Kültür, Tarih ve Mimarlık
Jale Nejdet Erzen ■ Kentlerimizde yaygınlaşan biçimsiz yapıları ve kentsel yozlaşmayı tarif ederek başlamaya gerek yok. Bunlar üzerinde epey konuşuldu ve yazıldı; anlaşılıyor ki olumsuzluklara çabuk alışıldı. Giderek çoğalan “Kitsch” camiler üzerinde söylenecek çok şey var; bunları mimarlık olarak ele alabilir miyiz, yoksa sosyal bir sorun mu? Önce yozlaşan kent ve mimariye yıllar önce önemli savlarla yaklaşan mimar ve kültür eleştirmenlerimizin söylemlerini hatırlatarak başlamak istiyorum.
2005 yılında yayımlanan İstanbul 1900-2000: Konutu ve Modernleşmeyi Metropolden Okumak kitabı ile Uğur Tanyeli sorunların menşeini anlaşılmamış, yaşanmamış ve irdelenmemiş “modernite” tarihimizde arıyor. 2009 yılında yayımlanan iki kitabı, Anlamın Sınırı: Mimarlık, Kent ve Sanat Yazıları - 1 ile Karşı Notlar: Mimarlık Kent ve Sanat Yazıları - 2’de, Aykut Köksal kısa metinlerle mimarlık ve sanat sorunsallarını yalnızca ülkemiz bağlamında değil, Avrupa’dan da sunduğu örneklerle irdeliyor. 2009 yılında Çağdaşlaşma Sancıları başlığı ile yayımlanan kitabında Doğan Kuban kentlerimizin sorunlarının toplumsal nedenlerini tartışıyor. Cengiz Bektaş ise 2001 yılında yayımlanan Mimarlıkta Eleştiri kitabında farklı mimari ve kent örnekleriyle özellikle insana odaklanan düşünceler sunuyor1.
Bu yazarlar uzun yıllardır mimarlık ve kültür kapsamında etkin olmuş, eleştirilerini sakınmadan katkıda bulunmuş kişiler. Eleştirileri, önerileri kale alındı mı, kısacası belediyeler kendi bildikleri, ezberledikleri ve para mekanizmalarının zorladığı uygulamalar dışında kent sorunlarına ne denli yaklaştı? Uzmanları ve halkı dinleme alışkanlığının olmadığı kesin; bu konuda Aykut Köksal kent hakkında kararlar alınırken sürekli halka danışılan Bologna şehrinden örnek veriyor. “Bologna örneği, mevcut tarihsel dokuyu sermayenin dinamiklerine terketmeye karşı çıkan bir yerel siyasetin başarısıydı.”2 Umarım son seçimlerin ardından hiç değilse amaçlar daha iyi niyetli olmaya başlamıştır. Kısaca bu yazarların savlarını inceleyelim.
Uğur Tanyeli kitabında, iç dinamikleri ve tarihsel birikimleriyle kenti toplumun nasıl kuragelmiş olduğunu anlamayan,
planlamaya dahil etmekten kaynaklanan bir paradokslar silsilesi yaratmıştır.
Tanyeli’nin analizinde Cumhuriyet’in ilk yıllarında barınma alışkanlıklarının değişmesi ile konut yuva olmaktan çıkmış, sürekli kentsel değişimler 1900-1950 yılları arasında karmaşık bir altyapı oluşturmuş, aynı zamanda konut mimarisinin sürekli biçim değiştirmesine ve yapı piyasasına müteahhitlerin egemen olmasıyla “konutun estetik ve teknik kalitesinin düşmesi”ne, yapı ortamında kötü manzaranın yaygınlaşmasına yol açmıştır4. Kitabın bütün fotoğraflarını çekmiş olan Tanyeli bunu, İstanbul konut mimarisi üzerinde hiçbir arşivi olmamasının, İstanbul konut tarihinin belgeye dönüşmediğinin de bir kanıtı olarak yorumluyor. Tanyeli’nin kentsel yozlaşma sorununun kökeninde gördüğü bir başka faktör de Türkiye’nin görsellik tarihi ile ilgilidir. Ülkemizde modernleşmenin insan ve yaşam faktörünün farkında olmadan getirdiği çözümler nasıl mekanik bir düzeyde kalmışsa, yazara göre aynı şekilde Türkiye’de üretilen kent ve mimari fotoğraflarının insanı odağa almaması kültürümüzde algının önceden verilmiş kararlara göre işlediğinin ve çözümlerin insanı yok sayarak uygulandığının bir kanıtı5.
Ev mimarisine getirilen en güzel yerel örneklerden biri yeni kaybettiğimiz
Cengiz Bektaş’ın Mimarlıkta Eleştiri kitabından6. Kuşkusuz, sıkışık bir kentte binlerce konutu yerleştirme gayretlerinin, Bektaş’ın örneklediği yerel yapılardaki gibi “poyraz odası”, “lodos oda”larına yer vermesi imkansız ise de yerel mimarinin bazı duyarlıklarını, özellikle insan ve yapı arasındaki bedensel, yaşamsal ilişkinin kale alınması yapıların daha sağlıklı olmalarına yol açacaktır. Mimarlıkta “etik” ancak bu tür bir özenle sağlanmış olur.
Aykut Köksal’ın argümanları mimari ve kentsel kalitesizliği birkaç eksende ele almaktadır. Önce, en önemli analizlerinden biri Türkiye mimarlığını “Bir Yanılsama Dünyası” olarak görmesinde yatıyor. Köksal’a göre: “Türkiye’de mimarlığın iki ayrı görüntüsü var. İlki, mimarlık medyasına, mimarlık yayınlarına, panellere, ödüllere yansıyan görüntü...
Ama bir de yapılanmış çevredeki görüntü var. Artık ‘mimarlık’ sözcüğünü kullanmada epey zorlanacağımız bir görüntü bu.”7 Yazar bu iki görüntünün aslında birbirini tamamladığını ve “birlikte bir resim oluşturan bir görüntü ile karşı karşıya” olduğumuzu yazmaktadır.
Temel sorunu “düşünsel arka planı son
derece yoksul... kimsenin sorgulamaya yanaşmadığı, üreteni ile izleyeni neredeyse aynı kişilerden oluşan…” bir mimari ortamın yaygınlığı olarak gören Köksal aynı zamanda, “mimari nesneyi görmeden felsefe yapan…” yalnızca “sosyolojik bir çerçeve çizmeye çalışan” metinlerden oluşan bir mimari literatürün zayıflığını vurguluyor8.
Aykut Köksal’ın, genel olarak birçok “çağdaş” ya da “güncel” sanat ve mimarlık işlerine uygulanabilecek bir başka eleştirisi Berlin’de 2005’te Potsdam Meydanı için açılan bir proje yarışmasında vinçlerle uygulanan bir performans üzerine. “Buluş’un Dayanılmaz Cazibesi” başlığı ile yazdığı metinde “Anlam/bağlam ilişkisi doğru kurulmuş güçlü bir kavram oluşturmak yerine ilginç bir ‘buluş’la yetinmek” olarak sunulan eleştiri bugün Türkiye’nin bütün kentlerinde ne ifade ettiği belli olmayan biçimlerle yükselen yapılar için kullanılabilir; ve de ne olduğu belirsiz camiler için9.
Doğan Kuban yıllardır sosyal ve çevresel sorunlarımız üzerinde yazmakta. Yazılarının çoğu, nerede olursak olalım, sokağa çıktığımız anda yaşadığımız hastalıklı durumlar ve de bunların kentsel ortamda nasıl yansıdıkları üzerine.
Doğan Kuban’ın analizleri kentsel sorunların temelinde kentlileşmemiş bir toplumun kent nüfusunun çoğunluğunu oluşturması ve giderek kırsal kökenli bir idari sınıfın kent politikalarına egemen olmasını eleştiriyor. Bu sorun bütün kentlerde giderek standart durum haline gelmekte ve kent kültürünün olmazsa olmaz özelliklerini yok etmektedir. Ankara’nın en modern denilebilecek caddelerinde pastanelerin yerine dönerciler yerleşmiş, kötü afişler ve reklamlar, kaldırımlara park etmiş arabalar görüntüyü bozmuş, dolaşıma engel olmuş, kırsal ve popülist kültür kentte kanser gibi yayılmıştır. Cengiz Bektaş’ın yukarıda sözünü ettiğimiz kitabı daha çok kırsal kesimden örnekler verir. Bu örneklere ancak olumlu gözlerle bakabiliriz.
Ancak Türkiye’de çok partili politikaya geçildiğinden bu yana oy için kırsal kültürü kente uygulamak giderek yaygınlaşan bir politika oldu. Nihayetinde tiyatrolar, bale, opera, müzik yok oluyor; bunların yokluğu yanında sokakların yürünemez olması, güvenin yokluğu mimariyi de etkiliyor. Sokakta yürümeyi talep etmeyen, sinema, tiyatro, müzik talep etmeyen bir topluma her türlü ilkel ortamı zorlamak kolay oluyor. İstanbul’da Ankara’da kaldırımlara, yürüyenlere yalnızca park eden, yol vermeyen arabalar değil, çok katlı binalar da saldırıyor. Kentlerde mimarinin çarpık görünüşünün bir benzeri de kuşkusuz insan davranışları. Yazının başında, Uğur Tanyeli’nin belirttiği insan ve yaşamdan soyutlanmış projelerin bir yansıması da kuşkusuz insanın kentteki dolaşımında ve etkileşiminde ortaya çıkıyor.
Tarihsel bağlam
“İnşa etmek anlamında yükseltmenin
[edify: ıslah etmek - manen yükseltmek]
tek olabilirliği etik kılarak yükseltmektir, yani ahlaklı bir yaşamı desteklemek: geleneklerin anısıyla, geçmişin izleriyle ve geleceğin anlam ve beklentileriyle çalışmak...”
Gianni Vattimo, 1987.
Zaman içinde değişmeyen pek az kültür, pek az toplum var. Her değişimle insanın kendini, değerlerini, ilişkilerini ifade etme şekli de değişiyor. Böyle olmaması ancak, bazı toplumların bütün dış ilişkilerden tecrit edilmiş olması ya da zamana karşı gelmeye çalışması ile olabilir. Tarih içinde, Rönesans gibi bazı dönemlerde “altın çağ” olarak bilinen bir zamana geri dönme isteği doğmuş olabilir. Buna rağmen bu özenti kendi zamanının getirdiği bir ilerleme ile her zaman değişiklik içermiştir. Geçmişe hiçbir karşı geliş yoktur ki geçmişin kalıntısını kullanmasın. Ancak ne mimarlık ne sanat tarihinde, ne müzikte ne de edebiyatta geçmişin değerlerinin farkında olmak kopyacılık anlamına gelmiyor. Kopyacılık bilgiden ve anlayıştan uzak ve zamanın değerlerini anlamamakla olabiliyor.
Toplumlar, çalkantılı, sosyal düzenin oturmadığı dönemlerde geriye dönme arzusu gösterirler. Neoklasik mimarlık Avrupa’da böyle bir dönemde yaygınlaşmıştır; buna rağmen günün
binalarının genellikle düzgün örnekler ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Bu görüntü 1980’lerden sonra hızla değişecek, yerine her mimari sektörde bozulma ve “kitsch”leşme yaygınlaşacaktır.
Bundan yaklaşık kırk otuz yıl kadar önce Ankara Havaalanı yolunda, çoğalan nüfus ve taşradan göçler için inşa edilen apartman binalarını İsviçre şalelerine benzetmeye çalışarak, çatılarına Yunan tapınaklarının alınlıklarını oturturken yüzeylerine kilim motifli seramikler uygulayıp milli kimlik yaratmaya çabaladıklarını anımsıyorum. Başörtüsü tartışmalarının başladığı yıllardı; Türkİslam sentezi tekrardan gündeme gelmişti ve o günden bugüne çeşitli şekillere girerek sosyal yaşamımızın birçok boyutuna egemen oldu. Politik İslam’ın kültürümüzü koşullandıran baskın güç haline gelmesiyle ne gelenekle, ne tarihle ne de tasarım ve malzeme değerleriyle ilgisi olmayan camiler peydahlanmıştır. Bu mantar gibi çoğalma karşısında
Emre Arolat’ın, kütlesinin çoğu gömülü, dışarıdan görünmeyen Sancaklar Camisi bir panzehir gibi yorumlanabilir.
Cami mimarisinin özgün örnekler vermesi kolay değil. Tarihte, birkaç istisna dışında (Üsküdar Şemsi Paşa Camisi) pek az küçük ebatlı cami ilginç örnek sunuyor. Büyük camiler ise, Selimiye ve Süleymaniye’de ya da Cordoba Camisi’nde olduğu gibi yaratıcı strüktür çözümleriyle, özgün süslemeleriyle, mekan ve ışık kaliteleri ile dikkati çekiyorlar. Buna rağmen dünya mimarlığına baktığımız vakit
İslam cemaatinin yaşadığı her yerde farklı şekillerde yorumlanmış camiler buluyoruz. Roma’da Portoghesi’nin tasarladığı cami de bunlardan biri.
Camiler tek bir işlev için inşa edilir, mekansal çeşitliliğin gerekmemesi cami mimarisinde içte ve dışta özgün ve yeni biçimler yaratmayı zorlaştırır. Buna rağmen İstanbul camilerine baktığımızda da Sinan döneminden sonra ilginç çözümler getirildiğini görüyoruz. Laleli Camisi bunlardan biri olarak gösterilebilir. Amaçlarından biri dikkat çekmek olan bu yapı türünün biçiminin sade olmasına yol açan işlevsel kısıtlılık, doğal olarak, çoğaldıkça daha kötü örneklerle karşımıza çıkmasına neden oluyor. O vakit bu
yapı türüne bir ideolojik aygıt olarak bakmaktan başka yol kalmıyor. Cami mimarisinin çoğalmasını ve giderek daha kötü, yalapşap malzeme ve biçimlerle karşımıza çıkmasını mimarlık sorunu değil ancak sosyal bir konu olarak ele alabiliriz.
Yine de bir ülkenin bütün coğrafyasını kaplayan bir yapı anlayışını yargılamak insanları, hele hele sanat ve eğitimle sivrilmemiş zevkleri sergileyenleri yargılamak anlamına gelmiyor mu? Bu nedenle yukarıda, Havaalanı otobüsündeki Alman turist ve hayranlıkla seyreden köylü misalini gündeme getirmek istemeden şunu vurgulamak gerekir: Mimarlık, yapı, bir kültür meselesi olduğu kadar ve daha ziyade bir mimarlık ve mühendislik meselesi olarak yargılanmalıdır. Bugün Türkiye’deki özel üniversite yaygınlaşması eğitimde benzer bir durum sergilemektedir: Çarçabuk inşa edilmiş binalar, yetersiz hocalar ve eksik donatım içinde, muhakkak eğitilmek isteyen bir geniş kesimin sömürüsü. Kötü cami mimarisini de ideolojinin inançlıyı sömürüsü olarak görmek gerekiyor.
Mimar Abdi Güzer’in güzel bir açıklaması, bu camileri yaptıranlar için önemli olanın yapı biçimi değil, yaptıranların açıklamasına göre, bu vesileyle bir toplumsal ortam ve dayanışma yaratıldığıdır. Önce cazip gelen bir açıklama. Ama düşünün ki her mahallede, her sokak başına bir cami yapıldığında tam tersi oluyor; cemaat bölünüyor; imamlar kendi camilerine halkı çekmek için politika yapıyorlar. Bunun gibi olumsuz hikayeler de camiler gibi çoğalmakta.
Ankara’da yapılmasından vazgeçilen Vedat Dalokay’ın Kocatepe Camisi İslamabad’da kentin onuru olmuştur. Hüsrev Tayla’nın yerine uygulanan cami savunmasında ise Tayla, “böyle büyük bir yapıyı örneksiz tasarlamak imkansızdır, küçük bir cami olsaydı yeni bir şey denenirdi” demiştir10. Birçok yeni camide uygulanan örtü biçimleri kullanılan malzemeye uygun değildir, minare sayısı keyfidir, süslemeler ucuz ve kopyadır. Klasik Osmanlı camilerine benzeme gayreti yalnızca çeşit çeşit ve de strüktürel geçerliği olmayan çokça kubbe ve yarım kubbe uygulaması ile ortaya çıkıyor. Mimarlarının “estetik” olarak sunduğu detaylar ise ne bugüne ne de kopya ettikleri döneme ait. Burada bir biçim eleştirisi uygulamaktan ziyade yapı teknolojisi, işlevsel tasarım ve mimarlık etiği düşünülmeden yalnızca biçim üreten, biçimci bir yapılaşmayı eleştiriyoruz.
Bu cami enflasyonuna rağmen, gerçekten özgün ve iyi tasarım sunan camiler son derecede az. Bunların içinde Ankara’daki Meclis Camisi gerek tasarım, gerek malzeme ve gerekse modern yorum açısından özgünlük gösteren ender yapılardan olmuş, büyük ihtimalle bu özgünlüğünden dolayı da yıkıma mağlup olmuştur. Cengiz Bektaş’ın Etimesgut ve Cumhur Keskinok’un Gölbaşı camileri modern silüetleri ile ender modern örneklerdir.
Dünya mimarisine baktığımızda ister dindar ister ateist olalım, bütün dini yapıların kilise ve sinagogların, Budist ve Hindu tapınaklarının, içinde bulundukları kültürün en gelişmiş değerleri ile biçimlendiklerini görürüz. Corbusier’nin Ronchamp Kilisesi, Wright’ın Unity Church, Kahn’ın Trinity Church yapıları ve daha niceleri modern mimarlık tarihinin şaheserleridir. Mimarlığın en iyi tarihi örnekleri yine inanç için yapılmıştır.
Günümüz cami mimarisinin genelgeçer model olarak aldığı Sinan camilerine bakarsak, günümüz camilerinin durumu daha da belirgin olur. Mimar Sinan aktif olduğu yaklaşık yarım asır içinde hiçbir yapısını tekrarlamamış, bu yıllar içinde oluşturduğu bütün yapılar günün kentsel koşullarına göre şekillenmiş, her defasında, değişen koşullara uygun olan strüktür çözümleri bulunmuştur. Sinan, zamanının adamı idi, yapıları zamanın dilini kullanıyordu; 1580’lere gelindiğinde zamanın farklı atmosferine göre camileri de değişmişti. Bugün Sinan’ı taklit etmenin imkansız olduğunu kabul etmeli.
Eğer bugün Türkiye’de devlet eliyle yapılan birçok binada milli kimliği vurgulamak için Selçuk modellerinden esinlenilmeye çalışılıyorsa, burada da bir yanlışlık sözkonusu. Huant Hatun ya da Divriği Camisi, Afyon, Beyşehir gibi Anadolu kentlerindeki ahşap camiler, Kastamonu’daki kasaba camisi Selçuk mimarisinin şah eserleridir. Bunları kopya etmek özellikle zordur; taş ve ahşap işçiliği ve boyama teknikleri günümüze ulaşmamıştır. O halde onları taklit etmeye kalkmak yenilgiyi kabul etmek olur. Nitekim bugün Selçuk ilhamı ile tasarlandığını iddia eden hiçbir yapı ne strüktür ne biçim olarak Selçuk mimarisine benzemiyor. Bu benzerliği bir tek Taçkapı ile sürdürmeye çalışmak da başka bir yanlış oluyor. Yüzeylere kilim motifleri yapıştırmak ise başka bir yanlış. Devlet eli ile yapılan ve de geleneklerimize, kültürümüze uyduğu iddia edilen saray gibi yapıların ise en iyi örnekleri Sedad Hakkı Eldem’in yarım asır önce yerel
mimariden geliştirdiği konut tasarımlarının kopyalarıdır.
Ahlak ve güzellik
İnsana ait çevrenin, yani kentlerin, en yoğun nesneleri mimarlık yapıları ise, bunların kalitesinin orada yaşayan insan hakkında bir şeyler ifade ettiği kesin.
Yarım asır öncesine kadar her yörenin ve kentin kendine özgü kentsel yapısı ve mimarisi olduğuna, parkların ve sokakların halk tarafından genellikle saygılı şekilde kullanıldığına şahit olabilirdik. Tekirdağ, Van, Merzifon ya da Sivrihisar olsun, sokak ve mimari, orta halli insana yanıt veren, gündelik yaşamın çeşitliliğini ifade ederken bireyin de güvenle yaşamını sürdürdüğü, çocukların sokağa çıkabildikleri, yaşlıların alışverişe gidebildikleri yerler olarak tanımlanabilirdi.
Son otuz ya da yirmi yılda mantar gibi üreyen devasa yapılar ve göz boyamak üzere biçimlenmiş camiler yanında, sundukları zenginlik düşleriyle halkı cezbeden, mimari tasarımın yalnızca mal sergileme üzerinde kurulduğu AVM’ler de kötü mimarlığın örnekleri. Gelir düzeyi çok düşük olan bir halkı buralara koşturmak liberal ekonominin ahlaksız yüzünü gösteriyor. Hafta sonları buralara aileler çocukları, bebekleri ile koşuyorlar. Yapı kalitesizliğine eklenen bir başka olgu ucuz, kalitesi belirsiz içecek yiyecek sunma iddiasında çirkin, düzensiz, karman çorman afiş ve duyuruları ile gençlerin çokça bulunduğu kent sokaklarını sefil görünüşlü ortamlara çeviren kafe ve meyhaneler. Ankara’nın belirli semtlerinde, önceleri mütevazı şekilde beliren bu gibi yerler bugün kentin en işlek sokaklarını sefil bir hale sokmuştur.
şöyle devam eder: “Açıkça görünüyor ki dünyamızı çok katı bir şekilde (örneğin geometrideki bir tanımda olduğu gibi) tanımlayamadan da en ince, en alacalı ayrıntılarıyla takdir ve kabul edebiliriz... Burada en iyi ihtimalle küçük çaplı bir yap-boz sözkonusudur.”
“Investigations ile ortaya koyulan sav... bilim yapma, oyun oynama, konuşma, şehir inşa etme ve yargıda ve çıkarımda bulunma - konusunda, rasyonalist tezin yanlış olabileceğini gösterir... Dil ve şehir kuramları arasında, ilk bakışta görüldüğünden daha fazla ortak nokta var... İnsanlığın tüm dünyası karmaşaya dönüşme tehdidiyle karşı karşıyadır - ... geometrik tanımlardan uzaktan yakından alakası yoktur. Dünyamızı... şehirlerimizde ve ev kültürümüzün mekanlarında yaşayarak edindiğimiz derin uygulamalarla tanırız.
Aslına bakılırsa, şehirlerin dağınık, sürekli yayılan, eski ve yeni alt birimleri, halihazırda arkitektonik açıdan inşa edilmiş... olarak görülebilir. Eski Mısır’da, Mezopotamya’da, Maya Medeniyeti’nde ve hatta Ortaçağ Avrupa’sında kasaba ve şehirlerin planlanmasında açıkça gözlemlenen insan eğilimi, aynı koşulların modern şehirlerin yapımında ve sürekli değiştirilmesinde uygulanması halinde biçimsiz ve uyduruk kalacaktır. Modern şehirler, dar kafalı şehir hayatının yüzeysel sınırları içerisinde kolaylıkla ayırdedilemeyecek şekillerde ortaya çıkan insan dünyasının en derin kuvvetlerinden gelişigüzel etkilenen daha geniş ve çok daha çeşitli yaşam ve kültür mekanlarında zaman zaman görünmez ve giderek daha hızlı bir şekilde işleyen değişikliklere yanıt vererek karmaşaya dönüşme eğilimindedir. Bir şehirdeki değişikliklerin planlanması ve takdir ve kabul edilmesi süreçlerinde, standart peyzajın yeni estetiğiyle kolayca bağdaştırılamayabilecek politika ve