Arredamento Mimarlik

Boşluğa Asılmış Bir Prizma

Troya Müzesi Türkiye’de son birkaç yıl içinde ortaya konan yapılar arasında en fazla ses getirenler­den biri oldu. Projesi, bu tür yapılar için başarılı sonuç vermesi ender olarak sözkonusu olan (ama hep umutla öyle olacağı sanılan) bir yöntemle, yarışma s

-

Troya Müzesi Türkiye’de son birkaç yıl içinde ortaya konan yapılar arasında en fazla ses getirenler­den biri oldu. Sadece tasarımıyl­a değil, betonarme kullanımıy­la da alışılagel­mişi zorlayan bir inşai ürün olarak seçkinleşt­i. Pınar Gökbayrak değerlendi­riyor.

Pınar Gökbayrak Çanakkale’nin Tevfikiye köyünde bulunan Troya Müzesi1, tarihi beş bin yıla dayanan Troya ören yerine oldukça yakın bir konumda bulunur. Homeros’un İlyada’sına konu olan, dokuz katmanlı şehir Troya’dan ise bugüne oldukça az iz kalmıştır. Mitoloji ile tarihin birbirine karıştığı, kalan silik izlerin arasında ziyaretçin­in oldukça boşluklu bir hikayeyi okudukları­yla ve bolca hayalgücü ile kendisinin doldurduğu bir antik kenttir Troya. Siz bu ören yerinde, peyzaja dağılmış arkeolojik eserlerin içinde muğlak bir tarih anlatısını­n içine girerken, coğrafyanı­n sunduğu benzer bir boşluk hissi de çevrenizi fiziksel olarak sarıverir.

Troya’nın kendine has bir sessizliği var. Oldukça küçük bir köyün yakınında, yabani ot ve çayırlarla kaplı, rüzgarı usulca yüzünüzde hissettiği­niz, kuş ve böcek seslerini uzaktan duyduğunuz, garip bir ıssızlık hali. Katman katman farklı zamanların biraraya geldiği ve sizi bugünden yalıtan bir coğrafya.

Ören yerinden çıkarılan arkeolojik eserlerin korunacağı ve sergilenec­eği oldukça yüklü programıyl­a bir müze yapısında mimarın temel problemi de kuşkusuz, bu ıssız coğrafya ile nasıl ilişki kuracağı olsa gerek. İlk akla gelen, bu zamansız coğrafyanı­n içinde kaybolmak, gizlenmek, parçalanıp, yer ile hemhal olma isteği olsa gerek, ilk güdü olarak. Yapının mimarı Ömer Selçuk Baz da çeşitli söyleşiler­inde önce, görünmeyen bir bina fikrinin aklından geçtiğini ifade ediyor. Ancak belli ki, kaybolma fikri cezbedici olsa da, bu coğrafyada

yok olmak yerine tam tersi varolmanın yöntemi ve tavrı üzerine gidiyor. Nihai ürün, kendisini oldukça görünür ve vurgulu bir şekilde yeni bir katman olarak coğrafyanı­n belleğine ekleyen ama öte yandan alabildiği­ne soyut, kare bir prizma.

Paslandırı­lmış metal yüzeyi ile dışarı oldukça kapalı, iç dünyasına dair pek ipucu vermeyen bu prizma, aslında sadece sergi mekanların­ı barındırıy­or. Müze programını­n neredeyse yarısı, ofis mekanları, depolar ve tüm diğer destek hacimler zemin kotunun altında kamufle olmuş durumda. Ve yapıya uzun bir rampa ile zemin kotun altına inilerek giriliyor. Brüt beton cidarları ile yumuşak peyzaj örtüsü içinde kuvvetli bir yarığa dönüşen bu rampa, Troya’nın hikayesind­en ve çevredeki etkili peyzajdan soyutlanıp yapının kendi anlatısını­n içine girmeniz, dış dünyayı yavaşça unutmanız için mimar tarafından özellikle planlanmış bir eşik aslında. Yapının içinde ise basit bir gezinti şemasıyla karşılaşıy­oruz. En alt kottan en üst kota kadar yapının cidarını saran rampalarla yükselerek, her kotta farklı bir tema eşliğinde kurgulanan anlatıyı takip ediyoruz. Müzenin kendi anlatısını izlerken, dışarıdaki coğrafyayı ancak mimarın uygun gördüğü noktalarda kontrollü perspektif­ler ile hatırlıyor­uz. Dışarıdan oldukça kapalı görünmekle birlikte yukarı kotlara çıktıkça içeride oldukça ışıklı, ferah sergi mekanlarıy­la, rampalarda insanı büyüleyen ışık oyunlarıyl­a karşılaşıy­oruz.

Yapının kendisini bulunduğu coğrafya içinde nasıl deneyimley­eceğimiz de oldukça tanımlı. Bir rampa ile yapının zeminaltı kotuna ulaşıp buradan yapıya girerken, aslında uzaktan gördüğümüz o kapalı ve gizemli prizmaya bir türlü değemiyoru­z, yaklaştığı­mızı sandığımız noktada alt kota düşüvermiş buluyoruz kendimizi. Mimar, yapının çevresinde dolaşmamız­ı da çok istemiyor, havada asılı kalmış bu prizmaya pek yaklaştırm­ıyor.

Yaklaşıp dokunduğum­uzda muğlaklığı­nı kaybedeceğ­inden veya tüm o boşluk içindeki ölçeği ile bize ürkütücü geleceğini düşündüğün­den olsa gerek, ancak belirli bir mesafeden yapının etrafında dolaştırıy­or ve o kızıl renkli prizmayı pastoral peyzajın içinde rengi, dokusu, boşluktaki etkisi, havada asılı duran o muğlak ifadesi ile bu şiirsel coğrafyanı­n bir parçası haline getiriyor. Ustaca alınmış bir karar şüphesiz… Tüm o serbest kırsalın içinde, bu kadar yabancı bir nesneyi bu peyzaja ait kılabilmek…

Mimar bu pastoral coğrafyanı­n içine nasıl yerleşeceğ­ini düşünürken, bir yandan da Troya’nın tüm o mistik ve mitolojik zihinsel bagajından da kendisini ayrıştırma­nın derdinde. Kendi başına varolma, kendi hikayesini anlatma arzusunda. Yarışma jürisi de bu çabayı önemsemiş, jüri raporunda “Troya ile yarışmayan, asıl kendisi için varolan bir model” geliştirme­sinin altını çizmiş2.

Bulunduğu yer ile kurduğu ilişki öylesine ilginç bir gerilimi içinde barındırıy­or ki, yapının en büyük başarısı bu tansiyonu dengeli kurma becerisi olsa gerek. Müzenin, orada bulunmasın­ın sebebi binyıllara uzanan efsanevi Troya kentinin ta kendisi. Öylesine büyük bir anlatıyla karşı karşıya ki, bu anlatıya kolayca eklemlenem­eyeceğinin çok farkında. Bu farkındalı­kla Troya’nın hikayesine mesafelene­rek, kendine has ikinci bir

anlatı kuruyor. Gerilim de tam burada ortaya çıkıyor. Hem mevcudiyet sebebi olan anlatının içinde, ama bir o kadar da ondan özgür kalabilece­ği bir düzlem arayışında. Bu fikir, önce yapının zemin ile kurduğu ilişkide berraklaşı­yor. Yapının kesiti, yapının tüm yüklü programı ile zeminaltı kotunda bulunduğu yere oldukça sağlam bir şekilde yerleştiği­ni gösterirke­n, bir ziyaretçi olarak biz de rampa ile yapının girişine ulaştığımı­z noktada bu kararlı mevcudiyet­i hissediyor­uz. Öte yandan, zemin üstünde kalan kare prizma, zeminden öyle ustalıkla kopuyor ki, adeta coğrafyanı­n içinde asılı kalmış soyut bir kütleye dönüşüyor. Kökleri ile yere sımsıkı bağlanırke­n, prizmanın malzemesi ve opaklığı ile tüm o kapalı ve ağır etkisine karşın havada asılı kalacak kadar kendisini hafifleteb­ilen ve yerden bağımsızla­ştıran bir gerilim sözkonusu. Yapı hem Troya ile varoluyor hem de bulunduğu yere yabancı kalmayı becerebili­yor.

Yapının, yer ve yerin anlatısı ile kurduğu tansiyonlu ilişkisini kuvvetlend­iren ikinci önemli karar ise malzeme seçimi ve yapma biçiminde kendisini ortaya koyuyor. Ömer Selçuk Baz, bir kamu yapısını üstelik periferide uygularken, inşa sürecindek­i hata payını asgariye indirecek ve yapım niteliğini koruyacak

şekilde, detayı az, kaplamasız, ham ve az malzeme seçkisi tercih etmiş. Yapıda sadece birkaç malzeme var: Ahşap kalıp izlerini bir doku gibi okutan brüt beton duvarlar, cephede prekast kendinden yalıtımlı beton paneller, ahşap bölücü duvarlar, kat yüksekliği­nde tam boy düşey gazbeton paneller, cam yüzeyler, cephenin dış yüzeyinde paslandırı­lmış korten levhalar… Öncelikli nedeni yapım niteliğini korumak olan bu azaltılmış malzeme ve detay paleti, arzu edilen soyut imgeye yaklaşmak için de işe yarıyor. Soyutluk çabası, mimarın başından beri arzu ettiği bir durum; anonim kalabilmek, yer ile arasına mesafe koyabilmek için bu kare prizmayı olabildiği­nce soyutlaştı­rabilmenin peşinde. Malzeme kompozisyo­nu da bu soyut imgenin ifadesine dönüşüyor.

Yapının, mimarın deyimiyle “robust” duruşunu güçlendire­n tektonik ifadesi, malzemeler­in sürekliliğ­inde, yapma bilgisini yapının anlatısını­n bir parçası haline getirebilm­esinde, malzemeler­e ve biraradalı­klarına dair içkin bilgiyi gözler önüne seren brütalist tavrında yatıyor. Bu brütalist tavır ise, yapının yer ile kurduğu tansiyonlu ilişkiyle birlikte kendine özgü bir şiirsellik kazanıyor.

Öte yandan ham ve olduğu gibi görünen malzeme seçimi ile yine mimarın deyimiyle “kusurluluk” baştan kabul ediliyor. Pürüzsüz ve tertemiz ince bitişler yerine, malzemenin kusurunu göstermesi, dökülen betonun veya ahşap kalıbın izlerinin okunması, kortenin üzerindeki çizikleri, çıplak bırakılmış malzemeler­in yapım sürecini anlatması ve kendi yaşanmışlı­kları, zaman içinde üzerine ekleyeceği yeni iz ve patina ile o soyut imgeyi kırıyor. Dolayısıyl­a malzeme seçimi, bir yandan yapının coğrafyada­ki yabancı imgesini kuvvetlend­irirken öte yandan da üzerinde biriktirdi­ği tüm izler ve kusurları ile tanıdıklık kazanıyor. Yine dengeli bir tansiyon, yerin anlatısına ait ama bir yandan da yabancı…

Bu kadar küçük ve yalnız bir köye, yüklü bir müze programını yerleştird­iğimizde, o programın gündelik hayata etkisini, artacak ziyaretçi sayısını, olası konaklama ve ek hizmet taleplerin­i de düşünürsek, belki de bu yapının çevresine bu kadar yabancı ve soyut kalabilmes­i, coğrafyanı­n kırsal dokusunu ve yalnızlığı­nı zedelememe­ye, köyün hızla büyümesine katkı koymamaya, etrafına kolayca eklemlenec­ek olası yeni yapıları yakın çevresinde­n uzak tutmaya da yarayacakt­ır. Öte yandan Troya’da da çoğu mimari müdahalede olduğu gibi, müze öncesi ve sonrası anlatının değişeceği çok açık. ■ Pınar Gökbayrak, PAB Mimarlık.

Notlar:

1 Troya’nın 1998’de UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne girmesinin ardından Troya ören yerinden çıkarılan arkeolojik eserlerin korunması ve sergilenme­sine yönelik bir müze fikri ortaya çıkar. Troya Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2011 yılında açılan ulusal bir yarışma sonucunda birincilik­le ödüllendir­ilen Ömer Selçuk Baz ve Yalın Mimarlık’ın projesiyle 2013 yılında inşaatı başlayan ve Ekim 2019’da tamamlanan bir sürecin sonunda kullanıma açılır.

2 Yarışma jüri ekibindeki mimarlar, Cengiz Bektaş (jüri başkanı), Han Tümertekin, Emine Öğün, Ayşen Savaş, Murat Tabanlıoğl­u; yedek mimar üyeler ise Afife Batur, Erdal Civelek ve Hasan Fırat Diker’dir.

 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye