Covid-19 Pandemisi: Değişmek, Ama Geleceği Öngör(eme)mek Üzerine...
Uğur Tanyeli ■ Değişim korkusu Türkiye’ye özgü bir toplumsal psikoloji başlığı değil. Toplumlar için değişmek kadar değişime direnmek de olağan.
Olsa olsa değişme talep ve korkusunun kimi farklı ve yerel biçimleri üzerinde konuşulabilir. Burada gündeme getirilecek olansa, belirsiz bir geleceğe, bilinmeyene doğru gitmenin korkutuculuğu… Bu korku da çok yaygın ve olağan -özellikle de bugünlerde hepimizin yarının neler getireceği konusunda fikir üretme, kestirimlerde bulunma sıkıntıları yaşadığı sırada...
Bilinmeyene doğru gitme korkusunu anlatmak için metaforik bir örnek vereceğim: Bertrand Russell’ın gençlik yıllarına ait bir anekdot… Russell, 1. Dünya Savaşı başladığında pasifisttir. Savaşa da askerlik yapmaya da muhaliftir. Mahkemeye verilir, hapse mahkum edilir. Tutukluluk işlemleri sırasında görevli bir polis ünlü filozofun kişisel bilgilerini bir resmi forma kaydedecektir. Formda “din” hanesi de bulunduğu için Russell’a dinini sorar. Olağan uygulama, kişinin ailesinin hangi Hıristiyan mezhebine bağlı olduğunu kayda geçirtmekten ibaretken, Russell’ın her zamanki sarkastik yanı ağır basar. Görevliye din hanesine “agnostik” yazmasını söyler. Türkçe’de bilinemezcilik şeklinde karşılığı olan agnostiklik, tanrının varlığının ne doğrulanıp ne de yanlışlanamayacağı düşüncesinde temellenir. Dolayısıyla, en azından tektanrılı dinler özelinde agnostiklik din tartışmasını devre dışı bırakan bir düşünme yaklaşımı demektir. Ancak görevlinin yaptığı yorum Russell’ın mizahi yaklaşımını daha da geliştirir.
Şöyle der polis: “Ah efendim, dünyada ne çok din var değil mi? Ama ne olursa olsun nihayetinde hepimiz aynı tanrıya inanıyor değil miyiz?”
Modernite veya daha doğrusu, erken modern dünya metaforik olarak tam da bu yanlış anlama üzerine kurulmuş gibi gözükür. Bilinmeyenleri bilinir kılma veya yukarıdaki örnekte olduğu biçimde, daha çok bilir gibi yapma amacıyla eylemde bulunuruz. Agnostik olma şansımız yoktur. Agnostik olduğunu ısrarla belirtenin bazı meselelerin bilinemez olduğunu inancıyla yaşadığı düşünülmez. Agnostiğin tanrının varolup olmadığı tartışmasını anlamsız bulduğu akla gelmez. Aksine, agnostikliğin de bilebilmenin, bilinirliğin bir başka türü olduğuna inanmak yeğlenir. Agnostik özne de yukarıdaki görevlinin dediği şekilde, hepimiz gibi bir dinsel inanca sahip olmalıdır! Olsa olsa biz onun dininin adını daha önce duymadığımız için yabancılıyoruzdur!
Bunun anlamı, bilinmeyenler, bilinmezlikler bilinirliğe, daha doğrusu sözde-bilinirliğe tercüme edilirler. Bilinmezlik halinin asla giderilemez bir aşılmazlık tanımlamasının pekala da mümkün olduğu es geçilmeye çalışılır. Bilinemeyenler nelerdir? Bu yazının ele aldığı konu özelinde iki bilinmezlik bölgesi var: Geçmiş ve gelecek. Bunlar bilinemezler, çünkü hepimiz aşılmaz bir güncel zaman-mekan bağlamında yaşarız.
Geleceği bilemeyeceğimizi açıklamaya belki gerek bile yok. Gelecek bugünün olağan bir uzantısından ibaret olmadığı için bilinemez. Gelecekte henüz hiç ortaya çıkmamış dertler ve sorunlar ortaya çıkacak ve onlara yönelik henüz hiç düşünülmemiş çözümler, imkanlar bulunacaktır. Ama yine de, modern dünya odur ki, istatistik gibi bir disiplin icat eder ve geleceği dünden bugüne uzanan sürecin sayısal bir uzantısı gibi kavrayarak tahmin üretir. Örneğin, 1900-2000 arasında nüfus bir yerde ilk onyılda %5, ikinci onyılda %6, üçüncüde, dördüncüde, beşincide %7, 8, 9 artmışsa ve sonraki elli yılda nüfus artış hızı 1960’tan itibaren her yıl %0,5 gibi azalıyorsa, 2020’den başlayarak artış hızının %7 civarında olacağını kestirebiliriz. Dünkü değişim süreçlerinin gelecekte de aynı sayısal değişim eğilimlerini koruyacağı iyimserliğiyle düşünürüz. Kuşkusuz, öyle olacağının garantisi yoktur. Öngörülmemiş değişimler, savaşlar, salgınlar, teknolojik atılımlar bu ritmik düzenliliği bozarlar. Örneğin 1347-1350 arasında Kara Veba Avrupa nüfusunun yaklaşık 1/3’ünü yok eder, 1665 salgını Londra nüfusunun %20’sini öldürür, 1918’de İspanyol
Nezlesi dünya genelinde 50 milyon insanın canını alacaktır. Değişimin düzenlilik gösterdiği inancı sadece bir beklentidir. Teknolojik atılımlar, toplumsal huzursuzluklar, salgınlar vs. nüfusta azalmaya ve çoğalmaya neden olurlar.
11. yüzyıl sonunda 1,7 milyon nüfuslu İngiltere 1345’te 4,8; 1351’deyse %46 düşüşle yalnızca 2,6 milyon nüfusludur. O 250 yıllık aralıkta yaşayanlar bunları tabii ki bilmiyordu. Bizse bugün yalnızca kaba kestirimlere sahibiz.
Geçmişi tüm hakikatiyle bilemeyeceğimizse, geçmişten bugüne kalanların sadece bazı artifaktlar olmasından ve onları yorumlayan bugünkü öznenin de asla tarafsız bir gözlemci olmayışından ötürüdür. Elimizde nesneler, kitaplar, belgeler, kalıntılar vardır. Onlara dayanarak geçmişi anlatan bir senaryo yazarız. Bunu bugünkü toplumsal ve bireysel pozisyonumuzla, yaklaşımımızla, inanç, kaygı, korku ve beklentilerimizle yazarız. Dolayısıyla eldeki tarihsel verileri bugünkü bilgi, inanç ve ruh hallerimizle yorumladığımız ve yazdığımız için çarpıtırız. Özetle, artifaktların, belgelerin, verilerin doğru, tarafsız ve sabit bir yorumu yoktur. O halde, bir yanılsama üretiriz. Bunun anlamı geçmişin “mutlak doğru” bir tarihinin yazılamayacak olmasıdır. Bu meseleyi tartışmayacağım. İsteyenler, Keith Jenkins’in ve Hayden White’ın kitaplarına başvurabilirler.
Burada anlatılmak istenen şu: Dünbugün-yarın biçiminde bir çizgi üzerinde konumlandığımıza inanırız, ama bu da sadece bir yanılsamadır. Bilemeyeceğimiz bir geçmişten bilemeyeceğimiz bir geleceğe doğru gittiğimizi söylemek anlamlı olur. Ne var ki, toplumsallık tam da bunun aksine inanmak demektir. Her toplumsal aidiyet, öznenin bugününden önce başlayan ve ondan sonra da devam edeceği varsayılan zamanötesi bir toplumsal bütünün içinde konumlandığına inanmak demektir. Bizi vareden her şey bizden önce varedilmiştir ve ona eklemleniriz; ama hemen aşırı uca koşar ve onun bizden sonra da devam edeceğini umarız. Değişimi bu inançtan
ötürü görmezden geliriz. Sevilen içeriksiz argümanın geçerlilik alanını genişleterek şöyle düşünmeyi yeğleriz: Yalnız tarih değil, gelecek de tekerrürden ibarettir.
Ama bu inancımızın epistemolojik olarak çok zayıf bir temeli vardır. Geçmişin her an başka biçimlerde yazılabileceğini ve yazıldığını, ne kadar dirensek de kabul etmemiz gerekir. Dolayısıyla, ne denli sağlam ve doğru bir tarih yazılabileceğine inansak da, sayısız başka tür tarihler de yazılmaktadır.
Yani, tarihyazımı bağlamında çok kuşkulu bir zeminde konumlandığımız besbellidir. Bu anlattıklarım her toplumsal özneyi huzursuz kılar, hatta korkutur. Türkiye’de geniş bir grup insanı belli ki çok korkutmaktadır.
Bu korkuyu gidermek için üretilmiş bir düşünme biçimine değinmek istiyorum. Bu düşünme biçimi, “dün-bugün-yarın zamansallığını bugüne indirgemek” şeklinde özetlenebilir. Yapılan iş, dünü ve yarını bugünün olağan birer uzantısı olarak düşünmektir. Daha önce bunu “tarihsel derinliği yassıltmak” şeklinde tanımlamıştım. Bugünden radikal biçimde farklı bir dün ve bilmeniz mümkün olmayacak, çünkü ne getireceği belirsiz bir gelecek arasında duruyor olmak o denli rahatsız eder ki, geçmişi ve geleceği bugünden farksız kılarak rahatsızlık konusunu yok etmek denenir. Yaşanan ve yaşanacak değişim öyle irkiltir ki, hiç değişim yaşanmadığı ve yaşanmayacağına inanılmak istenir. O zaman şu yapılır: Bugünden farksız veya az farklı bir geçmiş yaşandığı hemen her kültürel pratikle anlatılır ve yeniden üretilir durur. Türkiye’de bunun çeşitli tezahürlerini ortaya koyan sayısız örnek var. Kısacası, retrospektif ve prospektif (geriye ve ileriye doğru) yassıltma yaklaşımları tarif etmek mümkün.
Çok yinelediğim biri, retrospektif olanı, mimarlık alanında geçmişin kişiliklerinin bugün bizim düşündüğümüz biçimde düşünen, bizim kaygılarımızı duyan, bizim tasarımsal amaçlarımızı paylaşan, bizim gibi duygulanan özneler olduğunu varsaymaktır. Böyle düşününce, örneğin, şuna inanmak mümkün olur: Eski mimarlar da bugünküler gibi işlevsel, strüktürel, ekonomik, kentsel kaygılarla düşünüp ürün vermiştir!
Gelecek de yassıltılır. Aynen bugünkü gibi bir gelecek düşlenir. Bugünden farkı sadece sayısaldır, kantitatiftir. Geleceği yassıltma veya prospektif yassıltma doğal olarak bir eylem programı da içerir.
Geleceğin aynen bugün gibi olabilmesi için çalışmak, plan yapmak, uğraşmak gerekir. İstatistiki olarak hesaplanan bir geleceğe ulaşmak için çaba gösterilecektir. Örneğin, ülke 20 yıl sonra bugünkünden şu kadar fazla buğday, çelik, otomobil veya enerji üretecektir. O doğrultuda yapılması gerekenler vardır. Ancak, gelecek tam da bunun aksidir. Değişim sadece sayısal değildir. Toplumsaldır, kültüreldir, teknik ve estetik niteliktedir; çoğu zaman hesaba gelmez. Oysa bunları bir yana bırakır, yalnızca kantitatif bir değişim öngörürüz. Vizyon üretimini minimize ederiz. Ütopist düşünme imkanlarını zorlamayız. Her ikisi de geleceği bugünden radikal biçimde farklı düşlemeyi gerektirir. Değişimden olabildiğince korkmamayı gerektirir.
Demek ki, geleceğin niteliksel olarak da bugünkü gibi olması, oldurulması gerekir. Bunun prospektif eylem planı da değişmeyen, değişmemesi gereken kültürel değerlerin varolduğuna inanmaktır. Böyle düşünen için bize özgü, bizi biz kılan, yitirilirse kendimiz olmaktan çıkacağımız değerler vardır. Bunlar korunmalıdır. Aile yapımız, saygı alışkanlıklarımız, kentlerimizin ve bizim kimlik özelliklerimiz, ev tahayyüllerimiz, mahalle yapılarımız hepsi değişime direnir kılınmalıdır. Böyle bir amaçla yaptığımız her konuşma, bunları yitirdiğimize ilişkin her kaygı, bu değişimi engelleme, geleceği gelecek olmaktan çıkarma çabamızın bileşenleridir.
Ancak, bir kriz hali ortaya çıktığında bu retrospektif ve prospektif yassıltma düzeneği çalışmamaya başlar. Tam da şimdilerde olduğu gibi, küresel bir kriz hali eski argümanlarla konuşmayı olanaksız kılar. Bazen farkına bile varılmaksızın yeni yaşama ve düşünme biçimleri doğar. Sözgelimi, İngiltere’de Kara Veba tarımsal nüfusu o denli düşürür ki, serflik (toprak köleliği) sistemi yerini ücretli emeğe bırakır. İşgücü kıtlaşır, değeri artar, çalışan bulmak için ücret ödemek gerekir.
Elli yıl önce kimsenin öngöremeyeceği değişimler tetiklenir. Yalnız sağlık krizleri değil, teknoloji krizleri de böyledir. Neredeyse binyıldır bilinen barut Avrupa’ya gelince ateşli silahları doğurur; ordular, savaş alışkanlıkları, kentsel tahkimatlar, savunma sistemleri, siyasal yönetimler tümden değişir. Tek bir örnek vereyim: 1432’de Floransa ile Siena arasında yaşanan ve Uccello’nun da anıtsal biçimde görselleştirdiği San Romano Muharebesi’nde -inanılır gibi değil ama- tek bir kişi bile ölmemişti.
Ateşli silahların yarattığı kriz sonrasında böyle telefatsız, “insancıl” savaşlar bir daha görülmeyecekti. Ama aynı ateşli silahlar ve onlara karşı inşa edilen savunma sistemleriyle birlikte, örneğin mimarlıkta bugün bilinen maliyet analizleri ve yapım organizasyonları da icat edildi. Siyasal alanda merkezi ve mutlak krallıklar belirdi. Portekizliler Japonya’yı ateşli silahlarla tanıştırınca, merkezi bir yönetimi yaratan bir dizi değişimi tetiklediler; modern Japonya doğdu. Bunların hepsi de öngörülemez değişimlerdir. Büyük küçük sayısız benzerleri var: Napoleon savaşları döneminde Britanya donanması Avrupa’yı ablukaya alınca, Karayipler’den şeker ithali mümkün olmayacak, Avrupa’da pancardan şeker üretme yöntemi o yoksunluk sayesinde icat edilecektir. Bugün şekerimizi pancardan elde ediyoruz. O da bir krizin sonuç-ürünü. Covid-19 ile birlikte de yeni imkanlar doğacaktır. Neler olacaklarını şimdiden kestirmek zor. İyi mi, yoksa kötü mü sonuçlar vereceklerini de bilmiyoruz. Kaldı ki, hemen her zaman olduğu gibi, iyiyle kötü tanımları sadece güncel siyasal eğilimlerimiz çerçevesinde yapılacaktır. Örneğin, beş yüzyıl önce ateşli silahların yüksek maliyetini ödeyemeyenler ve teknolojisinden yoksun olanlar “tüfek icat olundu mertlik bozuldu” diyecekti. Bunlara sahip olanların aynı görüşte olmadıkları aşikar. Covid-19 sonrası için de aynen böyle karşıt ve çok seçenekli ürün ve değerlendirmeler ortaya konacak. Çok yinelenmiş bir argümanı yineleyeceğim: Krizler pekala çığır açıcı değişimler üretmek için fırsattırlar. Ama ne yazık ki maliyetleri daima yüksektir.