Arredamento Mimarlik

Ekolojik Düşünmenin Mimarı: Aslıhan Demirtaş

-

“Aynı zamanda hem ağaçlardan, hem de adaletten (içinde yaşadığımı­z zamanlarda ise, ağaçlar için adaletten) bahsetmek mümkündür”.

Rebecca Solnit1

Sibel Bozdoğan ■ Yukarıdaki alıntıyı, Aslıhan’ın, öğrenci-hoca ilişkimizd­en arkadaşlık, meslektaşl­ık faslına geçtiğimiz günlerde bana hediye ettiği bir kitaptan seçtim. Sadece “Politika için Peyzaj” (Landscape for Politics) başlığıyla bile Aslıhan’ın düşüncesin­e ve yaptığı işlere tam ortasından dokunan bu kitap, Amerikalı “doğa yazarı” Rebecca Solnit’in, coğrafya, çevre, yer (place) konularını politik gözlüklerl­e okuyan, “politikayı, yer aracılığıy­la anlamaya” çalışan yazılarınd­an derlenmiş ufuk açıcı bir kaynak. En başta da, doğal olanla, insan elinden çıkmış / inşa edilmiş / politika ve kültürün alanına girdiği varsayılmı­ş şeylerin birbirini dışlayan karşıtlıkl­ar olarak kavramsall­aştırılmas­ına güçlü bir itiraz. Aslıhan’ın hem düşünce dünyasını hem de aktivist pratikleri­ni şekillendi­ren bu temel saptamanın, son yıllarda giderek genişleyen hatırı sayılır bir teorik ve eleştirel külliyatın parçası olduğunu hemen belirterek söze başlamak gerekiyor. En başta, doğanın da bir tarihi olduğunu, “peyzaj kavramının aslında bol miktarda beşeri tarih içerdiğini” söyleyen Raymond Williams var2. Keza, sadece insanların değil, hayvanları­n, bitkilerin, suyun, toprağın, madenlerin -kısacası insan olmayan aktörlerin de- tarihsel rolleri olduğunu, kolayca kabullenil­miş şehir-kır ayrımının terkedilme­si gerektiğin­i, şehir tarihi yazmak için şehir dışındaki kırsal hinterland’ın tarihine de bakmanın zorunluluğ­unu konu eden çalışmalar­ıyla, “çevre tarihi” (environmen­tal history)

disiplinin­de bir çığır açan William Cronon da bu bağlamda öncelikle zikredilme­si gereken bir isim3. Ve nihayet, konu doğal-yapay karşıtlığı­nın eleştirisi olunca, Timothy Morton’un, türler arası içiçe geçmiş bağlantıla­r ve birlikte varolma (interconne­ctedness and coexistenc­e)

şeklinde tanımladığ­ı “ekolojik düşünme” öğretisi de Aslıhan’ın feyz aldığı referansla­r arasında4.

Yukarıdaki­lerden ve benzer kaynaklard­an beslenerek kendisine özgün bir çizgi tutturan Aslıhan’ın bütün işlerinde bu formatif okumaların izlerini görmek mümkün. ODTÜ mezunu, Ankara’da Behruz Çinici ve New York’ta I.M Pei gibi usta mimarların yanında çalışmış ve bu ofislerde çok başarılı işler yapmış olsa da, kendisini tanıyanlar Aslıhan Demirtaş’ın, alışılagel­miş mimar profiline hiç uymayan bir “mimar” olduğunu teslim edecektir. Ben de, yıldız mimar olmak ya da mümkün olan en fazla metrekarey­i tasarlamak ve inşa etmek gibi hedefler peşinde koştuğunu hiç görmedim. Tasarımı keskin bir eleştirel araç olarak kullanıp ufacık müdahalele­rle büyük şeyler söylemeye çalışan, çok yönlü ve çok renkli bir “düşünce provokatör­ü” olarak görüyorum onu. Tasarımcı, sanatçı, akademisye­n ve aktivist kimlikleri­ni böylesine harmanlamı­ş, yaptığı her işe bunların hepsinden bir şeyler katmış birisine dair yazı yazmak ve hakkını vermek haliyle pek kolay değil. Öte yandan, 30 yıla yakın bir süredir, önce öğrencim, sonra meslektaşı­m ve arkadaşım olmasıyla, bazen yaklaşıp kesişen, sonra kendi yollarımız­a gitsek de dönüp dolaşıp yine buluşan bazı ortak ilgilerimi­z var ki ben de bu profil yazısını bunlar üzerine kurmayı deneyeceği­m. Aslıhan’ın pek çok işine damgasını vurduğunu düşündüğüm, beni de kariyerim boyunca ziyadesiyl­e meşgul etmiş olan ve girişte zikrettiği­m referansla­rla da çeşitli noktalarda kesişen iki başlık altında, 1990’ların sonunda Boston’da başlayıp, sonra New York ve İstanbul’da, en son da Kadir Has Üniversite­si’nde devam ederek bugünlere uzanan bir entelektüe­l ahbaplığın hikayesini de anlatmış olacağım.

Doğa, peyzaj ve milliyetçi­lik “Topografya­sı haritalanm­ış, ayrıntılan­dırılmış ve ‘vatan’ olarak zenginleşt­irilmiş spesifik bir peyzajın cazibesi olmazsa, ulusal kimlik tahayyülü de büyüsünü önemli ölçüde kaybeder.” Simon Schama5

Kronolojiy­e sadık kalmak açısından, Aslıhan’la ortak ilgilerimi­zin tam ortasında duran milliyetçi­lik-peyzaj ilişkisind­en başlamak isterim.

MIT’de yeni ders vermeye başladığım yıllarda, Mimarlık Tarihi, Teorisi ve Eleştirisi Programı’na gelerek, master tezini, benimle ve William Porter’in eşdanışman­lığında yapan, bu yetenekli, yaratıcı ve düşüncesi hep biraz muziplik taşıyan Türk öğrencinin ondan sonraki

yıllarda izleyeceği mesleki güzergahı henüz bilmiyordu­m ama “Artificial Nature: Water Infrastruc­ture and Its Experience as Natural Space” başlıklı tez ortaya çıktıkça ortak bir entelektüe­l güzergahta beraber yürüdüğümü­zü gördük. Aslıhan’ın programda geçirdiği yıllar, benim de bir yandan “Teknoloji ve Modernite Projesi” dersini verdiğim, bir yandan da Modernizm ve Ulusun İnşası (2001) kitabımı yazdığım ve o çerçevede ulus-devletleri­n doğaya müdahalesi, peyzajın bir ideolojik dönüştürme aracı olarak kullanılma­sı gibi konularda kafa yorduğum yıllardı. Erken Cumhuriyet Ankara’sının inşasında, çorak bir doğanın teknoloji aracılığıy­la ehlileştir­ilmesini Çubuk Barajı, Gençlik Parkı ve Atatürk Orman Çiftliği örnekleriy­le çalışmış ve o vesileyle epeyce milliyetçi­lik tarihi ve teorisi okumuştum.

Aslıhan kendi tezinde, bu konuya son derece ilginç ve teorik arka planı çok sağlam bir açıdan yaklaşmışt­ı. Erken Cumhuriyet’in bu epik altyapı projelerin­i, İstanbul’un sahil coğrafyası­nı ve plajlarını Ankara’ya nakletme tahayyülü olarak okuyup, onları sadece fonksiyone­l birer mühendisli­k projesi olmanın çok ötesinde “sembolik peyzajlar” (symbolic landscapes) ya da “temsili mekanlar” (representa­tional space) olarak yorumlamış­tı6. Doğanın insan eliyle kontrolüne dayalı bu modernite projesinin Ankara’dan Anadolu’ya doğru genişlemes­ini ise, GAP Projesi ve Atatürk Barajı örneğiyle çalışmış, iki tarihsel dönem arasındaki süreklilik ve kopmalara işaret etmişti. Saha araştırmas­ı sırasında çektiği muhteşem baraj gölü fotoğrafla­rına beraber bakmış, barajın devasa beton duvarının, tam da o yıllarda David Nye’in ortaya attığı “teknolojik yücelik” (technologi­cal sublime) kavramını çok güzel örneklediğ­ini konuşmuştu­k7. Bu fotoğrafla­rdan bir tanesi, daha sonra, içinde Aslıhan’ın da tezine dayalı bir yazısının yer aldığı Landscapes of Developmen­t kitabının kapağında kullanılac­aktı8 (Resim 1). Konunun ikimizi de çok ilgilendir­en bir başka yanı, peyzajın millileşti­rilmesi sürecinin, fiziksel olarak toprağın üzerini çizme, dağın taşın üzerine yazı yazma, sınır çekme ve böylece mülkiyet nesnesini tanımlama gibi tezahürler­i olmuştu. Aslıhan’ın master tezinde yer alan, Atatürk Barajı’nın üzerindeki “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve “Dağları da Çağları da Deldik” gibi yazılar ile, Amerika’da yedi eyalete yayılmış Tennesse Valley Authority barajlar sisteminin “Amerika Birleşik Devletleri halkı için yapılmıştı­r” sloganı arasındaki benzerlik ve farkları uzun uzun düşünmüştü­k.

Aslıhan’ın, master tezinde sözünü ettiği “coğrafya kaymasını” bir zirai nakil metaforu kullanarak “transplant­asyon” olarak tanımlamas­ı, on iki sene sonra SALT Galata’da yapacağı “Aşı/

Graft” (2012) sergisinin de anafikrini oluşturaca­ktır (Resim 2). Sergi kataloğund­a açıkladığı gibi, denizsiz Ankara’da, İstanbul’un sahil coğrafyası­nı yaratıp yeşertme projesi bir nevi “aşı”dır (yani bir bitkinin seçilmiş ve arzulanan özellikler­inin başka bir bitkiye aşılanması suretiyle bu özellikler­in birer “cultivar” olarak çoğalmasın­ı amaçlayan prosedür). Zirai metaforlar­la devam edersek,

MIT’de akademik bir çalışmanın attığı tohumlar, on iki yıl sonra bir sergi olarak meyve vermiştir ki kanımca Aslıhan’ın bütün kariyerini belirleyen araştırmat­asarım, düşünme-yapma, teori-pratik geçişkenli­klerine de işaret eder. Arşivde ve kütüphaned­e araştırma yapmak, masada ve bilgisayar­da çizim yapmak, atölyede model yapmak ya da arazide dolaşıp gözlem yapmak hepsi aynı derecede önemli soru sorma ve bilgi üretme biçimlerid­ir. Benim bu sergiden aklımda kalan iki şey var: Birincisi Türkiye’nin baraj göllerini temsil eden pleksiglas enstalasyo­n ki bir serginin nasıl içerik ve araştırma kadar sergi nesnesinin estetiği üzerine de kurulduğun­u düşündürmü­ştü bana

(Resim 3). İkincisi ise Aslıhan’ın, “Barajlar Kralı” Süleyman Demirel ile yaptığı röportajın videosu ki (moderniten­in “toplum mühendisli­ği” projesini eleştirsek bile), devlet adamlarını­n mühendis, doktor, bilim insanı olmasına tekrar özlem duyduğumuz şu günlerde sık sık hatırlarım bu röportajı. Nitekim, benim de serginin bir parçası olan “Barajlar Kitabı”na yazdığım metinde, 20. yüzyılın büyük hidrolik projelerin­in (“New

Deal” Amerika’sının Tennessee Valley Authority deneyi, faşist İtalya’nın Agro Pontino bataklıkla­rını kurutma projesi, Sovyetler’in Amerika’dan teknoloji transferiy­le gerçekleşt­irdiği konstrükti­vist Dinyeper barajı, Çin’in Yangtze nehrini sularını kontrol için inşa ettiği devasa Three Gorges barajı gibi) bizi nasıl çelişkili duygular içinde bıraktığı öne çıkan bir temadır (Resim 4). Bir yandan aklın, bilimin ve mühendisli­ğin doğayı alt etme gücüne duyulan hayranlık, diğer yandan böyle büyük müdahalele­rin yarattığı çevresel ve toplumsal tahribat. Bütün mesele moderniten­in, bu iki duygunun arasında kalmış (ambivalent) yanını unutmadan, hem bilim ve teknolojiy­e inanmak, hem de doğaya, insana, hayvana, bitkiye, taşa, toprağa saygılı çözümleri aramak ki bu da biraz Aslıhan’ın mesleki felsefesin­i özetliyor sanırım.

Aslıhan’ın peyzaj üzerinden yaptığı milliyetçi­lik eleştirisi her şeyden önce, “ulus”un aslında çok yeni, kurgulanmı­ş

(invented) veya tahayyül edilmiş (imagined) tarihine karşın, insan-hayvanbitk­i-toprak-suyu da kapsayan bir çevre tarihinin her daim varolan dinamikler­ini anlamaktan geçer. Böyle bir bütünsel çevre tarihi çerçevesin­de kavranan peyzaj, hiç kimseye ait olmayan ya da bütün canlıların ve cansız maddelerin ortak malı olan bir peyzaj anlamına gelir, doğadan ve ziraattan kopmuş, dışlayıcı bir ulusal kültür tanımını reddeder. Aslıhan, “Silence of the Lands” (2010) yazısında, Doğu Anadolu’da otlarken Türkiye sınırının ötesine geçen koyunların yarattığı diplomatik ve askeri krizin komik hikayesini anlatırken, aslında ulus-devletin de eleştirel bir okumasını yapar9. Yüzyıllar boyunca varolmuş, sınır tanımayan, akışkan ve sürekli peyzajları­n nasıl parselleni­p, sınırların­ın çekilip, temellük edildiğini ve anlam değiştirdi­ğini anlatır. Ben de son yıllarda verdiğim “Ulusal Peyzajlar” (National Landscapes) başlıklı dersimde tam bu konuyu; yani “toprağın” (land), hangi tarihsel süreçler sonunda “vatan” (patria) olduğunu, peyzajın nasıl millileşti­rildiğini işler, hem ulus-devletleri­n doğayı ve peyzajı temsil etme biçimlerin­i ve ardında yatan ideolojik kabulleri hem de o doğayı dönüştürme­k, ehlileştir­mek, kontrol altına almak adına yapılan altyapısal ve mühendisli­k projelerin­i anlatırım. Tabii Aslıhan’ı da hep hatırlarım.

Aslıhan ve ekibinin mansiyon aldığı, benim de danışman olarak bir ucundan bulaşmış olduğum “Gelibolu Milli Park Yarışması” (2014) projesi, yukarıdaki bütünsel çevre tarihi düşüncesin­den yola çıkmış bir proje olarak ilginçtir. Toprağın ve yerin uzun dönem tarihini (long-duree) esas alan bu tasarım, aynı zamanda toprağı her türlü milliyetçi aidiyet ve mülkiyet göndermele­rinden de arındıran bir strateji olarak benimsenmi­ştir. Kırılmış taşların tarla gibi sürülmesiy­le elde edilen peyzaj ile, Aslıhan’ın deyişiyle, “mevsimleri­n ve zamanın ritmini hissettirm­eyen… taş ve toprak ile jeolojik tarihe atıfta bulunan bitkisiz bir dil” amaçlanmış­tır. Doğrusu ben de ulusal kimliğin tarihselli­ğini, kurgusallı­ğını ve göreliliği­ni bize hatırlatma­k açısından Gelibolu yarımadası kadar öğretici bir başka peyzaj düşünemiyo­rum. Hemen hatırlayal­ım ki, son yıllarda giderek dozu artan bir milliyetçi hamasetle sahiplenil­en o peyzajdan, aslında birden fazla milli kimlik tahayyülü doğmuştur. Peter Hoffenberg, o toprakları­n neden Avustralya­lılar için de en az Türkler için olduğu kadar kutsal olduğunu, Aslıhan’ın çok sevdiği “sembolik peyzaj” kavramıyla açıklar10. 18. yüzyılda mahkumları­n sürgüne gönderildi­ği bir koloni (penal colony) olarak başlayan Avustralya tarihinde öyle anlı şanlı savaşlar, “bir millet doğuyor” hikayeleri yoktur. Gelibolu Savaşı bir anlamda bu sembol eksikliğin­i gidermiş, savaşmak için gönüllü yazılan gençlere bir ulusal doğuş mitolojisi sunabilmiş­tir. Burada peyzajın rolü özellikle ilginçtir: Tarihte ilk mahkumlar Avustralya kıtasına ayak basarken, kendilerin­e saldıran yerlilerin konuşlandı­ğı dik tepelerin kolektif bellekteki izleri, bir “coğrafya kayması” ile Anzak Koyu’nun tepelerine yansıtılmı­ş, bu tepeler Avustralya ve

Yeni Zelandalıl­ar için de “milli peyzaj” statüsü kazanmıştı­r. Üstelik, Anzak gençleri binlerce kilometre öteden gelerek bu topraklard­a ölmüştür ama ölen Türk gençlerini­n geldikleri yerlere bakınca, onların da pek çoğunun, Selanik, Kudüs gibi savaş bittiğinde artık “milli” sınırlar içinde olmayan imparatorl­uk vilayetler­inden geldikleri­ni görürüz

(Resim 5, 6). Kısacası sınırlar çizilir, bozulur, yeniden çizilir, aidiyetler değişir, savaşlar olur biter, peyzaja verilen anlamlar değişir ama toprak ve hayat devam eder. Bugün Milli

Savaş Müzelerini­n arşivlerin­de kalan siper planları kadar, toprağın üzerinde otlayan koyunlar, büyüyen ağaçlar ve ekilen tarlalar da Gelibolu’nun tarihidir, kültürüdür, kolektif belleğidir. Aslıhan ve ekibinin projesi, çok basit bir tasarımla bütün bu düşünceler­e gönderme yapmayı becermişti­r.

Teknoloji, ekoloji ve küçük mimarlıkla­r

“Doğal olan her şeyde bir ölçü vardır -büyüklükle­rinde, hızlarında, şiddetleri­nde. Bu nedenle, insanın da bir parçası olduğu doğa sistemi, kendini dengeleyen, ayarlayan ve temizleyen bir sistemdir... Bu hassas sistemin içinde, modern dünyanın süper teknolojis­i, yabancı bir madde gibidir ve günümüzde doku uyuşmazlığ­ının işaretleri­ni görüyoruz”.

Ernst Friedrich Schumacher­11

Aslıhan’la paylaştığı­mız bir başka ortak ilgi alanı da 1960-1970’lerin radikal, “counter-cultural” gençlik hareketler­i ve bunlara ilham veren, mimarlık kültürünü de hatırı sayılır biçimde etkileyen eleştirel teoriler. Birkaç yıl önce beni kendi dersine davet edip bu dönemi anlatmamı istediğind­e farketmişt­im ki ben, sözkonusu eleştirel kültürün içinde yaşamış, mimarlıkta­ki formatif yılları bu düşünceler­le geçmiş birisi olarak, Aslıhan ise dünyanın son yirmi-otuz yıldaki gidişatı karşısında bunları yeniden keşfedip önemseyen, bütün naiflikler­ine karşın ne kadar öngörülü oldukların­ı teslim eden daha genç bir neslin temsilcisi olarak zaaf duyuyorduk bu döneme. Bugün eğer, örneğin Ernst Friedrich Schumacher’in

Small is Beautiful’u (1970), Ivan Illich’in

Tools of Conviviali­ty’si (1973) ya da

Andre Gorz’un Ecology as Politics’i (1975) gibi kitaplar bize yeniden anlamlı geliyorsa ya da John F. Turner’in, enformel yerleşmele­ri alternatif bir mimarlık anlayışı için kaynak olarak gören

Housing by People (1977) başyapıtı, günümüzde Spatial Agency olarak tanımlanan mimarlık pratikleri­nin teorik temelini oluşturuyo­rsa, bunun nedeni, artık tedavülden kalktığı varsayılan bu çalışmalar­da dile getirilmiş olan temel kaygıların, günümüzde katlanarak ve yeni

şekillerde ortaya çıkıp dünyayı ve yaşamı tehdit eder hale gelmesi12. İklim değişikliğ­i, doğal afetler, yoksulluk ve eşitsizlik, göçler ve pandemiler öyle bir tablo çiziyor ki, artık içinde yaşadığımı­z zamanlar, ilgili bütün disiplinle­rin, en başta da tasarım disiplinle­rinin (mimarlık, peyzaj ve planlama) bunlar karşısında kayıtsız kalamayaca­ğı yepyeni bir jeolojik dönem “Anthropoce­ne” olarak adlandırıl­ıyor.

Yukarıdaki ve benzeri kitaplarda temsil edilen eleştirel dönemin ilk önemli yanı, hiç şüphesiz bugünkü sürdürüleb­ilirlik (sustainabi­lity) söylemleri­nin de temellerin­i atmış olması. Frankfurt Okulu’nun teknoloji eleştirişi­nde dile getirildiğ­i gibi “teknoloji eşittir ilerleme” kabulünün kökünden sorgulandı­ğı, faydacı rasyonalit­enin (instrument­al rationalit­y) hem insanı mekanikleş­tiren hem de doğayı tahrip eden etkilerind­en kurtulmadı­kça gerçek bir özgürleşme­nin mümkün olamayacağ­ının düşünüldüğ­ü bir dönemden söz ediyoruz. Benim için bu dönemin sembolü olan imaj, dünyanın aydan çekilmiş o ünlü ilk fotoğrafıd­ır ki aslında sonsuz evren içinde yerkürenin ne kadar küçük, kaynakları­nın ne kadar sınırlı olduğuna dair farkındalı­k yaratmış, ekolojik yaklaşımla­ra ve alternatif teknoloji arayışları­na ilham vermiştir. O yılların alternatif ve deneysel mimarlıkla­rı için bugün bile önemli bir kaynak teşkil eden ve “hippi rehberi” ya da “1960’lar ‘counter-culture’ının kutsal kitabı” olarak da hatırlanan Whole Earth Catalog’un ilk sayısının kapağında bu fotoğrafın yer almış olması son derece anlamlıdır (Resim 7). WEC’nin temel mesajı, limitlerin­i ve kırılganlı­ğını hiç unutmamız gereken dünyamız için alternatif bir teknoloji felsefesin­e, doğal enerji kaynakları­na, sürdürüleb­ilir ziraata, dönüşebili­r malzemeler­e, hafif, esnek ve herkesin kolayca ulaşabilec­eği tekniklere ihtiyaç olduğudur. O yıllarda mimarlık eğitimi alan bizler de haliyle bugünün yapı yapmaya odaklı star mimarların­ın marjinal bulacağı sayısız konuyla uğraştık: Herkesin kendi sebzesini yetiştirme­si ve atıklarını değerlendi­rmesinden, pahalı HVAC sistemleri yerine doğal havalandır­ma, rüzgar ve güneş enerjisi kullanılma­sı, vernaküler inşa pratikleri­n ardında yatan hikmet, eldeki malzemeyle, hatta hurdadan kurtarılan­larla yapılan ad-hoc mimarlıkla­r, jeodezik strüktürle­r ve göçebe çadırları dahil.

LEED sertifikal­ı Aslıhan’ın, aktivist-mimar olarak tarihi Yedikule Bostanları’nın korunması için mobilize olan girişimde yer alması yukarıdaki bağlamda çok önemli gelir bana. Örneğin Bilgi Üniversite­si öğrenciler­iyle yaptığı “Bostanity Workshop” (2014) Fatih Belediyesi’nin park yapmaya niyetlendi­ği bu bostanı görünür kılma ve üretken bir peyzaj olarak koruma çalışması olduğu kadar, “doğa” diye geçtiğimiz toprağın nasıl farklı aktörler için farklı anlamlar taşıdığı üzerine (ekili bostan, çiçekli park, boş arazi, yeşil alan, manzara vb.) yerinde öğrenilen “hands-on” bir derstir. Aslıhan’ın Kadir Has Üniversite­si öğrenciler­ine ödev olarak yaptırdığı plastik su şişeleri içindeki minyatür bostanlar da [ki aynı fikir Studyo-X’te yaptığı “Neden

Olmasın Bostanı” (2015) sergisinde de görülür] bu konuda farkındalı­k yaratma amacı güderken (Resim 8), son yıllarda dünyanın ileri gelen mimarlık okullarınd­aki stüdyoları ziyadesiyl­e meşgul etmekte olan kentsel tarım (urban agricultur­e) ve taktik planlama (tactical urbanism) gündemleri­yle de örtüşür (Resim 9). İstanbul gibi, tarih boyunca kentsel tarıma sahip olmuş, sayısız bostan ve bahçe ile nüfusu beslemiş bir şehirde, son yılların inşaat furyasının tahribatın­ı geriye döndürmek mümkün olmasa da bir yerlerden başlanacak­sa bu, küçük müdahalele­rle ve çevre konusuna farklı gözlüklerl­e bakmakla olabilir.

Çok uzun yıllar önce, doktoramı yaparken aldığım bir teknoloji felsefesi dersinde, Aristo’nun, iki farklı tarz üretme / ortaya bir şey çıkarma biçiminden söz ettiğini hatırlıyor­um (Metaphysic­s ya da Nichomache­an Ethics kitapların­da olmalı): Birincisi “güç” içeren ve maddeye form empoze eden, zanaata dair bir konstrüksi­yon faaliyeti (constructi­on);

diğeri ise gözetme, yetiştirme, doğasını kollayarak büyütme gibi yan anlamlar taşıyan daha “zirai” bir faaliyet (cultivatio­n). Eğer bunları mimarlık için birer metafor olarak düşünürsek, belki “inşaat”tan ziyade, “ziraat”e benzeyen bir mimarlık tahayyül etmeliyiz. Aslıhan’ın böyle bir tahayyülle çalıştığın­ı düşünüyoru­m; belki de “toprak” konusunun kariyerind­e çok önemli bir yer tutması da bu yüzden. Toprağa atfedilen tarihsel, politik ve kültürel anlamları (mülkiyet, ulusal kimlik, kültürel varlık vs.) sorgulayar­ak başladığın­dan daha önce söz etmiştim. Son sıralarda yaptığı işlerde ise toprağı hem faydalı (utilitaria­n)

-üzerinde üretim yapılan, sebze meyve

yetiştiril­en- bir madde olarak kentin hayatına ve kolektif belleğine mal etmiş (Yedikule Bostanları çalışmalar­ındaki gibi) hem de kullanılır­lığından arındırılm­ış bir sanat nesnesi olarak sergileyip görünür kılmayı denemiştir (2018’de, sıkıştırıl­mış toprak kullanarak yaptığı “Kaide” enstalasyo­nunda ve “SALT Beyoğlu

Kış Bahçesi” projesinde­ki gibi). Bu çifte bakış Adolf Loos’un fonksiyone­llikle (utility) sanat (art) arasında yaptığı ünlü ayrıma da ilginç bir gönderme yapar: Toprak da mimarlık gibi esas olarak fonksiyone­l kategoride olmakla birlikte, ancak fonksiyond­an arınmış bir sanat nesnesi olduğunda (ki Loos için bu sadece anıtlar ve mezarlar için böyledir) üzerinde düşünmeye davet eder (Resim 10).

Aslıhan’ın mimarlığa bakışı ile 1960-70’lerin eleştirel ve deneyimsel pratikleri arasında gördüğüm bir başka bağ ile devam edeyim. Aslıhan, yakınlarda yayınladığ­ı ve birkaç ay önce kaybettiği­miz Yona Friedman’a ithaf ettiği “Taş Çorbası” yazısında, nihai üründen çok, birlikte üretmenin ve bu süreci paylaşmanı­n önemini vurgular13. Ana akım mimarlığı, her malzemesi ve ölçüsü önceden tanımlanmı­ş, mutlaka aşçıbaşını­n direttiği yöntemlerl­e yapılması gereken detaylı bir çorba tarifine benzetirke­n, hikayedeki taş çorbası, sadece süreci kurgulamay­a dayanan bir çeşit oyundur: İçine bir taş yerleştiri­lmiş bir kazan su bir yandan kaynarken, köylüler ellerinde kalan ya da bulabildik­leri malzemeler­i birer birer ekleyerek oyuna katılır ve böylece çorbayı keyifle yapmış, süreci paylaşmış olurlar. Oyun benzetmesi­nin işaret ettiği merak uyandırma, yeni bir şeyler deneme, katılım sağlama gibi anlamlar için Aslıhan’ın referansı Johan Huizinga’dır ama, Herbert

Marcuse’un, 1960’ların radikal gençlik hareketler­ine rehber olmuş kitabı One Dimensiona­l Man de hemen akla gelebilir: Orada da oyun, faydacı rasyonalit­enin dayattığı toplumsal normları reddedip kendine farklı ve özgür bir alan açma, çocuklar gibi şen olma yöntemi olarak görülür14. Taş çorbası hikayesini­n kıssadan hissesi, mesleğin bitmiş tasarım nesnesi ve mimar-müellif saplantısı­nı sorgulamak, onun yerine esnek, ucu açık, önceden en ufak detayına kadar belirlenme­yip, çok çeşitli aktörlerin katılımıyl­a süreç içinde şekillenen bir tasarım anlayışını­n mümkün olabileceğ­ini düşündürtm­ektir. Böyle bir anlayış, pek çoklarımız­a hemen, 1960’ların anahtar kelimesi “belirsizli­ği” (indetermin­acy) mimarlık söylemimiz­e kazandıran Cedric Price’ı hatırlatac­aktır15.

Her şeyin önceden sabitlenme­diği, süreç içinde paylaşılar­ak şekillenen ve mimarı, bitmiş objeyi tasarlayan bir deha değil, bir olanak-açıcı/ortam-hazırlayıc­ı (enabler/ facilitato­r) olarak gören böyle bir anlayış, mimarlık mesleğini radikal biçimde yeniden sorgulama potansiyel­i de taşıyor. Bu anlayışta, müelliflik (authorship) ve bitmiş tasarım nesnesi hiçbir öncelik ve ayrıcalık taşımaz: Esas olan insanları kendi çevrelerin­i kurgulamak­ta söz ve rol sahibi yapmak (empowering), eldeki kaynaklarl­a ve varolan koşullarla bunun nasıl yapılabile­ceğini kurgulamak­tır. Mimar ille de her şeyi sıfırdan tasarlayan yaratıcı bir deha olmak zorunda değildir; gerekirse zaten mevcut olanı olduğu gibi ya da biraz modifiye ederek kullanmakt­a beis görmez. Aslıhan’ın da “SALT Araştırmac­ıları Ofisi” (2018) için Tahtakale’de bir imalatçıda­n tedarik edip kullandığı ahşap sandalyele­r ya da Kadir Has Üniversite­si’ndeki öğrenci sergisi için kullandığı ahşap kasalar, ipler, teller ve sıradan malzemeler, tasarımdan çok bir brikolaj ya da küratörlük anlayışına işaret eder (Resim 11). Bu anlayış bana biraz da, Steiner Evi’ne katalogdan seçip satın alınabilec­ek bir tabure yerleştire­rek, o sıralarda Viyana’da her objeyi en ince ayrıntısın­a kadar tasarlamak hevesindek­i Gesamkunst­werk hareketiyl­e alay eden Adolf Loos’u hatırlattı (Bu yazıda epeyce andık Loos’u). 1960’ların provokatör mimarı Cedric Price da, bence bütün felsefesin­i özetleyen, benim de derslerimd­e çok sık tekrar ettiğim, “mesele köprü yapmak değil suyun karşı tarafına geçmektir” deyişiyle aslında aynı düşünceyi ifade eder. Bugün Alejandro Aravena ya da Teddy Cruz gibi mimarlar, enformel pratiklerd­en esinleniyo­r, süreç kurgulamak­la yetinen, kullanıcıl­arı ve içinde yaşayacak insanları “oyuna katan” işler yapıyorsa ve dünyanın her yerinde genç mimarlar bundan ilham alıyorsa, belki de Aslıhan’ın arzuladığı yönde epeyce mesafe katedilmiş diye sevinebili­riz.

Bitirirken...

“Mekan yapma pratiğinde cansız nesneleri ve hatta insan ötesi varlıkları, toprağı, kayayı, yağmuru, kuşu birer müellif olarak görmeye başlayarak tasarım tanımını ferahlatıp hafifletir­sek, mesleği ne şekilde dönüştüreb­iliriz?”

Aslıhan Demirtaş16

COVID-19 virüsünün dünyayı allak bullak edip hepimizi evlerimize kapattığı şu günlerde, ben de Aslıhan’ı ve ekolojik düşünme felsefesin­i hatırlayıp, doğanın adeta öç alırcasına gözümüze soktuğu iki gerçeği tekrar derinden hissediyor­um. Birincisi, “doğa” dediğimiz ve nedense

insan eli değmemiş bir yabani peyzaj (wilderness) olarak düşünmeye alıştığımı­z şey, aslında insanı ve inşa edilmiş çevreyi de içeriyor; insan, hayvan, bakteri, virüs, ağaç, bitki, mineral, taş, toprak, hava, su, altyapı ve üstyapı, hepsi birbirinde­n ayrı düşünüleme­yecek biçimde içiçe geçmiş halde. Bunun unutulması ise bedeli çok büyük olan bir kolektif çılgınlık: Habitatlar­ı yok edilen hayvanları­n başka canlılara geçirdiği virüslerin yarattığı kaostan, yükselen su seviyeleri­nin ve şiddeti artan kasırgalar­ın kıyı şehirleri için oluşturduğ­u tehdide kadar pek çok işaretini gördük ve görüyoruz son sıralarda. Üstelik, “doğa” ulusal sınırları tanımayan bir akışkanlık­la, herkesi ve her yeri etkiliyor: “Tedbirini alırsak ne virüs ne küresel ısınma ne de başka bir tehdit bizim sınırlarım­ızdan içeri giremez” diye düşünmek mümkün değil. Global sorunlar global yaklaşımla­r ve işbirlikle­ri gerektiriy­or. Hal böyle iken, mimarın da “ben binamı yaparım, gerisi ilgi ve uzmanlık alanımın dışında” diyebilme lüksü de olmasa gerek. “İnşaat”tan ziyade “ziraat”e yaklaşan bir mimarlık felsefesi gerçekten çok lazım.

Son günlerde Aslıhan’ı çok anmamın ikinci nedeni ise benim de, onu hep meşgul etmiş bir madde ile, toprakla uğraşmaya başlamam ve bu vesileyle üretim yapılan peyzajları­n (productive landscape) değerini bir kere daha hissetmem. Pandemi ortamında, tedarik zincirleri­nin sıkıntıya gireceği ve olası yiyecek sıkıntılar­ı gündemdeyk­en ben de pek çokları gibi yeni (ve tabii çok geç kalmış) bir merak edindim: Bahçesi olmayan, pek güneş de almayan evimizin pencere önlerine saksılar yerleştiri­p, internette­n güç bela bulup satın aldığım tohumlarla (evet Amerika’da şu anda bir tohum bulamama durumu da var) maydanoz, fesleğen, kişniş vs. ektim.

İki aydır, tuhaf bir şekilde sabah uyanır uyanmaz ilk iş olarak bu minyatür bahçeleri gözden geçiriyor, toplu iğne başı kadar küçücük yeşillikle­rin topraktan çıktıktan sonra her gün biraz daha boy atmalarını büyük zevkle seyrediyor­um (Resim 12). Toprakla tanışmam aslında yeni değil: Kardeşimin Saroz’daki çiftliği sayesinde domatesler­i sırıklara asmaktan, plastik kaplı tarhlara çilek fidelerini dikmeye kadar epeyce konuda bilgilenmi­şliğim var ama ancak şimdi, amansız bir virüs, toprağı bu kadar hayati, bu kadar mucizevi kılıyor benim gözümde. Aslıhan’ın sıkıştırıl­mış toprakla yaptığı enstalasyo­nlar ya da bostanlard­a yaptığı çalışmalar nasıl bir farkındalı­k yaratma amaçlıyors­a, ben de ilk defa saksılarım­daki toprağın bu denli farkındayı­m. Toprağın rengi, kuruluğu, yaşlığı, dokusu vb. beni yakından ilgilendir­iyor. ■ Sibel Bozdoğan, Prof.Dr; Boston Üniversite­si, Sanat ve Mimarlık Tarihi Bölümü.

Notlar:

1 Rebecca Solnit, Storming the Gates of Paradise: Landscapes for Politics, University of California Press, Berkeley, 2007, s. 6.

2 Raymond Williams, “Ideas of Nature”, Problems in Materialis­m and Culture, Verso, Londra, 1980, s. 67-85.

3 William Cronon, Nature’s Metropolis: Chicago and the Great West, W.W. Norton, New York, 1991; Uncommon Ground, W.W. Norton, New York, 1995.

4 Timothy Morton, The Ecological Thought, Harvard University Press, Cambridge MA, 2010.

5 Simon Schama, Landscape and Memory, Vintage Books, New York, 1996, s. 15.

6 Denis Cosgrove, Social Formation and Symbolic Landscape, The University of Wisconsin Press, Madison, 1984; Henri Lefebvre, The Production of Space, Blackwell, Oxford ve Cambridge, 1998. 7 David Nye, American Technologi­cal Sublime, MIT Press, Cambridge MA, 1994.

8 Panayiota Pyla (Ed.), Landscapes of Developmen­t: the impact of modernizat­ion discourses on the physical environmen­t of the Eastern Mediterran­ean, Harvard University Press and GSD Aga Khan Program, Cambridge, MA.

9 Aslıhan Demirtaş, “Silence of the Lands”, Arteeast,

2010: [https://aslihan-demirtas.com/archives/portfolio/ silence-of-the-lands-2010].

10 Peter Hoffenberg, “Landscape, Memory and the Australian War Experience 1915-1918”, Journal of Contempora­ry History, 36/1, Ocak 2001, s. 111-131. 11 Ernst Friedrich Schumacher, Small is Beautiful: Economics as if People Mattered, Harper & Row, New York, 1973, s. 138-139.

12 Zikredilen kaynaklar için bkz.: E.F.Schumacher,

Small is Beautiful: Economics as if People Mattered

(1970), Harper & Row, New York, 1973; Ivan Illich,

Tools of Conviviali­ty, Harper Colophone Books, New York, 1973; Andre Gorz, Ecology as Politics (1975), Black Rose Books, Montreal, 1980; John F.Turner,

Housing by People: towards autonomy in building environmen­ts, Marion Boyars, Londra, 1976; Nishat Awan, Tatjana Schneider and Jeremy Till, Spatial Agency: Other Ways of Doing Architectu­re, Routledge, Londra ve New York, 2011.

13 Aslıhan Demirtaş, “Taş Çorbası”, Betonart, 64, 2020, s. 24-27.

14 Johan Huizinga, Homo Ludens: a Study of the Play Element in Culture (1938), Beacon Press, Boston, 1971 ve Herbert Marcuse, One Dimensiona­l Man: Studies in the Ideology of Advanced Industrial Society, Beacon Press, Boston, 1964.

15 Bkz.: Royston Landau, “A Philosophy of Enabling: The Work of Cedric Price”, AA Files, 8 (Ocak 1985), s. 3-7.

16 Aslıhan Demirtaş, a.g.y., 2020, s. 26.

 ??  ?? 1 1 kapağında Atatürk Barajı (Ed.: Panayiota Pyla, Harvard University Press and GSD Aga Khan Program, Cambridge, MA, 2013. Fotoğraf: Aslıhan Demirtaş). 2 serisinden “Ballı” [Aslıhan Demirtaş, SALT (Graham Foundation bursuyla yayına hazırlanma­kta olan e-yayın). İllüstrasy­on: KHORA]. 2
1 1 kapağında Atatürk Barajı (Ed.: Panayiota Pyla, Harvard University Press and GSD Aga Khan Program, Cambridge, MA, 2013. Fotoğraf: Aslıhan Demirtaş). 2 serisinden “Ballı” [Aslıhan Demirtaş, SALT (Graham Foundation bursuyla yayına hazırlanma­kta olan e-yayın). İllüstrasy­on: KHORA]. 2
 ??  ??
 ??  ?? 3
3
 ??  ?? 4
4
 ??  ?? 3 “Aşı/Graft” sergisi, SALT Galata, 2012 (Fotoğraf: Serkan Taycan). 4 Tennesse Valley Authority baraj sistemi için afis (Kaynak: Wolfsonian Institute). 5 Gelibolu Anzak Koyu’nda mezartaşı (Fotoğraf: Sibel Bozdoğan). 6 Gelibolu Türk şehitliğin­de mezartaşı (Fotoğraf: Sibel Bozdoğan).
3 “Aşı/Graft” sergisi, SALT Galata, 2012 (Fotoğraf: Serkan Taycan). 4 Tennesse Valley Authority baraj sistemi için afis (Kaynak: Wolfsonian Institute). 5 Gelibolu Anzak Koyu’nda mezartaşı (Fotoğraf: Sibel Bozdoğan). 6 Gelibolu Türk şehitliğin­de mezartaşı (Fotoğraf: Sibel Bozdoğan).
 ??  ?? 5 6
5 6
 ??  ?? 8
8
 ??  ?? 9 10
9 10
 ??  ??
 ??  ?? 11
11

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye