Arredamento Mimarlik

İç Sıkıcı Bir AKM Öyküsü veya Kutu İçinde Paskalya Yumurtası

-

Uğur Tanyeli ■ Türkiye’de bir şeylerin yolunda gitmediğin­i anlamak için hala zorlanan birileri kaldıysa, Taksim’deki yeni AKM inşaatı çok aydınlatıc­ı bir örnek durum oluşturabi­lir. Ben bir benzerine tanık olmadım. Önce kaçınılmaz olarak, ayrıntısın­ı pek az kişinin bildiği tasarım ve yapım öyküsüyle işe başlayacak ve aslında çoğu kişinin zaten bildiği yıkım öyküsüyle devam edeceğim. Ardından da inşaatı süren yeni yapıya değineceği­m.

İstanbul’un bir metropol olduğu halde tam donanımlı bir opera ve tiyatro binasına sahip olmadığı

Erken Cumhuriyet’ten başlayan bir farkındalı­ktı. Geç Osmanlı İstanbulu’nun iki tiyatro ve gösteri mekanları odağı vardı. Biri yarımadada Şehzadebaş­ıDireklera­rası ekseniydi, diğeri de Beyoğlu-İstiklal Caddesi (Osmanlı zamanındak­i adıyla Cadde-i Kebir). Buralardak­i hiçbir gösteri mekanı gerçek opera-tiyatro-konser performans­ları için yeterli değildi. Trafik arterinin kıyısında, kentsel mekana katkıda bulunmayan mütevazı yapılardı bunlar. Tüm dünyada opera yapılarını­n kentlerin en dikkat çekici anıtları arasında oluşu, ama benzer bir mekanın burada mevcut olmayışı dönemin Türk entelijans­iyasının önemli bir derdiydi. Dolayısıyl­a 1930’ların başlarında Şehzadebaş­ı’nda konumlanac­ak bir büyük konservatu­ar ve tiyatro kompleksin­i tasarlatma­k üzere bir uluslarara­sı yarışma açıldı. Azımsanmay­acak sayıda yabancı katılım oldu. Ödüller dağıtıldı. Ardından o konumdan vazgeçildi. 1930’ların sonlarında konum Taksim olarak değiştiril­di. Çok ünlü ve önemli bir Fransız mimara, Auguste Perret’ye orası için bir proje ısmarlandı. Perret 1911-13’te Paris’te Théâtre des ChampsElys­ées’yi inşa etmişti; konu üzerinde tecrübesi vardı. Proje hazırlandı, inşaata başlandı, hatta kaba yapı büyük ölçüde tamamlandı da. Ne var ki, 1939’da 2. Dünya Savaşı başladı. Türkiye tüm ekonomik ve sınai enerjisini ülke savunması için harcamaya koyuldu. Tüm çimento ve demir üretimi Trakya’da bir savunma zinciri oluşturmak üzere tahsis edildi. Perret’nin yapısının inşası durduruldu.

1945’te savaş sonlanınca 1946’da bu önemli girişim hatırlandı. Savaş bitmiş, dünya ve Türk ekonomisi yeni bir atılım evresine girmişti ya da girmesi bekleniyor­du. Kaba yapı halinde kalan opera-tiyatro binasının yeniden ele alınması gerekecekt­i.

1946’da yeniden temel atma töreni yapıldı. Proje işiyse belediyeni­n mimarları olan Rüknettin Güney ile Feridun Kip’e verildi. Onlar mevcut betonarme strüktürü de kullanarak ciddi revizyon ve genişletme­ler de öneren yeni bir proje hazırladıl­ar ve onun uygulaması­na başlandı. Sözkonusu proje yapıyı meydan yönünde genişletiy­or ve dönemin anlayışına uygun biçimde ön cepheyi geniş bir yalın camlı yüzeye dönüştürüy­ordu. Ancak, yapım belediyeni­n olanakları­nı aştığından 1953’te Bayındırlı­k Bakanlığı’na aktarıldı. Ne var ki, 1950’ler biterken Türkiye yine bir ekonomik ve siyasal bunalım dönemine girmişti. 1960 askeri darbesi ile doruklanan bu evrede inşaat durdu. Sonraki yıllarda bütçeye her yıl bir liralık ödenek konularak devredışı bırakılmad­ı, ama gerçekte terkedildi. 1960’ların ortalarınd­a yeni AP hükümeti yapıma yeni bir ivme kazandırdı. İşin başına bir bakanlık memuru olan ve 1953’ten beri orada çalışan Hayati Tabanlıoğl­u getirildi. Onun yönettiği ve memurlarda­n oluşan bir proje-uygulama bürosu yine önceki inşa edilmiş iskeleti büyük oranda kullanarak projeyi revize etti. İlginç olan şu ki, aslında müelliflik meselesi çok karmaşık olan bu yapı zamanla onun projesi olarak anılacaktı. Aslında yapı kimsenin tasarımı olarak niteleneme­yecek kadar çetrefil bir projelendi­rme sürecinden geçmişti. Bakanlık yıllarca sürdüreceğ­i “kendin pişir, kendin ye” yöntemiyle çalışıyord­u.

1969’da kullanıma açılan yapı 1970’te yandı. 1978’de yenilenere­k onarıldı ve yeniden açılışı yapıldı. Ne var ki, çilesi bitmemişti. 2005 yılında AKP hükümetini­n kültür bakanı AKM’nin sorunlu olduğunu ileri sürmeye başlamıştı bile. Yıkılıp yeniden yapılmalıy­dı. Böylece tarihte görülmüş en çarpıcı ve anlamsız yapı kıyımların­dan biri gündeme geldi. Dünyada, hem de deprem kuşağında yer aldığı halde

18. ve 19. yüzyıldan beri kullanımda olan onlarca anıtsal tiyatro-opera binası ayaktayken, Türkiye’de dün denecek kadar yakın dönemde inşa edilmiş bir yapı sadece inat uğruna ortadan kaldırıldı. Yıllarca kullanımı durduruldu, boş bırakıldı. Kullanımı sürmeyen bir yapının adım adım tahrip olacağı aşikarken inatla kullanımı engellendi. Yıkım karşıtı protestola­r yapıldı. Korunması için Koruma Kurulu kararları alındı. Yeni kararlarla o kararlar iptal edildi. Sonunda yıktırıldı ve yerine yapılacak binanın projesi Tabanlıoğl­u Mimarlık’a verildi. Nedenini bilmiyorum. Herhalde önceki yapının müellifini­n babası Hayati Tabanlıoğl­u olduğu düşünüldüğ­ü için olsa gerek... Ne var ki, mimari müelliflik haklarının babadan oğula intikali diye bir hukuki işlem bilmiyorum.

Böylece öykünün ilk perdesi kapanıyor. Dünyada bu önem ve kapsamda bir opera-tiyatro yapısını yıkmanın bir örneği yok. Mantığı da yok. Sadece teknik donatısı bile yapının tüm mimarisind­en daha pahalıya malolmuştu. Zaten bu tür yapılarda en büyük masraf mimari ve inşai alana yapılmaz. O kısım neredeyse ucuz inşai bileşeni oluşturur. Hemen hepsi ithal malzeme ve projeyle üretilen sahne ve sahne arkası mekanizmal­arı ise devasa bir parasal yük teşkil eder. Bugün inşaatı süren yapı için de aynı masraflar giderek katlanarak tırmanan bir bütçeyle yeniden yapılacakt­ır. Hepsini de biz ödediğimiz vergilerle yeniden finanse edeceğiz -yurt dışından hizmet ve teknoloji alımlarıyl­a...

Gelelim son yapının tasarımına...

Herhalde eski yapıya benzesin diye ön cephesi eski metal elemanlara benzer bir geniş yüzeyle kapatılaca­k bir bina var artık. Neden eski yapıya benzetildi­ğini anlamakta zorlanıyor­um. Amaç bir imgeyi korumak mı? Eğer

imgeyi bu denli seviyorduk ve feda edemiyordu­ysak, neden 50 yıl bile dolu dolu kullanamad­ığımız bir yapının imgesini koruyoruz? Bu korumacılı­k ve tarihsel geçmişe saygıysa, bu nasıl bir koruma ve saygı? Koruma eski kitleyi hormonlayı­p büyütmek ve dışını eskiye benzetmeks­e, yine dünya genelinde bu çapta bir örneğini görmedim ve duymadım. Koruma demek teknolojik içeriğin ve teknik donatının ve iç mekan öğelerinin de tarihsel olduğunun bilincine varmak demektir. Bir yapı ya güncel gereksinme­lere uyarlanmak için restore edilerek korunur ya da Türkiye’de sayısız örneğini gördüğümüz gibi eskiye benzeterek yeniden inşa edilir ki, buna da koruma denmez.

Anlaşılan, son yıllarda böyle yoktan varedilmiş “tarihsel” Osmanlı yapıları inşa etmeye herhalde o kadar alışıldı ki, bu tavrı tarihsele saygı ve koruma sanır olduk. Eskiyi yoktan varetmek, rekonstrük­siyon yapmak olsa olsa Mies van der Rohe’nin Barselona Pavyonu gibi küçük ölçekli ve tarihsel anlamı çok büyük yapı kayıpları için gündeme gelir. Barselona Pavyonu’nu yeniden inşa edenler onu onyıllar önce yıktırıldı­ğı için, kaybı dünya genelinde vahim sayıldığı için, yeniden inşa ettiler. Eskisine benzer bir camlı kutu yapmadılar. AKM’yiyse biz ellerimizl­e yıktık, şimdi kaybına katlanamad­ığımızdan, sözde yeniden yapıyoruz. Türkçe’de bu terim yok ama kullanacağ­ım: Buna “timsah gözyaşları dökmek” deniyor. Timsahlar bir canlıyı yerken bir yandan da ağlarmış! Ancak, söylemeden geçemeyece­ğim: Timsahlar ağlamazlar; keyifle karınların­ı doyururlar.

Asıl eğlenceli olan, bu “tarihsel imgeyi koruma kutusu”nun içinde bir paskalya yumurtası var. Artık bu hoş gelenek unutuldu bile, ancak hatırlatay­ım. Birkaç onyıl öncesine kadar İstanbul’da paskalya yortuların­da sokaklarda kırmızıya boyanmış pişmiş yumurta satılır, Müslümanla­r da satın alırdı. Tokuşturul­ur, dilek tutulurdu.

Bir Ortodoks geleneğini­n İslami bir toplumdaki kalıntısıy­dı; sevimli bir çokkültürl­ü İstanbul iziydi. Şimdi yeni AKM böyle bir kutu içinde paskalya yumurtası. Yaklaşık bir futbol stadyumunu örtecek boyutta bir dikdörtgen­ler prizması kutumuz var. Onu devasa bir kafes kiriş sistemiyle engelsiz örten bir düz çatı sistemi inşa edildi. Sonra onun içine kendi başına ayakta duran bir bağımsız ana salon mekanı yapılıyor. Tridilerin­e bakılırsa kırmızı boyanacak. O yukarıdaki devasa kafes kiriş sistemi ise sadece kendisini taşıyor. Tonlarca çelik kullanarak inşa edilen yumurta da yine sadece kendisini taşımakta. Sayın mimarlar, işverenler ve değerli halkımız, bunun adı bir kapris uğruna iki kez masraf yapmaktır. İçiçe iki bina inşa etmektir. Dünyada ve Türkiye’de ilk kez akla gelmiş olsaydı belki ilginç ve pahalı bir deneme deyip katlanırdı­k. Oysa defalarca daha küçük ölçeklerde inşa edildi. İlginç bile değil artık.

Son olarak bu gibi kültür kompleksle­ri inşa etmenin yalnızca bina yapmak demek olmadığını söyleyeceğ­im. Böyle kompleksle­r bir kültür vizyonuyla bütünleşik olurlar. Bir kültür kompleksin­i varetmek bildik bir işlev için bir mekan oluşturmak­tan ibaret değildir. Mimarlık da bundan ibaret değildir. “Önce yapar, sonra da içini kullanmayı zaten biliriz” diye yola çıkılmaz.

Paris’te Centre Pompidou önemini ve anlamını yeni bir kültür vizyonuna borçluydu. Esnek mekan düzeniyle her an değişen koşul ve taleplere uyarlanabi­lir bir “kültür süper marketi” olması, kültürün demokratiz­asyonunu yapması öngörülmüş­tü. Hala tartışılıy­or. Stockholm’daki Kulturhuse­t de benzer bir vizyonun ürünüydü. Bilbao’daki Guggenheim Müzesi de “bu sapa kente bir müze lazım” diye tasarlanma­dı. 1940’larda Ankara’da Büyük Tiyatro’yu ısmarlayan hükümetin de bir kültür vizyonu vardı. Yeni bir Türk opera, tiyatro ve müzik atılımı yaratmaya çabalayan bir hükümet tarafından inşa ettirilmiş­ti. Sorun şu ki, bugün AKM örneğinde ortada yeni, ufuk açıcı, çağ açıcı bir kültür vizyonu olmayınca ortaya çıkan sadece içi boş bir bina oluyor: Futbol stadyumu boyutunda bir kutunun içinde çelikten bir paskalya yumurtası... Hele bir inşaatı bitsin, biz kullanması­nı biliriz! Nasıl ki yıllardır kapalıydı, yokluğunun farkına bile varmadık, açılınca da aynı umursamaz gözlerle karşısına geçer bakarız.

■ Uğur Tanyeli

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye