İstanbul’da Kanalizasyonlar, Şu Şebekesi ve Tebhirhaneler
Nuran Yıldırım ■ İkinci kolera pandemisi 18. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’ya ulaştığında (1831) henüz mikroplar bilinmiyordu, kokuşmuş hava ile bulaştığı zannedildi. Robert Koch (1843-1910) kolera etkenini bulduktan sonra, hastalığın yayılması, bir yerde tutunup kalması için bulunması gereken özel şartlar, profilaksisi, epidemiyolojisi ve mücadelesi için nelerin gerekli olduğu anlaşıldı ve açıklandı. Kolera vibriyonları hastaların gaitalarında (dışkılarında) saf kültür halinde bulunuyordu. Hastalığın oluşması için kolera vibriyonlarının bulaşık içme suları, yiyecek ve içeceklerle bağırsaklara ulaşması gerekiyordu. Bir yerde koleranın salgın yapıp yapmaması; o beldenin hijyen teşkilatına, kullanım ve içme sularının durumuna bağlıydı. Hastalığın yayılmasına en müsait yerler büyük şehirlerdi.
Osmanlı Devleti kolerayı, Avrupa’ya ulaşan ikinci kolera pandemisinin topraklarına gelmesiyle tanıdı ve uzun yıllar kolerayla savaşmak zorunda kaldı. 1831’den itibaren payitaht İstanbul’da aralıklarla çıkan büyük-küçük salgınlarda kolerayla mücadelenin baş aktörleri; 1838’de kurulan Karantina Meclisi/Meclis-i Umur-ı Sıhhiye/ Karantina Direktörlüğü, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (İstanbul Tıp Fakültesi) hocaları, İstanbul’daki sefarethanelerin doktorları ve salgınlar nedeniyle özel olarak Avrupa’dan davet edilen uzmanlardı.
İstanbul’da 26 Temmuz 1831 günü başlayan ilk kolera salgını sırasında şehirde veba vakaları da görülmekteydi, henüz karantina teşkilatı kurulmamıştı. Veba salgınlarının üzerine gelen ve 5.000-6.000 can alan ilk kolera salgınının ardından Karantina Meclisi kuruldu ve daha sonra Osmanlı coğrafyasına yayılan karantinahanelerle karantina teşkilatı faaliyete geçti.
25 Ekim 1847 günü başlayan ikinci salgın daha hafif seyretmiş ve Kasım 1849’a kadar İstanbul’un bir köşesinde varolmuştu. Bu bir yıl içinde koleraya yakalanan 9.237 kişiden 4.275’i hayatlarını kaybetmişti.
Kırım Savaşı sırasında müttefikimiz Fransa’nın Marsilya limanından gelen ordu birlikleriyle üçüncü kez İstanbul’a gelen kolera Fransız, İngiliz ve Osmanlı askerleri arasında yayılıp şehre bulaştı.
“Büyük Kolera” ise 1865 yazında, Mısır’dan Muhbir-i Sürur gemisinin tayfalarıyla geldi. Az miktardaki paralarını biriktirmek amacıyla yetersiz beslenip kötü koşullarda yaşayan Kasımpaşa kışlası işçileri arasında hızla yayılarak bütün şehri sardı. Bu salgında 30.000’e yakın İstanbullu hayatını kaybetti.
İstanbul’un dağınık yerleşimi nedeniyle sokakların yeterince temiz tutulamaması, kanalizasyon sisteminin düzenli olmaması ve içme sularının hijyenik yöntemlerle kullanıma verilememesi, şehirde uygun bir kolera zemini oluşturuyordu. Bu yüzden 1871, 1873, 1876 yıllarında da sürüp giden salgınlar yaşandı.
Beşinci kolera pandemisinin uzantısı olarak İstanbul’da çıkan 1893-1895 salgını; Bakteriyolojihane-i Şahane, tebhirhaneler/ dezenfeksiyon istasyonları gibi modern kurumların açılmasına, tıbbi istatistiklerin tutulmasına, kanalizasyon sistemine dikkat çekilmesine ve İstanbul sularının sistemli bakteriyolojik analizlerinin yapılmasına yol açmıştır.
20. yüzyıl başlarında yaşanan kolera salgınları genellikle uzun seferberlikler ve zorlu savaş koşullarında Osmanlı ordusundan kaynaklanmıştır. Birbirini izleyen Trablusgarp (1911), Balkan Savaşları (1912-1913), 1. Dünya Savaşı (1914-1918) ordunun ve halkın yaşam koşullarını ağırlaştırmış, kamusal hijyenin sağlanamaması, sağlık hizmetlerinin yetersizliği yüzünden askerler arasında başlayan kolera salgınları ülke geneline yayılmıştır.
1950-1960’lı yıllarda yoğun göç alan Esenler/Sağmalcılar’da kontrol altına alınamayan yapılaşma nedeniyle, su ve kanalizasyon altyapısı bir türlü tamamlanamamıştı. Sık sık patlayan kanalizasyon borularından çıkan kirli sular sokaklara yayılıyordu. 13 Ekim 1970 günü Sağmalcılar’da bağırsak enfeksiyonları görülmeye başlandı. Yapılan incelemelerde, bölgedeki binaların kanalizasyonlarının yanlışlıkla -Mimar Sinan’ın eseri olup şehir suyu için kullanılmakta olan- Kırkçeşme suyuna bağlandığı anlaşıldı. Resmi bir açıklama olmamakla beraber pek çok kaynak, 2.000 kolera vakası görüldüğüne ve 52 kişinin de öldüğüne işaret etmektedir. Salgının ardından Sağmalcılar adı Bayrampaşa olarak değiştirilerek semtin zedelenen imajı düzeltilmeye çalışılmıştır.
Kamusal alanların temizliğine yönelik tedbirler
İstanbul, fetihten Tanzimat’a gelinceye kadar; Dersaadet (İstanbul) ve Bilâd-ı Selâse (Üsküdar, Galata ve Eyüp) olmak üzere dört kazaya, bu dört kaza da dört mahkemeye (şubeye) ayrılmıştı. En üst yetkili İstanbul Kadısı (Efendisi), doğrudan doğruya sadrazama bağlıydı. İstanbul
Efendisi payitahtın hem valisi hem hakimi hem de belediye başkanı sayılırdı. Üsküdar, Galata ve Eyüp Kadıları da kendi bölgelerinin yöneticileriydi. İstanbul Kadısı belediye hizmetlerini kendisine bağlı İhtisap ağaları (belediye zabıta müfettişleri) ile yürütürdü. Sokakların temizliğinden Kadılara bağlı Subaşıların emri altında çalışan “Çöplük Subaşısı” sorumluydu. Çöplük Subaşısı, evlerdeki ve sokaklardaki çöpler ile hayvan pisliklerini “Arayıcı” adı verilen esnafa toplattırır ve sokakları temizletirdi. Toplanan çöpler denize atılırdı. Denizlerin kirlenmesi gibi bir bilinç yoktu. Atmeydanı’nı (Sultanahmet) yılda bir, Beyazıt meydanını ise ayda iki kez temizlettirmek Çöplük Subaşısı’nın görevleri arasındaydı. Çöplük Subaşılığı, Yeniçerilik ile birlikte lağvedilince, İstanbul’un temizlik işleri 1826 sonlarında kurulan İhtisap Nezareti’ne devredildi.
1826’dan sonra da İhtisap nazırlarının başında bulunduğu teşkilat; güvenlik işlerinde kolluk kuvvetlerine yardımcı olur, çarşı-pazar düzeni, kente giriş çıkışlar ve bazı vergilerin toplanması ile ilgilenir, ayrıca esnafın temizliğine ve sattığı malın hilesiz olmasına dikkat ederdi. Fırınları, aşçı ve kebapçı dükkanlarını denetlerdi.
Karantina teşkilatının beyni olan
Karantina Meclisi faaliyete geçtikten sonra, hastalık odağı olabilecek tabakhaneler ve mezbahaların temizliği ile ilgili önlemleri de almaya başladı. Çünkü o sırada payitahtta belediye bulunmuyordu. O yıllarda tavuklar dükkanlarda kesiliyor, temizlenip satıldıktan sonra kesim artıkları dükkanlarda kokuşuyordu. Karantina kurallarına göre bu artıkların ortadan kaldırılması gerektiğinden; 27 Mayıs 1839 (13 RA. 1255) tarihli Takvim-i Vekayi ile, kesim artıklarının derhal denize dökülebilmesi için Limon iskelesinde (Eminönü) tahsis edilecek yere nakledilmesi gerektiği halka duyurulmuştu.
Kolera salgınlarının kokuşmuş havadan kaynaklanıyor olması, sokak ve çevre temizliğine dikkati artırmıştı. 1848’de artan kolera vakaları nedeniyle Maliye Nezareti’ne bir ferman gönderilerek; sokakların temiz tutulması, çöplerin ortalıkta bırakılmaması, kasap dükkanlarında koyun kesilmemesi, deri, işkembe ve bağırsakların dükkanlara asılmaması ve temizliğe dikkat edilmesi istenmişti. Ancak bu emirlere rağmen 1850’lerde hala her kasap dükkanı bir mezbaha gibiydi ve tamamında hayvan kesiliyordu.
Kasım 1852’de İstanbul’un bazı yerlerinde kolera vakaları görülünce, Karantina Meclisi, bu hastalığın kokuşmuş havadan meydan geldiğini hatırlatarak, mahalle ve çarşı aralarında bulunan süprüntüler ile bazı yerlerde bulunan su birikintilerinin temizlenmesini ve kamu sağlığının en önemli şartı olan temizliğe her yerde dikkat edilmesini önermişti. Bunun üzerine Zaptiye Nezareti’ne, keyfiyetin mahalle imamlarına duyurulması ve temizliğe dikkat edilip edilmediğinin daima kontrol edilmesi emredildi.
Karantina Meclisi, Kırım Savaşı’nda çıkan kolera salgını sırasında, Şubat 1854’te, Davutpaşa bekar odalarında kürk sepileyenlerin, Fener’de oturanların şuraya buraya süprüntü ve mezbele yığdıklarını tespit etmiş ve bunların koleraya neden olduğunu belirtip kaldırılmalarını istemişti.
Kırım Savaşı sırasında, her gün gemilerle gelen müttefik devletlerin askerleri ve malzemeleri İstanbul’da büyük bir kargaşa yaratmıştı. Asker ve malzeme taşıyan yük arabaları dar sokaklarda kalıyor, hastane, otel, pansiyon yetişmiyordu. Bunlara bir de kolera salgını eklenince Babıâli yabancı diplomatların tenkit ve istekleri karşısında bocalamaya başlamıştı. Bu ortamda günlük hizmetleri ve şehir yönetimini yürütecek ve şehri modernleştirecek bir teşkilata ihtiyaç duyuldu. 16 Ağustos 1854’te resmi bir tebliğ ile Şehremaneti (Belediye) unvanıyla yeni bir memuriyet ihdas edildi ve bir de Şehir Meclisi kuruldu.
Birkaç yıl sonra İstanbul 14 belediye dairesine ayrıldı (1857). Başlangıç olarak yabancıların yoğunlukta olduğu ve elçiliklerin bulunduğu Beyoğlu, Galata ve Tophane’nin bir bölümünü kapsayan 6. Daire-i Belediye (Beyoğlu Belediyesi) kuruldu. Diğerleri de zamanla kurulacaktı. Altı ay sonra 7 Haziran 1858’de yayımlanan Nizam-ı Umumi ile İstanbul’un ilk belediye dairesinin görevleri belirlendi. Ardından sokakların düzenlenmesini ve temizliğini sağlamak amacıyla bir nizamname hazırlandı. 20 Nisan 1859
tarihli, Sokaklara Dair Nizamname’nin (Règlement Police de la Voirie), 5. ve
6. maddeleriyle 6. Daire-i Belediye bölgesindeki sokaklar üç sınıfa ayrıldı.
1. sınıf sokaklar kışın günde bir, yazın günde iki defa, 2. sınıf sokaklar günde bir, 3. sınıf sokaklar ise haftada bir defa süpürülmeye başlandı. Ev ve dükkan sahipleri belirli zamanlarda, süprüntü almak için geçecek araba, beygir ve katırları beklemek zorundaydı (7. madde). Sokaklara süprüntü bırakmak, içeride olan suları dışarıya dökmek yasaktı. Sokakların temiz tutulması için yapılan uyarılara aykırı hareket edenlere para cezası kesilecekti (11. madde). Bütün önlemlere ve uyarılara rağmen 1860 yılında, mahalle ve çarşı pazar temizliğine pek uyulmadığı tespit edilmiş ve temizliğin sağlık kurallarından olduğu vurgulanıp dikkat edilmesi istenmişti.
Çok geçmeden Haziran 1865’te başlayan ve hızla bütün İstanbul’a yayılan kolera salgınında yaz sonuna doğru günde binden fazla ölüm vuku bulmaktaydı.
Eylül ayı başlarında 10.000 evi yutan ve şehri adeta dezenfekte eden Hoca
Paşa yangınından bir hafta sonra salgın tamamen ortadan kalktı. Ölü sayısı
30 bin kişiyi bulduğundan bu salgın toplumsal hafızada “Büyük Kolera” adıyla yer etmiştir. Salgın sırasında gazetelere gönderilen resmi açıklamalarda, koleranın en iyi ilacının temizlik olduğu, sokakların temizlenmesi için zaptiye zabitleri ile erlerin görevlendirildiği dile getirilmişti. Zaptiye Müşirliği, Padişah’ın sokaklardaki pislikleri temizleyen ve hastalara yardım eden bütün görevlilere teşekkür ettiğini duyurmuştu. Ayrıca, koleranın yayılmasını önlemek amacıyla mahallelere yakın olan mezarlara ölü gömülmesi yasaklanmış ve definlerin gösterilecek mezarlıklara yapılması gerektiği ilan edilmişti.
Kolera salgınları sırasında kamusal alanlarla ilgili hijyenik tedbirler görevlilerce izleniyor fakat salgın bitince kontroller azalınca toplum bu tedbirlere boş veriyordu. Bu yüzden İstanbul’da 1865’te çıkan en büyük salgından sadece beş yıl sonra, kısa aralıklarla kolera salgınları patlak vermişti.
Dersaadet ve Bilâd-ı Selâse (İstanbul, Galata ve Eyüp) Hıfzısıhha-i Umumiye Müfettişi Miralay Bonkowski Bey, 1892 yazında İstanbul’da yaptığı inceleme gezisi sonunda; mezbaha, kasap ve bakkallarda temizliğe dikkat edilmediğini tespit etmiş ve Kasımpaşa deresinin temizlenmesini önermişti. Aynı senenin sonunda pek çok mahallede temizliğin sağlanamadığını, temizlik olmadıkça hastalıktan kurtulmanın mümkün olmadığını dile getirmişti.
Saray hekimlerinden Miralay Dr. Yusuf Zeki Bey, akşamları Galata ve Beyoğlu’nda küçük kahvelerin önlerine iskemle atarak nargile içen hamal, tulumbacı ve merkepçileri, nargile sularını sokaklara döküp kokuşmaya neden oldukları için şikayet etti. Bunun üzerine kahve önlerinde nargile içmek yasaklanmıştı.
Cemil Paşa (Topuzlu, 1866-1958), Şehreminliği sırasında şehirdeki kolera salgınlarını da dikkate alarak bir “Nezafet-i Fenniye Müdürlüğü” kurmuş ve temizlik işlerine bütçe ayırmıştı. Salgının hızını kesebilmek amacıyla, caddeler her gece Terkos suyu ile yıkanıp süpürülüyordu (1912-1914).
Kamusal alanların temizliği fazla masraf gerektirmediğinden İstanbul’da çıkan kolera salgınlarında sokaklar ile çarşıpazarların temiz tutulması için önlemler alınır, salgın bitince arkası aranmaz, halk da tedbirleri unuturdu.
Kanalizasyon sistemine yönelik girişimler
Kolera vakalarının sürüp gitmesinin bir nedeni de İstanbul’da düzgün bir kanalizasyon sisteminin olmamasıydı. Mevcut sistem zaman zaman tıkanıyor ve atık sular şehir sularına karışıyordu. 1852 yılında Kapalıçarşı’daki hanların kanalizasyonu tıkanmış, suyollarına karışan atık sular Mahmut Paşa Camisi’nin şadırvanına kadar yayılmıştı. Sultan Abdülmecid, yörenin temizlenmesi için gereken 50.928 kuruşun, han ve dükkan sahipleri tarafından ödenmesini emretti.
Karantina Meclisi, 1854 Ekim’inde, Demirkapı (Sirkeci) havalisinden geçen büyük kanalizasyonun sahile varıncaya kadar tamamen dolduğunu, bu civardaki evlerin kanalizasyonlarının tamamen tıkandığını, lağım sularının sokaklara taştığını dile getirip temizlenmesini istemişti.
19. yüzyıl ortalarında bir atık su kanalı haline gelmiş olan Kasımpaşa deresi adeta bir kolera odağıydı. 1865 kolera salgınında en çok kayıp Kasımpaşa’da verilmişti. Bu yüzden derenin üzerinin kapatılması düşünülmüş fakat bunun nasıl olması gerektiği konusunda anlaşma sağlanamamıştı. Tartışmalar sürerken 1873’te Dolapdere’den Arapkapı’ya kadar tramvay hattı döşemek isteyen şirket, Kasımpaşa deresini kapatarak üzerini kullanmak için ruhsat talep etti. Daha sonra 6. Daire-i Belediye (Beyoğlu Belediyesi) başkanlığına verilen tahsisatla derenin iki yanına atık
su kanalları yapılmaya başlandı. Bu kanalların büyük bölümü 1886 yılında tamamlandı. Kanallar bittikten sonra derenin temizlenmesi düşünülüyordu.
Dere kenarlarındaki kanallar 1890 yılında bitmiş ve bu kez de derenin temizlenmesi gündeme gelmişti. Karantina Meclisi’nde Hollanda delegesi olarak bulunan
Dr. Stéculis’nin hazırladığı projeye göre, sel suları üzeri kapatılan dereden denize akacak, iki yanındaki kanallar da Beyoğlu, Pangaltı ve Feriköyü tepelerinden inen atık sular ile Tatavla ile Baruthane’ye ait olan atık sulara ayrılacaktı. İki kanaldan denizin 30-40 m kadar içine uzatılacak dökme borularla Haliç’e verilecek kirli sular akıntılara kapılıp gidecekti.
Şehrin atık su giderlerinin zaman zaman tıkanması, taşması veya patlaması az görülen hadiselerden değildi. 1895 Haziran’ında Galata ve Kılıç Ali
Paşa caddesindeki ana kanalizasyon arteri patlamıştı. Derhal oraya giden Hıfzısıhha-i Umumiye Sermüfettişi Bonkowski Paşa, semte yayılan bu pisliğin koleraya davetiye çıkardığını dile getirerek hemen önlem alınmasını istemiş, günde 450-500 araba pislik taşınarak bölge temizlenmişti.
1893-1895 Kolera salgını hafif şekilde sürmekteyken, koleranın çıkış sebepleri ile yayılımının önlenmesi hakkında inceleme yapmak üzere, Almanya’dan Prof.Dr. Rudolf Emmerich davet edildi. Emmerich bir önceki yıl çıkan salgında koleradan ölenlerin evlerini gezdi, sokakları, kuyuları, lağımları ve mezbahaları teftiş etti. Bazı resmi daireleri, askeri ve sivil hastaneleri inceledi. Bu gezileri sonunda tespitlerini ve tavsiyeleri şöyle ifade etti:
1. Yeniköy’de geçen sene ve bu sene kolera hastalığı görülen evleri inceledik.
Evlerin içinde bulunan helaların lağım bağlantıları iyi değildir. Ayrıca kuyulara bitişik bulunduklarından kuyu sularını kirletmektedirler. Kuyu suları içmeye ve yemek pişirmeye uygun değildir. Koleradan korunmak için Yeniköy’de lağımların düzenlenmesi, suların temizlenmesi ve kaldırımların iyi döşemesi gerekir.
2. İstinye’de bataklık halinde bulunan dere mutlaka temizlenmelidir. Oraya akan sular meyilli yerlerden akmaktadır.
3. Tophane’deki askeri mezbaha pislikle dolu olup civarı için pek tehlikeli bir yerdir. Şahıslara ait iki mezbahanın zeminleri sağlam olmayıp aletleri kokuşmuştur. Bu mezbahalar kapatılmalıdır.
4. Sirkeci istasyonu civarında yoksul göçmenlerin kaldığı tahta barakaların atık suları, içlerindeki çukurlara akıp zeminde birikmektedir. Bundan iki gün önce bu barakalarda kalan bir adam koleraya tutulup vefat etmiştir. Sağlığa zararlı olan bu meskenlerin bertaraf edilmesi çok önemlidir.
5. Demirkapı caddesinde ve pek çok sokaklarda kaldırım olmadığı gibi etraflarında bulunan evlerden akan çirkefler sokakları bir bataklık haline getirmiştir. Sokakların temiz tutulmaları için kaldırım döşenmesi gerekir. Geçen sene bu sokaklarda kolera vukuatı görülmüştür.
6. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’yi ziyaret edip tertip ve intizamından emin olduk.
Bakteriyoloji laboratuvarı çok güzel düzenlenmiş.
7. Babıâli karakolunun durumu iyidir yalnız tuvaletlerin muntazam olmayan meydanına çimento döşenmelidir.
8. Haydarpaşa Hastanesi elli seneden fazla bir zaman önce yapıldığı halde hala sağlık şartlarına uygundur. Hastanenin atık suları güzel akıtıldığı için orada tifo ve kolera gibi hastalıklar görülmez.
9. Selimiye Kışlası’ndaki helaların künk ve mecraları bozuk olduğu için duvarlar o derece pislik çekmiş ki tamir edildikleri halde dışarıdan bakıldığında duvarların renginden her bir helanın nerede bulunduğu anlaşılıyor. Pek muhtemeldir ki kışlanın temeli lağımlardan enfekte olmuştur. Kışlanın bazı yerlerinde temizlik ve dezenfeksiyon yapılmalıdır.
10. Üsküdar’daki karakol temizdir.
11. Gülhane’de bulunan Dulhane ve Yetimhane’de inanılmayacak derecede tehlikeli pislik birikmiştir. Bu tehlikeli bina kolera kaynağıdır, hastalık buradan bitişikteki Askeri Rüştiye (ortaokul) öğrencilerine bulaşır. Bir an evvel bir çare bulunması hatta yakılması gerekir. Askeri dikimhane temizdir, lağımları doğrudan doğruya denize akmaktadır.
12. Haseki Nisa Hastanesi hijyen kurallarına uygunluğu ve temizliği ile örnek alınacak bir hastanedir.
13. Gureba Hastanesi’nin güzel koğuşları vardır, zamanında kurallara uygun bir hastane idiyse de birçok noktadan
bugünkü kurallara uygun değildir. Bu nedenle hem geçen sene hem de bu sene hastanede defalarca kolera çıkmıştır.
Emmerich bu tespitlerinden sonra alınması gereken tedbirleri maddeler halinde saymıştı:
1. Şehirde son sisteme uygun lağımlar yapılmalı. Bazı yerlerde hala Bizans’tan kalma lağımlar kullanılmaktadır. Eski lağımların tamirine harcanacak para boşa gitmiş olur.
2. Sokakların tesviye ve temizliğine çok dikkat edilip kaldırımların muntazam olması, yağmur sularının toplanmadan akıtılması gerekir. Şehrin en büyük caddelerinden biri olan Beyoğlu’ndaki Cadde-i Kebir’in (İstiklal Caddesi) bile kaldırımları istendiği gibi değildir.
3. Sokaklara atılan çöpler düzenli olarak toplanmalı ve sokaklar her gün süpürülmeli.
4. Ötede beride bulunan küçük mezbahalar, atıkları yüzünden çevresi için zararlıdır. Bunun yerine sağlık kurallarına uygun büyük merkezi mezbahalar kurulmalıdır. Eskiden Münih’te de böyle küçük küçük mezbahalar varken her sene tifodan 500-700 kişi ölürdü. Merkez mezbahanın kurulduğu 1881 senesinden sonra tifodan ölümler 10-12’ye düştü.
5. Sokaklarda açıkta satılan gıda maddeleri kapalı kaplarda satılmalı, örtülü pazar yerleri yapılmalı, gıda maddelerinin kontrolü için bir yer açılıp memurlar tayin edilmelidir.
6. Evler ve dükkanlardaki atık suların düzenli olarak akıtılması, helaların sifonlu yapılması ve bol su bulundurulması gerekir.
Ancak Emmerich’in ısrarla üzerinde durduğu kanalizasyon şebekesi, büyük ölçekli maliyet nedeniyle yenilenemedi. Sokaklar yeterince temiz tutulamadı. Merkezi mezbaha kurulamadı. Kasımpaşa, Hasköy, Balat ve Ayvansaray gibi kanalizasyonu bulunmayan semtler kolera odağı olmaya devam etti. Nitekim, 1910 kolera salgınında, Kasımpaşa’daki Hacı Hüsrev ve Sakızağacı mahalleleri sakinleri Beyoğlu Polis Müdüriyeti’ne başvurarak mahallerinin açıktan akan kanalizasyonlarının kapatılmasını istemişlerdi.
1918-1920 yıllarında İstanbul’un kanalizasyonunun ıslah edilmesi için bir Fransız firması tarafından hazırlanmış olan projelerin küçük bir bölümü uygulanabilmiştir. “Fransız Kanalları” adıyla anılan bu kanallar Fatih, Laleli ve Beyazıt’ın bazı sokaklarında günümüzde de kullanılmaktadırlar.
Şehir su şebekesi ve içme sularına yönelik tedbirler
İstanbul’da kolera salgınlarının yaşandığı 1831-1915 yıllarında şehir suyu
Bizans’tan kalma su tesislerine ilave olarak devreye sokulan; Halkalı, Kırkçeşme, Taksim, Elmalı, Terkos ve Kağıthane sularından sağlanmaktaydı. Kaynak suları yanında çeşme, sarnıç ve kuyu suları da kullanılmaktaydı.
12 Ağustos 1893’te başlayan kolera salgınında, Büyük Bent kenarındaki Belgrat köyü1 ile civardaki diğer köylerin çamaşırlarını su bentlerinde yıkayarak suları kirletmekte oldukları haber alınmış, yöre halkının bentlerle ilişkisini kesmek üzere 20 kadar asker gönderilmişti. Kısa süre sonra halkın bentlere yaklaşmasını yasaklamanın yeterli olmadığı anlaşılmıştı. Çünkü Belgrat köyünde kanalizasyon yoktu. Bunun üzerine açıkta bulunan atıkların yağmur sularıyla bentlere karışmasını önlemek için her eve bir foseptik çukuru kazdırılması kararlaştırıldı.
Ardından Eczacıbaşı Faik Paşa (Georges Della Suda,1835-1913) ile mikrobiyoloji mütehassısı Hasan Zühtü Nazif (18831897), 21 Eylül 1893 günü Terkos Su Kumpanyası’nın Feriköyü ve Şişli’deki ana havuzlarından aldıkları su örneklerini analiz ettiler ve çevrede sulara zarar verecek bir şey görmediklerini bildirdiler. Fakat kolera artarak sürüyordu. Üsküdar ve Kadıköy’e su sağlayan Göksu bendine Paris’ten getirtilen kum filtreli süzgeç takıldı, İstanbul yakası ve Beşiktaş’a su getiren bentlere de aynı sistemde bir süzgeç konması kararlaştırıldı.
Kolera vakaları artınca, Pasteur Enstitüsü’nden dönemin ünlü hijyencisi
Dr. André Chantemesse (1851-1919) davet edildi. 26 Eylül 1893 günü İstanbul’a gelen Chantemesse İstanbul’da üç ay kaldı. Şehirde inceleme gezileri yapıp gözlemlerini ve tavsiyelerini raporlara döktü. O sırada koleranın şehir sularıyla bulaştığı bilimsel olarak kanıtlanmıştı. Chantemesse bu yüzden önce şehir sularını inceledi. Çırçır, Dutluk ve Yıldız Sarayı’na giden suları temiz buldu, Taksim suyunu fena su olarak nitelendirdi. Su bentleri çevresindeki köyleri gezdi. Belgrat Köyü’nün domuz ahırları ile Kömürcü ve Bağçecik köylerinin atık sularının su bendine aktığını tespit etti. Padişaha bu köylerin Büyük Bent’in
olduğunu anlatan bir yazı ile birliktedağıtılması istenmişti. İstanbul’daki bütün çeşme ve su depolarının muayene ettirilerek çamur ve bunun gibi şeylerden temizlenmesi de emredilmişti.
II. Abdülhamid su meselesine çok önem veriyordu. Nicolle’ü Bakteriyolojihane-i Şahane inşaatı tamamlanıncaya kadar İstanbul ile civarındaki suların muayenesine memur etti. Bir süre sonra, her su bendinden gönderilen su örneklerini inceleyen Nicolle, 4 Nisan 1894 tarihli raporunda Sultan Mahmud ve Valide Sultan bentlerinde koli basili bulunduğunu tespit etti, gaita ile kirlenmiş olan bu suların tehlikeli olduğunu bildirdi.
1894 yazında bütün bentlerden sorumlu olan Mekteb-i Harbiye-i Şahane Hıfzısıhha-i Askeri Muallimi Dr. Kolağası Yusuf Ziya Efendi, bentlerde bir kokuşma olduğunu bildirdi. Bunun üzerine, Bend-i Kebir’in (Büyük Bent) suları boşaltıldı. 3.000 m3 çamur çıkartıldı. Bentte kalan çamurdaki kokuşmayı yok etmek için o civardaki kömür madeninden satın alınan kömürler toz haline getirilip çamurun üzerine döküldü.
İstanbul kolera salgını ile mücadele ederken, 10 Temmuz 1894 günü şehri sarsan şiddetli deprem, bentlerden gelen Kırkçeşme suyu ile Halkalı ve Turunç suyollarına da zarar vermişti. Kırkçeşme suları azalmış, Halkalı ve Turunç suları ise hemen hemen hiç akmaz olmuştu. Kırkçeşme suyolları 3.081.000 kuruş keşif bedeliyle tamire alınmıştır.
Salgının 1895 yılında da devam etmesi üzerine, bu defa Münih Üniversitesi’nden davet edilen Emmerich, şehir sularını inceledi. Yeniköy’e bentlerden gelen suyun kullanılabilir nitelikte olduğunu fakat kuyu sularına kanalizasyon karıştığını bildirdi. Terkos ve Belgrat sularına filtre konmasını tavsiye etti.
Alman Sefareti doktoru Andreas David Mordtmann (1837-1912), Almanya Devleti’nin delegesi sıfatıyla, Karantina Meclisi üyesi olarak, başından sonuna kadar tanıklık ettiği 1893-1895 kolera salgını hakkında bir makale yayınladı. Mordmann bu makalesinde şunları dile getirdi: “Salgının çıktığı Hasköy ile Topkapı Sarayı’nın bulunduğu Haliç’e inen vadide, Rumeli’den gelen göçmenler ile yoksul Kürt işçileri yaşamaktadır. Bu bölge
kısmen kanalizasyondan mahrumdur.
İçme suyu son derece bulaşık vaziyetteki sarnıçtan alınmaktadır (Cisterna Basilica, Yerebatan Sarayı). Kolera salgınının çıktığı Tahtakale’den Unkapanı’na uzanan bölgede, sayısız dar sokak ve pansiyon olarak kullanılan son derece pis evlerde, küçük esnaf ve küçük ölçekli ticaret erbabı iş görmektedir. Burada her çeşit gıda maddesi, yağ, ekmek, meyve depolanıp satılır. Köprünün önündeki meydanda, her sabah köylerden tekne ve kayıklarla getirilen sebze ve meyveler pazarlanır ve çok sayıdaki küçük tüccar tarafından, başkentin en ücra köşelerine ulaştırılır. Bu nedenlerle burada kolera salgınının başgöstermesine şaşırmamak gerekirdi.”
1911 yılında kolera vakaları görülmeye başlayınca, Terkos Gölü ve çevresi
Dr. Kemal Muhtar (Özden, 1874-1958) tarafından incelendi. Kemal Muhtar hazırladığı raporda; göl ile doğrudan doğruya münasebeti olan toplam 21 köyün süprüntülerine ilaveten o civardaki insan ve hayvanlarla balık avlayan balıkçıların ve gölün kıyısındaki bataklıkların gölü kirlettiğini bildirdi. Çok geçmeden Terkos gölü civarında dolaşmak, kayıkla gezmek ve balık avlamak yasaklandı. Aynı sene yapılan keşifte, şehir sularının her türlü kirlenmeden korunabilmesi için demir borulara alınması gerektiği anlaşılmıştı. Fakat bentlerin ve Halkalı sularının demir borularla isalesi için gereken 200.000 altın için bir türlü kaynak bulunamadı.
Balkan Savaşları’nda yenilen ordumuz geri çekilirken, aralarında koleralıların bulunduğu askeri birliklerin bir kısmı Terkos ve Kağıthane’ye sevk edildi.
9-15 Aralık 1912’de Kağıthane, 17 Aralık’ta Terkos ve 20 Aralık’ta Çemberlitaş’tan alınan su örneklerinde kolera vibriyonları görülmüş ve bakteriyolojik inceleme sonuçları gazetelerle halka duyurulmuştu. Şehirdeki kuyular dezenfektan maddeler dökülerek temizlendi. Şehremaneti; lokanta, kahve, birahane, şerbetçi dükkanları gibi umuma açık yerlerde suların kaynatılarak kullanılmasını mecburi hale getirdi. Belediye doktorları ile belediye memurları bu dükkanlarda su kaynatma kuralına uyulup uyulmadığını kontrol ediyorlardı. Ayrıca belediye isteyenlere kaynatılmış su dağıtıyor, belediye merkezlerinde açılan çayhanelerde de ücretsiz çay içilebiliyordu. Günlük gazetelerle evlerde de suların kaynatılmadan içilmemesi ilan ediliyordu.
Tebhirhanelerin faaliyetleri Chantemesse 6 Ekim 1893 tarihli raporunun 4. maddesinde; İstanbul,
Beyoğlu ve Üsküdar’da dezenfeksiyon yapmak için üç tebhirhane2 kurulması gerektiğini belirtti. 5. maddesinde de, bir makinist ve iki işçiden oluşan üç dezenfeksiyon ekibi kurulmasını istedi. Ayrıca dezenfeksiyon uygulaması sırasında kimya bilimine aşina bir görevlinin bulunması gerektiğini ifade etmesi üzerine, onun önerisiyle Paris Tebhirhaneleri Müfettişi Eugen Mondragon, dezenfektör olarak davet edildi. 24 Ekim 1893 günü İstanbul’a gelen Mondragon 8 Aralık 1893’te Şehremini Rıdvan Paşa ile bir senelik kontrat imzalayarak “tebhirhaneler muallimliği” görevine başladı. Kontratına göre; memuriyeti sırasında İstanbul ve civarında her surette hizmete hazır olacak, dezenfeksiyon işinde kullanılmak üzere yanına verilecek kişilere bu usulü öğretecekti.
Tebhirhanelerin yapımı için derhal harekete geçildi. Gedikpaşa Tebhirhanesi için Atikali Paşa Mahallesi Cami Sokağı’nda eczacı Aleksandiridis ile kunduracı Nikoli’ye ait olan arsa istimlak edildi. Üsküdar’da inşası kararlaştırılan tebhirhane için Açıktürbe’de Evkaf-ı Hümâyûn Nezareti’ne ait bir arsa Şehremaneti’ne verildi. Fransa’daki Genest-Herscher Fabrikası’na büyük boy etüvler ısmarlandı. Tophane, Batpazarı’nda yapılması kararlaştırılan tebhirhanenin acele olarak Hendesehane ve Sermühendis Mehmet Efendi nezaretinde tamamlanması istendi. Üç tebhirhane binası da hemen hemen aynı şekilde 462’şer m2 üzerine inşa edildi. Sadece dış görünüşlerinde ufak tefek bazı değişiklikler vardı. Etüv makinesinin yerleştirildiği duvarları tuğla, diğer bölümleri ise ahşaptı. Gedikpaşa (İstanbul) Tebhirhanesi 17 Aralık 1893 günü hizmete girdi. Nisan 1894’te Tophane (Beyoğlu) Tebhirhanesi açıldı. Üsküdar’da yapımına girişilen tebhirhane, 8 Mayıs 1894 günü dezenfeksiyona başladı.
Tebhirhanelerde, bulaşık ve temiz olmak üzere iki bölüm vardı. Bu iki bölümü ayıran duvara etüv makinesi monte edilmişti. Etüvün bulaşık ve temiz bölümlere açılan iki kapağı bulunuyordu. İki bölümde de birer giriş kapısı, meydanlık, arabalık, ahır, müstahdem odası ve samanlık yer alıyordu. Bulaşık ve temiz bölümlerin personeli ile kullandıkları araç ve gereç de ayrıydı. İhbar geldiğinde adrese en yakın tebhirhanenin bulaşık tarafında çalışan görevliler resmi elbiseleriyle verilen adrese gidiyorlar, evsahibine görevlerini anlatıp eve girmek için izin aldıktan sonra içeri giriyorlardı. İzin vermeyen evsahibi ile münasip bir dille konuşuluyor, halkın sağlığı için bu işlemin yapılması gerektiği, aksi takdirde zabıta yardımıyla icrasına girişileceği anlatılıp tekrar onayı isteniyordu. Evsahibi yine kabul etmezse dezenfeksiyon işlemi yöredeki zabıtanın yardımıyla yapılıyordu. Bu da mümkün olmadığı takdirde evsahibi, zabıta memurları ve tebhirhane memurlarının imzaladığı bir tutanakla, sahibi izin vermediği için dezenfeksiyon işleminin yapılamadığı belgeleniyordu.
İzin alındıktan sonra resmi elbiselerini çıkaran tebhirhane memurları kimyasal dezenfektanlardan zarar görmeyecek şekilde tasarlanmış özel iş elbiselerini giydikten sonra hasta odasındaki; yatak, yorgan, perde, kilim, keçe gibi eşya ile elbise ve diğer eşyaları özel torbalara koyuyorlardı. Daha sonra tavan, duvar, döşeme tahtaları ile konsol, dolap gibi eşyanın içine pulverizatör ile süblime eriyiği3 sıkıyorlar; ayna, levha gibi yaldızlı ve kıymetli ev eşyalarını ise süblime eriyiği ile ıslatılmış bezlerle silerek temizliyorlardı.
Hasta evinden alınan eşyalar tebhirhane arabalarına yüklenerek tebhirhanenin bulaşık tarafına getiriliyor, kan ve gaita lekeleri varsa fırçalanıp binde beş oranında hazırlanmış permanganat de potas ile yıkandıktan sonra etüvün bulaşık tarafa açılan kapağından içerdeki raflara yerleştiriliyordu. 110 derece basınçlı su buharında 15 dakika dezenfekte edilen eşyalar temiz taraftaki kapaktan çıkarılıyor, kurutulduktan sonra temiz tarafın arabalarıyla sahiplerine götürülüyordu. Bir bakteriyolog, senede bir kez etüvün eşyayı istenilen derecede dezenfekte edip etmediğini kontrol ediyordu. Tebhirhane görevlileri de bir müfettiş tarafından denetleniyordu.
Gedikpaşa Tebhirhanesi’ne bağlı Balat Halk Hamamı ile Tophane Tebhirhanesi’ne bağlı Kasımpaşa Halk Hamamı’nda fakir halk yıkanır ve bu hamamlar ile İstanbul’daki diğer hamamların havlu ve peştemalları bu tebhirhanelerde etüvden geçirilerek dezenfekte edilirdi. Şehremaneti’nin hazırladığı rapora göre tebhirhaneler, 6 Kasım 1894 tarihine kadar kolera görülen; Topkapı, Langa, Kadırga, Şehzadebaşı, Süleymaniye, Aksaray, Balat, Eyüp, Edirnekapı, Fatih, Çarşamba, Fener, Galata, Cibali, Yeniköy, İstinye, Hasköy, Kasımpaşa, Beyoğlu, Fındıklı, Taksim, Tophane, Kuzguncuk, Üsküdar, Beylerbeyi, Kadıköy semtlerinde 296 evi dezenfekte etti. Bu semtlerde dezenfekte edilemeyen 15 evden 11’inin sahibi dezenfeksiyon yaptırmayı kabul
edildi. Özellikle; Hasköy, Fındıklı, Balat gibi hastalık kaynağı olan semtlerde gerçekleştirilen başarılı dezenfeksiyon uygulamaları sonunda 1910-1911 kolera salgını kısa sürede önlendi.
1915 yılında yürürlüğe giren, Sıhhiye Müdiriyetine Merbut Tebhirhaneler Memurin ve Müstahdemini Talimatnâmesi uyarınca bulaşıcı hastalık vakalarında dezenfeksiyon yapmak mecburiydi, kim tarafından talep edilirse edilsin ücretsiz yapılıyordu. Kullanılmış eşyanın dezenfeksiyonu ücrete tabi idi. Üsküdar Tebhirhanesi 1921 yılında 300 dezenfeksiyon işlemi yapmıştı.
Gedikpaşa, Tophane ve Üsküdar Tebhirhaneleri sistemli çalışmalarıyla, başta kolera olmak üzere diğer bulaşıcı hastalıkların arttığı zamanlarda yaptıkları dezenfeksiyonlar yanında hastalık odağı olabilecek kamusal mekanlarda ve alanlarda koruyucu amaçlı dezenfeksiyonlar da yaparak salgın ve bulaşıcı hastalıkların yayılımını önlemek suretiyle İstanbul halkının sağlığına önemli hizmetlerde bulundu.
Tebhirhanelerin sonu
Cumhuriyet’in ilanından sonra yürürlüğe giren, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu (1930) ile kullanılmış elbise ve eşyaların dezenfekte edilmeden satılması yasaklandı. Bunun üzerine tebhirhaneler ikinci el eşya ve giysileri dezenfekte etmeye başladı. Zamanla İstanbul’da salgın ve bulaşıcı hastalıkların azalması nedeniyle tebhirhanelerin araç ve gereçleri yenilenmedi. Tebhirhanelerde 1944-1957 yıllarında çiçek, tifo, tifüs, karma (tifotifüs), veba, kızıl, difteri, karahumma, kolera, menenjit aşıları yapılıyordu.
Teknolojik yetersizliklerine rağmen, 19751976 yıllarında, evlerinde muayene edilen 1.988 hastanın giysileri ile kullandıkları eşya ve araç gereç, ayrıca satışa çıkarılan eski eşyalardan ibaret toplam, 122.867 parça dezenfekte edildi. İstanbul Belediyesi’nin 1968-1973 yıllarına ait faaliyet raporlarında, bulaşıcı hastalığa yakalananların eşyaları ile satışa çıkarılan kullanılmış eşyanın dezenfekte edildiği tebhirhanelerin, ilkel ve bilimsellikten uzak olup ihtiyacı karşılayamadıkları dile getirilmişti. 1975-1976 yıllarına ait faaliyet raporlarında tebhirhaneler, Sağlık İşleri Müdürlüğü’ne bağlı Bulaşıcı Hastalıklarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün bir birimi olarak yer almaktadır. Tebhirhanelerin
dezenfeksiyon işlemleri yapmakla beraber ilkellikleri nedeniyle ıslah edilmeleri gereği vurgulanmıştır. 1978-1980 yıllarına ait faaliyet raporlarında ise artık tebhirhaneler anılmamış, sadece Bulaşıcı Hastalıklarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün dezenfeksiyon, fare, haşarat mücadelesi yaptığı belirtilmiştir.
Bugün Gedikpaşa Tebhirhanesi’nin yerinde Belediye İşhanı bulunuyor. Çevre esnafına göre, bir süre bakırcı esnafının kullandığı tebhirhane binası, Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı zamanında (26 Mart 1984-28 Mart 1989), dükkan karşılığında müteahhide verilmiş. Belediye aldığı dükkanları satmış, sadece adı kalmış.
22-24 Nisan 1991 tarihlerinde Bilim Tarihi Kurumu ile IRCICA tarafından düzenlenen Bilim Kurumları ve İslam Uygarlığı Uluslararası Sempozyumu’na (International Symposium Science Institutions in Islamic Civilisation), “Osmanlı İmparatorluğunda Tebhirhaneler” başlıklı bir bildiri ile katıldım. Sunumumdan hemen sonra yanıma gelen Zeynep Ahunbay, 1978 yılında yangın geçiren Tophane Tebhirhanesi’nin harap bir halde olduğunu, yapı malzemelerinden ve tarzından tarihi bir yapı olduğunu anlamalarına rağmen bunu kanıtlayamadıkları için Büyükşehir Belediyesi’nin yıkım kararı aldığını söyledi. Tarihi önemini anlatan kısa bir yazı isteyince hemen hazırlayıp kendisine verdim. O tarihte İTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyon Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Ahunbay bu yazıyı İstanbul Belediyesi yetkililerine verdikten sonra yıkım kararı kaldırıldı ve tebhirhanenin onarılıp bir kültür evi olarak kullanılmasına karar verildi. Aynı yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Yıldız Teknik Üniversitesi’ne bir restorasyon projesi hazırlattı. Bu projenin başına Ahunbay’a verdiğimiz kısa tarihçe konmuştu5. Bu arada Tophane Tebhirhanesi ile ilgili bir yüksek lisans tezi yapıldı6. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan onarım sırasında, mimari özellikleri yok edilen Tophane Tebhirhanesi’nde 2000 yılından sonra, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı Özürlüler Müdürlüğü (İSOM) ile bu müdürlüğe bağlı İstanbul Özürlüler Merkezi faaliyet göstermiştir. Günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Engelliler Müdürlüğü tarafından kullanılmaktadır.
1994 yılında Üsküdar Tebhirhanesi’ne yaptığımız inceleme ziyaretlerinde görüştüğümüz mahalle muhtarı ve çevre sakinleri, tebhirhane bacasının 1980’lere kadar tüttüğünü hatırladılar. Onların bu beyanlarına İstanbul
Belediyesi faaliyet raporlarındaki bilgiler eklendiğinde, 1980’lerde faaliyetine son verildiği anlaşılmaktadır. Bu yıllardan sonra Üsküdar Tebhirhanesi’nde sadece, Büyükşehir Belediyesi Bulaşıcı Hastalıklarla Şube Müdürlüğü’nün Anadolu yakası ilaçlama ve dezenfeksiyon birimi ile Veteriner Müdürlüğü’ne bağlı köpek itlaf ünitesi faaliyet göstermiştir.
Üsküdar Tebhirhanesi günümüzde, Doğancılar (Mirahor) Caddesi (no. 76) ile Tebhirhane Sokağı’nın köşesinde bulunmakta ve 6. pafta, 427. ada,
10. parselde yer almaktadır. İmar planlarında anıtsal yapı alanında kaldığı için İstanbul 3 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 7 Ekim 1996 tarih ve 2006 sayılı kararı ile koruma altına alınmıştır. Orijinal binası ve etüv makinesiyle günümüze ulaşmış olan Üsküdar Tebhirhanesi, Nisan 2006’da tarihi dokusuna sadık kalınarak yan binalara geçişlerle genişletilmiştir. Halen İSMEK Üsküdar Türk İslam Sanatları Merkezi olarak kullanılmaktadır.
■ Nuran Yıldırım, Prof.Dr.; Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi, Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı.
Notlar:
1 Kanuni Sultan Süleyman, 1521’de Belgrat kuşatmasında yardımlarını gördüğü Slav ve Bulgarları savaştan sonra İstanbul’a getirtip Doğu Roma’dan kalma Petra köyüne yerleştirmiş ve bu köye Belgrat/Belgratçık Köyü adı verilmişti. Burada elçilere, Avrupalı ve yerli Hıristiyan zenginlere ait yazlık evler vardı.
2 Tebhir, buhar sözcüğünden gelir. Buhar haline getirme, tütsüleme, salgın ve bulaşıcı hastalıkların etkeni olan mikroorganizmaların bulunduğu giysi ve eşyaların, basınçlı su buharı ile yok edilmesi amacıyla etüvden geçirilmesi yani dezenfekte edilmesi demektir. Bu işlemin yapıldığı yere de tebhirhane denir.
3 Sublime: Ak sülümen de denir. Cıvadan elde edilen zehirli bir maddedir. Belli oranda su ile karıştırılıp dezenfektan olarak kullanılır. Civa (II) Klorür [HgCl2].
4 Dezenfektan maddeyi damlalar halinde püskürten makine.
5 Yıldız Üniversitesi Döner Sermaye İşletmeleri Müdürlüğü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tebhirhane’nin Semt konağı olarak yeniden Düzenlenmesi, Ağustos 1991, İstanbul. Hazırlayanlar: Prof.Dr. Necati İnceoğlu, Y.Doç.Dr. Bülent Tarım, Arş. Gör. Bünyamin Derman, Öğr.Gör.Dr. Meral Kapkın, Arş. Gör. Murat Şahin, Y.Doç.Dr. Füsun Alioğlu, Arş.Gör. Deniz Önder.
6 Atilla Kangüleç, Tophane Tebhirhanesi Projesi, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık-Şehircilik Anabilim Dalı Restorasyon Programı, Yüksek Lisans Tezi, Haziran 1993.
Kaynaklar:
Chantemesse, “Le Cholera de Constantinople”, Revue Médico-Pharmaceutique, C. 6, No: 11, 30 Kasım 1893, s. 146-149.
Ergin, Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, C. 5, İstanbul, 1995.
Ergin, Osman Nuri, Müessesat-ı Hayriye-i Sıhhiye
Müdüriyeti, İstanbul Matbaa-i Arşak Garoyan, 1327 [1911].
“Kasımpaşa Deresinin Tathiri”, Resimli Gazete,
No. 106, 25 Mart 1309 [6 Nisan 1893].
Mazrak, Mehmet (haz.), Orijinal Belge ve Fotoğrafların Işığında Osmanlı’da Çevre ve Sokak Temizliği, İstanbul 2003.
Oğuz, Burhan, Bizans’tan Günümüze İstanbul Suları,
Simurg Kitapçılık ve Yayıncılık Ltd. Şti., İstanbul, 1998.
Ortaylı, İlber, Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği, İstanbul, 1985.
Süleyman Numan, Tıp Fakültesi Seririyat-ı Tıbbiye Derslerinden: Kolera, Kostantiniye Matbaa-i Ebüzziya, 1328/1912.
Tezok, Ö. Fethi, 1970 İstanbul Kolerasının Nedenleri ve Koleraya Genel Bir Bakış, Güzel İstanbul Matbaası, İstanbul, 1971.
Yıldırım, Nuran, “Su ile Gelen Ölüm Kolera ve İstanbul Suları”, Toplumsal Tarih 145, Ocak 2006, s. 18-29. Yıldırım, Nuran:“1894’ten Günümüze Üsküdar Tebhirhanesi”, Üsküdar Sempozyumu IV, 3-5 Kasım 2006. Bildiriler. Ed. Coşkun Yılmaz, C. II, Üsküdar Belediyesi, İstanbul 2007, 413-428.
Yıldırım, Nuran: “Osmanlı Devleti’nin Modern Tıp Kurumlarından Gedikpaşa, Tophane ve Üsküdar Tebhirhaneleri”, Ali Haydar Bayat Anısına Düzenlenen Osmanlı Sağlık Kurumları Sempozyumu 2 Haziran 2007, ed.: B. Özaltay, N. Yıldırım, M. Çekin, Zeytinburnu Belediyesi, İstanbul, 2008, s. 199-215. Yıldırım, Nuran, İstanbul’un Sağlık Tarihi, İstanbul Üniversitesi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi No. 55-10, İstanbul, 2010.
Yıldırım, Nuran ve Ertin, Hakan “1893-1895 İstanbul Kolera Salgınında Avrupalı Uzmanlar ve Osmanlı Devleti’nde Sağlık Modernizasyonuna Katkıları”, Anadolu Kliniği Tıp Bilimleri Dergisi, cilt. 25, ek sayı 1, Ocak 2020, s. 85-101.