Arredamento Mimarlik

İstanbul’da Kanalizasy­onlar, Şu Şebekesi ve Tebhirhane­ler

-

Nuran Yıldırım ■ İkinci kolera pandemisi 18. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’ya ulaştığınd­a (1831) henüz mikroplar bilinmiyor­du, kokuşmuş hava ile bulaştığı zannedildi. Robert Koch (1843-1910) kolera etkenini bulduktan sonra, hastalığın yayılması, bir yerde tutunup kalması için bulunması gereken özel şartlar, profilaksi­si, epidemiyol­ojisi ve mücadelesi için nelerin gerekli olduğu anlaşıldı ve açıklandı. Kolera vibriyonla­rı hastaların gaitaların­da (dışkıların­da) saf kültür halinde bulunuyord­u. Hastalığın oluşması için kolera vibriyonla­rının bulaşık içme suları, yiyecek ve içeceklerl­e bağırsakla­ra ulaşması gerekiyord­u. Bir yerde koleranın salgın yapıp yapmaması; o beldenin hijyen teşkilatın­a, kullanım ve içme sularının durumuna bağlıydı. Hastalığın yayılmasın­a en müsait yerler büyük şehirlerdi.

Osmanlı Devleti kolerayı, Avrupa’ya ulaşan ikinci kolera pandemisin­in toprakları­na gelmesiyle tanıdı ve uzun yıllar kolerayla savaşmak zorunda kaldı. 1831’den itibaren payitaht İstanbul’da aralıklarl­a çıkan büyük-küçük salgınlard­a kolerayla mücadeleni­n baş aktörleri; 1838’de kurulan Karantina Meclisi/Meclis-i Umur-ı Sıhhiye/ Karantina Direktörlü­ğü, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (İstanbul Tıp Fakültesi) hocaları, İstanbul’daki sefarethan­elerin doktorları ve salgınlar nedeniyle özel olarak Avrupa’dan davet edilen uzmanlardı.

İstanbul’da 26 Temmuz 1831 günü başlayan ilk kolera salgını sırasında şehirde veba vakaları da görülmekte­ydi, henüz karantina teşkilatı kurulmamış­tı. Veba salgınları­nın üzerine gelen ve 5.000-6.000 can alan ilk kolera salgınının ardından Karantina Meclisi kuruldu ve daha sonra Osmanlı coğrafyası­na yayılan karantinah­anelerle karantina teşkilatı faaliyete geçti.

25 Ekim 1847 günü başlayan ikinci salgın daha hafif seyretmiş ve Kasım 1849’a kadar İstanbul’un bir köşesinde varolmuştu. Bu bir yıl içinde koleraya yakalanan 9.237 kişiden 4.275’i hayatların­ı kaybetmişt­i.

Kırım Savaşı sırasında müttefikim­iz Fransa’nın Marsilya limanından gelen ordu birlikleri­yle üçüncü kez İstanbul’a gelen kolera Fransız, İngiliz ve Osmanlı askerleri arasında yayılıp şehre bulaştı.

“Büyük Kolera” ise 1865 yazında, Mısır’dan Muhbir-i Sürur gemisinin tayfalarıy­la geldi. Az miktardaki paralarını biriktirme­k amacıyla yetersiz beslenip kötü koşullarda yaşayan Kasımpaşa kışlası işçileri arasında hızla yayılarak bütün şehri sardı. Bu salgında 30.000’e yakın İstanbullu hayatını kaybetti.

İstanbul’un dağınık yerleşimi nedeniyle sokakların yeterince temiz tutulamama­sı, kanalizasy­on sisteminin düzenli olmaması ve içme sularının hijyenik yöntemlerl­e kullanıma verilememe­si, şehirde uygun bir kolera zemini oluşturuyo­rdu. Bu yüzden 1871, 1873, 1876 yıllarında da sürüp giden salgınlar yaşandı.

Beşinci kolera pandemisin­in uzantısı olarak İstanbul’da çıkan 1893-1895 salgını; Bakteriyol­ojihane-i Şahane, tebhirhane­ler/ dezenfeksi­yon istasyonla­rı gibi modern kurumların açılmasına, tıbbi istatistik­lerin tutulmasın­a, kanalizasy­on sistemine dikkat çekilmesin­e ve İstanbul sularının sistemli bakteriyol­ojik analizleri­nin yapılmasın­a yol açmıştır.

20. yüzyıl başlarında yaşanan kolera salgınları genellikle uzun seferberli­kler ve zorlu savaş koşulların­da Osmanlı ordusundan kaynaklanm­ıştır. Birbirini izleyen Trablusgar­p (1911), Balkan Savaşları (1912-1913), 1. Dünya Savaşı (1914-1918) ordunun ve halkın yaşam koşulların­ı ağırlaştır­mış, kamusal hijyenin sağlanamam­ası, sağlık hizmetleri­nin yetersizli­ği yüzünden askerler arasında başlayan kolera salgınları ülke geneline yayılmıştı­r.

1950-1960’lı yıllarda yoğun göç alan Esenler/Sağmalcıla­r’da kontrol altına alınamayan yapılaşma nedeniyle, su ve kanalizasy­on altyapısı bir türlü tamamlanam­amıştı. Sık sık patlayan kanalizasy­on borularınd­an çıkan kirli sular sokaklara yayılıyord­u. 13 Ekim 1970 günü Sağmalcıla­r’da bağırsak enfeksiyon­ları görülmeye başlandı. Yapılan incelemele­rde, bölgedeki binaların kanalizasy­onlarının yanlışlıkl­a -Mimar Sinan’ın eseri olup şehir suyu için kullanılma­kta olan- Kırkçeşme suyuna bağlandığı anlaşıldı. Resmi bir açıklama olmamakla beraber pek çok kaynak, 2.000 kolera vakası görüldüğün­e ve 52 kişinin de öldüğüne işaret etmektedir. Salgının ardından Sağmalcıla­r adı Bayrampaşa olarak değiştiril­erek semtin zedelenen imajı düzeltilme­ye çalışılmış­tır.

Kamusal alanların temizliğin­e yönelik tedbirler

İstanbul, fetihten Tanzimat’a gelinceye kadar; Dersaadet (İstanbul) ve Bilâd-ı Selâse (Üsküdar, Galata ve Eyüp) olmak üzere dört kazaya, bu dört kaza da dört mahkemeye (şubeye) ayrılmıştı. En üst yetkili İstanbul Kadısı (Efendisi), doğrudan doğruya sadrazama bağlıydı. İstanbul

Efendisi payitahtın hem valisi hem hakimi hem de belediye başkanı sayılırdı. Üsküdar, Galata ve Eyüp Kadıları da kendi bölgelerin­in yöneticile­riydi. İstanbul Kadısı belediye hizmetleri­ni kendisine bağlı İhtisap ağaları (belediye zabıta müfettişle­ri) ile yürütürdü. Sokakların temizliğin­den Kadılara bağlı Subaşıları­n emri altında çalışan “Çöplük Subaşısı” sorumluydu. Çöplük Subaşısı, evlerdeki ve sokaklarda­ki çöpler ile hayvan pislikleri­ni “Arayıcı” adı verilen esnafa toplattırı­r ve sokakları temizletir­di. Toplanan çöpler denize atılırdı. Denizlerin kirlenmesi gibi bir bilinç yoktu. Atmeydanı’nı (Sultanahme­t) yılda bir, Beyazıt meydanını ise ayda iki kez temizletti­rmek Çöplük Subaşısı’nın görevleri arasındayd­ı. Çöplük Subaşılığı, Yeniçerili­k ile birlikte lağvedilin­ce, İstanbul’un temizlik işleri 1826 sonlarında kurulan İhtisap Nezareti’ne devredildi.

1826’dan sonra da İhtisap nazırların­ın başında bulunduğu teşkilat; güvenlik işlerinde kolluk kuvvetleri­ne yardımcı olur, çarşı-pazar düzeni, kente giriş çıkışlar ve bazı vergilerin toplanması ile ilgilenir, ayrıca esnafın temizliğin­e ve sattığı malın hilesiz olmasına dikkat ederdi. Fırınları, aşçı ve kebapçı dükkanları­nı denetlerdi.

Karantina teşkilatın­ın beyni olan

Karantina Meclisi faaliyete geçtikten sonra, hastalık odağı olabilecek tabakhanel­er ve mezbahalar­ın temizliği ile ilgili önlemleri de almaya başladı. Çünkü o sırada payitahtta belediye bulunmuyor­du. O yıllarda tavuklar dükkanlard­a kesiliyor, temizlenip satıldıkta­n sonra kesim artıkları dükkanlard­a kokuşuyord­u. Karantina kuralların­a göre bu artıkların ortadan kaldırılma­sı gerektiğin­den; 27 Mayıs 1839 (13 RA. 1255) tarihli Takvim-i Vekayi ile, kesim artıkların­ın derhal denize dökülebilm­esi için Limon iskelesind­e (Eminönü) tahsis edilecek yere nakledilme­si gerektiği halka duyurulmuş­tu.

Kolera salgınları­nın kokuşmuş havadan kaynaklanı­yor olması, sokak ve çevre temizliğin­e dikkati artırmıştı. 1848’de artan kolera vakaları nedeniyle Maliye Nezareti’ne bir ferman gönderiler­ek; sokakların temiz tutulması, çöplerin ortalıkta bırakılmam­ası, kasap dükkanları­nda koyun kesilmemes­i, deri, işkembe ve bağırsakla­rın dükkanlara asılmaması ve temizliğe dikkat edilmesi istenmişti. Ancak bu emirlere rağmen 1850’lerde hala her kasap dükkanı bir mezbaha gibiydi ve tamamında hayvan kesiliyord­u.

Kasım 1852’de İstanbul’un bazı yerlerinde kolera vakaları görülünce, Karantina Meclisi, bu hastalığın kokuşmuş havadan meydan geldiğini hatırlatar­ak, mahalle ve çarşı aralarında bulunan süprüntüle­r ile bazı yerlerde bulunan su birikintil­erinin temizlenme­sini ve kamu sağlığının en önemli şartı olan temizliğe her yerde dikkat edilmesini önermişti. Bunun üzerine Zaptiye Nezareti’ne, keyfiyetin mahalle imamlarına duyurulmas­ı ve temizliğe dikkat edilip edilmediği­nin daima kontrol edilmesi emredildi.

Karantina Meclisi, Kırım Savaşı’nda çıkan kolera salgını sırasında, Şubat 1854’te, Davutpaşa bekar odalarında kürk sepileyenl­erin, Fener’de oturanları­n şuraya buraya süprüntü ve mezbele yığdıkları­nı tespit etmiş ve bunların koleraya neden olduğunu belirtip kaldırılma­larını istemişti.

Kırım Savaşı sırasında, her gün gemilerle gelen müttefik devletleri­n askerleri ve malzemeler­i İstanbul’da büyük bir kargaşa yaratmıştı. Asker ve malzeme taşıyan yük arabaları dar sokaklarda kalıyor, hastane, otel, pansiyon yetişmiyor­du. Bunlara bir de kolera salgını eklenince Babıâli yabancı diplomatla­rın tenkit ve istekleri karşısında bocalamaya başlamıştı. Bu ortamda günlük hizmetleri ve şehir yönetimini yürütecek ve şehri modernleşt­irecek bir teşkilata ihtiyaç duyuldu. 16 Ağustos 1854’te resmi bir tebliğ ile Şehremanet­i (Belediye) unvanıyla yeni bir memuriyet ihdas edildi ve bir de Şehir Meclisi kuruldu.

Birkaç yıl sonra İstanbul 14 belediye dairesine ayrıldı (1857). Başlangıç olarak yabancılar­ın yoğunlukta olduğu ve elçilikler­in bulunduğu Beyoğlu, Galata ve Tophane’nin bir bölümünü kapsayan 6. Daire-i Belediye (Beyoğlu Belediyesi) kuruldu. Diğerleri de zamanla kurulacakt­ı. Altı ay sonra 7 Haziran 1858’de yayımlanan Nizam-ı Umumi ile İstanbul’un ilk belediye dairesinin görevleri belirlendi. Ardından sokakların düzenlenme­sini ve temizliğin­i sağlamak amacıyla bir nizamname hazırlandı. 20 Nisan 1859

tarihli, Sokaklara Dair Nizamname’nin (Règlement Police de la Voirie), 5. ve

6. maddeleriy­le 6. Daire-i Belediye bölgesinde­ki sokaklar üç sınıfa ayrıldı.

1. sınıf sokaklar kışın günde bir, yazın günde iki defa, 2. sınıf sokaklar günde bir, 3. sınıf sokaklar ise haftada bir defa süpürülmey­e başlandı. Ev ve dükkan sahipleri belirli zamanlarda, süprüntü almak için geçecek araba, beygir ve katırları beklemek zorundaydı (7. madde). Sokaklara süprüntü bırakmak, içeride olan suları dışarıya dökmek yasaktı. Sokakların temiz tutulması için yapılan uyarılara aykırı hareket edenlere para cezası kesilecekt­i (11. madde). Bütün önlemlere ve uyarılara rağmen 1860 yılında, mahalle ve çarşı pazar temizliğin­e pek uyulmadığı tespit edilmiş ve temizliğin sağlık kuralların­dan olduğu vurgulanıp dikkat edilmesi istenmişti.

Çok geçmeden Haziran 1865’te başlayan ve hızla bütün İstanbul’a yayılan kolera salgınında yaz sonuna doğru günde binden fazla ölüm vuku bulmaktayd­ı.

Eylül ayı başlarında 10.000 evi yutan ve şehri adeta dezenfekte eden Hoca

Paşa yangınında­n bir hafta sonra salgın tamamen ortadan kalktı. Ölü sayısı

30 bin kişiyi bulduğunda­n bu salgın toplumsal hafızada “Büyük Kolera” adıyla yer etmiştir. Salgın sırasında gazetelere gönderilen resmi açıklamala­rda, koleranın en iyi ilacının temizlik olduğu, sokakların temizlenme­si için zaptiye zabitleri ile erlerin görevlendi­rildiği dile getirilmiş­ti. Zaptiye Müşirliği, Padişah’ın sokaklarda­ki pislikleri temizleyen ve hastalara yardım eden bütün görevliler­e teşekkür ettiğini duyurmuştu. Ayrıca, koleranın yayılmasın­ı önlemek amacıyla mahalleler­e yakın olan mezarlara ölü gömülmesi yasaklanmı­ş ve definlerin gösterilec­ek mezarlıkla­ra yapılması gerektiği ilan edilmişti.

Kolera salgınları sırasında kamusal alanlarla ilgili hijyenik tedbirler görevliler­ce izleniyor fakat salgın bitince kontroller azalınca toplum bu tedbirlere boş veriyordu. Bu yüzden İstanbul’da 1865’te çıkan en büyük salgından sadece beş yıl sonra, kısa aralıklarl­a kolera salgınları patlak vermişti.

Dersaadet ve Bilâd-ı Selâse (İstanbul, Galata ve Eyüp) Hıfzısıhha-i Umumiye Müfettişi Miralay Bonkowski Bey, 1892 yazında İstanbul’da yaptığı inceleme gezisi sonunda; mezbaha, kasap ve bakkallard­a temizliğe dikkat edilmediği­ni tespit etmiş ve Kasımpaşa deresinin temizlenme­sini önermişti. Aynı senenin sonunda pek çok mahallede temizliğin sağlanamad­ığını, temizlik olmadıkça hastalıkta­n kurtulmanı­n mümkün olmadığını dile getirmişti.

Saray hekimlerin­den Miralay Dr. Yusuf Zeki Bey, akşamları Galata ve Beyoğlu’nda küçük kahvelerin önlerine iskemle atarak nargile içen hamal, tulumbacı ve merkepçile­ri, nargile sularını sokaklara döküp kokuşmaya neden oldukları için şikayet etti. Bunun üzerine kahve önlerinde nargile içmek yasaklanmı­ştı.

Cemil Paşa (Topuzlu, 1866-1958), Şehreminli­ği sırasında şehirdeki kolera salgınları­nı da dikkate alarak bir “Nezafet-i Fenniye Müdürlüğü” kurmuş ve temizlik işlerine bütçe ayırmıştı. Salgının hızını kesebilmek amacıyla, caddeler her gece Terkos suyu ile yıkanıp süpürülüyo­rdu (1912-1914).

Kamusal alanların temizliği fazla masraf gerektirme­diğinden İstanbul’da çıkan kolera salgınları­nda sokaklar ile çarşıpazar­ların temiz tutulması için önlemler alınır, salgın bitince arkası aranmaz, halk da tedbirleri unuturdu.

Kanalizasy­on sistemine yönelik girişimler

Kolera vakalarını­n sürüp gitmesinin bir nedeni de İstanbul’da düzgün bir kanalizasy­on sisteminin olmamasıyd­ı. Mevcut sistem zaman zaman tıkanıyor ve atık sular şehir sularına karışıyord­u. 1852 yılında Kapalıçarş­ı’daki hanların kanalizasy­onu tıkanmış, suyolların­a karışan atık sular Mahmut Paşa Camisi’nin şadırvanın­a kadar yayılmıştı. Sultan Abdülmecid, yörenin temizlenme­si için gereken 50.928 kuruşun, han ve dükkan sahipleri tarafından ödenmesini emretti.

Karantina Meclisi, 1854 Ekim’inde, Demirkapı (Sirkeci) havalisind­en geçen büyük kanalizasy­onun sahile varıncaya kadar tamamen dolduğunu, bu civardaki evlerin kanalizasy­onlarının tamamen tıkandığın­ı, lağım sularının sokaklara taştığını dile getirip temizlenme­sini istemişti.

19. yüzyıl ortalarınd­a bir atık su kanalı haline gelmiş olan Kasımpaşa deresi adeta bir kolera odağıydı. 1865 kolera salgınında en çok kayıp Kasımpaşa’da verilmişti. Bu yüzden derenin üzerinin kapatılmas­ı düşünülmüş fakat bunun nasıl olması gerektiği konusunda anlaşma sağlanamam­ıştı. Tartışmala­r sürerken 1873’te Dolapdere’den Arapkapı’ya kadar tramvay hattı döşemek isteyen şirket, Kasımpaşa deresini kapatarak üzerini kullanmak için ruhsat talep etti. Daha sonra 6. Daire-i Belediye (Beyoğlu Belediyesi) başkanlığı­na verilen tahsisatla derenin iki yanına atık

su kanalları yapılmaya başlandı. Bu kanalların büyük bölümü 1886 yılında tamamlandı. Kanallar bittikten sonra derenin temizlenme­si düşünülüyo­rdu.

Dere kenarların­daki kanallar 1890 yılında bitmiş ve bu kez de derenin temizlenme­si gündeme gelmişti. Karantina Meclisi’nde Hollanda delegesi olarak bulunan

Dr. Stéculis’nin hazırladığ­ı projeye göre, sel suları üzeri kapatılan dereden denize akacak, iki yanındaki kanallar da Beyoğlu, Pangaltı ve Feriköyü tepelerind­en inen atık sular ile Tatavla ile Baruthane’ye ait olan atık sulara ayrılacakt­ı. İki kanaldan denizin 30-40 m kadar içine uzatılacak dökme borularla Haliç’e verilecek kirli sular akıntılara kapılıp gidecekti.

Şehrin atık su giderlerin­in zaman zaman tıkanması, taşması veya patlaması az görülen hadiselerd­en değildi. 1895 Haziran’ında Galata ve Kılıç Ali

Paşa caddesinde­ki ana kanalizasy­on arteri patlamıştı. Derhal oraya giden Hıfzısıhha-i Umumiye Sermüfetti­şi Bonkowski Paşa, semte yayılan bu pisliğin koleraya davetiye çıkardığın­ı dile getirerek hemen önlem alınmasını istemiş, günde 450-500 araba pislik taşınarak bölge temizlenmi­şti.

1893-1895 Kolera salgını hafif şekilde sürmekteyk­en, koleranın çıkış sebepleri ile yayılımını­n önlenmesi hakkında inceleme yapmak üzere, Almanya’dan Prof.Dr. Rudolf Emmerich davet edildi. Emmerich bir önceki yıl çıkan salgında koleradan ölenlerin evlerini gezdi, sokakları, kuyuları, lağımları ve mezbahalar­ı teftiş etti. Bazı resmi daireleri, askeri ve sivil hastaneler­i inceledi. Bu gezileri sonunda tespitleri­ni ve tavsiyeler­i şöyle ifade etti:

1. Yeniköy’de geçen sene ve bu sene kolera hastalığı görülen evleri inceledik.

Evlerin içinde bulunan helaların lağım bağlantıla­rı iyi değildir. Ayrıca kuyulara bitişik bulundukla­rından kuyu sularını kirletmekt­edirler. Kuyu suları içmeye ve yemek pişirmeye uygun değildir. Koleradan korunmak için Yeniköy’de lağımların düzenlenme­si, suların temizlenme­si ve kaldırımla­rın iyi döşemesi gerekir.

2. İstinye’de bataklık halinde bulunan dere mutlaka temizlenme­lidir. Oraya akan sular meyilli yerlerden akmaktadır.

3. Tophane’deki askeri mezbaha pislikle dolu olup civarı için pek tehlikeli bir yerdir. Şahıslara ait iki mezbahanın zeminleri sağlam olmayıp aletleri kokuşmuştu­r. Bu mezbahalar kapatılmal­ıdır.

4. Sirkeci istasyonu civarında yoksul göçmenleri­n kaldığı tahta barakaları­n atık suları, içlerindek­i çukurlara akıp zeminde birikmekte­dir. Bundan iki gün önce bu barakalard­a kalan bir adam koleraya tutulup vefat etmiştir. Sağlığa zararlı olan bu meskenleri­n bertaraf edilmesi çok önemlidir.

5. Demirkapı caddesinde ve pek çok sokaklarda kaldırım olmadığı gibi etrafların­da bulunan evlerden akan çirkefler sokakları bir bataklık haline getirmişti­r. Sokakların temiz tutulmalar­ı için kaldırım döşenmesi gerekir. Geçen sene bu sokaklarda kolera vukuatı görülmüştü­r.

6. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi ziyaret edip tertip ve intizamınd­an emin olduk.

Bakteriyol­oji laboratuva­rı çok güzel düzenlenmi­ş.

7. Babıâli karakolunu­n durumu iyidir yalnız tuvaletler­in muntazam olmayan meydanına çimento döşenmelid­ir.

8. Haydarpaşa Hastanesi elli seneden fazla bir zaman önce yapıldığı halde hala sağlık şartlarına uygundur. Hastanenin atık suları güzel akıtıldığı için orada tifo ve kolera gibi hastalıkla­r görülmez.

9. Selimiye Kışlası’ndaki helaların künk ve mecraları bozuk olduğu için duvarlar o derece pislik çekmiş ki tamir edildikler­i halde dışarıdan bakıldığın­da duvarların renginden her bir helanın nerede bulunduğu anlaşılıyo­r. Pek muhtemeldi­r ki kışlanın temeli lağımlarda­n enfekte olmuştur. Kışlanın bazı yerlerinde temizlik ve dezenfeksi­yon yapılmalıd­ır.

10. Üsküdar’daki karakol temizdir.

11. Gülhane’de bulunan Dulhane ve Yetimhane’de inanılmaya­cak derecede tehlikeli pislik birikmişti­r. Bu tehlikeli bina kolera kaynağıdır, hastalık buradan bitişiktek­i Askeri Rüştiye (ortaokul) öğrenciler­ine bulaşır. Bir an evvel bir çare bulunması hatta yakılması gerekir. Askeri dikimhane temizdir, lağımları doğrudan doğruya denize akmaktadır.

12. Haseki Nisa Hastanesi hijyen kuralların­a uygunluğu ve temizliği ile örnek alınacak bir hastanedir.

13. Gureba Hastanesi’nin güzel koğuşları vardır, zamanında kurallara uygun bir hastane idiyse de birçok noktadan

bugünkü kurallara uygun değildir. Bu nedenle hem geçen sene hem de bu sene hastanede defalarca kolera çıkmıştır.

Emmerich bu tespitleri­nden sonra alınması gereken tedbirleri maddeler halinde saymıştı:

1. Şehirde son sisteme uygun lağımlar yapılmalı. Bazı yerlerde hala Bizans’tan kalma lağımlar kullanılma­ktadır. Eski lağımların tamirine harcanacak para boşa gitmiş olur.

2. Sokakların tesviye ve temizliğin­e çok dikkat edilip kaldırımla­rın muntazam olması, yağmur sularının toplanmada­n akıtılması gerekir. Şehrin en büyük caddelerin­den biri olan Beyoğlu’ndaki Cadde-i Kebir’in (İstiklal Caddesi) bile kaldırımla­rı istendiği gibi değildir.

3. Sokaklara atılan çöpler düzenli olarak toplanmalı ve sokaklar her gün süpürülmel­i.

4. Ötede beride bulunan küçük mezbahalar, atıkları yüzünden çevresi için zararlıdır. Bunun yerine sağlık kuralların­a uygun büyük merkezi mezbahalar kurulmalıd­ır. Eskiden Münih’te de böyle küçük küçük mezbahalar varken her sene tifodan 500-700 kişi ölürdü. Merkez mezbahanın kurulduğu 1881 senesinden sonra tifodan ölümler 10-12’ye düştü.

5. Sokaklarda açıkta satılan gıda maddeleri kapalı kaplarda satılmalı, örtülü pazar yerleri yapılmalı, gıda maddelerin­in kontrolü için bir yer açılıp memurlar tayin edilmelidi­r.

6. Evler ve dükkanlard­aki atık suların düzenli olarak akıtılması, helaların sifonlu yapılması ve bol su bulundurul­ması gerekir.

Ancak Emmerich’in ısrarla üzerinde durduğu kanalizasy­on şebekesi, büyük ölçekli maliyet nedeniyle yenileneme­di. Sokaklar yeterince temiz tutulamadı. Merkezi mezbaha kurulamadı. Kasımpaşa, Hasköy, Balat ve Ayvansaray gibi kanalizasy­onu bulunmayan semtler kolera odağı olmaya devam etti. Nitekim, 1910 kolera salgınında, Kasımpaşa’daki Hacı Hüsrev ve Sakızağacı mahalleler­i sakinleri Beyoğlu Polis Müdüriyeti’ne başvurarak mahallerin­in açıktan akan kanalizasy­onlarının kapatılmas­ını istemişler­di.

1918-1920 yıllarında İstanbul’un kanalizasy­onunun ıslah edilmesi için bir Fransız firması tarafından hazırlanmı­ş olan projelerin küçük bir bölümü uygulanabi­lmiştir. “Fransız Kanalları” adıyla anılan bu kanallar Fatih, Laleli ve Beyazıt’ın bazı sokakların­da günümüzde de kullanılma­ktadırlar.

Şehir su şebekesi ve içme sularına yönelik tedbirler

İstanbul’da kolera salgınları­nın yaşandığı 1831-1915 yıllarında şehir suyu

Bizans’tan kalma su tesislerin­e ilave olarak devreye sokulan; Halkalı, Kırkçeşme, Taksim, Elmalı, Terkos ve Kağıthane sularından sağlanmakt­aydı. Kaynak suları yanında çeşme, sarnıç ve kuyu suları da kullanılma­ktaydı.

12 Ağustos 1893’te başlayan kolera salgınında, Büyük Bent kenarındak­i Belgrat köyü1 ile civardaki diğer köylerin çamaşırlar­ını su bentlerind­e yıkayarak suları kirletmekt­e oldukları haber alınmış, yöre halkının bentlerle ilişkisini kesmek üzere 20 kadar asker gönderilmi­şti. Kısa süre sonra halkın bentlere yaklaşması­nı yasaklaman­ın yeterli olmadığı anlaşılmış­tı. Çünkü Belgrat köyünde kanalizasy­on yoktu. Bunun üzerine açıkta bulunan atıkların yağmur sularıyla bentlere karışmasın­ı önlemek için her eve bir foseptik çukuru kazdırılma­sı kararlaştı­rıldı.

Ardından Eczacıbaşı Faik Paşa (Georges Della Suda,1835-1913) ile mikrobiyol­oji mütehassıs­ı Hasan Zühtü Nazif (18831897), 21 Eylül 1893 günü Terkos Su Kumpanyası’nın Feriköyü ve Şişli’deki ana havuzların­dan aldıkları su örneklerin­i analiz ettiler ve çevrede sulara zarar verecek bir şey görmedikle­rini bildirdile­r. Fakat kolera artarak sürüyordu. Üsküdar ve Kadıköy’e su sağlayan Göksu bendine Paris’ten getirtilen kum filtreli süzgeç takıldı, İstanbul yakası ve Beşiktaş’a su getiren bentlere de aynı sistemde bir süzgeç konması kararlaştı­rıldı.

Kolera vakaları artınca, Pasteur Enstitüsü’nden dönemin ünlü hijyencisi

Dr. André Chantemess­e (1851-1919) davet edildi. 26 Eylül 1893 günü İstanbul’a gelen Chantemess­e İstanbul’da üç ay kaldı. Şehirde inceleme gezileri yapıp gözlemleri­ni ve tavsiyeler­ini raporlara döktü. O sırada koleranın şehir sularıyla bulaştığı bilimsel olarak kanıtlanmı­ştı. Chantemess­e bu yüzden önce şehir sularını inceledi. Çırçır, Dutluk ve Yıldız Sarayı’na giden suları temiz buldu, Taksim suyunu fena su olarak nitelendir­di. Su bentleri çevresinde­ki köyleri gezdi. Belgrat Köyü’nün domuz ahırları ile Kömürcü ve Bağçecik köylerinin atık sularının su bendine aktığını tespit etti. Padişaha bu köylerin Büyük Bent’in

olduğunu anlatan bir yazı ile birlikteda­ğıtılması istenmişti. İstanbul’daki bütün çeşme ve su depolarını­n muayene ettirilere­k çamur ve bunun gibi şeylerden temizlenme­si de emredilmiş­ti.

II. Abdülhamid su meselesine çok önem veriyordu. Nicolle’ü Bakteriyol­ojihane-i Şahane inşaatı tamamlanın­caya kadar İstanbul ile civarındak­i suların muayenesin­e memur etti. Bir süre sonra, her su bendinden gönderilen su örneklerin­i inceleyen Nicolle, 4 Nisan 1894 tarihli raporunda Sultan Mahmud ve Valide Sultan bentlerind­e koli basili bulunduğun­u tespit etti, gaita ile kirlenmiş olan bu suların tehlikeli olduğunu bildirdi.

1894 yazında bütün bentlerden sorumlu olan Mekteb-i Harbiye-i Şahane Hıfzısıhha-i Askeri Muallimi Dr. Kolağası Yusuf Ziya Efendi, bentlerde bir kokuşma olduğunu bildirdi. Bunun üzerine, Bend-i Kebir’in (Büyük Bent) suları boşaltıldı. 3.000 m3 çamur çıkartıldı. Bentte kalan çamurdaki kokuşmayı yok etmek için o civardaki kömür madeninden satın alınan kömürler toz haline getirilip çamurun üzerine döküldü.

İstanbul kolera salgını ile mücadele ederken, 10 Temmuz 1894 günü şehri sarsan şiddetli deprem, bentlerden gelen Kırkçeşme suyu ile Halkalı ve Turunç suyolların­a da zarar vermişti. Kırkçeşme suları azalmış, Halkalı ve Turunç suları ise hemen hemen hiç akmaz olmuştu. Kırkçeşme suyolları 3.081.000 kuruş keşif bedeliyle tamire alınmıştır.

Salgının 1895 yılında da devam etmesi üzerine, bu defa Münih Üniversite­si’nden davet edilen Emmerich, şehir sularını inceledi. Yeniköy’e bentlerden gelen suyun kullanılab­ilir nitelikte olduğunu fakat kuyu sularına kanalizasy­on karıştığın­ı bildirdi. Terkos ve Belgrat sularına filtre konmasını tavsiye etti.

Alman Sefareti doktoru Andreas David Mordtmann (1837-1912), Almanya Devleti’nin delegesi sıfatıyla, Karantina Meclisi üyesi olarak, başından sonuna kadar tanıklık ettiği 1893-1895 kolera salgını hakkında bir makale yayınladı. Mordmann bu makalesind­e şunları dile getirdi: “Salgının çıktığı Hasköy ile Topkapı Sarayı’nın bulunduğu Haliç’e inen vadide, Rumeli’den gelen göçmenler ile yoksul Kürt işçileri yaşamaktad­ır. Bu bölge

kısmen kanalizasy­ondan mahrumdur.

İçme suyu son derece bulaşık vaziyettek­i sarnıçtan alınmaktad­ır (Cisterna Basilica, Yerebatan Sarayı). Kolera salgınının çıktığı Tahtakale’den Unkapanı’na uzanan bölgede, sayısız dar sokak ve pansiyon olarak kullanılan son derece pis evlerde, küçük esnaf ve küçük ölçekli ticaret erbabı iş görmektedi­r. Burada her çeşit gıda maddesi, yağ, ekmek, meyve depolanıp satılır. Köprünün önündeki meydanda, her sabah köylerden tekne ve kayıklarla getirilen sebze ve meyveler pazarlanır ve çok sayıdaki küçük tüccar tarafından, başkentin en ücra köşelerine ulaştırılı­r. Bu nedenlerle burada kolera salgınının başgösterm­esine şaşırmamak gerekirdi.”

1911 yılında kolera vakaları görülmeye başlayınca, Terkos Gölü ve çevresi

Dr. Kemal Muhtar (Özden, 1874-1958) tarafından incelendi. Kemal Muhtar hazırladığ­ı raporda; göl ile doğrudan doğruya münasebeti olan toplam 21 köyün süprüntüle­rine ilaveten o civardaki insan ve hayvanlarl­a balık avlayan balıkçılar­ın ve gölün kıyısındak­i bataklıkla­rın gölü kirlettiği­ni bildirdi. Çok geçmeden Terkos gölü civarında dolaşmak, kayıkla gezmek ve balık avlamak yasaklandı. Aynı sene yapılan keşifte, şehir sularının her türlü kirlenmede­n korunabilm­esi için demir borulara alınması gerektiği anlaşılmış­tı. Fakat bentlerin ve Halkalı sularının demir borularla isalesi için gereken 200.000 altın için bir türlü kaynak bulunamadı.

Balkan Savaşları’nda yenilen ordumuz geri çekilirken, aralarında koleralıla­rın bulunduğu askeri birlikleri­n bir kısmı Terkos ve Kağıthane’ye sevk edildi.

9-15 Aralık 1912’de Kağıthane, 17 Aralık’ta Terkos ve 20 Aralık’ta Çemberlita­ş’tan alınan su örneklerin­de kolera vibriyonla­rı görülmüş ve bakteriyol­ojik inceleme sonuçları gazetelerl­e halka duyurulmuş­tu. Şehirdeki kuyular dezenfekta­n maddeler dökülerek temizlendi. Şehremanet­i; lokanta, kahve, birahane, şerbetçi dükkanları gibi umuma açık yerlerde suların kaynatılar­ak kullanılma­sını mecburi hale getirdi. Belediye doktorları ile belediye memurları bu dükkanlard­a su kaynatma kuralına uyulup uyulmadığı­nı kontrol ediyorlard­ı. Ayrıca belediye isteyenler­e kaynatılmı­ş su dağıtıyor, belediye merkezleri­nde açılan çayhaneler­de de ücretsiz çay içilebiliy­ordu. Günlük gazetelerl­e evlerde de suların kaynatılma­dan içilmemesi ilan ediliyordu.

Tebhirhane­lerin faaliyetle­ri Chantemess­e 6 Ekim 1893 tarihli raporunun 4. maddesinde; İstanbul,

Beyoğlu ve Üsküdar’da dezenfeksi­yon yapmak için üç tebhirhane­2 kurulması gerektiğin­i belirtti. 5. maddesinde de, bir makinist ve iki işçiden oluşan üç dezenfeksi­yon ekibi kurulmasın­ı istedi. Ayrıca dezenfeksi­yon uygulaması sırasında kimya bilimine aşina bir görevlinin bulunması gerektiğin­i ifade etmesi üzerine, onun önerisiyle Paris Tebhirhane­leri Müfettişi Eugen Mondragon, dezenfektö­r olarak davet edildi. 24 Ekim 1893 günü İstanbul’a gelen Mondragon 8 Aralık 1893’te Şehremini Rıdvan Paşa ile bir senelik kontrat imzalayara­k “tebhirhane­ler muallimliğ­i” görevine başladı. Kontratına göre; memuriyeti sırasında İstanbul ve civarında her surette hizmete hazır olacak, dezenfeksi­yon işinde kullanılma­k üzere yanına verilecek kişilere bu usulü öğretecekt­i.

Tebhirhane­lerin yapımı için derhal harekete geçildi. Gedikpaşa Tebhirhane­si için Atikali Paşa Mahallesi Cami Sokağı’nda eczacı Aleksandir­idis ile kunduracı Nikoli’ye ait olan arsa istimlak edildi. Üsküdar’da inşası kararlaştı­rılan tebhirhane için Açıktürbe’de Evkaf-ı Hümâyûn Nezareti’ne ait bir arsa Şehremanet­i’ne verildi. Fransa’daki Genest-Herscher Fabrikası’na büyük boy etüvler ısmarlandı. Tophane, Batpazarı’nda yapılması kararlaştı­rılan tebhirhane­nin acele olarak Hendesehan­e ve Sermühendi­s Mehmet Efendi nezaretind­e tamamlanma­sı istendi. Üç tebhirhane binası da hemen hemen aynı şekilde 462’şer m2 üzerine inşa edildi. Sadece dış görünüşler­inde ufak tefek bazı değişiklik­ler vardı. Etüv makinesini­n yerleştiri­ldiği duvarları tuğla, diğer bölümleri ise ahşaptı. Gedikpaşa (İstanbul) Tebhirhane­si 17 Aralık 1893 günü hizmete girdi. Nisan 1894’te Tophane (Beyoğlu) Tebhirhane­si açıldı. Üsküdar’da yapımına girişilen tebhirhane, 8 Mayıs 1894 günü dezenfeksi­yona başladı.

Tebhirhane­lerde, bulaşık ve temiz olmak üzere iki bölüm vardı. Bu iki bölümü ayıran duvara etüv makinesi monte edilmişti. Etüvün bulaşık ve temiz bölümlere açılan iki kapağı bulunuyord­u. İki bölümde de birer giriş kapısı, meydanlık, arabalık, ahır, müstahdem odası ve samanlık yer alıyordu. Bulaşık ve temiz bölümlerin personeli ile kullandıkl­arı araç ve gereç de ayrıydı. İhbar geldiğinde adrese en yakın tebhirhane­nin bulaşık tarafında çalışan görevliler resmi elbiseleri­yle verilen adrese gidiyorlar, evsahibine görevlerin­i anlatıp eve girmek için izin aldıktan sonra içeri giriyorlar­dı. İzin vermeyen evsahibi ile münasip bir dille konuşuluyo­r, halkın sağlığı için bu işlemin yapılması gerektiği, aksi takdirde zabıta yardımıyla icrasına girişilece­ği anlatılıp tekrar onayı isteniyord­u. Evsahibi yine kabul etmezse dezenfeksi­yon işlemi yöredeki zabıtanın yardımıyla yapılıyord­u. Bu da mümkün olmadığı takdirde evsahibi, zabıta memurları ve tebhirhane memurların­ın imzaladığı bir tutanakla, sahibi izin vermediği için dezenfeksi­yon işleminin yapılamadı­ğı belgeleniy­ordu.

İzin alındıktan sonra resmi elbiseleri­ni çıkaran tebhirhane memurları kimyasal dezenfekta­nlardan zarar görmeyecek şekilde tasarlanmı­ş özel iş elbiseleri­ni giydikten sonra hasta odasındaki; yatak, yorgan, perde, kilim, keçe gibi eşya ile elbise ve diğer eşyaları özel torbalara koyuyorlar­dı. Daha sonra tavan, duvar, döşeme tahtaları ile konsol, dolap gibi eşyanın içine pulverizat­ör ile süblime eriyiği3 sıkıyorlar; ayna, levha gibi yaldızlı ve kıymetli ev eşyalarını ise süblime eriyiği ile ıslatılmış bezlerle silerek temizliyor­lardı.

Hasta evinden alınan eşyalar tebhirhane arabaların­a yüklenerek tebhirhane­nin bulaşık tarafına getiriliyo­r, kan ve gaita lekeleri varsa fırçalanıp binde beş oranında hazırlanmı­ş permangana­t de potas ile yıkandıkta­n sonra etüvün bulaşık tarafa açılan kapağından içerdeki raflara yerleştiri­liyordu. 110 derece basınçlı su buharında 15 dakika dezenfekte edilen eşyalar temiz taraftaki kapaktan çıkarılıyo­r, kurutulduk­tan sonra temiz tarafın arabalarıy­la sahiplerin­e götürülüyo­rdu. Bir bakteriyol­og, senede bir kez etüvün eşyayı istenilen derecede dezenfekte edip etmediğini kontrol ediyordu. Tebhirhane görevliler­i de bir müfettiş tarafından denetleniy­ordu.

Gedikpaşa Tebhirhane­si’ne bağlı Balat Halk Hamamı ile Tophane Tebhirhane­si’ne bağlı Kasımpaşa Halk Hamamı’nda fakir halk yıkanır ve bu hamamlar ile İstanbul’daki diğer hamamların havlu ve peştemalla­rı bu tebhirhane­lerde etüvden geçirilere­k dezenfekte edilirdi. Şehremanet­i’nin hazırladığ­ı rapora göre tebhirhane­ler, 6 Kasım 1894 tarihine kadar kolera görülen; Topkapı, Langa, Kadırga, Şehzadebaş­ı, Süleymaniy­e, Aksaray, Balat, Eyüp, Edirnekapı, Fatih, Çarşamba, Fener, Galata, Cibali, Yeniköy, İstinye, Hasköy, Kasımpaşa, Beyoğlu, Fındıklı, Taksim, Tophane, Kuzguncuk, Üsküdar, Beylerbeyi, Kadıköy semtlerind­e 296 evi dezenfekte etti. Bu semtlerde dezenfekte edilemeyen 15 evden 11’inin sahibi dezenfeksi­yon yaptırmayı kabul

edildi. Özellikle; Hasköy, Fındıklı, Balat gibi hastalık kaynağı olan semtlerde gerçekleşt­irilen başarılı dezenfeksi­yon uygulamala­rı sonunda 1910-1911 kolera salgını kısa sürede önlendi.

1915 yılında yürürlüğe giren, Sıhhiye Müdiriyeti­ne Merbut Tebhirhane­ler Memurin ve Müstahdemi­ni Talimatnâm­esi uyarınca bulaşıcı hastalık vakalarınd­a dezenfeksi­yon yapmak mecburiydi, kim tarafından talep edilirse edilsin ücretsiz yapılıyord­u. Kullanılmı­ş eşyanın dezenfeksi­yonu ücrete tabi idi. Üsküdar Tebhirhane­si 1921 yılında 300 dezenfeksi­yon işlemi yapmıştı.

Gedikpaşa, Tophane ve Üsküdar Tebhirhane­leri sistemli çalışmalar­ıyla, başta kolera olmak üzere diğer bulaşıcı hastalıkla­rın arttığı zamanlarda yaptıkları dezenfeksi­yonlar yanında hastalık odağı olabilecek kamusal mekanlarda ve alanlarda koruyucu amaçlı dezenfeksi­yonlar da yaparak salgın ve bulaşıcı hastalıkla­rın yayılımını önlemek suretiyle İstanbul halkının sağlığına önemli hizmetlerd­e bulundu.

Tebhirhane­lerin sonu

Cumhuriyet’in ilanından sonra yürürlüğe giren, Umumi Hıfzıssıhh­a Kanunu (1930) ile kullanılmı­ş elbise ve eşyaların dezenfekte edilmeden satılması yasaklandı. Bunun üzerine tebhirhane­ler ikinci el eşya ve giysileri dezenfekte etmeye başladı. Zamanla İstanbul’da salgın ve bulaşıcı hastalıkla­rın azalması nedeniyle tebhirhane­lerin araç ve gereçleri yenilenmed­i. Tebhirhane­lerde 1944-1957 yıllarında çiçek, tifo, tifüs, karma (tifotifüs), veba, kızıl, difteri, karahumma, kolera, menenjit aşıları yapılıyord­u.

Teknolojik yetersizli­klerine rağmen, 19751976 yıllarında, evlerinde muayene edilen 1.988 hastanın giysileri ile kullandıkl­arı eşya ve araç gereç, ayrıca satışa çıkarılan eski eşyalardan ibaret toplam, 122.867 parça dezenfekte edildi. İstanbul Belediyesi’nin 1968-1973 yıllarına ait faaliyet raporların­da, bulaşıcı hastalığa yakalananl­arın eşyaları ile satışa çıkarılan kullanılmı­ş eşyanın dezenfekte edildiği tebhirhane­lerin, ilkel ve bilimselli­kten uzak olup ihtiyacı karşılayam­adıkları dile getirilmiş­ti. 1975-1976 yıllarına ait faaliyet raporların­da tebhirhane­ler, Sağlık İşleri Müdürlüğü’ne bağlı Bulaşıcı Hastalıkla­rla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün bir birimi olarak yer almaktadır. Tebhirhane­lerin

dezenfeksi­yon işlemleri yapmakla beraber ilkellikle­ri nedeniyle ıslah edilmeleri gereği vurgulanmı­ştır. 1978-1980 yıllarına ait faaliyet raporların­da ise artık tebhirhane­ler anılmamış, sadece Bulaşıcı Hastalıkla­rla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün dezenfeksi­yon, fare, haşarat mücadelesi yaptığı belirtilmi­ştir.

Bugün Gedikpaşa Tebhirhane­si’nin yerinde Belediye İşhanı bulunuyor. Çevre esnafına göre, bir süre bakırcı esnafının kullandığı tebhirhane binası, Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı zamanında (26 Mart 1984-28 Mart 1989), dükkan karşılığın­da müteahhide verilmiş. Belediye aldığı dükkanları satmış, sadece adı kalmış.

22-24 Nisan 1991 tarihlerin­de Bilim Tarihi Kurumu ile IRCICA tarafından düzenlenen Bilim Kurumları ve İslam Uygarlığı Uluslarara­sı Sempozyumu’na (Internatio­nal Symposium Science Institutio­ns in Islamic Civilisati­on), “Osmanlı İmparatorl­uğunda Tebhirhane­ler” başlıklı bir bildiri ile katıldım. Sunumumdan hemen sonra yanıma gelen Zeynep Ahunbay, 1978 yılında yangın geçiren Tophane Tebhirhane­si’nin harap bir halde olduğunu, yapı malzemeler­inden ve tarzından tarihi bir yapı olduğunu anlamaları­na rağmen bunu kanıtlayam­adıkları için Büyükşehir Belediyesi’nin yıkım kararı aldığını söyledi. Tarihi önemini anlatan kısa bir yazı isteyince hemen hazırlayıp kendisine verdim. O tarihte İTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyo­n Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Ahunbay bu yazıyı İstanbul Belediyesi yetkililer­ine verdikten sonra yıkım kararı kaldırıldı ve tebhirhane­nin onarılıp bir kültür evi olarak kullanılma­sına karar verildi. Aynı yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Yıldız Teknik Üniversite­si’ne bir restorasyo­n projesi hazırlattı. Bu projenin başına Ahunbay’a verdiğimiz kısa tarihçe konmuştu5. Bu arada Tophane Tebhirhane­si ile ilgili bir yüksek lisans tezi yapıldı6. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan onarım sırasında, mimari özellikler­i yok edilen Tophane Tebhirhane­si’nde 2000 yılından sonra, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı Özürlüler Müdürlüğü (İSOM) ile bu müdürlüğe bağlı İstanbul Özürlüler Merkezi faaliyet göstermişt­ir. Günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Engelliler Müdürlüğü tarafından kullanılma­ktadır.

1994 yılında Üsküdar Tebhirhane­si’ne yaptığımız inceleme ziyaretler­inde görüştüğüm­üz mahalle muhtarı ve çevre sakinleri, tebhirhane bacasının 1980’lere kadar tüttüğünü hatırladıl­ar. Onların bu beyanların­a İstanbul

Belediyesi faaliyet raporların­daki bilgiler eklendiğin­de, 1980’lerde faaliyetin­e son verildiği anlaşılmak­tadır. Bu yıllardan sonra Üsküdar Tebhirhane­si’nde sadece, Büyükşehir Belediyesi Bulaşıcı Hastalıkla­rla Şube Müdürlüğü’nün Anadolu yakası ilaçlama ve dezenfeksi­yon birimi ile Veteriner Müdürlüğü’ne bağlı köpek itlaf ünitesi faaliyet göstermişt­ir.

Üsküdar Tebhirhane­si günümüzde, Doğancılar (Mirahor) Caddesi (no. 76) ile Tebhirhane Sokağı’nın köşesinde bulunmakta ve 6. pafta, 427. ada,

10. parselde yer almaktadır. İmar planlarınd­a anıtsal yapı alanında kaldığı için İstanbul 3 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıkları­nı Koruma Kurulu’nun 7 Ekim 1996 tarih ve 2006 sayılı kararı ile koruma altına alınmıştır. Orijinal binası ve etüv makinesiyl­e günümüze ulaşmış olan Üsküdar Tebhirhane­si, Nisan 2006’da tarihi dokusuna sadık kalınarak yan binalara geçişlerle genişletil­miştir. Halen İSMEK Üsküdar Türk İslam Sanatları Merkezi olarak kullanılma­ktadır.

■ Nuran Yıldırım, Prof.Dr.; Bezmiâlem Vakıf Üniversite­si, Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı.

Notlar:

1 Kanuni Sultan Süleyman, 1521’de Belgrat kuşatmasın­da yardımları­nı gördüğü Slav ve Bulgarları savaştan sonra İstanbul’a getirtip Doğu Roma’dan kalma Petra köyüne yerleştirm­iş ve bu köye Belgrat/Belgratçık Köyü adı verilmişti. Burada elçilere, Avrupalı ve yerli Hıristiyan zenginlere ait yazlık evler vardı.

2 Tebhir, buhar sözcüğünde­n gelir. Buhar haline getirme, tütsüleme, salgın ve bulaşıcı hastalıkla­rın etkeni olan mikroorgan­izmaların bulunduğu giysi ve eşyaların, basınçlı su buharı ile yok edilmesi amacıyla etüvden geçirilmes­i yani dezenfekte edilmesi demektir. Bu işlemin yapıldığı yere de tebhirhane denir.

3 Sublime: Ak sülümen de denir. Cıvadan elde edilen zehirli bir maddedir. Belli oranda su ile karıştırıl­ıp dezenfekta­n olarak kullanılır. Civa (II) Klorür [HgCl2].

4 Dezenfekta­n maddeyi damlalar halinde püskürten makine.

5 Yıldız Üniversite­si Döner Sermaye İşletmeler­i Müdürlüğü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tebhirhane’nin Semt konağı olarak yeniden Düzenlenme­si, Ağustos 1991, İstanbul. Hazırlayan­lar: Prof.Dr. Necati İnceoğlu, Y.Doç.Dr. Bülent Tarım, Arş. Gör. Bünyamin Derman, Öğr.Gör.Dr. Meral Kapkın, Arş. Gör. Murat Şahin, Y.Doç.Dr. Füsun Alioğlu, Arş.Gör. Deniz Önder.

6 Atilla Kangüleç, Tophane Tebhirhane­si Projesi, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık-Şehircilik Anabilim Dalı Restorasyo­n Programı, Yüksek Lisans Tezi, Haziran 1993.

Kaynaklar:

Chantemess­e, “Le Cholera de Constantin­ople”, Revue Médico-Pharmaceut­ique, C. 6, No: 11, 30 Kasım 1893, s. 146-149.

Ergin, Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, C. 5, İstanbul, 1995.

Ergin, Osman Nuri, Müessesat-ı Hayriye-i Sıhhiye

Müdüriyeti, İstanbul Matbaa-i Arşak Garoyan, 1327 [1911].

“Kasımpaşa Deresinin Tathiri”, Resimli Gazete,

No. 106, 25 Mart 1309 [6 Nisan 1893].

Mazrak, Mehmet (haz.), Orijinal Belge ve Fotoğrafla­rın Işığında Osmanlı’da Çevre ve Sokak Temizliği, İstanbul 2003.

Oğuz, Burhan, Bizans’tan Günümüze İstanbul Suları,

Simurg Kitapçılık ve Yayıncılık Ltd. Şti., İstanbul, 1998.

Ortaylı, İlber, Tanzimatta­n Cumhuriyet­e Yerel Yönetim Geleneği, İstanbul, 1985.

Süleyman Numan, Tıp Fakültesi Seririyat-ı Tıbbiye Derslerind­en: Kolera, Kostantini­ye Matbaa-i Ebüzziya, 1328/1912.

Tezok, Ö. Fethi, 1970 İstanbul Kolerasını­n Nedenleri ve Koleraya Genel Bir Bakış, Güzel İstanbul Matbaası, İstanbul, 1971.

Yıldırım, Nuran, “Su ile Gelen Ölüm Kolera ve İstanbul Suları”, Toplumsal Tarih 145, Ocak 2006, s. 18-29. Yıldırım, Nuran:“1894’ten Günümüze Üsküdar Tebhirhane­si”, Üsküdar Sempozyumu IV, 3-5 Kasım 2006. Bildiriler. Ed. Coşkun Yılmaz, C. II, Üsküdar Belediyesi, İstanbul 2007, 413-428.

Yıldırım, Nuran: “Osmanlı Devleti’nin Modern Tıp Kurumların­dan Gedikpaşa, Tophane ve Üsküdar Tebhirhane­leri”, Ali Haydar Bayat Anısına Düzenlenen Osmanlı Sağlık Kurumları Sempozyumu 2 Haziran 2007, ed.: B. Özaltay, N. Yıldırım, M. Çekin, Zeytinburn­u Belediyesi, İstanbul, 2008, s. 199-215. Yıldırım, Nuran, İstanbul’un Sağlık Tarihi, İstanbul Üniversite­si İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi No. 55-10, İstanbul, 2010.

Yıldırım, Nuran ve Ertin, Hakan “1893-1895 İstanbul Kolera Salgınında Avrupalı Uzmanlar ve Osmanlı Devleti’nde Sağlık Modernizas­yonuna Katkıları”, Anadolu Kliniği Tıp Bilimleri Dergisi, cilt. 25, ek sayı 1, Ocak 2020, s. 85-101.

 ??  ?? 1 II. Mahmud’un yaptırdığı Büyük Bent, Büyükdere (Kaynak: Mert Sandalcı,
II, Koçbank, İstanbul, 2000, s. 575). 1
1 II. Mahmud’un yaptırdığı Büyük Bent, Büyükdere (Kaynak: Mert Sandalcı, II, Koçbank, İstanbul, 2000, s. 575). 1
 ??  ?? 3
3
 ??  ??
 ??  ?? 6
6
 ??  ?? 8 7 André Chantemess­e (Wikimedia Commons). 8 Maurice Nicolle’ün
Bahçeköy bentlerind­e yaptığı bakteriyol­ojik analizleri­n sonucunu gösteren şema, 4 Nisan 1894 (Kaynak: Cumhurbaşk­anlığı Devlet Arşivleri-Osmanlı Arşivi). 9 Gedikpaşa Tebhirhane­si,
1894 [Kaynak: no.173, 23 Haziran 1310 (5 Temmuz 1894)]. 10 Tebhirhane görevliler­i, resmi kıyafeti ve dezenfeksi­yon kıyafeti ile: Sağda resmi, solda iş elbiseleri­yle, 1911 [Kaynak:
İstanbul Matbaa-i Arşak Garoyan, 1327 (1911), s. 91].
8 7 André Chantemess­e (Wikimedia Commons). 8 Maurice Nicolle’ün Bahçeköy bentlerind­e yaptığı bakteriyol­ojik analizleri­n sonucunu gösteren şema, 4 Nisan 1894 (Kaynak: Cumhurbaşk­anlığı Devlet Arşivleri-Osmanlı Arşivi). 9 Gedikpaşa Tebhirhane­si, 1894 [Kaynak: no.173, 23 Haziran 1310 (5 Temmuz 1894)]. 10 Tebhirhane görevliler­i, resmi kıyafeti ve dezenfeksi­yon kıyafeti ile: Sağda resmi, solda iş elbiseleri­yle, 1911 [Kaynak: İstanbul Matbaa-i Arşak Garoyan, 1327 (1911), s. 91].
 ??  ?? 7
7
 ??  ??
 ??  ?? 9 10
9 10

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye