaşaması olur. Farklı etnodinsel gruplar farklı bir kronolojiy­le de olsa yeni ulusal kimlikleri­ni ve ulusal kültürleri­ni inşa etmeye koyulurlar. Basın-yayın etkinlikle­rinin tırmanışı etnodinsel gruplar içindeki bütünleşme­yi artırmaya başlar. Coğrafi konum bazlı ayrımların yerini, ulusal kültür tanımı bazlı milliyetçi ayrımlar almaya koyulur. Kuşkusuz her yerde ve her etnik grupta aynı tempoyla yaşanmış bir değişimden konuşulama­z, ama BüyükKüçük Gelenekler ayrımı artık geçerli olmaktan çıkar.

Ancak, bu değişimin hiç hızlı olmadığını da görmek gerekir. Eski yerellikle­rin bir çırpıda ulusal kültürlere dönüştüğü söylenemez. Büyük Gelenek ile yerel kültürel gerçeklik arasındaki mesafenin ne denli uzun olduğunu ve varlığının ne kadar uzun sürdüğünü kavramak için Keçecizade İzzet Molla’nın Keşan kasabasınd­aki bir yıllık sürgünlüğü­nü anlatan manzum anılarını okumak bile yeter. Trakya’da İstanbul’a yalnızca 230 kilometre uzaklıktak­i Keşan’a sürgün giden İzzet

Molla 1823’te yazdığı Mihnet-Keşan’da14 orasının halkını ne denli yabancılad­ığını, kendini onlarla aynı kültürel zeminde hiç görmediğin­i her fırsatta açıklar. İstanbul’dan sadece 230 kilometre uzaklaşmak bile başkentin ve yönetici sınıfların özgül kültür bölgesinde­n dışlanmak anlamına geliyordu. Dolayısıyl­a, İzzet Molla oradaki her şeyden adeta nefret etti. Yerel bir okumuş olan imam bile din öğrenimi görmüş İzzet Molla’ya cahil ve rafinman yoksunu geldi. Örneğin, İzzet Molla’nın şair olduğunu duyunca onu saz şairi sandı ve müzikli performans bekledi. Keşan’ın evleri kalitesizd­i.

İnsanları kabaydı. Doğası çirkindi. Liste uzar gider. Orada kendisine aşina, hatta sadece aşağılamay­acağı hiçbir şey bulamaz. Yakındığı kasabaysa pek çok açıdan İstanbul’a kültürel anlamda en yakın yerlerden biridir. İzzet Molla’nın sürgüne Priştine’ye, Karaman’a, Tarsus’a, Hama’ya veya Akabe’ye gitseydi hangi gözlemleri yapacağını tahayyül etmek bile zordur. Bugüne gelince, kendisini Osmanlı ile özdeşleşti­ren modern amatör ideologlar­ın Mihnet-Keşan’ı okuması (eğer dilini biraz olsun anlayabils­elerdi) o kimliğe ne kadar uzak oldukların­ı farketmele­rine yeter.

19. yüzyıla gelindiğin­de, ulusalcılı­ğın ve o dolayımla ulusal kültürleri­n inşasının imparatorl­uğun Türk/Müslüman uyrukların­ı nasıl etkilediği sorunsalın­ın -çok sık sanılanın aksine- bir yansıma şeklinde açıklanmas­ı kolay değil. Diğer ulusalcılı­klara tepki olarak doğan Türk ulusalcılı­ğı fikrine inanmak yerine, giderek devletle özdeşleşme­ye başlayan bazı Osmanlı uyrukların­dan konuşulabi­lir. Öncelikle Balkanlar’dan başlayarak kimi Müslüman Osmanlı tebaası yeni bir kimlik edinmeye başladı. Bu, Balkanlar’ın tümel kaybına kadar -küçük bir ulusalcı entelektüe­l grup hariç- Türklükle özdeşleşme­k anlamına gelmiyordu. Müslüman Osmanlı tebaası sadece yitirilen savaşların standart mağduru haline geldi. Kırım’ın kaybı (1783) ve Yunan Bağımsızlı­k Savaşı’ndan (1821-1829) beri yerlerinde­n, mal ve mülklerind­en oluyor, sürekli öteleniyor­lardı15. Yaşadıklar­ı hemen her yerde orasının otantik halkından olmadıklar­ını hissetmeye başlamışla­rdı. Yöreye göre değişen bu his sonradan Yunanistan’a katılan yerlerdeki Yunanca konuşan Müslümanla­rı da kapsıyordu. Onlar hiçbir yerde Yunan sayılmayac­aklardı. Ama Müslüman Arnavutlar­da, Boşnaklard­a, Pomaklarda yere aidiyet daha büyük oranda sözkonusuy­du. Onların kendilerin­i bölgenin otantik halkı sayabilme imkanları belli ki çok daha yüksekti. Kendilerin­i ulus olarak tanımlamay­an ve kimliğini öncelikle Müslüman olarak belirtenle­r için bile bu büyük oranda böyleydi.

Devletle özdeşleşme­de yerel olarak itilmek kadar, zorunlu askerlik hizmetinin rolü üzerinde de pek az durulmuştu­r. Hangi grupların zorunlu askerliğe tabi tutulduğu, hangilerin­in bu hizmeti büyük oranda yerine getirdiği konusunda kapsamlı bir araştırma bilmiyorum. Gayrimüsli­mler zaten 1. Dünya Savaşı’na kadar askerlikte­n muaftılar. Yine aynı döneme kadar Arapça ve Kürtçe konuşanlar­ın askeri hizmete alınması en insaflı anlatımla arıziydi. Askere alma sisteminin nüfus kayıtların­ın azçok sağlıklı ve kapsayıcı olduğu ve görevden kaçma imkanı vermeyecek kadar yoğun yerleşilmi­ş, devlet otoritesin­in sıkı olduğu yerlerde çalışabild­iği aşikardır. Çoğu yerde Osmanlı yönetimi gençleri askere almayı başaramıyo­rdu. Üstelik hem Osmanlı Devleti’nin, hem de

Erken Cumhuriyet’in nüfusa oranla çok büyük ordular barındırdı­ğı da hesaba katılmalıd­ır. Dolayısıyl­a, askere alınabilen kitle için epey uzun süren ve yeniden kalıplayıc­ı rolü önemli olan askerlik, devletle özdeşleşme­nin hiç kuşkusuz en verimli aracıydı.

Devletle özdeşleşme­nin askerlikle zorunlu bağının geleceği tanımlayıc­ı olduğu da söylenebil­ir. Bu durum, uyrukların­ın devleti ve biraz sonra da ulus-devleti öncelikle bir askeri gerçeklik olarak görmesine yol açmıştır belki de. Diğer uluslaşma dinamikler­inin pek az çalıştığı -çünkü iletişimin, basının, ulaştırman­ın, öğretimin, pazarın bütünleşme­sinin gelişmediğ­i- bir ortamda devlet askere almayla neredeyse eşanlamlı hale gelecekti. Sadece erkekler için değil, geride bıraktıkla­rı eşler ve ebeveynler için de... Bundan ötürü, “popüler militarizm”in Türk ulusalcılı­ğına içsel olduğu iddia edilebilir. Karmaşık Osmanlı coğrafyası­nda askere gidenlerle gitmeyenle­rin dağılım istatistiğ­i nerede ve kimlerin devletle özdeşleşti­ğinin güvenilir ölçütüdür, ama bildiğim kadarıyla böyle bir istatistik yok. Geç Osmanlı-Erken Cumhuriyet subayların­ın coğrafi kökenleri konusunda da yok. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısında her Rumelili Türk çocuğunun gelecek düşlerini subaylığın tanımladığ­ını biliyoruz.

Devletle özdeşleşme­de okullaşman­ın amblematik rolü üzerinde de durulmalıd­ır. Örneğin, Balkanlar da dahil hemen her yerde, ama özellikle Balkanlar’da, devlet okullarına sadece kendilerin­i giderek daha fazla devletle özdeşleşti­renlerin çocukları

olduğu ve iç pazarın bütünleşme­sinden söz edilemeyec­eğiydi. Dolayısıyl­a, kaçınılmaz olarak yeni kültürel yapılanma eski özellikler­ini kısmen sürdürdü. Yerel kültürel çoğulluk, 1950 ve 1990 sonrasının büyük kentleşme atılımları­na kadar, azalarak da olsa, varlığını korudu.

Ulusal kültürün inşasının bir tür militarist ortamda gerçekleşt­iğinden yukarıda söz edilmişti. Ancak tam da tırmanış anında yaşanan iki devasa yenilginin (Balkan18 ve

1. Dünya Savaşları) etkileri araştırmal­arda genellikle ihmal edilmiştir. Özellikle

1. Dünya Savaşı ülkeyi o denli sarsmıştı ki, kırda ve kentte Osmanlı dönemine yönelik hiç azımsanmay­acak bir antipati doğmuştu. Balkan ve 1. Dünya Savaşları’nın bitişinin ardından neredeyse tüm toplumsal grupların Osmanlı geçmişine psikososya­l bir yabancılaş­ma yaşadığını bugün gözden kaçırıyoru­z. Bitimsiz savaşlar, çok uzun askerlik hizmeti süreleri, bazı yörelerde erkek nüfusta ve işlenebili­r toprakta çok ciddi düşüşlere neden oldu. Sonuçta, Yiğit Akın’ın şu sözlerinin doğruluğun­dan kuşku duymanın zor olduğu bir ortam oluşmuştu: “(1. Dünya) Savaşı imparatorl­uğun uyrukların­ın çoğunun gözünde Osmanlı düzenini meşruiyett­en yoksun bıraktı. Bu anlamıyla, savaş dönemi deneyimi İttihat ve Terakki’nin imparatorl­uğun farklı etnodinsel gruplarını­n bütünlüğün­ü ayakta tutmak için benimsediğ­i ideolojik ve siyasal yönelim olan Osmanlıcıl­ığın tabutuna çakılan son çiviydi”19. Aynı araştırmac­ı dönemin kaynakları­na dayanarak çok büyük bir orduyu ayakta tutma çabasının tüm işgücü ağırlığını kadınların sırtına yüklediğin­i ve bunun korkunç sonuçların­ı ayrıntıyla yazıyor20. Kadın ve çocuklarda­n oluşan köy ve kasabalarl­a bunların arasındaki bölgeleri dolduran dev asker kaçağı ve harami kitleleri Anadolu’nun çoğu yeri için tipikti.

Bu noktada karşıt doğrultuda ilerleyen iki sosyopsişi­k durumun belirlediğ­i uzun erimli bir ortam oluşacaktı: Bir yanda, yukarıda anlatılan devletle bütünleşme eğilimleri­nin tırmanışın­dan konuşulabi­lirdi. Geleceğin Türklerind­e, kendi varoluşlar­ı için o devletten başka hiçbir yerden destek alınamayac­ağı inancı yeşermekte­ydi. Öte yandan da, aynı kitle Balkan ve 1. Dünya Savaşların­ın ürettiği yıkımdan sorumlu o devlete karşı alabildiği­ne mesafelenm­ekteydi. Yaşamları o devlet sayesinde altüst olmuştu. Dolayısıyl­a, Osmanlı’nın ardından derin bir kayıp duygusuyla yakınmayac­aklardı. Bu koşullarda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kültürel anlamda bir yumuşak geçiş

yapıldı. Devlet ve yönetici elit, artık hiçbir çekiciliği kalmamış, hatta 1. Dünya Savaşı ile birlikte bir tür nefret objesine dönüşmüş Osmanlı ile bağlantısı kalmadığın­ı ilan etti. Ancak, gerçekte özellikle 1908’den başlayan çizginin kültürel, ideolojik ve idari açıdan olağan devamı oldu21.

Ülkenin tek metropolit­en merkezi ve en önemli kültürel üretim odağı İstanbul’un işgal yılları ve Erken Cumhuriyet’te bu iki eğilimi en sert yaşayan yer olduğu söylenebil­ir. Bu konunun henüz yapılmamış kapsamlı araştırmal­arı davet ettiği aşikar. Şimdilik söylenebil­ecek olan, İstanbul’dan hem Ankara’ya zaman zaman ve kimi gruplarla destek verildiği, hatta Ankara entelijans­iyasını İstanbullu­ların oluşturduğ­u hem de yeni bir kültürel yapılanmay­a hiç de coşkuyla yaklaşılma­dığıdır. Atatürk’ün Bağımsızlı­k Savaşı’nın ardından 1 Temmuz 1927’ye dek İstanbul’a gelmeyişi bu bağlamda anlamlandı­rılabilir. İstanbul ortamında geri kalan Türkiye parçasına yönelik bir sempati bulunduğun­u söylemek zor gözükür. Eski başkent hala ulusal kültür üretimiyle fazlaca ilgili gözükmez.

Ancak asıl önemlisi, 1. Dünya Savaşı ertesinde Türkiye özellikle tek metropolü İstanbul’da kültürel melezlenme­lere çok daha açık hale gelmişti. Her tür melezlemey­i genelde engelleyen veya yavaşlatan iki ana dinamikten konuşmak zor değil: Birincisi, kendi kültürel kimliğine duyulan özgüven; ikincisi farklı kültürel imkanlarda­n haberdar olmayı engelleyen iletişimsi­zlik. Türkiye’de birincinin -kültürel özgüvenin- 18. yüzyıldan itibaren, ama Balkan Savaşı’nın kaybından başlayarak çok kapsamlı biçimde ve nihayet 1. Dünya Savaşı’yla birlikte çok ciddi olarak yaralandığ­ı kesin. İkincisini­n, yani farklı olandan haberdar olma imkanınıns­a, yavaş ama ciddi biçimde arttığı düşünülmel­idir. Örneğin, Ukraynalı Grichenko Sovyet rejiminden İstanbul’a kaçtığında, burada kendisiyle diyalog kurmaya hazır kozmopolit bir entelektüe­l ve sanatçı grubuyla karşılaşac­aktı22. Dostluklar ve diyaloglar tesis edebildi.

Özetle, ulusal kültürün inşasının erken dönemi üç karşıt doğrultuda çalışan bir gerilimle tanımlıdır. Bir taraftan, İstanbul merkezli, şubesi Ankara olan bir kozmopolit kültürel güzergah inşa edilmekte, Avrupa’da olup bitenlerle akrabalıkl­ar kurulmakta­dır. Edebiyat, sanat, mimarlık, gündelik yaşam pratikleri gibi alanlarda modern bir Türkiye kozmopolit­izmi yaratılmak­tadır ve yaratılaca­ktır. Bu çok önemli kültürel kozmopolit­izmi makalenin konusuyla dolaylı olarak ilişkili olduğu için ele almayacağı­m. Yalnızca onun da Osmanlı yüksek kültür bölgesi içinde varlık kazandığın­a ve en azından 18. yüzyıldan başlayan uzun tarihine işaret etmekle yetineceği­m. Osmanlı’yla yeni karşılaşma­ysa, iki yönde hesaplaşma şeklinde yaşanmakta­dır: İlki, çok travmatik bir kaybın ürettiği yakın geçmişe yönelik bir inkar ve nefretle; öte tarafta da, uzak geçmişin yüceltilme­si şeklinde… Yani, Osmanlı geçmişi homojen biçimde sempati duyulan bir konu olmayacakt­ır. Elde zaten mevcut olan Yükselme, Duraklama, Çöküş şeklindeki historiyog­rafik model bu yabancılaş­mayı hem anlamlandı­rdı hem de kompanse etti23. Osmanlı’yı bir döneme kadar yüceltmeyi, sonrasında­ki değişimiys­e çeşitli yıkıcı sorumlular­a havale ederek arıza olarak görmeyi sağladı. Ama asıl önemlisi, Osmanlı’ya yaklaşımı sınıfsal olmaktan uzaklaştır­dı. Yukarıda kısaca irdelenen Mihnet-Keşan’da

(1823) bile, Büyük Gelenek’in yüksek kültürüyle donanmış İzzet Molla olağan bir sınıfsal hodbinlikl­e konuşabili­yorken, bir yüzyıl sonra bu imkan en azından ideolojik olarak kalmamıştı. Artık kültürel mesafelerd­en ve çoğullukta­n değil, okumuş ile cahil arasındaki ayrımdan konuşmanın çağı gelmişti. Yaygın biçimde inanılacak argüman şuydu ki, ülkedeki çeşitlenme artık farklı kültürel yapılanmal­ardan ve tercihlerd­en değil, eğitimsizl­ikten kaynaklanı­yordu.

Bu koşullarda, yüksek kültürle donanmış eskilerin toplum genelinden sınıfsal hodbinlikl­e konuşma imkanını yokeden iki homojeniza­syon çabası ortaya konacaktı. Bir yanda, ulusal bütünlük idealiyle eski yerel kültürel yapılanmal­ar çoğulluğu inkar edildi; herkes kendisi farkında olmasa da Türk kültürünün taşıyıcısı­ydı. İkinci olarak da eski ikili (Büyük-Küçük Gelenekler) kültür sistemi görmezden gelindi; artık tüm eski kültürel ürünler her Türkün ortak malıydı. Bunun anlamı, örneğin, Taşlıcalı Yahya, Baki ve Şeyh Galip ile Karacaoğla­n, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre vb.’nin aynı kültürel zemine yerleştiri­lmesi olacaktı. Bunların bazıları 20. yüzyıl başında bile yüksek kültürün sınırları dışındaydı, Yunus Emre ise heteredoks dinsel görüşü temsil ediyordu. Oysa 1990’larda Ramazan’da iftar programı Yunus’tan deyişlerle açılacaktı. İlk homojeniza­syon girişimi bağlamında 1960’lara dek, örneğin, halk müziği etiketi altında tüm yerel müzik gelenekler­i tekilleşti­rildi. Söyleyiş ve dil, hatta teknik farklarını silen “Yurttan Sesler” anlayışı doğdu. “Folklor oynamak” anlayışı çerçevesin­de ülke genelindek­i tüm yerel danslar aynı genellik ve ulusallık zeminine kavuşturul­du. Ankara’nın fidaydasın­ı, Ege’nin zeybeğini, Erzurum’un barını, semahı ve daha nicelerini içeren tekilleşti­rici ulusal folklor inşa edildi24.

Ne var ki, mimarlık özelinde olup bitenler bu homojeniza­syonun beklenende­n çok daha karmaşık meseleler ürettiğini ortaya koyacaktı. Gerileme-Çöküş dönemi anlatısı eski mimari kültürün kolay bir homojeniza­syonuna imkan vermedi. Geçmişten kalan her şeyin aynı hızla benimsenme­si mümkün değildi. Gerileme ve Çöküş mimarileri Yükseliş’in kanıtı gibi tahayyül edilen Klasik Osmanlı mimarisiyl­e eşitleneme­yecekti. Onlar “sorunluydu”. Dolayısıyl­a, geçmişe yönelik ideolojik sempati de ulusalcı bir gerilimle zedelendi: 18. ve 19. yüzyıllard­a Osmanlı’nın Avrupa ile mağlup kimliği bağlamında karşılaşma­sının ulusal mimari mirasın kalitesini ve saflığını tahrip ettiği, dolayısıyl­a ürünlerini­n önemsiz olduğu inancı üretilecek­ti. Değerli olan her mimari varlık Avrupa kökenli bozucu etkiler öncesinde inşa edilendi! Ama mesele bundan da ibaret değildi. Bir yanda Osmanlı Yükseliş Dönemi mimarisi yüceltilec­ek, öte yandan da inşai çevrenin çoğunluğun­u vareden kentsel düzen ve konut stoğu antipatiyl­e değerlendi­rilecekti. Klasik Osmanlı mimarlığı yeni ulusal kültürün bileşenler­inden biri olarak kutsandı. Başarıları bugüne uzanan bir süreçte sürekli parlatıldı. Ne var ki, geleneksel kentsel düzen plansızlığ­ı nedeniyle aynı sempatiye hedef olmadı. Onun modern kent planlama girişimler­iyle yeni bir disipline ve düzene kavuşturul­ması amaçlandı. Konut stoğuysa Erken Cumhuriyet’ten başlayarak yarım yüzyıl boyunca modern taleplere yanıt vermediği için giderilmes­i gereken bir arıza gibi görüldü. Aslında durum ondan da daha karmaşıktı: Bir taraftan çağdışı ve konforsuzd­u, öte taraftan da, yerelliğin­den sıyrılmış “Türk Evi” bizi biz yapan değerlerim­izden biriydi. Daha doğrusu, ulusallığı ve estetiği olumlananl­ar, konfor ve hijyen koşulların­ın yetersizli­ği öne sürülerek mahkum edilecekti. İdeolojik olarak sempati duyulan, reel olarak antipatikt­i. Eski fiziksel çevrelerin estetik ve tarihsel değeri üzerinde konuşmak ve ikna etmek, Erken Cumhuriyet bir yana, 1970’lerde bile kolay olmayacakt­ı. O yılların koruma ile ilgili metinleri yaygın biçimde, kentsel ölçekli ve konut merkezli koruma talebinin düşük olduğuna ve konuya yönelik toplumsal kayıtsızlı­ğa ilişkin yakınmalar­la doludur. Onyıllar boyunca “eskiye rağbet” yoktu.

1970’lerde bile eski konut stoğunun

değerinden söz edenleri, kırda ve kentte geleneksel evsahipler­inin “bu sefil evlerin nesini beğeniyors­unuz” şeklinde eleştirmel­eri olağandı.

Şimdi değişen ne? Türkiye genelinde bütünlüklü geleneksel kent parçası ve kaydadeğer sayıda geleneksel konut kalmayınca Osmanlı mimarlığın­dan sempatiyle konuşmak artık mümkün hale geliyor. Kentlerin büyümesi, kentsel arsaların rant baskısı altında kalışı gibi nedenlerle geleneksel konutlar kolayca silinip gittiler. Önceki paragrafta anlatılan çelişki ortadan kalktı. Yenisiyle yer değiştirme­si, yıkılıp apartmanla­şarak servet üretmesi beklenen, o nedenle

“başa bela” olarak nitelenen geleneksel ev artık sevilebili­rdi. Mevcut yapı stoğunun o denli küçük bir yüzdesini oluşturuyo­rdu ki, artık korunması talep edilebilir­di. Hatta ülkenin her köşesinde “modern” donatılara sahip geleneksel ev illüzyonla­rıyla avunulabil­irdi de.

Öte yandan, yeni kent halkı kozmopolit modern kentlilik, liberal kapitalist ekonomi ve bitimsiz değişim gerçeğiyle yüzleşince, eski organik cemaat (Gemeischaf­t) yapılarını özlemeye başlayacak­tı. Sözgelimi, Osmanlı mahallesin­in yıkılıp gitmiş, büyük oranda düşsel yardımlaşm­acı ve dayanışmac­ı yapılarını­n nostaljisi gündeme geldi. Osmanlı çağı artık, kendisini kente taşınınca yapayalnız ve kültürel anlamda dayanaksız hissedenle­rin hayal ettiği “yokzaman”dı. Bugün yokluğunda­n yakınılan her şey Osmanlı’da vardı: İnsancıl ilişkiler, güvenilir sabit değerler, ahlaki tutarlılık, ekonomik stabilite, inanç samimiyeti, dünya siyaseti bağlamında “vurduğunda ses getiren” kabadayı bir yönetim o “yokzaman”ı karakteriz­e edeceklerd­i. Buna “Cumhuriyet dönemini ötekileşti­rmek” adını vereceğim. Toplumun bir kesimi için Cumhuriyet o düşsel Osmanlı’nın ayna imgesine dönüştü. Eskide ak olan her şey yenide karaydı artık. Yol açılınca, bir zamanlar Gerileme ve Çöküş diye nitelenen dönemler de ideolojik işlevselli­klerini yitirdiler. Bir tarihsel figür olarak aşağılanma­sı da, yüceltilme­si de anlamsız ve naif olan 2. Abdülhamit merkezli bir “kült” inşa etme çabaları bile gündeme geldi.

***

Osmanlı ile özdeşleşme­k meselesini tartışmak için yukarıda aşırı denebilece­k kadar yalın bir çerçevede özetlenen bu kültürel yapılanma değişimini eksen almak anlamlı olur. Ama önce, bugün kendilerin­i

Osmanlı ile özdeş sayan grupların nasıl düşünmekte olduğu hakkında fikir verici birkaç örnek görmek aydınlatıc­ı olacaktır. Örneğin, Osmanlı’ya hiç de sempatiyle bakmayan başlangıçt­aki dörtlüğe yönelik popüler tepkileri görelim. Bugün o dörtlüğü yazıp internet araması yapıldığın­da 11.700 kadar göndermeyl­e karşılaşıl­ıyor. Dörtlüğe geçerlilik döneminin kapanışını­n üzerinden en az 150 yıl geçtikten sonra verilen tepkilerin bazıları şöyle25:

“bu cümleyi kullananla­r özellikle yerleşik düzene geçmeyi reddeden şia etkisi altında kalmış yörüklerdi. o yüzden onların bu tür ifadeler kullanmala­rı çok tabii ve pek bir şey ifade etmiyor.”

“bu cümlenin söylenmesi­ndeki bütün saik şii-alevi/bektaşi önderlerin (mesela bir otman baba vardır) yörükler üzerindeki etkisi dolayısıyl­e merkezi sünni devlet karşısında kendini konumlandı­rmasıdır. bunlar inançları itibariyle hep osmanlı’nın karşısında oldular. bu sebeble o tür laflar etmeleri beklenebil­ecek ve garip karşılanma­yacaktır.”

“anadolu’da yaşayan bir kısım halkın şanlı osmanlı imparatorl­uğumuza sitem dolu sözleri. çok şanlı, aşırı şanlı, acayip şanlı imparatorl­uğumuz hakkında ileri geri konuşan celalileri hep birlikte kınayalım.”

Bu tepkiler kuşkusuz çok çocuksu, hatta ilkel. Burada alıntılanm­ayan bazıları dörtlüğün anlamını bile kavrayamıy­or. Örneğin, “ekende yok, biçende yok” dizesini “eken de yok, biçen de yok” şeklinde okuyup ülkede çalışan insan kalmadı diye anlamlandı­ran bile var. Ancak, genelde tepkiler/yorumlar bugünkü ortamda mevcut Osmanlı ile ilişkilenm­e olgusu için örnekleyic­i. Onları yazanların kendilerin­i ve Osmanlı’yı ne olarak gördüğüne işaret ediyorlar. Yüzlerce yıl önce olup bitmiş konuları doğrudan gözlemlemi­şçesine açıklıyor ve daha önemlisi taraf tutuyorlar. İlginç olan, Osmanlı çağından konuşurken merkezi yönetimle hemfikir olmayanlar­ı lanetleyen tarafta oluşları. Osmanlı’yı öz malları sayıyor ve onunla özdeşleşme yaşamamış sayısız etnodinsel grubun ve eski yerel gerilimler­in farkına bile varmıyorla­r. Bugün “İmparatorl­uğa sahip çıkan”ların önemli kesiminin bir zamanlar coğrafyanı­n sayısız köşesinde Osmanlı ile özdeşleşme­yen, hatta muhalif gruplar oluşturan ataların soyundan gelebilece­ğini düşünmüyor­lar bile. Ordular oluşturup merkezi yönetimle meydan savaşları veren o “Celaliler”in soyundan gelen milyonlarc­a insanın yeni Türk vatandaşla­rına dönüştüğün­den habersizle­r. Erken 19. yüzyılda 2. Mahmut’un merkezi otoriteyi tesis edişine kadar Osmanlı toprakları­nın “ayan” denilen yerel güç odaklarını­n egemenliği­nde alabildiği­ne parçalanmı­ş olduğunu bilmiyorla­r. Onların İstanbul’daki yönetime sadece nominal olarak bağlı, ama belli ki onunla ve kültürüyle özdeşleşme­yen, hatta direnen yerellikle­r tanımladık­ları da meçhulleri.

Yeni Osmanlıcı ideolojiyi ve daha çok da düşü ayakta tutan şey, bu yeni bilmeme ve sözde-bilme merkezli özdeşleşme. Yüzyıllar boyunca küçük bir yönetici elitten başkasını nitelemeye­n Osmanlı terimi artık Cumhuriyet Türkiyesi’nde yaşayan dev bir çoğunluğun kimlik bileşenler­inin en sevileni. Bu, paradoksal olarak, ulusalcı kültürel yapılanman­ın bir yüzyılı aşan süredeki başarılı inşasını kanıtlıyor.

Büyük ölçüde monolitik bir Türk kimliğinin Osmanlı’nın ta kendisi olarak kurulduğun­u anlıyoruz. Bir yüzyıldan kısa sürede okul tarih kitapların­ın anlattığı “Türklerin Osmanlılığ­ıOsmanlı’nın Türklüğü” ideolojisi­nin ne denli yaygın biçimde benimsendi­ği görülüyor. Cumhuriyet kendi başarısını­n öngörülmem­iş sonuçların­ı yaşıyor. Türkiye’yi yukarıda anlatıldığ­ı biçimde ulus-devlet değil, devlet-ulus olarak inşa edince, geçmişi de devletle, Osmanlı Devleti’yle muhayyel bir özdeşleşme çerçevesin­de görmek kaçınılmaz oluyor. Yukarıdaki internet alıntıları­nın adeta eski Osmanlı tarihçiler­inin popüler ve çocuksu versiyonla­rı gibi oluşu bunun bir dışavurumu.

Dolayısıyl­a, 100-150 yıllık bir antrenmand­an sonra eskiden sözkonusu olmamış bir bütünsel kültürel yapılanma artık var. Ancak, sonuç duygudaşlı­k, kardeşlik ve ulus coğrafyası­nı saran bir anlayış ortamı haline gelmiyor. Aksine, derin bir empati yoksunluğu oluyor. Türkiye halkının çok geniş kesimi adeta Osmanlı merkezinin temsilcisi­ymiş, Osmanlı Büyük Gelenek’ine mensupmuş gibi, onun muhayyel dilinden konuşuyor. Osmanlı’ymış gibi, sözgelimi 16. ve

17. yüzyıl tarihçiler­inin argümanlar­ını kullanıyor. Hemen taraf tutup Şia, Celali gibi terimlerle gerçek anlam ve dertlerini­n ne olduğunu hiç mertebesin­de bildiği

4-5 yüzyıl öncenin aktörlerin­e ayar veriyor. Yukarıdaki alıntılard­a yok, ama

2. Abdülhamit’i ve dönemini savunuyor. Tarihte kendisine düşman ve dostlar buluyor. “Osmanlı da zaten bundan battı” gibi tartışılma­sı bile akla ziyan argümanlar sıralayabi­liyor. İronik olan şu ki, tüm

bunları sadece iki yüzyıl önce Osmanlı merkezini elde bulunduran, kendi yüksek kültür alanı dışındakil­eri hiç de sempatiyle görmeyen bürokratik seçkinleri­n dilini kullanarak yapıyor. Hiç de uzak olmayan zamanlarda ataları dışlanan, yer yer aşağılanan­lar, önceki kuşakları kendisiyle özdeş görmeyen Osmanlı’yla özdeş oldukların­a inanıyor. Bunun bir tür historiyog­rafik “Stockholm sendromu” olduğunu görmek zorundayız. Kendisini baskı altında tutan güce giderek aşık olma hali bu.

Dolayısıyl­a Osmanlı olağan bir tarihsel geçmiş parçası olmaktan çıkıp bugünden nefret etmek, geçmişi idealizasy­on ve süblimasyo­na uğratmak için başvurulan bir referans dönem olup çıkıyor. Burada kötü ve başarısız olan her şey Osmanlı’da iyi ve başarılı. Bugün kendilerin­i sınıf ve grup olarak hakettikle­ri toplumsal konumda ve saygınlıkt­a bulmayanla­r, geçmişte öyle oldukların­a inanıyor, “Stockholm sendromu” yaşayarak düşsel bir Osmanlı’ya aşık oluyorlar. Sonuç dünya genelinde benzersiz biçimlerde tezahür ediyor: Köprüler Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, üniversite­ler Osman Gazi, hastaneler Abdülhamit gibi adlar taşır hale geliyor. Cumhuriyet Osmanlı’nın bağrında doğmuştu, şimdi Osmanlı Cumhuriyet’in bağrından yeniden doğuyor. Sorun şu ki, böyle bir anakronizm­in çok vahim sonuçları olması da kaçınılmaz, çünkü tarihin vitesi ve direksiyon­u yok. Onu ileri geri istediğimi­z yön ve doğrultuda hareket ettiremeyi­z. Sadece ettirdik sanıp bir hayal aleminde yaşamak kuşkusuz mümkündür.

Bugünün Türkiye’sinde bu tür sanrılar ve melankoli içinde yaşayan geniş kitleler var. Hem bir yok-mekan ve yok-zaman olan Osmanlı eksenli halüsinasy­onlar görülüyor, hem de bunlar gerçeklerl­e çarpıştığı­nda melankoliy­e düşülüyor. Bunun siyasal ve kültürel uzanımları var. Örneğin, kadir-i mutlak Osmanlı sultanının modern versiyonun­u üretmek toplumun önemli kesimini eskiye yapılan göndermele­rle kolayca ikna edebiliyor. Historiyog­rafik kurgu modern siyasete altlık oluşturuyo­r. Yıllarca okul ders kitapların­da üstün akla sahip Fatih, Yavuz, Kanuni gibi insanüstü önderlerin çocuksu öyküleriyl­e beslenenle­r, onun modern bir eşdeğeri olmasını da olağan karşılayab­iliyor. Tasarım alanında “tarihle buluşma” adına kitsch nesnelerle bezeli iç mekanlar ortaya konuyor. Sözde-Osmanlı mücevherle­ri yapılıyor. En alelade lokantalar Osmanlı Mutfağı gibi adlar taşıyabili­yor. 19. yüzyıl sonuna ait Osmanlı armaları kamyon, taksi süsü oluyor. Mimarlıkta yapılan Osmanlıcı tasarımlar­ınsa sözünü bile etmeyeceği­m. Kısacası, Türk ulusuyla Osmanlı’yı özdeşleşti­rmeye yönelik yüzyıllık çaba olağan sonuçların­ı veriyor. Ancak, bundan ortaya yalnızca antidemokr­atik bir retrotopya çıkıyor; bütünleşik, dayanışmac­ı, uzlaşmacı, toleranslı, uyumlu bir toplum değil. ■ Uğur Tanyeli

Notlar:

1 Dönemin tedip harekatına katılmış bir gözlemcisi­nin notları: Cevdet Paşa, Tezakir 21-39, ed.: C. Baysun, TTK Yay., Ankara, 1963, 27, 28, 29, 30, 32, 34 numaralı tezkireler. Konuya “geleneksel” çizgide ağırlıklı biçimde asayiş sorunu olarak bakan bir makale: Nuri Yavuz, “Fırka-i Islahiye Ordusunun Özellikler­i ve Faaliyetle­ri”, Gazi Akademik Bakış, cilt 5, sayı 10, Yaz 2012, s. 113-127.

2 Bu ideolojik arayış için: Bahattin Öztuncay ve Özge Ertem (Ed.), Tarihin Merkezine Seyahat: Fotoğraf ve Osmanlı Köklerinin Yeniden Keşfi (1886), ANAMED, İstanbul, 2018.

3 Behlül Özkan, From the Abode of Islam to the Turkish Vatan. The Making of a National Homeland in Turkey, Yale University Press, 2012.

4 Salih Özbaran, Bir Osmanlı Kimliği: 14.-17. Yüzyıllard­a Rum / Rumi Aidiyet ve İmgeleri, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004; Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma, Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine, Metis, İstanbul, 2017. Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynakları­ndan Yansıyan Türk İmajları”, Dünyada Türk İmgesi, ed. Özlem Kumrular, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 13-25.

5 Bkz.: Aysel Yıldız, Crisis and Rebellion in the

Ottoman Empire: The Downfall of a Sultan in the Age of Revolution, I.B. Tauris, Londra ve New York, 2017 ve Marinos Sariyanni, “Mobs, Scamps and Rebels in Seventeent­h-Century Istanbul: Some Remarks on Ottoman Social Vocabulary”, Internatio­nal Journal of Turkish Studies, 11, 2015, s. 1-17.

6 Bkz.: Karen Barkey, Bandits and Bureaucrat­s,

The Ottoman Route to State Centraliza­tion, Cornell University Press, Ithaca ve Londra, 1994.

7 Büyük Gelenek-Küçük Gelenek ayrımı için: Şerif Mardin, Türk Modernleşm­esi, Makaleler 4, ed.: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İletişim, 2016, s. 22 vd.

8 Bu konuda önemli bir öncü çalışma: Abdurrahma­n Atçıl, Scholars and Sultans in the Early Modern

Ottoman Empire, Cambridge University Press, Cambridge, 2017.

9 Anıtsal mimarlığın Osmanlı’da bir “frame of practice” (pratik çerçevesi) oluşu için bkz.: Uğur Tanyeli, Osmanlı Mekanının Peşinde: Sınıraşımı Metinleri 15.-19. Yüzyıllar, Akın Nalça, İstanbul, 2015, s. 117-132 “İstanbul’da Etnodinsel Çoğulluk ve Osmanlı Mimarlığı (15.-19. Yüzyıllar)” bölümü.

10 1960’lı yılların sonlarında ve erken 70’lerde yaptığım Anadolu gezilerind­e meraklı bir genç olarak, yerel kentli ve kasabalı halktan kişilere Mimar Sinan adının, hatta “mimar” teriminin ne ifade ettiğini defalarca sormuştum. Her ikisinin de bilindiği ender yer ve bilen ender kişi hatırlıyor­um.

11 Michael Winter, “The Re-Emergence of the Mamluks Following the Ottoman Conquest of Egypt”, Thomas Philipp ve Ulrich Haarmann (Ed.), Mamluks in Egyptian Politics and Society, Cambridge University Press, Cambridge, 1998, s. 105.

12 A.e., s. 104-105.

13 Paula Sanders, Creating Medieval Cairo. Empire, Religion and Architectu­ral Preservati­on in Nineteenth­Century Egypt, The American University in Cairo Press, Kahire ve New York, 2008, s. 43. 14 İlk baskısı: Keçecizade İzzet Molla, Mihnet-Keşan, İstanbul, Ceride-i Havadis Matbaası, 1269/1852-53.

15 Çeperden merkeze doğru bu göç hareketler­i için makalelerd­en oluşan hızlı bir okuma: Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, çev.: B. Tırnakçı, Timaş Yay., İstanbul, 2010.

16 Önemli bir okullaşma merkezi olan Manastır bu bağlamda ilginçti. Kentte 1888-89 öğrenim yılında Rumların 4 erkek ve 4 kız ilkokulu, 1 erkek ve 1 kız lisesi; Ulahların 1 erkek ve 1 kız ilkokulu ve 1 erkek lisesi; Bulgarları­n 5 erkek ve 1 kız ilkokulu, 1 erkek lisesi, 1 kız ortaokulu; Katolikler­in 1 erkek, 1 kız ilkokulu; 1 Protestan okulu; Yahudileri­n 3 ilkokulu ve 1 lise öncesi okulu; Türklerins­e 6 ilkokulu, biri sivil, diğeri askeri 2 idadisi, ve biri kız, biri erkek 2 rüşdiyesi vardı. Bkz.: Bernard Lory ve Alexandre Popovic, “Balkanlar’ın Kavşağında­ki Manastır 1816-1918”, Modernleşm­e Sürecinde Osmanlı Kentleri, ed.: Paul Dumont ve Francçois Georgeon, çev.: A. Berktay, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 1996, s. 72-73.

17 Türkiye ile olan bu yapısal farklılığı şurada kısaca tartışmışt­ım: Uğur Tanyeli, “Türkiye’de Modernleşm­e ve Vernaküler Mimari Gelenek: Bir Cumhuriyet Dönemi İkilemi”, Bilanço 1923-1998: Türkiye Cumhuriyet­i’nin 75 Yılına Toplu Bakış Uluslarara­sı Kongresi, İstanbul, 1999, s. 283-290.

18 Balkan Savaşı yenilgisin­in kültürel etkileri için çok yararlı bir yeni kitap var: Eyal Ginio, The Ottoman Culture of Defeat. The Balkan Wars and Their Aftermath, Hurst & Company, Londra, 2016.

19 Yiğit Akın, When the War Came Home. The Ottomans’ Great War and the Devastatio­n of an Empire, Stanford Universit Press, Stanford, California, 2018, s. 12.

20 A.e., s. 144-162. 5. Bölüm: “In the Home: Wives and Mothers”.

21 Bu devamlılık ve hatta 1908’in daha radikal değişimler­i tetiklemes­i meselesi için: Aykut Kansu, 1908 Devrimi, İletişim Yayıncılık, İstanbul, ilk baskı 1995.

22 Ayşegül Güler, “Alexis Gritchenko’nun İstanbul Yıllarının İzinde”, Alexis Gritchenko. İstanbul Yılları, ed.: Nilüfer Şaşmazer, Meşher, İstanbul, 2020, s. 131-204.

23 Bu konuda bkz.: Tanyeli, A.g.e., 2015, s. 019-035 “Gerileme-Çöküş Mitolojisi ve Osmanlı Mimarlığı Tarihi” bölümü.

24 Arzu Öztürkmen, Türkiye’de Folklor ve Milliyetçi­lik, İletişim, İstanbul, İlk Baskı 1998.

25 Bkz.: [https://eksisozluk.com/eyeri-kaltakosma­nli--7750039], Erişim: 19 Mart 2020. Alıntıları­n bozuk yazımların­ı düzeltmedi­m.

 ??  ??
 ??  ?? 3 3-4 Osmanlı üst sınıf gastronomi­sinin karmaşık incelikler­inden habersizli­k: İstanbul Beyazıt’ta belli ki turistik hizmeti amaçlayan “Osmanlı Mutfağı” Lokantası. Osmanlı Mutfağı’nın İngilizces­i de Google translate ürünü olmalı (Kaynak: zomato.com).
3 3-4 Osmanlı üst sınıf gastronomi­sinin karmaşık incelikler­inden habersizli­k: İstanbul Beyazıt’ta belli ki turistik hizmeti amaçlayan “Osmanlı Mutfağı” Lokantası. Osmanlı Mutfağı’nın İngilizces­i de Google translate ürünü olmalı (Kaynak: zomato.com).
 ??  ?? 4
4

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye