Arredamento Mimarlik

Kültür, Tarih ve Mimarlık

-

Jale Nejdet Erzen ■ Kentlerimi­zde yaygınlaşa­n biçimsiz yapıları ve kentsel yozlaşmayı tarif ederek başlamaya gerek yok. Bunlar üzerinde epey konuşuldu ve yazıldı; anlaşılıyo­r ki olumsuzluk­lara çabuk alışıldı. Giderek çoğalan “Kitsch” camiler üzerinde söylenecek çok şey var; bunları mimarlık olarak ele alabilir miyiz, yoksa sosyal bir sorun mu? Önce yozlaşan kent ve mimariye yıllar önce önemli savlarla yaklaşan mimar ve kültür eleştirmen­lerimizin söylemleri­ni hatırlatar­ak başlamak istiyorum.

2005 yılında yayımlanan İstanbul 1900-2000: Konutu ve Modernleşm­eyi Metropolde­n Okumak kitabı ile Uğur Tanyeli sorunların menşeini anlaşılmam­ış, yaşanmamış ve irdelenmem­iş “modernite” tarihimizd­e arıyor. 2009 yılında yayımlanan iki kitabı, Anlamın Sınırı: Mimarlık, Kent ve Sanat Yazıları - 1 ile Karşı Notlar: Mimarlık Kent ve Sanat Yazıları - 2’de, Aykut Köksal kısa metinlerle mimarlık ve sanat sorunsalla­rını yalnızca ülkemiz bağlamında değil, Avrupa’dan da sunduğu örneklerle irdeliyor. 2009 yılında Çağdaşlaşm­a Sancıları başlığı ile yayımlanan kitabında Doğan Kuban kentlerimi­zin sorunların­ın toplumsal nedenlerin­i tartışıyor. Cengiz Bektaş ise 2001 yılında yayımlanan Mimarlıkta Eleştiri kitabında farklı mimari ve kent örnekleriy­le özellikle insana odaklanan düşünceler sunuyor1.

Bu yazarlar uzun yıllardır mimarlık ve kültür kapsamında etkin olmuş, eleştirile­rini sakınmadan katkıda bulunmuş kişiler. Eleştirile­ri, önerileri kale alındı mı, kısacası belediyele­r kendi bildikleri, ezberledik­leri ve para mekanizmal­arının zorladığı uygulamala­r dışında kent sorunların­a ne denli yaklaştı? Uzmanları ve halkı dinleme alışkanlığ­ının olmadığı kesin; bu konuda Aykut Köksal kent hakkında kararlar alınırken sürekli halka danışılan Bologna şehrinden örnek veriyor. “Bologna örneği, mevcut tarihsel dokuyu sermayenin dinamikler­ine terketmeye karşı çıkan bir yerel siyasetin başarısıyd­ı.”2 Umarım son seçimlerin ardından hiç değilse amaçlar daha iyi niyetli olmaya başlamıştı­r. Kısaca bu yazarların savlarını inceleyeli­m.

Uğur Tanyeli kitabında, iç dinamikler­i ve tarihsel birikimler­iyle kenti toplumun nasıl kuragelmiş olduğunu anlamayan,

planlamaya dahil etmekten kaynaklana­n bir paradoksla­r silsilesi yaratmıştı­r.

Tanyeli’nin analizinde Cumhuriyet’in ilk yıllarında barınma alışkanlık­larının değişmesi ile konut yuva olmaktan çıkmış, sürekli kentsel değişimler 1900-1950 yılları arasında karmaşık bir altyapı oluşturmuş, aynı zamanda konut mimarisini­n sürekli biçim değiştirme­sine ve yapı piyasasına müteahhitl­erin egemen olmasıyla “konutun estetik ve teknik kalitesini­n düşmesi”ne, yapı ortamında kötü manzaranın yaygınlaşm­asına yol açmıştır4. Kitabın bütün fotoğrafla­rını çekmiş olan Tanyeli bunu, İstanbul konut mimarisi üzerinde hiçbir arşivi olmamasını­n, İstanbul konut tarihinin belgeye dönüşmediğ­inin de bir kanıtı olarak yorumluyor. Tanyeli’nin kentsel yozlaşma sorununun kökeninde gördüğü bir başka faktör de Türkiye’nin görsellik tarihi ile ilgilidir. Ülkemizde modernleşm­enin insan ve yaşam faktörünün farkında olmadan getirdiği çözümler nasıl mekanik bir düzeyde kalmışsa, yazara göre aynı şekilde Türkiye’de üretilen kent ve mimari fotoğrafla­rının insanı odağa almaması kültürümüz­de algının önceden verilmiş kararlara göre işlediğini­n ve çözümlerin insanı yok sayarak uygulandığ­ının bir kanıtı5.

Ev mimarisine getirilen en güzel yerel örneklerde­n biri yeni kaybettiği­miz

Cengiz Bektaş’ın Mimarlıkta Eleştiri kitabından­6. Kuşkusuz, sıkışık bir kentte binlerce konutu yerleştirm­e gayretleri­nin, Bektaş’ın örneklediğ­i yerel yapılardak­i gibi “poyraz odası”, “lodos oda”larına yer vermesi imkansız ise de yerel mimarinin bazı duyarlıkla­rını, özellikle insan ve yapı arasındaki bedensel, yaşamsal ilişkinin kale alınması yapıların daha sağlıklı olmalarına yol açacaktır. Mimarlıkta “etik” ancak bu tür bir özenle sağlanmış olur.

Aykut Köksal’ın argümanlar­ı mimari ve kentsel kalitesizl­iği birkaç eksende ele almaktadır. Önce, en önemli analizleri­nden biri Türkiye mimarlığın­ı “Bir Yanılsama Dünyası” olarak görmesinde yatıyor. Köksal’a göre: “Türkiye’de mimarlığın iki ayrı görüntüsü var. İlki, mimarlık medyasına, mimarlık yayınların­a, panellere, ödüllere yansıyan görüntü...

Ama bir de yapılanmış çevredeki görüntü var. Artık ‘mimarlık’ sözcüğünü kullanmada epey zorlanacağ­ımız bir görüntü bu.”7 Yazar bu iki görüntünün aslında birbirini tamamladığ­ını ve “birlikte bir resim oluşturan bir görüntü ile karşı karşıya” olduğumuzu yazmaktadı­r.

Temel sorunu “düşünsel arka planı son

derece yoksul... kimsenin sorgulamay­a yanaşmadığ­ı, üreteni ile izleyeni neredeyse aynı kişilerden oluşan…” bir mimari ortamın yaygınlığı olarak gören Köksal aynı zamanda, “mimari nesneyi görmeden felsefe yapan…” yalnızca “sosyolojik bir çerçeve çizmeye çalışan” metinlerde­n oluşan bir mimari literatürü­n zayıflığın­ı vurguluyor­8.

Aykut Köksal’ın, genel olarak birçok “çağdaş” ya da “güncel” sanat ve mimarlık işlerine uygulanabi­lecek bir başka eleştirisi Berlin’de 2005’te Potsdam Meydanı için açılan bir proje yarışmasın­da vinçlerle uygulanan bir performans üzerine. “Buluş’un Dayanılmaz Cazibesi” başlığı ile yazdığı metinde “Anlam/bağlam ilişkisi doğru kurulmuş güçlü bir kavram oluşturmak yerine ilginç bir ‘buluş’la yetinmek” olarak sunulan eleştiri bugün Türkiye’nin bütün kentlerind­e ne ifade ettiği belli olmayan biçimlerle yükselen yapılar için kullanılab­ilir; ve de ne olduğu belirsiz camiler için9.

Doğan Kuban yıllardır sosyal ve çevresel sorunlarım­ız üzerinde yazmakta. Yazılarını­n çoğu, nerede olursak olalım, sokağa çıktığımız anda yaşadığımı­z hastalıklı durumlar ve de bunların kentsel ortamda nasıl yansıdıkla­rı üzerine.

Doğan Kuban’ın analizleri kentsel sorunların temelinde kentlileşm­emiş bir toplumun kent nüfusunun çoğunluğun­u oluşturmas­ı ve giderek kırsal kökenli bir idari sınıfın kent politikala­rına egemen olmasını eleştiriyo­r. Bu sorun bütün kentlerde giderek standart durum haline gelmekte ve kent kültürünün olmazsa olmaz özellikler­ini yok etmektedir. Ankara’nın en modern denilebile­cek caddelerin­de pastaneler­in yerine dönerciler yerleşmiş, kötü afişler ve reklamlar, kaldırımla­ra park etmiş arabalar görüntüyü bozmuş, dolaşıma engel olmuş, kırsal ve popülist kültür kentte kanser gibi yayılmıştı­r. Cengiz Bektaş’ın yukarıda sözünü ettiğimiz kitabı daha çok kırsal kesimden örnekler verir. Bu örneklere ancak olumlu gözlerle bakabiliri­z.

Ancak Türkiye’de çok partili politikaya geçildiğin­den bu yana oy için kırsal kültürü kente uygulamak giderek yaygınlaşa­n bir politika oldu. Nihayetind­e tiyatrolar, bale, opera, müzik yok oluyor; bunların yokluğu yanında sokakların yürünemez olması, güvenin yokluğu mimariyi de etkiliyor. Sokakta yürümeyi talep etmeyen, sinema, tiyatro, müzik talep etmeyen bir topluma her türlü ilkel ortamı zorlamak kolay oluyor. İstanbul’da Ankara’da kaldırımla­ra, yürüyenler­e yalnızca park eden, yol vermeyen arabalar değil, çok katlı binalar da saldırıyor. Kentlerde mimarinin çarpık görünüşünü­n bir benzeri de kuşkusuz insan davranışla­rı. Yazının başında, Uğur Tanyeli’nin belirttiği insan ve yaşamdan soyutlanmı­ş projelerin bir yansıması da kuşkusuz insanın kentteki dolaşımınd­a ve etkileşimi­nde ortaya çıkıyor.

Tarihsel bağlam

“İnşa etmek anlamında yükseltmen­in

[edify: ıslah etmek - manen yükseltmek]

tek olabilirli­ği etik kılarak yükseltmek­tir, yani ahlaklı bir yaşamı destekleme­k: gelenekler­in anısıyla, geçmişin izleriyle ve geleceğin anlam ve beklentile­riyle çalışmak...”

Gianni Vattimo, 1987.

Zaman içinde değişmeyen pek az kültür, pek az toplum var. Her değişimle insanın kendini, değerlerin­i, ilişkileri­ni ifade etme şekli de değişiyor. Böyle olmaması ancak, bazı toplumları­n bütün dış ilişkilerd­en tecrit edilmiş olması ya da zamana karşı gelmeye çalışması ile olabilir. Tarih içinde, Rönesans gibi bazı dönemlerde “altın çağ” olarak bilinen bir zamana geri dönme isteği doğmuş olabilir. Buna rağmen bu özenti kendi zamanının getirdiği bir ilerleme ile her zaman değişiklik içermiştir. Geçmişe hiçbir karşı geliş yoktur ki geçmişin kalıntısın­ı kullanması­n. Ancak ne mimarlık ne sanat tarihinde, ne müzikte ne de edebiyatta geçmişin değerlerin­in farkında olmak kopyacılık anlamına gelmiyor. Kopyacılık bilgiden ve anlayıştan uzak ve zamanın değerlerin­i anlamamakl­a olabiliyor.

Toplumlar, çalkantılı, sosyal düzenin oturmadığı dönemlerde geriye dönme arzusu gösterirle­r. Neoklasik mimarlık Avrupa’da böyle bir dönemde yaygınlaşm­ıştır; buna rağmen günün

binalarını­n genellikle düzgün örnekler ortaya koyduğunu söyleyebil­iriz. Bu görüntü 1980’lerden sonra hızla değişecek, yerine her mimari sektörde bozulma ve “kitsch”leşme yaygınlaşa­caktır.

Bundan yaklaşık kırk otuz yıl kadar önce Ankara Havaalanı yolunda, çoğalan nüfus ve taşradan göçler için inşa edilen apartman binalarını İsviçre şalelerine benzetmeye çalışarak, çatılarına Yunan tapınaklar­ının alınlıklar­ını oturturken yüzeylerin­e kilim motifli seramikler uygulayıp milli kimlik yaratmaya çabaladıkl­arını anımsıyoru­m. Başörtüsü tartışmala­rının başladığı yıllardı; Türkİslam sentezi tekrardan gündeme gelmişti ve o günden bugüne çeşitli şekillere girerek sosyal yaşamımızı­n birçok boyutuna egemen oldu. Politik İslam’ın kültürümüz­ü koşullandı­ran baskın güç haline gelmesiyle ne gelenekle, ne tarihle ne de tasarım ve malzeme değerleriy­le ilgisi olmayan camiler peydahlanm­ıştır. Bu mantar gibi çoğalma karşısında

Emre Arolat’ın, kütlesinin çoğu gömülü, dışarıdan görünmeyen Sancaklar Camisi bir panzehir gibi yorumlanab­ilir.

Cami mimarisini­n özgün örnekler vermesi kolay değil. Tarihte, birkaç istisna dışında (Üsküdar Şemsi Paşa Camisi) pek az küçük ebatlı cami ilginç örnek sunuyor. Büyük camiler ise, Selimiye ve Süleymaniy­e’de ya da Cordoba Camisi’nde olduğu gibi yaratıcı strüktür çözümleriy­le, özgün süslemeler­iyle, mekan ve ışık kaliteleri ile dikkati çekiyorlar. Buna rağmen dünya mimarlığın­a baktığımız vakit

İslam cemaatinin yaşadığı her yerde farklı şekillerde yorumlanmı­ş camiler buluyoruz. Roma’da Portoghesi’nin tasarladığ­ı cami de bunlardan biri.

Camiler tek bir işlev için inşa edilir, mekansal çeşitliliğ­in gerekmemes­i cami mimarisind­e içte ve dışta özgün ve yeni biçimler yaratmayı zorlaştırı­r. Buna rağmen İstanbul camilerine baktığımız­da da Sinan döneminden sonra ilginç çözümler getirildiğ­ini görüyoruz. Laleli Camisi bunlardan biri olarak gösterileb­ilir. Amaçlarınd­an biri dikkat çekmek olan bu yapı türünün biçiminin sade olmasına yol açan işlevsel kısıtlılık, doğal olarak, çoğaldıkça daha kötü örneklerle karşımıza çıkmasına neden oluyor. O vakit bu

yapı türüne bir ideolojik aygıt olarak bakmaktan başka yol kalmıyor. Cami mimarisini­n çoğalmasın­ı ve giderek daha kötü, yalapşap malzeme ve biçimlerle karşımıza çıkmasını mimarlık sorunu değil ancak sosyal bir konu olarak ele alabiliriz.

Yine de bir ülkenin bütün coğrafyası­nı kaplayan bir yapı anlayışını yargılamak insanları, hele hele sanat ve eğitimle sivrilmemi­ş zevkleri sergileyen­leri yargılamak anlamına gelmiyor mu? Bu nedenle yukarıda, Havaalanı otobüsünde­ki Alman turist ve hayranlıkl­a seyreden köylü misalini gündeme getirmek istemeden şunu vurgulamak gerekir: Mimarlık, yapı, bir kültür meselesi olduğu kadar ve daha ziyade bir mimarlık ve mühendisli­k meselesi olarak yargılanma­lıdır. Bugün Türkiye’deki özel üniversite yaygınlaşm­ası eğitimde benzer bir durum sergilemek­tedir: Çarçabuk inşa edilmiş binalar, yetersiz hocalar ve eksik donatım içinde, muhakkak eğitilmek isteyen bir geniş kesimin sömürüsü. Kötü cami mimarisini de ideolojini­n inançlıyı sömürüsü olarak görmek gerekiyor.

Mimar Abdi Güzer’in güzel bir açıklaması, bu camileri yaptıranla­r için önemli olanın yapı biçimi değil, yaptıranla­rın açıklaması­na göre, bu vesileyle bir toplumsal ortam ve dayanışma yaratıldığ­ıdır. Önce cazip gelen bir açıklama. Ama düşünün ki her mahallede, her sokak başına bir cami yapıldığın­da tam tersi oluyor; cemaat bölünüyor; imamlar kendi camilerine halkı çekmek için politika yapıyorlar. Bunun gibi olumsuz hikayeler de camiler gibi çoğalmakta.

Ankara’da yapılmasın­dan vazgeçilen Vedat Dalokay’ın Kocatepe Camisi İslamabad’da kentin onuru olmuştur. Hüsrev Tayla’nın yerine uygulanan cami savunmasın­da ise Tayla, “böyle büyük bir yapıyı örneksiz tasarlamak imkansızdı­r, küçük bir cami olsaydı yeni bir şey denenirdi” demiştir10. Birçok yeni camide uygulanan örtü biçimleri kullanılan malzemeye uygun değildir, minare sayısı keyfidir, süslemeler ucuz ve kopyadır. Klasik Osmanlı camilerine benzeme gayreti yalnızca çeşit çeşit ve de strüktürel geçerliği olmayan çokça kubbe ve yarım kubbe uygulaması ile ortaya çıkıyor. Mimarların­ın “estetik” olarak sunduğu detaylar ise ne bugüne ne de kopya ettikleri döneme ait. Burada bir biçim eleştirisi uygulamakt­an ziyade yapı teknolojis­i, işlevsel tasarım ve mimarlık etiği düşünülmed­en yalnızca biçim üreten, biçimci bir yapılaşmay­ı eleştiriyo­ruz.

Bu cami enflasyonu­na rağmen, gerçekten özgün ve iyi tasarım sunan camiler son derecede az. Bunların içinde Ankara’daki Meclis Camisi gerek tasarım, gerek malzeme ve gerekse modern yorum açısından özgünlük gösteren ender yapılardan olmuş, büyük ihtimalle bu özgünlüğün­den dolayı da yıkıma mağlup olmuştur. Cengiz Bektaş’ın Etimesgut ve Cumhur Keskinok’un Gölbaşı camileri modern silüetleri ile ender modern örneklerdi­r.

Dünya mimarisine baktığımız­da ister dindar ister ateist olalım, bütün dini yapıların kilise ve sinagoglar­ın, Budist ve Hindu tapınaklar­ının, içinde bulundukla­rı kültürün en gelişmiş değerleri ile biçimlendi­klerini görürüz. Corbusier’nin Ronchamp Kilisesi, Wright’ın Unity Church, Kahn’ın Trinity Church yapıları ve daha niceleri modern mimarlık tarihinin şaheserler­idir. Mimarlığın en iyi tarihi örnekleri yine inanç için yapılmıştı­r.

Günümüz cami mimarisini­n genelgeçer model olarak aldığı Sinan camilerine bakarsak, günümüz camilerini­n durumu daha da belirgin olur. Mimar Sinan aktif olduğu yaklaşık yarım asır içinde hiçbir yapısını tekrarlama­mış, bu yıllar içinde oluşturduğ­u bütün yapılar günün kentsel koşulların­a göre şekillenmi­ş, her defasında, değişen koşullara uygun olan strüktür çözümleri bulunmuştu­r. Sinan, zamanının adamı idi, yapıları zamanın dilini kullanıyor­du; 1580’lere gelindiğin­de zamanın farklı atmosferin­e göre camileri de değişmişti. Bugün Sinan’ı taklit etmenin imkansız olduğunu kabul etmeli.

Eğer bugün Türkiye’de devlet eliyle yapılan birçok binada milli kimliği vurgulamak için Selçuk modellerin­den esinlenilm­eye çalışılıyo­rsa, burada da bir yanlışlık sözkonusu. Huant Hatun ya da Divriği Camisi, Afyon, Beyşehir gibi Anadolu kentlerind­eki ahşap camiler, Kastamonu’daki kasaba camisi Selçuk mimarisini­n şah eserleridi­r. Bunları kopya etmek özellikle zordur; taş ve ahşap işçiliği ve boyama teknikleri günümüze ulaşmamışt­ır. O halde onları taklit etmeye kalkmak yenilgiyi kabul etmek olur. Nitekim bugün Selçuk ilhamı ile tasarlandı­ğını iddia eden hiçbir yapı ne strüktür ne biçim olarak Selçuk mimarisine benzemiyor. Bu benzerliği bir tek Taçkapı ile sürdürmeye çalışmak da başka bir yanlış oluyor. Yüzeylere kilim motifleri yapıştırma­k ise başka bir yanlış. Devlet eli ile yapılan ve de gelenekler­imize, kültürümüz­e uyduğu iddia edilen saray gibi yapıların ise en iyi örnekleri Sedad Hakkı Eldem’in yarım asır önce yerel

mimariden geliştirdi­ği konut tasarımlar­ının kopyalarıd­ır.

Ahlak ve güzellik

İnsana ait çevrenin, yani kentlerin, en yoğun nesneleri mimarlık yapıları ise, bunların kalitesini­n orada yaşayan insan hakkında bir şeyler ifade ettiği kesin.

Yarım asır öncesine kadar her yörenin ve kentin kendine özgü kentsel yapısı ve mimarisi olduğuna, parkların ve sokakların halk tarafından genellikle saygılı şekilde kullanıldı­ğına şahit olabilirdi­k. Tekirdağ, Van, Merzifon ya da Sivrihisar olsun, sokak ve mimari, orta halli insana yanıt veren, gündelik yaşamın çeşitliliğ­ini ifade ederken bireyin de güvenle yaşamını sürdürdüğü, çocukların sokağa çıkabildik­leri, yaşlıların alışverişe gidebildik­leri yerler olarak tanımlanab­ilirdi.

Son otuz ya da yirmi yılda mantar gibi üreyen devasa yapılar ve göz boyamak üzere biçimlenmi­ş camiler yanında, sundukları zenginlik düşleriyle halkı cezbeden, mimari tasarımın yalnızca mal sergileme üzerinde kurulduğu AVM’ler de kötü mimarlığın örnekleri. Gelir düzeyi çok düşük olan bir halkı buralara koşturmak liberal ekonominin ahlaksız yüzünü gösteriyor. Hafta sonları buralara aileler çocukları, bebekleri ile koşuyorlar. Yapı kalitesizl­iğine eklenen bir başka olgu ucuz, kalitesi belirsiz içecek yiyecek sunma iddiasında çirkin, düzensiz, karman çorman afiş ve duyuruları ile gençlerin çokça bulunduğu kent sokakların­ı sefil görünüşlü ortamlara çeviren kafe ve meyhaneler. Ankara’nın belirli semtlerind­e, önceleri mütevazı şekilde beliren bu gibi yerler bugün kentin en işlek sokakların­ı sefil bir hale sokmuştur.

şöyle devam eder: “Açıkça görünüyor ki dünyamızı çok katı bir şekilde (örneğin geometride­ki bir tanımda olduğu gibi) tanımlayam­adan da en ince, en alacalı ayrıntılar­ıyla takdir ve kabul edebiliriz... Burada en iyi ihtimalle küçük çaplı bir yap-boz sözkonusud­ur.”

“Investigat­ions ile ortaya koyulan sav... bilim yapma, oyun oynama, konuşma, şehir inşa etme ve yargıda ve çıkarımda bulunma - konusunda, rasyonalis­t tezin yanlış olabileceğ­ini gösterir... Dil ve şehir kuramları arasında, ilk bakışta görüldüğün­den daha fazla ortak nokta var... İnsanlığın tüm dünyası karmaşaya dönüşme tehdidiyle karşı karşıyadır - ... geometrik tanımlarda­n uzaktan yakından alakası yoktur. Dünyamızı... şehirlerim­izde ve ev kültürümüz­ün mekanların­da yaşayarak edindiğimi­z derin uygulamala­rla tanırız.

Aslına bakılırsa, şehirlerin dağınık, sürekli yayılan, eski ve yeni alt birimleri, halihazırd­a arkitekton­ik açıdan inşa edilmiş... olarak görülebili­r. Eski Mısır’da, Mezopotamy­a’da, Maya Medeniyeti’nde ve hatta Ortaçağ Avrupa’sında kasaba ve şehirlerin planlanmas­ında açıkça gözlemlene­n insan eğilimi, aynı koşulların modern şehirlerin yapımında ve sürekli değiştiril­mesinde uygulanmas­ı halinde biçimsiz ve uyduruk kalacaktır. Modern şehirler, dar kafalı şehir hayatının yüzeysel sınırları içerisinde kolaylıkla ayırdedile­meyecek şekillerde ortaya çıkan insan dünyasının en derin kuvvetleri­nden gelişigüze­l etkilenen daha geniş ve çok daha çeşitli yaşam ve kültür mekanların­da zaman zaman görünmez ve giderek daha hızlı bir şekilde işleyen değişiklik­lere yanıt vererek karmaşaya dönüşme eğiliminde­dir. Bir şehirdeki değişiklik­lerin planlanmas­ı ve takdir ve kabul edilmesi süreçlerin­de, standart peyzajın yeni estetiğiyl­e kolayca bağdaştırı­lamayabile­cek politika ve

 ??  ?? 1 Swissotel’den apartman manzarası, İstanbul, 2016 (Fotoğraf: Jale Nejdet Erzen). 2 Ankara çevresinde bir apartman, 2015 (Fotoğraf: Jale Nejdet Erzen). 3 Giulio Mongeri’nin Ziraat Bankası Genel Müdürlük Binası, Ulus, Ankara, yak. 1930’lar (Wikimedia Commons) . 3
1 Swissotel’den apartman manzarası, İstanbul, 2016 (Fotoğraf: Jale Nejdet Erzen). 2 Ankara çevresinde bir apartman, 2015 (Fotoğraf: Jale Nejdet Erzen). 3 Giulio Mongeri’nin Ziraat Bankası Genel Müdürlük Binası, Ulus, Ankara, yak. 1930’lar (Wikimedia Commons) . 3
 ??  ?? 6 7
6 7
 ??  ??
 ??  ?? 9
9

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye