Suya Sabuna Dokunmadan Olmuyor
Yiğit Bener ■ Ellerimizi günde bilmem kaç kere sabunlamayı kime borçlu olduğumuzu biliyor musunuz? “O malum virüse” diyenler sınıfta kaldı. Ne yani, aşk olsun, ondan önce hiç mi elinizi sabunlamıyordunuz? Öte yandan, pandemi nedeniyle el yıkama ve sabunla temas etme sıklığımızın arttığını düşünenler yanılıyor: ABD’de yapılan bir araştırmaya göre umumi helaları kullananların sadece %5’inin ellerini sabunlama süresi virüsleri öldürmeye yetiyormuş. Zaten bu insanların üçte biri sabun kullanmıyormuş, onda biri elini suya bile değdirmiyormuş! (Bu oranlar erkeklerde daha bile yüksekmiş).
Gerçi, günde birkaç kez sabuna sarılıp elini yıkamak bir saplantı ya da zorlantı, yani obsesif kompülsif hastalık belirtisi de olabilir elbette. O zaman faturayı çocukluk travmalarına, yani anne-babalarımıza çıkarabiliriz. Gelgelelim, suya sabuna karışmayan, yani çocuklarının gündelik hijyen sorunlarıyla layıkıyla ilgilenmeyen ebeveynler de var.
Şunu biliyoruz: Sabun merakımızı edebiyata ya da şairlere borçlu değiliz, çünkü bu konuda genellikle sessiz kalmışlar. Her konuda yazdığı iddia edilen Enis Batur bir “Sabunname” dahi yazmamış mesela… Ola ki bir gün yazacaktır… (Kim bilir, belki bu yazı ona ilham verir, ben de hayırlı bir işe vesile olmuş olurum).
Elinde sabun köpürten, daha doğrusu sabunu ele alan nadir yazarlardan biri Fransız Francis Ponge. Kendi tabiriyle “Kayıp Sabunun peşine” düştüğü 1967 tarihli Le Savon (Sabun) adlı kitabında sabunun “sihirli bir taş” olduğunu söylemiş1. “Kendine özgü bir haysiyeti var” diye de eklemiş: “Doğa güçlerinin kendine el atmasına katlanmak ve bundan zevk almaktansa, tek taraflı olarak su koyuvermeyi reddediyor ve eller arasından kayıp gitmeyi, suya karışıp eriyerek yok olmayı yeğliyor.”
Sabun tutkumuzu edebiyatçılara değilse, onu ilk icat edene borçlu olabilirdik pekala. Gel gör ki kimin icat ettiğinden emin değiliz. Romalı bilim insanı Gaius Plinus’a göre (MS 1. yüzyıl) sabun bir Galyalı icadıymış. Zaten sabun sözcüğünün Galya dilindeki sapo’dan
Budapeşte’deki bir klinikte çalışmaya başlamış ve orada istediğini yaptırabilmiş: El yıkayarak asepsi yöntemleri uygulatmış, hatta ameliyat araç gerecini de yıkatmaya başlamış, bu sayede ölüm oranını yüzde birin altına çekmeyi başarmış. Bulgularını içeren kitabını yayınlamış2.
Gelgelelim henüz “Pasteur öncesi çağda” olunduğu için tezinin haklılığını doğrulayacak “bilimsel kanıt” öne sürememiş ve tutucu meslektaşları tarafından yine yeterince ikna edici bulunmamış. Bağnazlık ne de olsa bilimin en büyük düşmanıdır, hele bu örnekte olduğu gibi bağnazlar her zamanki din adamları değil, bizzat bilim çevreleri olduğunda!
Haklılığına meslektaşlarını bir türlü ikna edemeyen Dr Semmelweis’ın dengesi giderek bozulmuş ve 1865 yılında akıl hastanesine yatırılmış. Daha 47 yaşındayken de orada yaşamını yitirmiş: Kimine göre akıl hastanesinde kadavra üzerinde çalışırken kazara kendi elini kesmiş ve ömrü boyu mücadele ettiği hastalığın kurbanı olmuş; daha az romantik bir iddiaya göre de orada gardiyanlar tarafından dövülerek öldürülmüş.
“Sabunun Galileo’su”nun dehası ancak yıllar sonra, Louis Pasteur’ün teorileri sayesinde doğrulanabildi: Bugün Budapeşte’de Semmelweis adını taşıyan bir tıp tarihi müzesi var. Hatta 1990’da keşfedilen bir göktaşına onun adı verilmiş, adına madeni paralar basılmış, posta pulları üretilmiş.
1769’da kurulan köklü Budapeşte
Tıp Üniversitesi’ne 1969 yılında önce Semmelweis Tıp Üniversitesi adı verildi, sonra sadece Semmelweis Üniversitesi oldu. Üniversitenin Nagyvárad tér’deki teorik bölümler binası ise Macaristan’daki en yüksek binaymış. Bu ikonik bina aynı zamanda birkaç araştırma kurumuna, bir öğrenci merkezine, Öğrenci Birliği ofisine, oditoryumlara, konferans salonlarına ve ülkenin en büyük vitray enstalasyonlarına evsahipliği yapmaktadır. Bütün bunlar elbette iş işten geçtikten sonra!
Dr. Semmelweis’ın anısını bugünlere taşıyan asıl kişi ise tıp fakültesi bitirme tezi olarak 1924’de “Philippe Ignace Semmelweis’ın Yaşamı ve Eseri”ni yazan, o dönemin genç hekimi ve geleceğin ünlü edebiyatçısı Louis-Ferdinand Céline’dir3.
24 yaşındaki genç hekim Céline bitirme tezinde şöyle der: “Semmelweis’ın benliği özünde tümüyle bu ortak kadere, yani ölüme karşı çıkmaktadır, tek ufku, yaşama olan sonsuz inancıdır.” Bu tez aynı zamanda Fransa’da bir önceki yıl yayınlanan ve büyük yankı uyandıran, Jules Romain’in hekimleri paragöz sahtekarlar olarak sunan Knock adlı oyununa karşı tıbbın toptan savunusu olarak da okunabilir: “Semmelweis’ın üzerinde durmamızın nedeni, dünyada varolan belki de yegane gerçekten insani düşünce olan o güzelim, cömert mi cömert tıp düşüncesinin onun yaşamının her sayfasında gayet açık okunacak derecede kendini göstermiş olmasıdır.”
Gelgelelim Céline bu tezi 1936’da edebi bir metin olarak yayımlarken tezin önsözünü değiştirir ve çok daha çarpıcı bir paragraf ekler: “Bu tez insanlara iyilik yapmaya kalkmanın ne kadar tehlikeli olduğunu kanıtlıyor. Bu çok eski bir derstir, ama hala taptaze. (…) Bu kavanoz dipli dünyada her şeyin bir bedeli var. Her şeyin kefareti er ya da geç ödenir, iyiliğin de kötülüğün de. İyiliğinki çok daha pahalıdır, kaçınılmaz olarak.” Sonuç olarak, suya sabuna dokunmanın bir bedeli var elbette4.
Olası alerjilerin dışında işin bir de aile bütçesine yükü var: Fırsatçı üreticiler bu furyada fiyatları bayağı arttırmışlar! Öte yandan, dün bakterisit ilaçlar, bugün de etkin virüsitler keşfedilinceye kadar enfeksiyonlara karşı tek silahımız hijyen.
Gerçi hijyeni takıntı haline getirenlerin bir kısmı akıl sağlıklarını yitirip tuhaf yollara sapabiliyorlar, tıpkı 1930’ların ünlü ırkçı Fransız hijyencileri René Martial ve George Montandon, daha sonra da bizzat Céline gibi… O da ayrı bir mesele, ayrı bir hikaye5…
Öyle ya da böyle: Suya sabuna dokunmadan olmuyor! Peki bol köpüklü sabun malum virüsü yok etmeye ve daha az bulaşmasına gerçekten yarıyor mu? Emin değiliz. Dr. Semmelweis da emin değildi, ama ısrarcı oldu, haklı çıktı. O halde bu sefer aksi kanıtlanıncaya kadar hiç olmazsa onun hatırına günde bilmem kaç kere ellerimizi sabunlamaya devam edelim.
Zaten teslim bayrağını çekmek dışında başka çaremiz var mı?
■ Yiğit Bener, Yazar, Çevirmen.
Notlar:
1 Francis Ponge, Le Savon, Gallimard, Paris, 1967.
2 Ignaz Philipp Semmelweis, Die Ätiologie, der Begriff und die Prophylaxe des Kindbettfiebers, C.A. Hartleben’s Verlags-Expedition, Peşte, Viyana ve Leipzig, 1861.
3 Louis-Ferdinand Céline (Louis Ferdinand Auguste Destouches), “La Vie et l’oeuvre de Philippe Ignace Semmelweis”, Doktora Tezi, Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1924.
4 Louis-Ferdinand Céline, Semmelweis, Denoël&Steele, Paris, 1936.
5 Daha ayrıntılı bir analiz için bkz. Yiğit Bener,
“Céline: Hekimlikten Hırtlığa Yolculuk”, Virüs, sayı 5, Ekim/Kasım/Aralık 2020.