Turistik Bölgelerde Kentsel Gelişimin Patogenezi: Girit Adası Vakası
Nektarios Kefalogiannis ■ Akdeniz bölgesini bugün turizmin etkisinden bağımsız düşünmek oldukça güçtür. Hem Yunanistan hem de Türkiye için turizm, ekonomik kalkınmayı destekleyen ve sürdürülebilir istihdam sağlayan ana sektörlerden biridir. Turizmin çoğunlukla gözardı edilen bir etkisi de iletişim aracı görevi görmesi ve yöreye özgü kültürü dünyayla tanıştırmasıdır. Ülkeler turizm aracılığıyla imajını, marka kimliğini dünyaya yansıtabilir; bunu tarihsel arka planını kullanarak yapabileceği gibi güncel kültürü üzerinden de yapabilir. Akdeniz ülkelerinin her birinde turizm sektörü aynı oranda gelişmedi. Bazıları, örneğin İspanya ve Fransa, sektörü daha fazla ilerleterek turistik gelişmelerinin bir nevi üçüncü aşamasına geçti. Öte yandan, ikisi de ikinci aşamada olan Türkiye ve Yunanistan’ın bu anlamda birbirine benzediği söylenebilir. İlk bakışta bu bir gecikme olarak görülebilse de, farklı bir açıdan bu durum, başkalarının hatalarından öğrenmek, olası aksamaları önlemek ve de kültür ve toplumun temsil ettikleri ile uyumlu, rafine bir ürün ortaya koymak için bir fırsat olarak yorumlanabilir.
Girit, Yunanistan’ın en güneydeki adası, ülkenin diğer bölümlerine kıyasla turizmin daha fazla geliştiği bölgelerden biri. Bu durum ağırlıklı olarak adanın coğrafi konumu, iklimi ve farklı faaliyetlere imkan veren büyüklüğü ile ilişkili. Dağlık arazilerin yanıbaşındaki çekici kumsallar, yoğun nüfuslu kentlerle birarada varolan arkeolojik alanlar, tarihi yerleşimlerde eko-turizm olanakları, ziyaretçilerin burada keşfedebileceklerinden bazıları. Bu sebeple, mekansal parametrelere yakından bakarak Girit’in turistik gerçekliğini incelemek, Yunan turizmini ya da daha genel olarak doğu Akdeniz turistik “kültürünü” anlamak için önemli olabilir. Bu tür bir araştırma, Yunan turistik modelinin olumlu ve olumsuz yanlarını, potansiyellerini, engellerini, bir kıyı bölgesi olarak (çevresel ve ekonomik) gereksinimlerini ortaya çıkarabilir.
Girit’in turistik “ürünü” farklı ziyaretçilerin ilgisini çekebilecek zengin bir çeşitlilik gösterse de, adadaki turizm endüstrisi genellikle “güneş ve plaj” ile ilişkilidir ve bu sebeple turizm altyapısı büyük ölçüde kıyılarda konumlanmıştır. Bunun sonucunda kıyıya paralel uzayan ve genişliği 500 m’yi aşmayan ince kuşaklar oluşmuş, cazibeyi belirleyen plaja yakınlık olmuştur. Bu mekansal modelin, ziyaretçilerin kıyı boyunca hareket ederken içine girip çıktığı sürekli bir labirent teşkil ettiğini gözlemleyebiliriz (Resim 1).
Kentlerden kilometrelerce uzakta olduğu halde, bu strüktürün belirgin bir kentsel karakteri vardır. Kıyı şeridi Yunan kentlerinin kent ve banliyö strüktürlerini taklit eder, fakat kentteki hayatın kendisini bünyesine dahil etmez. Bu inşa edilmiş labirent, kentsel yayılımın karakterini taşır. Yayılımı kavrayabilmek için boşlukları ile birlikte dikkate almak gerekir; bu peyzajdan artakalmış boş araziler, turistik amaçlarla inşa edilmeyi beklemektedir. Girit’in sahil şeridi (özellikle de kuzey kesimi), tahmin edilebilirliğiyle oldukça “sıkıcı” bir kültürden muzdariptir. Kullanımlar -otel, bar, hostel, küçük market, restoran, dükkan vb.- yalnızca turistiktir (Resim 2).
Bir adım geriye çekilip sahil bölgelerinin yayılımını daha geniş bir açıdan gözlemleyecek olursak, kıyıyı kilometrelerce takip eden sürekli bir rutinle karşılaşırız. Bu sonsuz çizgisel yayılım, bize delik deşik olmuş bir mega-kent izlenimi verecektir; burada merkez ve periferilere, niteliksel ve niceliksel farklılıklara rastlanmaz. Bu türdeşlikte kamusal ve özel alan ayrımı yoktur; bu büyük bir ihtimalle, açık kamusal mekan olarak tasavvur ettiğimiz mekanların burada bulunmayışından kaynaklanmaktadır. Mevcut durum sürdürülebilir ve rekabetçi bir turistik model ortaya koyamamaktadır; zira böyle bir modelde turistler yaşanabilir, kolayca erişilebilir ve çeşitli faaliyetler barındırabilen açık alanların, bu alanlarda gündelik hayatın konforunu garanti eden işlevsel “kent mobilyaları”nın arayışında olacaktır. Sahil bölgelerinin “en seçkin” kamusal alanı olarak plaj da, şemsiye ve şezlonglarla işgal edilmiş durumdadır. Yapılaşmış kısmın kamusal alanı ise kıyı boyunca ilerleyen ana yola sıkışmıştır; otomobillerin, barların ya da restoran masalarının istilası altındadır.
Hem Yunanistan’daki hem Türkiye’deki ortak deneyimlerimizden, turistik bir sahil bölgesinin mevsime göre çarpıcı bir biçimde değiştiğini biliyoruz. Yaz mevsiminde bir arı kovanı gibi dolu olan bu yerler, kışları bir hayalet kasaba gibi bomboştur. Örneğin Hersonissos’u, Girit’te yatak kapasitesi en yüksek olan turistik beldeyi ele alalım. Hersonissos’un 29 km boyunca uzayan sahilinde yaklaşık 48.000 kişilik yatak kapasitesi bulunuyor; bu da, Girit’in çeyreğine ve tüm Yunanistan’ın yaklaşık %6,5’ine tekabül ediyor. Bu rakamlara, küçük aile işletmelerinde kiralanan odalardaki 11.700 yatağı da eklemek gerekir. Hersonissos sahilinde yılda 700.000’den fazla ziyaretçiyle 5,5 milyon konaklama gerçekleşiyor. Kalıcı nüfusu ise yalnızca 21.000. Yaz aylarının canlı sahili, kışın sezon kapalıyken bir hayalet “kent”e dönüşüyor. Burada sorulması gereken soru şudur; yazın en iyi zamanlarında bile, bu turistik “kent”, ziyaretçileri ağırlayabiliyor
mu ve onlara yeniden gelmeleri için iz bırakacak faaliyetler önerebiliyor mu?
İşin aslı, sahil bölgesi kapsamlı bir plana sahip olmaksızın, yoğun özel girişimlerin sonucunda son 30 yılda oluştu, bu da her ölçekte düzensiz ve yetersiz tasarlanmış bir mekan ortaya çıkardı. Daha geniş bir ölçekten bakıldığında, kıyı boyunca kentsel gelişimin biçimlenme hali tasarımın eksikliğini açıkça gösteriyor. Kentsel mekanda karşılaştığımız bu türdeşlik, tarafların kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesinden kaynaklanmaktadır; bu da özel turizm altyapılarının oluşturulmasına yol açar. Tarafların hiçbiri kamusal kullanımın ve bu kullanım için tasarlanmış mekanların (ister açık ister yapılaşmış olsun) gerekliliğini göz önünde bulundurmaz. Daha küçük bir ölçekte ise, tasarım yönergelerinin eksikliği, kente (ve banliyöye) özgü modern Yunan apartman modelinin (polykatoikia) yerel mekansal koşullara uyarlanmasını doğurmuştur.
Tasarım stratejisinin farklı ölçeklerdeki eksikliği, belki de kıyıda (mimari olarak) akılda kalıcı binalarla niçin karşılaşmadığımızın nedenidir. Akla gelen tek tük örnek de, genellikle son 20 yılda ciddi bir tırmanışa geçmeden önce turizm olgusunun yeni yeni ortaya çıktığı dönemde yapılmış olanlardır. İnşa edilen binalar işlevsel ve 3, 4 ya da 5 yıldız derecelendirmesinin gereksinimlerini karşılayan nitelikte olabilir; fakat mimari açıdan hiçbir ilginçlikleri bulunmaz ve bölgeye, burada yaşayanların yararına olacak estetik bir katkı sağlama niyetleri de yoktur.
Mevcut kamusal alan ne yazık ki kaydadeğer bir ziyaret vadedemiyor, turistik bir sahil bölgesinin rekabetçi ve çekici olabilmesi için gerekli koşulları sağlayamıyor. Buradaki esas sorun, sahiller fazlasıyla yapılaştığı için durumu iyileştirecek müdahalelerin yapılmasının zorluğudur. Bu durumda, yalnızca çoklu, küçük ölçekli (ve “akıllı”) ve yere özgü müdahalelerin işe yaraması mümkündür. Elbette, bunlar bölgenin derinlemesine bir mekansal analizinden geliştirilmelidir; böylece (her ölçekte) uyumlu ve uygulanabilir bir tasarım ortaya çıkabilecektir.
Açık mekanları özel faaliyetlerden arındıracak bir plan oluşturulmalı, bu mekanlara yenileri eklenerek bir açık kamusal mekan ağı yaratılmalıdır. Şüphesiz, kamusal mekanların niceliksel artışı, sorunu tek başına çözemeyecek; bu mekanlar niteliksel bir gelişmeyle birlikte ele alınmalı ve bu da yalnız etkili bir tasarımla mümkün olabilir. Böylece mevcut tahribat onarılabilir, estetik anlamda bütünlük sağlanabilir ve kamusal alana (serbest zamanla ilişkilenen) bir karakter verilebilir. Genellikle çizgisel olarak plaja paralel uzanan, yaşamsal önemdeki açık kamusal mekan güçlendirilebilir.
Böylece bu ana kamusal mekan, referans noktası görevi görecek, etrafına dağılan birimleri işlevsel olarak bir omurga gibi bünyesinde toplayacaktır.
Gerçekte sahil bölgesinin izlenimi kaydadeğer ve akılda kalıcı olmasa da, kimi mimari eylemler ve stratejilerin uygulanması mekansal niteliği geliştirerek mevcut durumu düzeltebilir. Bu stratejilerden bazıları şunlar olabilir:
•
•
•
•
Sahil bölgesinde belirli alanların yoğunluğunun artırılması, gelişigüzel yayılmanın önüne geçilmesi; Seçilecek tahrip edilmiş alanların “geridönüştürülerek” doğayla iyileştirilmesi;
Mevcut strüktür ve yapıların işlevsel olarak özelden kamusala “geridönüştürülmesi” ve/veya yeni kamusal yapıların oluşturulması; Açık kamusal mekanların güçlendirilmesi ve yeniden yapılandırılması.
Bu seçenekler ayrı ayrı ele alınabilirse de, birbirini tamamlayıcı nitelikte olduklarından birlikte uygulanmaları daha iyi sonuç verebilir. ■ Nektarios Kefalogiannis, Dr. Mimar.
Çeviri: Yağmur Yıldırım
Meydan kent limanı kıyısı boyunca serbest bir programla uzanıyor. Önerilen tasarım, tipolojik anlamda kentle kurulan ilişkiyi yeniden şekillendirerek bu tanımlı mekanın kentsel boyutuna vurgu yapıyor. Aynı zamanda bu yeni meydan tanımlı morfoloji ile düzensiz ve “gürültülü” çevreyi yanyana getiriyor. Programı bağlamında bu meydan, deniz ve manzaranın tadını çıkarmaya, kıyıdan şehri gözlemlemeye veya dönüştürülmüş geniş boşluğunda gerçekleşen etkinliklere katılmaya imkan veren -ve daha önce şehirde varolmayanbir kamusal oturma odası işlevi görüyor.
Önerinin ana bölümü 20x20 m boyutlarında hafifçe yükseltilmiş, kenarı kesik bir kareden oluşuyor. Meydanın bir gözlem alanı olduğunu vurgulamak ve su ile daha dolaysız bir görsel ilişki kurmak gibi pratik nedenlerle meydan, limandan kademelendirilerek ayrıştırıldı. Komşu sokaklarla çevrelenen bu meydan terkedilmiş bir yapı adası olarak da yorumlanabilir. Kenarları boyunca 70 m’lik bir bank uzanıyor. Daha alçak kısımdaki kaldırım kotunda 1,2 m genişliğinde küp formunda taş bir çeşme yer alıyor. Zeminden çıkıyormuş gibi görünen su, çeşmenin 4 dikey yüzünden akıyor. Kentsel donatı 2,3 m yüksekliğinde, paslanmaz çelik ve beyaz plastik levhalardan yapılan üç adet aydınlatma direği ile tamamlanıyor.
Projede başlıca malzemeler olarak; yükseltilmiş kısmın döşemesinde yerel gri kireç taşı; banklar ve alt kotun döşemesinde ise denizkabuğu fosilleri ve deniz kaynaklı formları içeren organik bir tortudan elde edilen beyaz süngertaşı kullanıldı.