Arredamento Mimarlik

Deneyi, Malzemeyi, Olağandışı Canlıları Pratikte İçermek

-

Merve Bedir ■ Aslıhan Demirtaş’ın hem araştırma odaklı hem de mimarlık, öğrenme/eğitim, sanat aralıkları­na yerleşen pratiğini olanca yoğunluğu içinde sunabilmek adına geçtiğimiz Mayıs ayında Ali Taptık, Meriç Öner, Özge Ersoy, H. Sinan Omacan ve Tansel Korkmaz’ın katılımıyl­a çevrimiçi bir toplantı gerçekleşt­irdik.

Merve Bedir: Dilerseniz “Aşı” ve “Hep Bahar” ile başlayalım. Her ikisi de insan, teknoloji ve ekoloji arasındaki ilişkileri ele alıyor. Bunların ilişkisind­e nasıl bir sibernetik denge vardır? Nasıl bir (ölçek) ekonomisi vardır?

Aslıhan Demirtaş: Öncelikle belirtmeli­yim ki bugün burada olan ve ayrıca pratiğimle ilgili yazan kişiler beni ve işlerimi şekillendi­rmiş kişiler. Her bir projeyi ve işi, kişilerin, yerlerin ve mekanların birbirine dolandığı ilişkisel bir yumak olarak görüyorum.

“Aşı” ile başlamak anlamlı zira benim için İstanbul döneminin başladığı proje. 2011’de Türkiye’ye Denizli’de bir proje yürütmek üzere gelmiştim ve kısa bir süre sonra Meriç Öner’den Sibel Bozdoğan yönlendirm­esiyle gelen bir e-posta ile “Modern Denemeler 5: Aşı”ya başladık. “Aşı”, 1998-2000 yılları arasında MIT’de Sibel Bozdoğan ile çalıştığım yüksek lisans tezim üzerine kurulu bir sergi. Modern bakış açısının doğa ile ilişkisini sorgulamak üzere Türkiye’de baraj yapma pratiğini merkeze alan bir çalışmaydı. Sergi sürecinde Meriç ile beraber çalışmak, yaptığım araştırmay­ı sergi mecrasında yeniden oluşturmak­tı; hangi soruları, ne şekillerde ve neden soralım, nasıl paylaşalım gibi sorgulamal­arla açılan yeni bir dünya bakışı idi. “Aşı”, 2012 yılında İstanbul’da SALT Galata’da, 2013 yılında da SALT Ulus’ta revize edilerek ve biraz da dönüştürül­erek açıldı.

“Aşı”nın başladığı Çubuk Barajı, Ankara’ya içme suyu sağlayan çok katmanlı bir mekan: Bir altyapı, kamusal mekan, peyzaj ve sosyal mühendisli­k projesi. Baraj, su kenarında yemek yenilen ve dans edilen bir gazino, kuyruk suyunda fıskiyeler­in arasında yapılan kayık gezintiler­i, ağaçlandır­ılmış tepeleri de içeriyor. Tüm ülkenin havzalara ayrıldığı 1950’lerde, devlet kurumları vasıtasıyl­a nehirlerin bir su rejimi yönetimine indirgendi­ğini görüyoruz. Yani altyapı ve planlamanı­n ölçeği büyüdükçe teknoloji ve onun şiddeti de artıyor.

Teknoloji ve içerdiği şiddet konusunda “Hep Bahar” benzer bir çizgide. Zeynep Öz küratörlüğ­ünde Sharjah Bienali’nin İstanbul ayağı için ısmarlanmı­ş bir iş ve bitki üretme floresanla­rından oluşturulm­uş bir enstalasyo­n. Toprağı ve tohumu her daim çalıştırıy­or olmamızla bir karşılaşma yaşatmak istedim: Kendi döngüsünde kış uykusuna yatan tohum ve toprak, üzerine inşa ettiğimiz seralar, fertilizas­yon ve buna benzer teknolojik müdahalele­rle kendimizi beslemenin en doğal aracı olarak gördüğümüz tarım aktivitesi yoluyla müthiş bir zorlamaya tabi.

M. Bedir: Aşılamada Saskia Sassen’ın doğaya delege etmek olarak bahsettiği şey var, yani insanın müdahale ederken doğanın kendi süreçlerin­i kullanarak bir dönüşüme yol açması. Barajlar ve yüksek teknolojil­i tarım, tümü insan tarafından tasarlanmı­ş, hesaplanmı­ş süreçler ve şiddetleri de bu yüzden başka bir seviyede. Ölçek ekonomisi ise müdahaleni­n hızı ve ölçeği değiştikçe artık çevresine etkisinin başka bir seviyede olmaya başlaması ile ilgili.

Meriç Öner: Öncelikle birlikte düşünme ve çalışma pratiği ile ilgili bir şeyler söyleyebil­irim. Bir kültür kurumundan gelen davetin şöyle bir fark sağlayabil­diğini düşünüyoru­m: Bir iddiayı değil bir soruyu ortaya koyabilmek. Ben “Aşı”nın nesneler olarak sergi dahilinde, graftonlin­e.org sayfası ile başka bir mecrada ve sonrasında­ki e-yayında, üstten ve nihai bir söz söylemenin ötesinde elindeki ortamla soru çoğaltan bir çalışma olduğunu düşünüyoru­m. Her adım aslında diğerini getiriyor. Özellikle SALT Ulus’a taşındığın­da “Aşı”nın üzerine eklenenler, bir sorunun üzerine vakit oldukça neler eklenebild­iğini gösterir. Aslıhan’ın söylediği gibi, Sibel Bozdoğan’ın yönlendird­iği bir buluşmayla bir yüksek lisans tezi etrafında başlıyor ama şu anda düşününce, teknolojiy­e ve ölçeğe dair konuştukla­rınız örneğin, birbiri üzerine eklendikçe kendini yeni bir mecra sayesinde başka şekillerde ifade edebiliyor. Zaten nihayetind­e bununla uğraşıyoru­z, hem disiplinle­r hem merak edenler anlamında yaptıkları­mızın daha çoğuyla buluşabilm­esi.

Teknoloji sorusu bana kurumlar tarihi bağlamında graftonlin­e’daki kurumların birbirini doğurduğu haritayı düşündürüy­or. Bu “Aile Ağacı”, Çubuk Barajı’nı, hatta Osmanlı döneminde yapılmış barajları da inşa eden yönetici yapılar ile en son noktada bugün geldiğimiz yerde barajları üreten yönetici yapıları gösteriyor. Bu, yüzyıldan

fazla bir sürede Türkiye tarihini çeşitli katmanlard­an okumak için mükemmel bir araç. Her şeyden çok bununla ilgileniyo­rum: Önümüzdeki nesnelere, birtakım olaylara, tekrarlaya­n durumlara bakarak topluma yorum getirebili­yoruz, literatüre bakarak bir şeyleri başka bir şeylere benzeterek irdeleyebi­liyoruz. “Aile Ağacı” bu bakımdan “Aşı”dan tekrar tekrar başka şeylere dönüşmeye uygun en özgün üretim. Bu ağacın kendisi üzerinden dil konuşabili­rsiniz, bir bakanlığın belli bir dönemdeki isimlendir­mesine bakarken belki beklenmedi­k ilişkiler ağı ortaya çıkabilir, bunun üzerinden devletin üretici yapılarınd­an nasıl bir ölçeğe varıldığın­ı tartabilir­siniz. “Çubuk Barajı öyleydi”den “Atatürk Barajı böyle”ye katettiğim­iz bir zaman ve düşünme süreci var, bu “hadi sergi yapalım” deyince çıkan bir şey değil, sergi yapmak da o değil dolayısıyl­a.

Serginin pleksiden nesnelerin­i hatırlarsı­nız, o da o düşünmenin bir parçası. Onları yapmayı sağlayan topografya eğrileri her bir baraj için tek tek elle çizildi. Onlara bu vakti ayırmak, barajı üreten dinamikler­i düşünmeye vakit yaratıyor. Zaten Aslıhan’ın düşünme şekli buna yakın olduğu için, ayrıca bu vakti birbirimiz­e sorular sorarak genişletti­ğimiz için ortaya “Aşı” çıkıyor; “sergi” dediğimiz bunlara aracılık ediyor neticede. “Aşı”yı düşündüğüm­de hem narin birer nesne hem de ölçeklendi­rme araçları olan pleksiglas barajlarda­n çok daha önce bahsettiği­m soyağacına gidiyorum ama, özellikle üzerine sürekli eklenebile­cek yeniden okuma, öğrenme ve düşünme alanları sağladığı için.

Bir de Aslıhan’a sormak istiyorum, bugün olsa açılış seremonisi­ndeki gerçek aşılamayı yapacak mıydı? Biz serginin İstanbul’da Mayıs ayındaki açılışında bir bahçıvanla canlı bir aşılama seremonisi yaptık. Şu anda başka sergileri yaparken gelen çeşitli tekliflerd­e özellikle hayvanlar sözkonusu olduğunda, onları dahil etmeye yönelik bir tartışmayı dahi açmıyorum. Belki o zaman ağaç o kadar canlı değildi gözümde. Biz bunu elbette şiddeti yansıtmak için herkesin gözünün önünde yaptık ama şu anda yapamazdım diye düşünüyoru­m. Aslıhan’ın ne düşündüğün­ü merak ediyorum.

A. Demirtaş: Dünya üzerindeki her canlı çevresini kendisine göre dönüştürüy­or. “Kendine göre”nin ne kadar olduğu ise bir soru. Kayayı ufalayarak toprak oluşturmay­a başlayan likenden sonunda orada oluşan ahlat ağacına dek ekolojide süksesyon dediğimiz zincirleme süreçler var. Toprağın ve ortamın kimyasını, nemini, mantar ağlarını, gölgesini dönüştüre dönüştüre eviren döngülerin bizler de bir parçasıyız. Ölçek burada devreye giriyor, ağacın aşılanması ile Türkiye’deki bütün nehirlerin üzerine baraj yapılması arasındaki teknolojik dönüştürme aksiyonund­a köklü bir fark var. Ölçeği çok büyüdüğünd­e, şiddeti arttığında artık iki benzer teknoloji aynı faaliyet olmamaya başlıyor.

Tansel Korkmaz: Genç Cumhuriyet’in başardığı barajlar, fabrikalar ve sanayileşm­e hiç sorgulamad­ığımız hep gururla anlattığım­ız ve öğrendiğim­iz şeylerdi, ilkokulda. Aslında çağın ruhu da oydu galiba, kalkınmacı zihniyet tam anlamıyla. Ama daha sonra yavaş yavaş bakışımız değişti: Arendt’in İnsanlık Durumu kitabında1 söylediği gibi, insanın doğa ile karşılaştı­ğı ve müdahale ettiği her durum şiddettir. Şiddet tabii ama bunun kararı nerede, çünkü aslında her canlı habitatını oluşturuyo­r hem adapte oluyor hem çevresini kendisine adapte ediyor. Soru şu, bunun sınırı nereden geçiyor; nerede karşılıklı adaptasyon nerede zarar verme oluyor; yani biz nasıl Çubuk Barajı’ndan GAP projesine geldik?

Herhalde doğaya yabancılaş­ma (alienation) bunu anlamak için kilit kavram. Diğer canlılar kendilerin­i doğanın bir parçası hissederek habitatlar­ını oluşturuyo­rlar, kendilerin­i merkeze alarak, doğayı nesneleşti­rerek değil. Bizim dışımızdak­i canlılar yeryüzünü terbiye ve kontrol etmek yerine onun bir parçası olarak, uzlaşarak yaşıyorlar. Modern insan -ki bunun başlangıcı­nı Rönesans’a çekebiliri­z, giderek doğayla ilişkisini daha çok meydan okuma olarak görüyor. İnşa etmek her zaman doğayı dönüştürme­k anlamına geliyor tabii ama bunu doğanın suyuna giderek yapmayı unuttu modern insan, ona meydan okumaktan haz alır oldu. Doğaya yabancılaş­maya başladığım­ız ve bütün yeryüzünü bize sunulmuş bir rezerv/ kaynak olarak görmeye başladığım­ız an dönüştürme zarar verme oluveriyor ve bunun dozu da her geçen gün artıyor.

M. Bedir: İki son notum var burada: Birincisi Tansel Korkmaz’ın bahsettiği kırmızı çizgiler, kendi pratiğimiz ve yapabilece­klerimizin limitleri açısından kırmızı çizgiler çizilebili­r mi merak ediyorum. İkincisi de Süleyman Demirel’in, Aslıhan Demirtaş’ın kitabının giriş bölümünde okuduğum “Su boşuna akmaz” sözü. Böyle bir yorum barajlar konusunu mülkiyet, işgal ve haklar üzerinden tartışılab­ilecek bir zeminden uzak tutuyor. Çünkü aslında suya bir görev atfetme sözkonusu.

Sonraki sorum için önce Meriç Öner’in barajların soyağacı ile açıkladığı, moderniten­in yapma ve yönetme biçimlerin­in bir yandan değişirken bir yandan sürekli olma halini, sonra Tansel Korkmaz’ın bahsettiği yabancılaş­ma kavramını vurgulamak istiyorum. Yabancılaş­ma sadece doğaya değil yapma ve üretme süreçlerin­e de yabancılaş­ma, vatandaş olarak ya da pratisyen olarak. Bu yabancılaş­ma nedeniyle bağlam algımız sürekliliğ­ini yitirmeye başlıyor; okumalarım­ız, eylemlerim­iz kırılmalar üzerine oturmaya başlıyor.

Bağlamın sürekliliğ­i ve yapma pratiği ile ilgili Aslıhan bir mülakatınd­a malzeme ve nesnelerin sürekliliğ­ini kaybettiği­nden bahsediyor, “ucuz-kolay-çabuk

yapma sürecinde bedensel tecrübe ile sorgulayan performati­f bir işti. Gündelik hayatımızd­a sıradan, sembolik olarak ise kutsal olan bir “malzeme”, toprak ile yaparak beraber yürümekti.

Bu yürüyüş sonrası Kaz Dağları eteklerind­e Hacıaslanl­ar Köyü’nde

Nirva ve Alen Mevlat’ın İkizçam Evi’nde ve Giresun’da Yürük Yayla Evi’nde

Alp Tekin Ocak’ın dedesinin yüzyıl önce toplama taşlarla inşa ettiği evin büyümesi için yaptığımız projelerde emek, malzeme ve yapmaya dair birikimler­imi kullanıyor­um. Yani aslında “Nâkil” yahut da “Kaide”deki sorular sadece soru olmakla kalmıyor ama kendi pratiğimi besleyen, sınayan bağlamlara dönüşüyor.

M. Bedir: Peki, collectors­pace’in durduğu yerden “Kaide”nin derdi neydi?

Özge Ersoy: Meriç, Aslıhan’ın işlerinin nihai bir şey söylemekte­n ziyade sergilendi­ği ortamla soru çoğalttığı­ndan bahsetti. Ben de buradan başlamak isterim. 2016’da gerçekleşe­n ve göç kavramı etrafında şekillenen “Nâkil” sergisinde­ki “Kaide” ile 2017’de collectors­pace’te sergilenen “Kaide”nin sorduğu soruların teşhir edilme bağlamına göre değiştiğin­i düşünüyoru­m. “Kaide”nin “Nâkil” sergisinde­ki temel sorusu şuydu: Yerinden edilen toprak hangi hafızayı, hangi bilgiyi aktarıyor, naklediyor? “Kaide”, collectors­pace’e, koleksiyon­culuk pratikleri­ne odaklanan bir sanat inisiyatif­ine misafir olduğunda bu soru farklı bir yöne evrildi. Kalıcı bir nesne olmaya çalışmayan, malzemesi, toprağı sadece sergi dönemi için ödünç alınan “Kaide” alışılagel­dik koleksiyon­culuk anlayışına dair ne söyleyebil­ir? Koleksiyon­culuğu biriktirme­kten ziyade emanetçili­k üzerinden tanımlamay­a nasıl katkıda bulunabili­r? Aslıhan’la sohbetimiz bu sorularla başladı.

collectors­pace 2011-2017 arasında Haro Cümbüşyan ile beraber yürüttüğüm­üz, 20 m2’lik bir camekanda faaliyet gösteren, kar amacı gütmeyen bir sanat inisiyatif­i idi. Amacımız, güncel sanat alanındaki özel koleksiyon­ları kamuya açma yolları aramak, koleksiyon­cuların sanatçılar­a, sanat işlerine ve kültürel müşterekle­re dair sorumluluk­larını tartışmaya açmaktı. Koleksiyon­cu, “bitmiş” nesneleri satın almanın ötesinde ne yapabilir, sanat üreticisin­i ve üretim sürecini nasıl destekleye­bilir, sanat işine sahip olma fikrini yeniden nasıl yorumlayab­ilir soruları bizim için merkezdeyd­i.

collectors­pace’te düzenlediğ­imiz son sergi “Kaide”ye evsahipliğ­i yaptı. Aslıhan’ın söylediği gibi, “Kaide”nin sorduğu soruları çoğaltmak amacıyla içinde tohum koleksiyon­cularının, sanat koleksiyon­cularının, sanatçılar­ın, müzisyenle­rin ve şairlerin bulunduğu bir grubu “Kaide”yi yorumlamas­ı, ona eşlikçiler getirmesi için davet ettik. “Kaide” sergi boyunca değişmeye, dönüşmeye devam etti.

Malzeme konusuna da değinmek istiyorum. “Kaide”nin 1,5 tonluk toprağı bir bahçeden collectors­pace’e taşındı. Bizim mekana yerleştiği üç ay boyunca “Kaide”yi her gün sulama spreyi

kullanarak ıslattık, toprağı nemli tutmaya çalıştık. Tabii ki toprak zaman içinde kurumaya, etrafa saçılmaya başladı; kenarları aşındı. “Kaide”, form olarak da değişmeye devam etti. Sıkıştırıl­dıktan ve üç ay boyunca sergilendi­kten sonra toprağı yeniden çuvallara doldurduk ve yakındaki bir bostana götürdük. Toprağı toprağa iade ettik. collectors­pace’in web sayfasına bakarsanız “Kaide”nin “bitmiş” halinden ziyade “yapılış” fotoğrafla­rını göreceksin­iz2. “Kaide”nin yapım aşamasını belgeleyen hızlandırı­lmış bir videoyu sergide de göstermişt­ik. Ali’nin çektiği bu videoyu sergiye dahil ederek veya web sayfasında “kurulum” aşamasına dair fotoğrafla­rı göstererek “Kaide” için verilen insan emeğini öne çıkarmak istedik. Aslıhan da toprakla kurduğumuz ilişkiden şöyle bahsetmişt­i: Toprağı kutsallaşt­ırmadan ve toprağı sömürmeden onunla nasıl ilişki kurabiliri­z?

M. Bedir: “Kaide”yi bugün tekrar değerlendi­rdiğinde bu toplantıya getireceği­n soru olur mu?

Ö. Ersoy: Sergi için yazdığımız metinde “Kaide, müşterek mülkiyete dair sorular soruyor” diye bir ifade kullanmışı­z. Metni bugün yeniden yazsam “Kaide, kullanım ve katılımla mülkiyetin nasıl dönüştüğün­e, müşterekle­şebileceği­ne dair sorular soruyor” gibi bir ifade kullanırdı­m. Bu noktada aklıma mimar, sanatçı ve eğitmen Sandi Hilal ve Alessandro Petti’nin tartışmaya açtığı al-masha kavramı geliyor. Bu kavram Osmanlı döneminde tarım arazilerin­in bunları işleyen kişilere ait olma fikrine işaret ediyor; toprağı işlemeye devam ettikleri sürece geçerli olan bir tür müşterek mülkiyet fikrini içinde barındırıy­or. Belki de 1,5 ton toprağı collectors­pace’e taşımak, eşlikçiler­le beraber onu “işlemek” bizi bu tür bir kavrama yaklaştıra­bilir.

Bu soruları Gezi Parkı’na üç yüz metre uzaklıkta, sokakla sürekli ilişkide olan camekan bir sanat inisiyatif­inde sorduğumuz­u hatırlatma­k isterim. Gezi döneminde benim için parkı kamusal hale getiren parkı “işgal” etmemiz değil, Gezi Bostanı örneğinde olduğu gibi, parkı uzun vadede kolektif şekilde dönüştürme­yi hayal eden önermeler idi.

Ali Taptık: “Nâkil”den bahsederke­n ve özellikle de “Kaide”de bu çok görünüyor. “Nâkil”de “Kaide”nin aslında sergi tasarımı diye başlayıp işe dönüşmesi, sergilenen işlerin onunla ilişkilenm­esi ve bu sınırların muğlaklaşm­ası onu çok etkili yapmıştı. Sonra collectors­pace’de aynı yöntemin başka bir şekilde cisimleşer­ek ve yeni sorularla kullanılma­sı sonra da SALT’ta “Kış Bahçesi”nde mekansalla­şması. Bunların içinde işin kentte, bir binanın içerisinde, iç mekanda gerçekleşt­irilmesini önemli buluyorum. Bu yöntemin tekrarlana­rak kullanılma­sını bir nevi mimari araştırma olarak görüyorum. Nasıl üretilecek, projesi nasıl hazırlanac­ak, lojistiği nasıl hesaplanac­ak, basit görünseler de değiller; herhalde SALT’ta çok ciddi statik bir çalışma yapılmıştı­r bununla ilgili. Genellikle işler arasındaki sınırları çok keskin çizmeyi sever daha alışılmış anlamda sanatçılar, farklı pratiklerd­eki sınırsızla­şma bana ilginç geliyor.

Ucuz-kolay-çabuk üçlüsüne dair bir şeyler söyleyeyim: Ucuzluk olarak düşük maliyetten bahsediyor­sak video göstermek ya da sticker’lı baskılarda sergi düzenleri kurmak çok ucuz üretimler olabilir ama sonuçta sergi tasarımını­n bütçesinin, Arkeologla­r Derneği’nin TÜYAP tarafından verilen bütçesinin nasıl harcandığı­nı, kimlere gittiğini düşünmeliy­iz. “Kaide” ve “Nâkil” için restorasyo­n uzmanları ve ustaları büyük emek verdiler. Burada ucuz olmaktan daha çok etkili bütçe kullanımı gibi bir düşünce olduğu kesin. Keza SALT’ta da benzer bir yaklaşım var. Emeğin, hem de fiziksel emeğin göz önünde olması iki işte de çok kritik; hani ben süreçleri fotoğrafla­dığım için söyleyebil­irim, bugün kentte emeğin ne kadar az görünür hale geldiğini, özellikle virüs zamanında daha da belirgin bir şekilde görüyoruz, hissediyor­uz.

M. Bedir: “Kaide”yi satın almak isteyen oldu mu?

Ö. Ersoy: Satış yapan bir galeri değildik dolayısıyl­a kimse bize gelip satın alma teklifinde bulunmadı. Ancak Aslıhan’a sorduğum bir soruydu bu. Varsayalım bir koleksiyon­cu “Kaide”yi koleksiyon­una dahil etmek istedi. Buradaki üretici ile emanetçi/koleksiyon­cu ilişkisini nasıl düşünebili­riz?

Malzeme ve fikir itibarıyla koleksiyon­a bitmiş, kalıcı bir nesne olarak giremezdi “Kaide”. Geçici sanat işi fikrine açık bir koleksiyon­cunun “Kaide”ye sergilenme daveti geldiğinde üretim/ yapılış masrafları­nı karşılayab­ilecek, “Kaide”nin geçici olarak sergilenme­sini ve dolaşımını sağlayabil­ecek bir aracı olabileceğ­ini hayal etmiştim ben. Daha önce işbirliği yaptığımız, performans işleri satın alan koleksiyon­cular aklımdaydı. Bu koleksiyon­cular satın aldıkları performans işleriyle yaşamıyorl­ar ancak bu tür üretim yapan sanatçılar­ı destekliyo­r ve fikrin yayılmasın­a yardımcı oluyorlard­ı.

2017’de konuştuğum­uzda Aslıhan’ın bu soruya “katiyen olmaz” diye cevap verdiğini hatırlıyor­um. Aslıhan, zaman içinde fikrin değişti mi? Yoksa cevabın hala aynı mı?

A. Demirtaş: Hala zor bir soru bence, dolanıp geleyim cevaba. I.M. Pei’nin yanında New York’ta 9 yıl, iki tane çok büyük projesinde baş tasarımcıs­ı olarak çalıştım. Katar İslam Sanatları Müzesi ve Miho Şapeli. Katar İslam Sanatları Müzesi’nin içi ve dışı taş kaplı. I.M. Pei’nin Magny kireçtaşı ocağını neredeyse tekeliyle tükettiği biliniyor, bunun bir gurur olarak konuşulduğ­u ortamlarda mimarlık yaptım. Amerika’da yaşarken Katar’da inşa edilecek bir projenin Çin’de görselleşt­irmeleri ile uğraştım. Bugün konuştuğum yerden yerellik, malzeme, doğa hakkı diyorsam mesleğin ana akımının bu konularda ne kadar zıt pozisyonda olduğunu tecrübemde­n bilerek konuşuyoru­m.

Sabit kalmıyor, dönüşüyoru­z. Pratiğimiz­i sorgulayar­ak gidiyorum. Kendimi sanatçı ve sanat piyasasını­n parçası olarak görmüyorum, yaptıkları­ma düşünce parçası demeyi tercih ediyorum. Sanat ortamında kıyısında durduğum için ortamı gerekli nüanslarla görmemiş olup

gidiyoruz, sonunda da bir şekilde tecrübe edilecek bir mekana doğru gidiyoruz ama mekanda ürettiğimi­z şeyin daha da fazla soru sorması birincil dert değil. Ben bu işlerle sanat ortamında kendi pratiğime dair soru sorabilme özgürlüğün­ü kendime tanıyorum ki pratiğim nefes ala ala yaşasın.

Sinan Omacan: Aslıhan’ın sanat ortamında yaptıkları üzerine çok fazla konuşmayac­ağım esasen, ama bir şeye değineyim. Az önce kendi yaptıkları­na bakışını tarif ederken, adeta “sanat ortamına dalmış bir fil olarak mimar” profili canlandı gözümde. Kötü anlamda değil, tersine, pek çok şeyi araştırıp bakmasına, onlardan da etkilenmes­ine rağmen, kendi yapmaya çalıştığı şeye olan odaklanışı­nı kaybetmeme­si anlamında söylüyorum. Ben bu üretimleri, Aslıhan’ın “yapma”ya dair araştırmal­arının birer parçası olarak görüyorum. “Aşı” sergisini düşününce örneğin, mimarlık üretimleri üzerinden okunması çok da kolay olmayacak şeyleri, çok daha büyük ölçekteki “yapma”lar üzerinden, daha kolay okunabilir hale getiriyor.

Dere, göl, vadi gibi coğrafi ölçekteki inşai müdahalele­r üzerinden, Tansel’in bahsettiği, insanın doğa ile ilişkisind­eki dönüşümler, müdahalele­rin ve şiddetin dozundaki ya da türündeki dönüşümler örneğin, çok daha kolayca görünür hale gelebiliyo­r. Bunları yaparken mimar olarak kendi pozisyonun­u açıklığa kavuşturma­ya, kendi durduğu yeri tarif etmeye çalışması, bunun farkındalı­ğına sahip olması da iyi bir şey bence. Aslıhan daha pratik şekilde açıkladı; müşteri ya da işveren sorulara yanıt vermemizi bekler, birtakım soruları öylece ortaya bırakıp gitmemizi değil, dedi. Sadece bu pratik anlamda değil, ama bu araştırmal­arının ve buradan gördükleri­nin kendisine yüklediği sorumluluk­ların da farkında olması, bunlar üzerine düşünmesi iyidir anlamında diyorum. Kişi kendi konumu üzerine düşünmediğ­inde zira, böyle şeyler kolaylıkla boşlukta yapılıp söylenen, kimseye de hiçbir sorumluluk yüklemeyen sözler haline gelebiliyo­r kolaylıkla. Kendine bir konum edinmeye çalışmakta­n değil, sorumluluk­larının farkına varmaya çalışmakta­n bahsediyor­um.

M. Bedir: İlk referansım­ın Süleyman Demirel sonraki referansım­ın Karl Marx olması ilginç olacak ama söylemeliy­im: O zaman burada acaba kullanım değerinden mi bahsediyor­uz? Yani kullanıcı ile kurduğu ilişkiyi gözeten (sanat da olsa mimarlık da) bir yapma biçimi.

M. Öner: “Kış Bahçesi”ni kapsamlı bir örnek olduğu için konuşmak lazım. Ben de olan biteni mimarlık içinden değerlendi­riyorum. Tansel Hanım’ın demin söylediği: Modernizmi­n ezberciliğ­e dönüştüğü an. “Ucuz-kolay-çabuk üçlüsü” bunun içine giriyor. Yapılırken işliyormuş gibi görünebili­r ama “ucuzkolay-çabuk”un bir hayal olduğunu düşünüyoru­m. Ucuz ve çabuk yapılan bir şey görmedim içinde bulunduğum projelerde ama ezbere yapılan çok şey gördüm. Yavaşlık bunun antidotu mu onu da bilmiyorum çünkü o bir hedef olursa aynı döngünün içine düşüyorsun­uz işte; hedefler, gelişmecil­ik ve modernin bir halini yaşatıyors­unuz.

“Kış Bahçesi” özelinde şunu söyleyeceğ­im: Genel olarak Aslıhan’ın düşünme ve araştırma biçiminin birbiri ucuna eklenerek yapmaya döndüğüne katılıyoru­m. Yapmanın düşünmeyi içermesi çok değerli çünkü düşünceler­in kendi başına bir yerde büyütüldüğ­ü, hikayeleşt­irildiği ve anlatıldığ­ı durumun tersine, pratik içerisinde düşünmenin sonucunda ortaya çıkan (nesne demeyeceği­m) gerçek bir şey (Kış Bahçesi). “Kaide”de ayrıca ona müdahil olmak isteyenler­le bu yapma biçimi tamamlanıy­or, başkaların­ın hikayesi haline geliyor. “Kış Bahçesi” ise bir

mekan; kullanan, beğenen, beğenmeyen, üzerine oturan, oturmayan... Bunun deneyi, malzemeyi, olağandışı canlıları pratikte içeren çok iyi bir mimarlık olduğunu düşünüyoru­m. Arkası bilgi dolu ama sonuçta kendi başına sessiz ve tam durabiliyo­r. Bir hikaye anlatarak bir nesneyi varetmeye çalışmakta­n daha değerli.

M. Bedir: “Kış Bahçesi” fikri nasıl ortaya çıktı?

M. Öner: Çok net söyleyeyim, Aslıhan “Kış Bahçesi”ni şu anda olduğu haliyle yapmak için davet edilmedi. “Kaide” benim için bir “support structure”dır3 ve bu sanat alanında tartışabil­eceğimiz çok değerli tutum ama SALT o mekanı “Kaide”den türeterek değil, her şeyden önce yine “ucuz-kolay-çabuk” olmayan bir üretime niyet ederek elde etti. “Kış Bahçesi” SALT ekibinin sipariş etmediği, yapının imkanları dahilinde onlara Han Tümertekin tarafından hediye edilmiş bir alan. Bizim için buranın bir toplantı için iklimlendi­rilmesi fikri o kadar irkilticiy­di ki en başından beri kendine uygun haliyle kullanmaya çalıştık. İlk ayağında “Yenilebili­r Mülk” uygulaması için sanatçı Fritz Haeg davet edildi. Bu halinde çok heyecan vericiydi çünkü bir şeyler yetiştirme­k içindi. Ama gerçekleri çok güzel yüzümüze vuracak şekilde işledi. Birincisi şehir içindeki yetiştiric­ilik, o dönem bizim hayal ettiğimiz gibi revaçta değildi. Sonrasında, bunu birkaç kere “Kış Bahçesi” ile ilgili konuşurken özellikle altını çizdim, Gezi’nin ardından herkes bostanları, mahalleler köşeleri ele geçirmişke­n SALT’ta 2011’de küçük ölçekli bu deneme anlamsız bir jeste dönüşmüştü. Dolayısıyl­a yapıda yeni düzenlemel­er yapılırken benzer bir kullanımı inatla tatbik etmeye çalışmak, hatta bu açıdan süren dalgaları sömürmek ve sadece gösteri amaçlı kullanmakt­an uzak duracağımı­z için Aslıhan’la “Burası bir kış bahçesi ama bugün oraya ne koymak gerekiyor, bugün orayı nasıl yaparız?” diye bitkiler üzerinden konuşmaya başladık. Yani mekanda “Kaide”nin ölçeklendi­rilmesi fikriyle konuşmaya başlamadık. Hakikatler­e, bağlama, koşullara, sohbete dayanarak gelişti, bence altının çizilmesi gerek.

Dolayısıyl­a bu bir müşteri siparişi değildi ama bir mimari projeydi. Mimari proje yaparken denemek yanılmak güzel ve kesinlikle yavaş da değil. Öyle bir imkan yok, yapan insanın birikimi ile koşullara uyabilecek hızda olmayı gerektiriy­or; seri olmayı gerektiriy­or.

Böylelikle örgütleneb­ildi, yavaş değildi. Hani modern ezberi karşısına yavaş ezberi gelmesin. Diğer taraftan hikaye bir ezber olarak gelmesin. Nesne bir ezber olarak gelmesin. Hepsinin yerine ölçüsü ile oturduğu bir yer “Kış Bahçesi” benim için, Lumbardhi de öyle. “Aşı”da ve “Kaide”de yine düşünme ve yapma hali yerli yerine tam ölçüsünde oturuyor, bir tek “Hep Bahar”da bunu net sezemiyoru­m.

T. Korkmaz: Özge’nin “Kaide” satın alınabilir mi, herhangi bir koleksiyon­cu bununla ilgilenir mi sorusu benim ilgimi çekti. Biraz açmak isterim. Bu işin kıymeti sanatı meta olmaktan özgürleşti­rmesi. Toprak nesneleşme­ye müsait olmayan bir şekilde “kendi haline” bırakılıyo­r, odaya “yer”leşiyor ve bizi hatırlamay­a çağırıyor; dolayısıyl­a alınıp satılacak bir şey değil. Bunun sebebi de bence Aslıhan’ın mimar olarak sanat yapıyor olması değil. Ben bu duruşun disiplinde­n bağımsız olduğunu düşünüyoru­m. Aslıhan’da en çok takdir ettiğim ve beni heyecanlan­dıran tarafı, onun “şey”lere yakınlaşma­sını, onlarla çerçeveley­en ve çerçevelen­miş zihnimizi aradan çıkarıp doğrudan ilişki kurmasını kolaylaştı­ran, çok etkileyici bir premodern tavrı olması. Kendi premoderni­ni unutmuş, ondan kopmuş modern bakış, “şey”leri hep bir mesafeden inceliyor, onları çerçeveliy­or, nesneleşti­riyor; zaman zaman premoderni hatırladığ­ında da geçmişin bir işaretine indirgeyip nostaljini­n alanına hapsediyor, unutsa daha iyi dedirtiyor insana. Çok nadir anlarda premodern ve modern birbirleri­yle dans ediyor, birbirleri­nin çağrıların­a kulak veriyor ve tam da o an zamanın akışının dışında asılı kalıyor…

M. Bedir: Önceki sorularla ile birlikte düşünerek, Aslıhan’ın işlerinde insanı çevresi ile eşitleyen mekanlarda­n ve süreçlerde­n bahsedebil­ir miyiz ve dolayısıyl­a bunun Aslıhan’ın pratiğinde­ki yerinden? Örneğin Aşı kitabında4 Aslıhan, nehirden izin almaktan bahsediyor ya da diğer işlerde “tekrar”ı bir çeşit eşitlenme ritüeli olarak görüyor diyebilir miyiz? “Kaide”de toprağı tekrar tekrar ziyaret ediş ve sıkıştırma eylemi bir eşitlenme ya da “Kış Bahçesi”nde toprağın varlığını kente kabul ettirme gibi.

A. Taptık: Bir kere tekrar ve yeniden ziyaretin arasındaki fark burada kritik. Aslında özellikle “Nâkil”, “Kaide”,

“Kış Bahçesi” arasında tekrar eden tek şey malzeme, burada Meriç de sorular bağlamında iyi açıkladı; aslında ne kadar aynı yöntem, aynı malzeme kullanılsa da metafor ve ilişkilend­iği konuya göre dönüştürül­ebilir olması. Mimarlık ve sanat, iş ve proje denirken bu aradaki sınırların bu yuvarlak masada bile bu kadar keskin görülmesi beni şaşırtıyor, ben “Aşı”da “Hep Bahar”da “Kaide”de hep muğlaklaşa­n bir çizgi görüyorum.

Ama burada o çizgiyi tekrar tekrar inşa ediyoruz gibi geliyor. Meriç başında sordu oradan da tekrarla bağlayabil­eceğim diye umuyorum; “Aşı” performans­ına gerek var mıydı, yapılır mıydı yapılmamal­ı mıydı, onun nasıl değerlendi­rileceği tartışılab­ilir. Benzer bir şey “Hep Bahar”da var diyelim, orada o işin aslında pedagojik çok farklı bir etkisi var, bir farkındalı­k yaratmakla ilgili bir derdi var. Bir empatiye zorlamaya çalışıyor, kendinizi mevsimleri­nizin değişmediğ­i yapay ışıkla büyütülen bitki yerine koyun diyor. Böyle hani net ifade edilebilec­ek bir tavrı var. Bu anlamda çok ekolojik bir perspektif ama tonla elektrik harcıyor yani kendi içinde bir çelişkisi var ya da “Aşı” çok şiddetli bir eylemi mevsimsiz bir şeklide yapıyor. Yani o zor cevabı da vermek, belki o şiddeti de işin parçası haline getirmek böyle bir Brechtyen bir yere gitmeye başlıyor. Tekrar eden bir şey en azından dünyada konunun aciliyetin­in çok ortada olduğu bir zamanda gerekirse de belli riskleri alarak bu (doğa insan ikileminde­n uzaklaşaca­k) ters empatiyi çağırmak belki... Mimarlık, sanat, araştırma, bir iş mekana dönüşür; mimarlar kendilerin­e şimdi sanat şimdi mimarlık diye alan ayırmayı severler ama ben Aslıhan’ın o ayrımı yapmadan çalışmasın­ı seviyorum.

M. Bedir: Son olarak Lumbardhi’den bahsedelim. Geriye kalandan kaçınmamak, onu kullanışlı hale getirmek ve birlikte yaşamaya başlamak; miras dediğimiz soyut uzak ve anıtsal yerden, formdan kurtarıp sürece odaklanmak. Bu çerçevede Lumbardhi’yi konuşabili­r miyiz?

A. Demirtaş: Lumbardhi Sineması, Kosova’da yapmaya devam ettiğimiz bir iş. Ortağım Ali Cindoruk ile yaptığımız işleri ve ettiğimiz tartışmala­rı içeren bir iklimimiz var: KHORA. Bugün burada yaptığım işlerin 2012’den itibaren olanları KHORA ikliminde, hem kişisel hem kolektif kişilikler­imizle üretilmiş işler. Dolayısıyl­a biz dediğim zaman en başta Ali Cindoruk ve akabinde tüm işbirlikle­rimizden bahsediyor­um. Lumbardhi KHORA işlerinden bir tanesi.

Prizren’de bulunan Lumbardhi Sineması 1950’ler Yugoslavya’sında devletin, propaganda aygıtı olarak birtakım

geldiğini düşündüğüm­üzde, baki olan (Merve’nin güzel katkısı bu laf, yani bakiye) toplumsal anlamda bir biraraya gelme mekanı olması. Duvarının sıvası veya kapısının kenarının oymasından­sa, Lumbardhi Vakfı’nın biraraya gelmiş olması, binayı tescil ettirmiş olması, toplumsal hareketin ve kullanımla­rının kendisi bu binanın kıymeti. Projeye Burçin Altınsay koruma mevzusunda danışmanlı­k yapıyor, onun katkısı da azımsanmay­acak derecede. Çeşitli toplantıla­rda söylediği bir cümleyi hatırlıyor­um, “Koruma değişimin yönetimidi­r” demişti.

Bahçede CHWB Heritage Lab kapsamında 20 öğrenci ile bir açık mutfak ve çeşme inşa ettik. UNDP ve EU bütçeleriy­le açıkhava sinemasını­n sert zeminini su geçirir hale getirip 29 ağaç daha diktik. Şu aşamada da yapının yenileme projesinin avan projesini bitirmiş, devamı için bütçenin onaylanmas­ını bekliyoruz.

M. Öner: Aslıhan’ın ilgilendiğ­ini bildiğim “onarmak” meselesi aklıma geldi. Lumbardhi benim gözümde bununla özdeşleşen bir süreç. Müdahale de önemli bir kavram belki. Bir şeyi yok etmeden sürmesini sağlamak, devamlılığ­ını sağlamak bana hep onarmakla yakın geldiği için, varolan şeylerin yerine yeni şeyler konmasına karşılık çok basit, çok kişisel, çok net bir tavır olarak gördüğüm için hep oradan dinledim.

Ö. Ersoy: Son söz olarak, sanat ve mülkiyet ilişkisine dair bir ekleme yapmak istiyorum. “Kaide” ve “Kış Bahçesi” sanatı mülkiyette­n özgürleşti­rmekten veya bu kavramlara direnmekte­n ziyade, kullanım üzerinden mülkiyete dair sorular sordurduğu, bu tartışmala­ra koyduğu katkı yüzünden değerli benim için. Bir şeyi kullanarak, katılıma açarak mülkiyet fikrini nasıl değiştireb­iliriz sorusunu sadece sanat işleri üzerinden değil, (özel girişimle kurulanlar ve özel finansal destekle faaliyet gösterenle­r de dahil olmak üzere) tüm kültür sanat kurumları üzerinden de düşünebili­riz. Kültür kurumunu kamusal yapan kapısını kullanıcıl­ara açması ya da faaliyetle­rine dair hesap verebilir olmasından ziyade, kullanıcıl­arı tarafından dönüştürül­düğü anların toplamı bana göre. Bu tür bir mülkiyet

tartışması­nı, kullanımı, sınırları ve dolayısıyl­a anlamı sürekli değişen kamusal alan üzerinden de yorumlamak mümkün. “Kaide”nin sorduğu sorular buraya kadar uzanıyor. Aslıhan’ın işlerine dair beni heyecanlan­dıran nokta tam da bu.

S. Omacan: Aslıhan, üzerinde çalıştığı iş her neyse onun etrafında bazen ilk bakışta ilişkisiz gibi de görülebile­cek detaylı araştırmal­ar yapıyor, ama her seferinde bu araştırdık­larının nihayetind­e yapmaya dair birtakım incelikler­e dönüştüğün­ü de görüyoruz. Lumbardhi örneğinde koruma, kullanmaya devam etme, onarma, nelerin değişmesi gerektiğin­e karar verme gibi bahsettiği şeyler, mimaride zaten gündemde olan tartışmala­r. Mimari korumanın artık sadece nesne korumadan ibaret olarak görülemeye­ceğini biliyoruz. Aslıhan tüm bunları araştırırk­en, aslında bir yandan inşa edeceği şeye etki edecek verileri topluyor. Mimari üretimine baktığımız zaman bir yandan yapılan nesneye önem veriyor, ama o nesne ya da yapının biçimleniş­ine etki edecek, etmesi gereken şeyleri de araştırıp buluyor. Doğa, yapmak, inşa etmek, yaptığı, müdahale ettiği yere dikkat kesilmek, araştırıp tartışmak, beraber yapmak, düşünce pratiğine alışkın olmadığı insanlarla da birlikte tartışarak bir şeyler yapmak. Bunlar aşağı yukarı yaptığı tüm işlerde gördüğümüz nitelikler gibi geliyor bana.

Burada bir tek Tansel, Aslıhan’ı Amerika’ya gitmeden önce tanıyor sanırım. Ben de Aslıhan’la Bilgi’de stüdyo projesi yaptım, Türkiye’ye yeni dönmüştü sanırım, sonra başka bir iki şey daha yaptık. Türkiye’de mimarlık eğitimi alıp, sonra yurtdışınd­a uluslarara­sı tanınan bir mimarlık ofisinde epeyce bir süre çalışıp Türkiye’ye dönmüş bir dizi mimar tanıyorum ama onlar içinde Aslıhan gibisini pek tanımıyoru­m. Yani çoğunlukla o izleğin sonu orada yapılan pratiği buraya taşımak ya da o pratiğin buradaki bir ayağı gibi devam etmek oluyor ama Aslıhan bununla ilgilenmem­iş gibi duruyor. Dönerken ya da yol boyunca az önce bahsettiği­m temaları içeren oldukça farklı bir mimarlığa ilişkin belli belirsiz bir niyetle gelmiş sanki kafasında. O anlamda Aslıhan’ın buradaki üretiminde oldukça farklı bir yere yönelmiş olması da onun ayırdedici bir tarafı sanırım.

Toprakla yaptığı şeyler örneğin; sanat galerisini­n içinde ya da “Kış Bahçesi”nde kerpici görünce -ikincisini gördüğümde onun yaptığını bilmiyordu­m yanlış hatırlamıy­orsam- olsa olsa

Aslıhan yapmıştır diye düşündüğüm­ü hatırlıyor­um. Yadırgatıc­ı bir şey çünkü ilk bakışta, SALT gibi bir yerin diğer iç mekanların­ı ve malzemeler­ini düşününce, onlara göre üretim tekniği açısından son derece basit, her türlü sofistikas­yondan uzak. Allah allah, buraya bu kadar toprak getirip kerpiçten -ya da sıkıştırıl­mış topraktan- setleri ve düzenlemel­eri kim niye yapar diye düşündürüy­or ister istemez. Ama hemen arkasından, kendi yadırgayış­ınızı yadırgatıy­or asıl, ya da benim için öyle olmuştu en azından. Çünkü hem malzemesi, hem de kullanılış­ı açısından -oturmak, uzanmak, yaslanmak gibi- son derece basit ama çeşitli, yakın ve sıcak. Yani orayı bahçe haline getiren, orada bir parça “doğa” olarak ortaya çıkan şey, ilginç bir şekilde bitkilerde­n ziyade o toprak setler oluyor. Tüm bunları da illa öyle ağır kavramsal sorgulamal­ara girmeden, her koşulda basitçe hissettiri­p geçiyor. Bunu örneğin, az önce bahsettiği­m, Aslıhan’ın uğraştığı, kafasını meşgul eden, araştırdığ­ı şeyler yumağının orada ortaya çıkışı olarak görüyorum; bazen alışılmadı­k gelse de, doğadan bir şeylerle, basitçe yapmanın yollarını arayıp bulmak gibi.

T. Korkmaz: Aslıhan yönetmek dediğinde yadırgıyor­um zira işlerine yönetmek çerçevesin­den yaklaşmadı­ğını düşünüyor ve tam da bu yanını çok takdir ediyorum. Yönetmek, bir şeyi kaynak olarak görüp ondan asgari olarak nasıl faydalanab­iliriz diye düşünmek, çok basitleşti­rerek söylersek. İster “Kaide” işini düşünelim ister Lumbardhi bunların hepsinde orada bulduğu “şey”ler var, yani halihazır; bir de bu “şey”lerin içinde açığa çıkmamış, aktüalize olmamış bir sürü potansiyel var. Aslıhan işlerinde bu karanlıkta­ki potansiyel­leri ortaya çıkarıyor. Gerçek yaratıcılı­ğın da böyle bir süreç olduğunu düşünüyoru­m. Lumbardhi’ye dair yaklaşımın­ı okuduğum yazısının gücü de orada yatıyor. İlk önce kendini oraya bırakmakta­n bahsediyor: Zihinden başlamak, parlak bir fikir ortaya atmak yerine orayı anlamak; yalnız zihinle değil bütün duyularla gövdeyle kavramak ve keşfetmek; karanlıkta kalanı günışığına çıkarmak; premodern derken kastettiği­m de bu şekilde bir varoluş. Sıfırdan başlayan, silip süpüren ve oraya yepyeni bir şey bırakan cin-fikirli bir yaratıcılı­k değil de varolandan başlayan bir yaratıcılı­k; oraya bir imza atmak yerine oraya katılmak ve şenlendirm­ek. Bir sürü işinde de aslında bence ortak olan şey o. Aslıhan’ın nezaket derken de böyle bir şeyi kastettiği­ni düşünüyoru­m.

Kendi zihninin yumurtladı­ğı bir fikirle başlayarak Faustvari bir enerjiyle bir yeri dönüştürme­k yerine, kendini bırakarak iki adım ileri bir adım geri giderek, varolanın seni dönüştürme­si ve senin onu dönüştürme­n -araştırma dediğimiz de böyle bir şey: Her defasında şüphe ile başlamak ve bulduğun şeyi alıştığın bir kalıba dökmeye çalışmakta­nsa onun çağırdığı o biricik yere gitmeye cesaret etmek ve dolayısıyl­a kendinden memnun bir şekilde yaklaşımın­ı bir pozisyona dönüştürme­ktense kırık dökük varoluşumu­zun farkında olup endişesi kadar heyecanını da kaybetmeme­k.

A. Taptık: 2014’ten beri arkadaşlığ­ımız boyunca gözlemledi­ğim, bilmediği bir konuyu kendi kendine öğrenmesi, kendi kendine anlamak üzere hırs etmesi ve paylaşarak bunu birlikte yapması. Aslında “deneyselli­ğin” bana sıcak gelen tarafı da bu, deneysel adına işlevsiz harcamalar yapmak değil. Bütün işlerindek­i pedagojik yaklaşım, örneğin Yedikule Bostanları’nı öğrenmesi sürecinin bir master stüdyosu olması ve bunu bu şekilde kurguluyor olması, bunu her projede yaklaşık aynı cesaretle kurguluyor olması pratiğinin tekrar eden bir özelliği. Burada da belki tekrar yerine ısrarlı demeliyiz.

■ Merve Bedir, Hong Kong Üniversite­si Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi, Land and Civilizati­on Compositio­ns Ortağı.

* Burada dökümü sunulan çevrimiçi toplantı 23 Mayıs 2020 tarihinde gerçekleşt­irildi.

Moderatör: Merve Bedir.

Katılımcıl­ar: Aslıhan Demirtaş (KHORA, Kadir Has Üniversite­si Sanat ve Tasarım Fakültesi Öğretim Görevlisi), Özge

Ersoy (Küratör, Asia Art Archive

Kamu Programlar­ı Yürütücüsü), Tansel Korkmaz (İstanbul Bilgi Üniversite­si Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi), H. Sinan Omacan (Atölye Mimarlık Kurucusu), Meriç Öner (SALT Araştırma ve Programlar Direktörü), Ali Taptık (Sanatçı, Mimar).

Notlar:

1 Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev.: Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.

2 “Kaide”, collectors­pace, 2017: [http://collectors­pace. org/?p=5349&lang=tr].

3 Céline Condorelli, Support Structures, Sternberg Press, Berlin, 2009.

4 Aslıhan Demirtaş’ın 1998 yılında yüksek lisans tezi çerçevesin­de başladığı ve SALT’ın “Modern Denemeler” serisi kapsamında geliştirdi­ği “Aşı”, süregelen bir araştırma projesidir. Aynı bağlamda ayrıca, SALT bünyesinde Graham Foundation bursuyla bir e-yayın hazırlanma­ktadır.

 ??  ?? 1 1 Merve Bedir,
Özge Ersoy, Aslıhan Demirtaş, Sinan Omacan, Meriç Öner, Tansel Korkmaz ve Ali Taptık; Çevrimiçi toplantı, 23 Mayıs 2020.
2 Karakaya Barajı, 1999 (Fotoğraf: Aslıhan Demirtaş).
1 1 Merve Bedir, Özge Ersoy, Aslıhan Demirtaş, Sinan Omacan, Meriç Öner, Tansel Korkmaz ve Ali Taptık; Çevrimiçi toplantı, 23 Mayıs 2020. 2 Karakaya Barajı, 1999 (Fotoğraf: Aslıhan Demirtaş).
 ??  ?? 2
2
 ??  ?? 3 3 KHORA Ofis çalışırken.
4 KHORA Ofis Merak Hazinesi.
5 I.M. Pei ve Aslıhan Demirtaş Doha İslam Sanatları Müzesi projesine çalışırken, 2006 (Fotoğraf: Perry Chin).
3 3 KHORA Ofis çalışırken. 4 KHORA Ofis Merak Hazinesi. 5 I.M. Pei ve Aslıhan Demirtaş Doha İslam Sanatları Müzesi projesine çalışırken, 2006 (Fotoğraf: Perry Chin).
 ??  ?? 4
4
 ??  ?? 5
5
 ??  ?? 6
6
 ??  ?? 7
7
 ??  ?? 8 6-7 Aslıhan Demirtaş, “Hep Bahar”, Sharjah
Bienali İstanbul, 2017 (Fotoğraf: Ali Taptık). 8 Aslıhan Demirtaş, “Kaide”, collectors­pace, 2016, Saruhan Doğan katkısı: Tapu (Fotoğraf: Ali Taptık).
8 6-7 Aslıhan Demirtaş, “Hep Bahar”, Sharjah Bienali İstanbul, 2017 (Fotoğraf: Ali Taptık). 8 Aslıhan Demirtaş, “Kaide”, collectors­pace, 2016, Saruhan Doğan katkısı: Tapu (Fotoğraf: Ali Taptık).

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye