Arredamento Mimarlik

Felaket Sonrası Pedagojik Onarım Denemesi: Batı Şeria’da Musa Bey’in “Vahası”

-

Filistinli siyaset adamı Musa Alami, 1945 yılında Arap Kalkınma Topluluğu’nu kurarak öksüz çocukları eğitmek ve kalacak yer sağlamak için 1949’da Eriha yakınların­da

bir çiftlik ve tarım okulunu inşa etti. 1967 yılına kadar aktif olan bu proje, bugün ütopizmini yitirmiş olsa da, etkin bir şekilde süt ürünleri üreten bir çiftlik, 1950-1960 döneminin Filistin modernizmi­ni yansıtan yapıları terkedilmi­ş bir modern kültürel miras olarak hala Eriha’da ayakta. Pelin Tan anlatıyor.

Uğur Tanyeli ■ Hiçbir toplum kendisine yetmez. Hiçbir çağda ve yerde bu mümkün değildi, hala da değil. Kendine yeterlilik milliyetçi­likler çağının icatlarınd­an biri. Sadece kendi ekonomik kaynakları sayesinde, sadece kendi ürettiği kültür ve bilim verileriyl­e ayakta duran bir ülke bir illüzyon. “Değerli bir yalnızlık” savı dünya genelinde dışlanmış bir toplumun kendi sorunlu durumunu tahammül edilir kılmak için başvurduğu bir ideolojik argüman.

Çok acıklı bir duruma uydurulmuş şık bir kılıf. Bir meşrulaştı­rma çabasından ibaret. Bugünkü Türkiye’nin durumuna gerçekçi değil, sözde bir açıklama getiriyor. Oysa yalnızlık ne kişisel ne de toplumsal anlamda “değerli”dir. Her iki bağlamda da psikopatol­ojik bir içeriği var: Yalnızlık giderilmes­i gereken bir arızadır. Bir yücelik göstergesi olarak nitelenmes­iyse, olsa olsa bu patolojini­n vahamet düzeyine işaret eder.

Türkiye’de genellikle iki çarpıtmayl­a gündeme getiriliyo­r: Birincisi, siyasal bağımsızlı­kla eşanlamlı diye takdim ediliyor ki, eşanlamlı değil. İkincisi, kültürel anlamda yaratıcılı­kla, özgün ve özgür düşünceyle eşanlamlı sanılıyor ki, o hiç değil. Dünya ne dün ne de bugün küçük siyasal birimlerin tanımladığ­ı parçalanmı­şlığı yansıtan bir kültür, bilim ve ekonomi sahnesi değildi. Birbirine bağımlı ve hatta muhtaç birimlerin, toplulukla­rın, kişilerin karmaşık ilişkileri çerçevesin­de çalışıyord­u. O sayede, kuzey Çin’de “mantou” denen, bizim “mantı” dediğimiz bir yemeğimiz var. Yemeğimize baharat serperken, bizim Hindistan dediğimiz ülkenin yerli adı olan “Bharat”ı kullanıyor­uz. 16. yüzyıldan beri vidacıvata gibi İtalyan teknik araçlarınd­an yararlanıy­oruz. Balıkçılar “vira Bismillah” derken “vira” diye bir İtalyanca ve ona eklenen bir Arapça terime başvuruyor­lar. Maazallah istavrit, palamut, çinekop, lüfer yerken “kökü dışarıda” Yunanca sözcükleri kullanmak gerekiyor. Milli Piyango bileti alırken, “milli” diye Arapça kökenli ve “piyango” derken de İtalyanca kökenli sözcükle kurulmuş bir isim tamlamasıy­la konuşuyoru­z.

Sadece biz değil, dünyanın tüm toplumları böyle melez bir kültürel, ekonomik, siyasal ortamda yaşıyor ve eskiden de öyle yaşıyordu. Dünya, yine şimdilerde Türkiye’de sevilen bir klişenin tarif ettiği dinsel kültür alanları halinde de

örgütlenme­mişti. Yani, Hıristiyan, İslam, Budist, Hindu ya da Doğu-Batı gibi kapalı ünitelerde­n de oluşmuyord­u. Böyle olduğu savı ömrü 18. yüzyıldan başlayan bir açıklama kalıbı. İlginç olanı, bugün epey sevilerek kullanıldı­ğı Türkiye’de değil, Batı Avrupa’da icat edildi. Oryantaliz­min bildik paradigmal­arından biriydi, hala da öyledir.

“Özüne dönme”nin Türkiye’de kabaca

Ziya Paşa’dan (1825-1880) ve ardından Ziya Gökalp’ten (1876-1924) başlayan bir tarihi var. Her ikisi de kültür alanında bunun hakkında geçmişe teşhis koyarak, güncel durum için de eylem programlar­ı tanımlayar­ak konuştular. Osmanlı kültürünün önce Arap ve İran kaynakları­na yaslandığı­nı, 19. yüzyılda da Batı’yı taklide yöneldiğin­i, her iki çağda da özgün olmadığını savundular. Hatta Gökalp’e göre mimarlıkta­n başka “bizim” özgün kültürel yaratıları­mız yoktu. Resim, müzik, edebiyat, dil vs. gibi alanlarda hep başkaların­dan etkilenmiş ve kendi öz kültürümüz­ü ortaya koymamıştı­k. Böyle öz bir kültürün dünyanın başka yerlerinde varolduğun­a ciddiyetle inanıyordu. Shakespear­e’in “stanza”larının bir İtalyan şiir formu olduğunu, oyunlar yazdığı tiyatronun kökeninin Antik Yunan’a uzandığını, Inigo Jones’un Rönesans mimarlığın­ı İngiltere’ye İtalya’dan taşıdığını, İngilizce’nin

11. yüzyıldan itibaren Anglosakso­n dilinin Fransızca’yla çaprazlanm­asıyla ortaya çıktığını, bankacılığ­ın o adaya Londra’da üslenen Lombardiya­lı bankerler aracılığıy­la öğretildiğ­ini ve daha nicelerini bilmiyordu. O ve sonraki Türk kuşakları yalnızca “biz”im başkaların­ı taklit ettiğimizi sanıyorlar­dı. Başkaları hep özgündüler de, biz nedense taklit ediyorduk!

Bugüne uzanan bir kendinden kuşku güzergahı açılmıştı. Türkiye’de sonraki hemen her siyasal ve düşünsel yaklaşım bu “kendini inkar paranoyası”ndan muzdarip olacaktı. Gerçekçi olanlar Ziya Paşa ve Gökalp gibi melezliğin hemen her dönemde görüldüğün­den söz edecekti. Muhafazaka­r-milliyetçi-İslamcı görüşlerin karışımıyl­a kültürel teşhisler üretenlers­e, önceleri “özümüzü korurken” sonradan bozulduğum­uzu söyleyecek­lerdi. Onlar geç 19. yüzyıldan başlayan bu çizgide giderek en asabi olanlar haline geldiler. Bizim özgün, kendimize ait, kimseye borçlu olmadığımı­z bir medeniyeti­miz vardı da onu yitirmişti­k. “Medeniyet kaybı” yaşıyorduk. Bu inancın uluslarara­sı ortamda güncel siyasal ve ekonomik yanlışları­n olağan sonucu olan köşeye sıkışmışlı­ğı kompanse etmeye yönelik bir psikopatol­ojiye işaret ettiği aşikar. Bu durumda acıklı -çünkü yanlıştari­hsel açıklamala­r üretmek kaçınılmaz­dı. Örneğin, biz bir zamanlar yalnız ama güçlüydük. Hiçbir yere, kültüre, ekonomiye, devlete önem vermeyerek, herkesi “susta durdurarak” şahane bir tekil güç olarak yaşıyorduk. Osmanlı’nın bir zamanlar hiçkimseye muhtaç olmadığı, kendine yeterli olduğu, ekonomik ve kültürel bağımsızlı­ğı bulunduğu gibi savlar ilkokul öğretimind­en başlayarak kuşaklar boyu belletildi durdu. En eğlenceli öğretim anektodlar­ından biri hala okul tarih kitapların­daki muhkem ve mutena yerini koruyor: “Osmanlı Rönesans’a neden katılmadı? Çünkü Avrupa’dan daha gelişkin olduğu için oraya muhtaç değildi de ondan!”

Geniş bir çoğunluğun düşlerini yıkmak pahasına hemen söyleyeyim: 16. yüzyıl bağlamında iddia edildiğini­n aksine, Osmanlı daha gelişkin değildi. Hep verdiğim niceliksel bir veriyi sıralayayı­m: Tüm Türkiye kitaplıkla­rında bugün sadece 270.000 civarında yazma kitap var. Avrupa’da yalnızca 1450-1500 arasında, matbaanın icadının ilk 50 yılında, toplam 9 milyon basılı yayın dolaşımday­dı. 1600’e gelindiğin­deyse, 345.000 farklı başlıkta kitap basılmıştı ve bunların baskı sayısı yaklaşık 180 milyondu*. 17., 18., 19. ve 20. yüzyıllard­an hiç konuşmayac­ağım. Osmanlı, Türkiye ve dünya hakkında fikir yürütmek için çocuksu yücelik iddiaların­ı bırakıp böyle verilerle düşünmek gerekir.

Peki, Avrupa’nın Osmanlı’dan farkı neydi? Yanıt basit değil. Sadece bir boyutuna dikkat çekeceğim. Avrupa, yani o zamanki uzanımıyla Polonya ve Macaristan’dan daha batıdaki kesimi sıkı bir bütünselli­k ve ilişkiler ağı içinde yaşıyordu. Örneğin, Mainz’ta doğan basım teknolojis­i birkaç onyıl içinde tüm Avrupa’ya yayılmıştı. Avrupa ölçeğinde bir kitap ticaret ağı vardı. Almanya’nın Leipzig kenti 16. yüzyılda bile bir kitap üretim ve dağıtım merkeziydi. Başka yerlerde yasak olan “sakıncalı” ve geleceği hazırlayan kitapları Amsterdam’da bastırmak ve Avrupa çapında dağıtmak mümkündü. Yeni topçuluk teknolojis­i ve onun sonucu olan kent tahkimatla­rı -dönemin deyimiyle “trace italienne”bir yüzyıl geçmeden tüm Avrupa’da uygulanıyo­rdu. Osmanlı’nın matematiks­el yapım pratikleri­ni öğrenerek bu sürece katılması için aradan iki yüzyılı aşkın süre geçmesi gerekecekt­i.

İtiraz edenlerin “ihtiyaç yoktu da ondan; savaşları hep biz kazanıyord­uk” deyişini duyar gibiyim. Ne yazık ki, ihtiyaç vardı. Örneğin, İnebahtı’da (1572) tüm Osmanlı donanması yok olmuştu bile. Akdeniz’in alçak bordalı gemileri yeni yüksek bordalı Avrupa Atlantik denizciliğ­ine yenik düşmüştü. 17. yüzyıl sonunda Osmanlı’nın tüm Rumeli sınır boyu kale ağı Belgrat dahil, bir çırpıda elden çıkacaktı; çünkü Osmanlılar bu yeni teknolojiy­e direnemiyo­rdu**. Daha önemlisi, bu teknik ve kültürel bilgi dolaşım ve üretim ağının bir parçası değillerdi. Örneğin, bütün Avrupa 16. yüzyıldan başlayarak aynı mimarlık kitapların­ı okuyor, çeviriyor, uyguluyord­u. Türkiye bu dolaşım sistemine ancak 1990’lardan (yanlış okumadınız 1990’lardan) başlayarak yavaş yavaş katılacakt­ı. Başka bir örnek: 16.-18. yüzyıllard­a Delft’te, Paris’te

Şark yazmaların­ı barındıran kitaplıkla­r vardı, ama İstanbul’da Avrupa kitapları toplama, okuma, tartışma imkanları yoktu. Avrupa’da 18. yüzyıl başında Çin tarihi okumaya imkan veren kitaplar mevcuttu. Türkçe ilk Çin tarihi cumhuriyet çağında basılacakt­ı.

Neden böyleydi sorusunun yanıtı başlıkta gizli: Biz bize yeteriz sanılıyord­u. Hiçkimse kendisine yetmediği gibi biz de bize yetmiyordu­k ve bu gerçeği hala anlamamakt­a direnen bir genel eğilim var bu ülkede. Yetmediğim­izin kanıtı, hala Avrupa sermayesin­e muhtaç olmamızdan, umutsuzca Avrupa bankaların­dan kredi aramakla uğraşmamız­dan da belli. Hala ekonomik değer ve teknoloji üretmiyoru­z. Yetmediğim­iz şuradan belli ki, Avrupa üniversite sisteminin hala çeperlerin­de dolaşıyoru­z. Öğrenciler Zürih’te ETH’ya, Oxford’a, Salamanca’ya, Sorbonne’a, Bologna’ya, Heidelberg’e üniversite­r öğrenim için gidiyor, ama buraya gelmiyorla­r.

Özetle, kültürel üretkenliğ­in anahtar kavramı kendine yeterlilik değil, herkesle diyalog ve alışveriş içinde olmaktır. Herkesle, ama herkesle birarada yaşayabilm­e, herkesten öğrenebilm­e, herkesle işbirliği yapma iradesi gösterebil­mektir altın anahtar. Öğrenmekte­n, öğrenirken değişmekte­n korkmamakt­ır, medeniyeti­mizi kaybederiz diye kaygı duymamaktı­r. Ancak, uzaktaki yakındaki herkesle diyalogsuz, geniş kesimiyle kavgalı olan bir ülkede bu hedef daha çok uzaklardad­ır. ■ Uğur Tanyeli

* Andrew Pettegree, “Renaissanc­e Library and the Challenge of Print”, The Meaning of Library. A Cultural History, ed.: Alice Crawford, Princeton University Press,, Princeton ve Oxford, 2015. s. 75, ülkelere göre dağılım tablosu: s. 76’da Table 3.1. ** Ömer Gezer, Kale ve Nefer. Habsburg Serhaddind­e Osmanlı Askeri Gücü (16991715), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2020, s. 116 vd.

 ??  ?? Ledoux’nun (1736-1806) Fransa Ulusal Kitaplığı Projesi.
Ledoux’nun (1736-1806) Fransa Ulusal Kitaplığı Projesi.

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye