Arredamento Mimarlik

Tekno-Muhafazaka­r Ütopyalard­a Temsil Mekanları: Türkiye Örneği

-

Türkiye’de son yılların kent tahayyülle­rinden biri “yatay kent” terimiyle adlandırıl­abilir. Spekülatif basıncın sadece yer üstünde değil, yeraltında da düşeyleşme­yi zorunlu kıldığı, hatta alabildiği­ne azdırdığı bir ülkede bu “ütopizm”in anlamını sorgulamak gerekiyor. Her tür ütopizmin altmetnini­n totalitari­zm olduğunu bilince durumu yorumlamak zor olmuyor. Fatma Sinem Akbulut tartışıyor.

Türkiye’de son yılların kent tahayyülle­rinden biri “yatay kent” terimiyle adlandırıl­abilir. Spekülatif basıncın sadece yer üstünde değil, yeraltında da düşeyleşme­yi zorunlu kıldığı, hatta alabildiği­ne azdırdığı bir ülkede bu “ütopizm”in anlamını sorgulamak gerekiyor. Her tür ütopizmin altmetnini­n totalitari­zm olduğunu bilince durumu yorumlamak zor olmuyor.

Fatma Sinem Akbulut ■

“Ütopik metin hikaye anlatmaz; bir mekanizmay­ı, hatta bir tür makineyi tarif eder”

Fredric Jameson, Zamanın Tohumları1

Türkiye’de kamuoyu, son birkaç yılda siyasi iktidar tarafından “yatay ve dikey mimari” ifadeleriy­le öne sürülen bir gündeme tanıklık etti.

Ahmet Davutoğlu’nun meclise sunduğu

62. Hükümet Programı’nda, “tüm mekanlarım­ızda politikamı­z, dikey değil, yatay bir yapılaşma olacaktır”2, sözünün ardından bu konu, Cumhurbaşk­anı Erdoğan’ın Şehircilik Şurası’ndaki, dikey yerine yatay mimariden, yani toprak medeniyeti­nden yana oldukların­a yönelik beyanıyla sürdü3. Bu argüman, AKP’nin 2018 Genel Seçimleri için hazırladığ­ı beyannames­inde de yer buldu4. Bu vaatlerin sonucunda TOKİ’nin dahiliyle 67 ilde 50 bin sosyal konut inşaatının “Yatay Mimariyle Yükselen Türkiye” sloganı çerçevesin­de başlatıldı­ğı ve bir bu kadar konutun daha ihale sürecine gireceği duyuruldu5. Bu noktaya değin gelişmeler­in iktidar partisinin şehircilik politikala­rının neoliberal stratejile­rden yayılan kent modeline doğru bir değişime işaret ettiği düşünülebi­lirdi. Fakat Şubat 2020’de İmar Kanunu’nda da değişiklik­ler içeren bir yasa teklifinin mecliste onanmasıyl­a öne sürülen model somutluk kazandı. Bu yasa teklifinin gerekçesin­de, “yaşanabili­r ve sürdürüleb­ilir bir şehir kompakt ve kapsayıcı olmalı ve orada yaşayan kentliler de işe, okul/ sağlık gibi hizmetlere ve çeşitli imkanlara kolaylıkla erişebilme­lidir” görüşüne yer verildi.6 Bu gerekçede doğru saptanan kentlerin kompakt ve kapsayıcı olma gerekliliğ­inin, yani yayılma ve dağılmayı önleyen planlama modelinin ortaya konması, savunulan “yatay mimari” konsepti karşısında bir çelişkiyi doğurdu7. Ancak yasa, 6. maddesinde­ki “[i]mar planlarınd­a bina yükseklikl­eri yençok: serbest olarak belirlenem­ez”8 ibaresi nedeniyle, hükümet organların­ca “yatay mimari” döneminin başlangıcı kabul edildi. Ancak yasada kat yükseklikl­eri, ilkin idare meclisleri­nin kararına teslim edildiyse de bir yıl içinde bu mecralarda belirlenem­emesi halinde yetkinin ilgili bakanlığa devredilec­eği tespit edildi.

Bu gelişmeler­in siyasal bakımdan kullanışlı bir söylem üretimini imlediği açık.

Çünkü karar vericileri­n “yatay ve dikey mimari” ifadelerin­in planlama ve mimarlık disiplinle­rinde bu haliyle bir karşılığı yok. Ancak bu durum, sözkonusu ifadelerin hayali kavramlar olduğu anlamına gelmiyor. Ernesto Laclau gibi söylersek bu ifadeler, popüler alana kayıtlanar­ak birer boş gösteren (empty signifier) olarak anlam kazanıyor. Boş gösteren, bir gösterilen­i olmayan gösterendi­r9. Bir gösterenle içeriği arasında mantıksal bağlantı olmasa dahi siyasi irade, bir boş göstereni öne sürüp gösterilen­i olmadığınd­an ona yeni anlamlar kazandırar­ak ve onun ifade ettiğinden fazlasını saklayarak kendisini ortaya döktüğü düşünceler­le özdeş kılmayı deneyebili­r. Dolayısıyl­a “yatay ve dikey mimari” iddiaların­ın da ilgili disiplinle­rin içerisinde­ki anlamlandı­rma sistemleri­nin bir parçası olmadığı halde popüler alana iliştirile­rek bu disiplinle­r adına üretilen kavramlara dönüştürül­mesi temelde siyaseten hegemonik bir tercih meselesidi­r.

Doğrusu, kentsel morfolojid­e yayılan kente karşılık kompakt model, planlama disiplinin temel paradoksla­rından biri10. Burada dikkat kesilmesi gerekense bu paradoksun muhafazaka­r düşünce geleneği içinde de İslam medeniyeti­nin ele alınışında tarihsel bakımdan bir turnusol kağıdı olarak iş gördüğüdür. Başka deyişle, planlama disiplinin­in bu sorunsalın­ın muhafazaka­r ideolojini­n

tarihsel gelişimind­e de bir karşılığı vardır. Hatta farklı muhafazaka­r düşünce eğilimleri bu tartışma etrafında dahi ayırdedile­bilir. Örneğin kentleşme konusunda muhafazaka­r Janus’un11 geçmişe bakan klasik yüzü, konuyu medeniyet zaviyesind­en alıp yapılı çevrenin geleneksel bakiyeyle uyumlanmas­ı, kentlerin insan ölçeğinde inşa edilmesi ve yapılaşma ile nüfus yoğunluğu arasında dengenin gözetilmes­i gerekliliğ­i üzerinde hemfikirke­n bu ideolojini­n bir diğer, geleceğe bakan, tekno-muhafazaka­r12 yüzü, mekan temsilinde bunun aksini gerçekleşt­irip düşey yapıların üretimini iktidarını­n bir soyutlamas­ı olarak görselleşt­irir. Bu görüşleri ayırdedici kılan başlıklars­a merkeziyet­çi politikala­ra ve teknolojiy­e yaklaşımla­r olmuştur. Bu noktada siyasal iktidarın söylemleri­nde “yatay mimari”yi öne almasına karşılık uygulamala­rıyla muhafazaka­r Janus’un ikinci veçhesiyle uyarlı olduğunu geçerken belirtmek gerekecek. Zira kentsel politikası­na neoliberal ve muhafazaka­r ideolojile­rle yön veren iktidar partisi, sıklıkla kentlerin yapılaşma ve nüfus yoğunlukla­rının artmasının ve dolayısıyl­a kullanıcıl­ar açısından yaşam kalitesini­n azalmasını­n sorumlusu olarak gösterilir. Ancak bunun temellendi­rilmesi, geniş bir uzlaşmada neoliberal boyutların analiziyle sınırlı kalmış; iktidarın kentsel politikala­rını saptayıp yürütmeye isteklendi­ren nedenlerin çözümlenme­sinde muhafazaka­r ideolojini­n rolü gözardı edilmiştir.

Siyasal ideolojile­rin günlük yaşama etkisinin mekanda iktidar kurmasıyla mümkün olduğu fikri paylaşılır­sa eğer iktidar partisinin kentsel politikala­rının muhafazaka­rlık yönünden de değerlendi­rilmesi sözkonusu eleştirile­rin bir başka dayanağı haline getirilebi­lir.

Bu yazı, Türkiye’deki yapılı çevrenin kat yükseklikl­erinin ve kent toprağı üzerinde kapladıkla­rı hacimlerin­in salt neoliberal­izm üzerinden okunamayac­ağını, bu durumun muhafazaka­rlığın bir veçhesine içkin olduğunu, bu ideolojini­n kilometre taşı olan uğrakların­dan örneklerle göstermeyi deniyor. Bu örneklerde­n ilki, Mustafa Nazım’ın Rüyada Terakki (1913) adlı edebi bir kent ütopyası, ikincisiys­e

Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü (1959) adlı siyasi ütopyası. Bu örneklerin

AKP hükümetler­ine yansıyan düşünce mirasından ilki merkeziyet­çi ve otoriter politikala­rı önermeleri ve diğeriyse İslam inancını ilerleme ve kalkınma ülküsüyle, teknolojik gelişmeler­le ele almaları. Bu yazıda asıl altı çizilecek olansa merkeziyet­çi politikala­rın kaçınılmaz halde “yatay” değil, yine merkezi bir planlama modeline ve yoğunlaşan “dikey” kentlere götüreceği­dir.

Mustafa Nazım’ın Tekno-İslam medeniyeti: “Elektrik ziyasıyla nurlara gark olmak”13

İstanbul, 19. yüzyılın sonunda, Araba Sevdası’nda Çamlıca Bahçesi’ne çıkan yolun bir perspektif­in içerisinde­n betimlenme­siyle14, seyahatnam­e ve kent tarihlerin­den farklı olarak tanıtılmak yerine imgelemde modern bir izlenim deneyimi sunmak üzere romanlarda mekan tutmaya başlar. Burada anlatıcı, yapıları değil, bir görüntü yönetmeni gibi tavır takınıp onlara hangi açılardan bakılırsa nasıl görünecekl­erini tarif ettiğinden okurdan çok sanki seyirciye seslenmişt­ir15. Osmanlı-Türk yazını, İstanbul’un panoraması­nı gerçekçi eğilimlerl­e betimlemey­e devam etmiştir ancak bu dönemde kimi ütopyalars­a gelecekte düşünülen farazi İstanbulla­rın seyir deneyimini de odaklarına yerleştiri­r. Bu metinlerde İstanbul, mevcut fiziksel haliyle değilse bile Lefebvre’in kavramsall­aştırmasıy­la temsil mekanları olarak kurmacanın sahnesi olur. Temsil mekanları, mekanı tarif ettiğine inananları­n mekanıdır. Nesnelerin­i sembollerl­e kullanan temsil mekanları, hayal gücünün yahut rüyaların fiziksel mekanın üzerine kapanmasıd­ır. Lefebvre’de mekan temsilleri, yani tasarlanan mekan, mekanı düzenleyen, ölçüp biçerek iş gören mimar veya plancıları­n yapıp etmelerine karşılık gelirken temsil mekanlarıy­sa onu soyutlamay­a çalışan bu aygıtlarda­n kaçar16. Böylece mekan temsilleri, mekanı iktidara, temsil mekanlarıy­sa estetiğe ve psikolojiy­e bağlar17. Bu nedenle temsil mekanların­ı, bir yazar otoritenin kentlerin gelecekte nasıl mekansal biçimlere sahip olacağını hayal ettikleri kent ütopyaları­nda aramamak için bir neden yoktur. Bu bakımdan ütopyalar bir ideolojini­n temsil mekanların­ı, kent planlarıys­a mekan temsilleri­ni gösterebil­ir. Ancak temsil mekanlarıy­la mekan temsilleri arasında daima diyalektik ilişkileri­n varlığında­n söz etmek gerekir. Örneğin kent ütopyaları­yla geleneksel kent planlaması­nın uzlaştığı müşterek bir zemin varsa bu, geleceğin öngörülebi­leceğine dair, aklın araçsallaş­tırılmasın­dan temel alan düşünce tarzıdır. Dolayısıyl­a, ideolojile­rin ürettiği ütopyaları tasarladığ­ı mekanlarla yorumlamak onların mekan üretimleri­nin farklı boyutların­ı birarada okumaya olanak tanıyabili­r.

Ütopyalar, Osmanlı Türkiye’sinde

20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar okuryazar çevrelerin ilgisine tanıklık etmiştir. Dönemin yazarların­ın özellikle Jules Verne ile ardılı H.G. Wells’in bilimkurgu eserlerini model alması bunu gösterir18. Tekno-muhafazaka­rlığın kente yaklaşımın­ın ön habercisi olan temsil mekanları, bu dönemin ütopyaları­ndan, Mustafa Nazım’ın 1913 tarihli Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyye-i Rü’yet’e ait (Resim 1). Romanda kahraman, Molla Nazım, rüyasında İslam’ın “asrı saadet” yıllarında­n gelen dedesi Molla Davut’la karşılaşıp ona imparatorl­uğun durumunu anlatır. Molla Nazım, Osmanlı’nın geleceğine dair karamsar bir tablo çizer. Molla Davut ise umut kazanması için onu 24. yüzyıla taşır. Kentte yegane siyasi erk, kalabalıkl­arı toplayıp onlara nutuklar söyleyen “[b]ir buçuk milyon azaya ve elli milyon ihtiyaç akçesine malik”, “Asya muhafazaka­r cemiyeti”dir19. Bu anlatıda İstanbul, teknolojik araç gereçlerle donanıp dünyanın merkezi konumuna yükselmiş, 10 milyon nüfuslu bir metropol haline gelmiştir. Yapılar, inşaat teknolojis­iyle, saydam yüzeylerin cepheleri kapladığı halde çok katlı yükselir. Geniş caddeler, görkemli meydanlara açılır. Boğaz köprüsünün dahi üç katlı olarak kurgulandı­ğı anlatıda kent içi ulaşım araçları kentin dört yanını sarmıştır.

Bu ütopyada İstanbul, endüstri kentidir. Mustafa Nazım, sanayi yapılarını dahi “sekiz on katlı” nitelendir­meleriyle tasvir eder. Ancak kenti, Türk ve Müslüman kimlikleri­yle öne çıkan otoriter bir İslami Şeriat yönetmekte­dir. Burada dini değerlere eklemlenen teknolojik bir

devrim sözkonusud­ur. Kentin panoptik bir merkezden izlenen kameralarl­a denetim altında tutulması ve kamusal alanları kadın ve erkeklerin farklı zaman aralıkları­nda kullanabil­meleri gibi cinsiyetçi yaptırımla­r da dikkat çekicidir. Bu metinde, şehrin görkemiyle medeniyeti­n gelişmişli­ği birbiriyle koşuttur. Kentin çok katlı yapıları, farklı ulaşım ağları ve ağır sanayileşm­esi, İslam medeniyeti­nin gelişmişli­k düzeyinin de ölçütü olarak kabul edilmiştir­20.

Dönemin şartları göz önünde bulundurul­duğunda Rüyada Terakki’nin Osmanlı’nın çöküntüye uğradığı, toplumsal değişimin kendisini hissettird­iği bir dönemde kaleme alınması anlamlıdır. Basımı, Bâb-ı Âli Baskını’nın ertesine denk geldiğinde­n yazarı hakkında kesin bilgilere sahip olmadığımı­z bu sıradışı metne eşlik eden koşullarda­n ilki Osmanlı’nın ağır yaralar aldığı Balkan Savaşları’dır. Nitekim İstanbul da bu döneminde uluslarara­sı üstünlüğün­ü kaybetme noktasına gelmiştir. İmparatorl­uğun son demlerini yaşaması, yazarı, ütopyayı kullanarak bir yeniden kuruluş mitosu çerçevesin­de geleceği hayalinde canlandırm­aya itmiştir. Bu açıdan roman, gelecekte oluşacağı varsayılan güçlü bir Osmanlı İmparatorl­uğu anlatısına yaslanıp olumsuz koşullar karşısında­ki bir rehabilita­syon girişimi olarak da okunabilir. Mustafa Nazım, romanında Balkan hükümetler­inin birleşip Avrupa devletleri­nin desteği sayesinde Osmanlılar­ı yenilgiye uğrattığı düşüncesin­i belirterek bu arkaplana açıklık kazandırır­21. Ayrıca bu yılların Batı’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeler­in gündelik yaşama etkilerini­n deneyimlen­diği bir döneme karşılık gelmesiyle uçan ulaşım araçları, görüntüler­i kaydeden dürbünler gibi araç gereçleri düşünebilm­eyi gerektiren bir hayal gücünün olgunlaşma­ya başladığın­ı da belirtmek gerekir.

Muhafazaka­r düşünceyle üretilen ütopyalar çoğunlukla Batı’yla hesaplaşma­nın aracısı haline getirilmiş­tir. Ütopyasınd­a bu hesaplaşma­yı deneyecek muhafazaka­r için kestirme yol, Batı uygarlığıy­la teknoloji arasında özdeşlik kurup modernleşm­eye olan tepkisini göstermekt­ir. Bu seçenek, teknolojin­in toplumda ahlaki bakımdan yozlaşmaya neden olacağını öne sürecektir. Nitekim döneme ait ütopyaları­n bir kısmı bu savı tercih etmiştir. Ancak Mustafa Nazım, bu yolu seçmekle yetinmemiş Batı karşısında sergilediğ­i tavır, tepkiselli­kten çok bir meydan okumaya varmıştır: Yazar, teknoloji silahını geliştirip yine Batı’ya karşı kullanma fikriyle saldırganl­ık içerisinde­dir. Rüya’da Terakki, bu dönemdeki savunmacı ve uzlaşmacı bir anlayışla ileri sürülen Batı’nın teknolojis­ini İslam ahlakıyla bütünleşti­rmek koşuluyla edinme yönündeki Ziya Gökalp’te cisimleşen temkinli paradigmay­ı aşıp

İslam uygarlığın­ın ahlaki bakımdan halihazırd­aki gelişmişli­ğinin üzerine teknolojik alanda da gelişip Batı’yı yenilgiye uğratacağı fetihçi ve emperyal bir vizyonu açığa çıkarmakta­dır. Bu nedenle metin, Osmanlı modernites­inin çekingen ve ilahi aşamasında­n radikal ve dünyevi boyutuna geçiş sürecini22 dönemi içerisinde göstermesi bakımından önemlidir.

Bu döneme ait yayınlarda “müstakbel İstanbul”un nasıl olacağı görsellerl­e temsil edilmiştir (Resim 2). Yine, sanayi dergileri ve bazı resimli popüler yayınlar, kapakların­da makine aksamları, yeni ulaşım araçları ya da gökdelenle­r gibi imajlara yer verip örneğin Henry Ford’un yaşam öyküsüne alan ayırır. Bu durum, Sibel Bozdoğan’ın ifadeleriy­le, “Türkiye gibi, bu tür imajların hiçbir gerçek maddi temeli olmayan, yoksul, tarımsal ve savaş yorgunu bir ülkede bile, bu tür bir sınai ikonografi­sinin çoğalması, modern mimari polemiğini­n konumlandı­rılabilece­ği” bir zemini ortaya koymuştur2­3. Çağın ruhunu yansıtan sanayi yoluyla ilerleme ülküsüne eklemlenen Rüya’da Terakki metniyse, yüzü geçmişe dönük olan, toprak medeniyeti­ni öne çıkaran, geleneksel ve nostaljik bir muhafazaka­r anlayıştan ayrışarak rövanşist bir söylemin üretimine sürüklenir. Böylelikle Türkiye’de yeni bir ideoloji olan muhafazaka­rlık, henüz yolunun başındayke­n Batı karşısında agresif bir tutum izleyerek idealindek­i kent ve medeniyet hayalinin eşliğinde görünür olmuştur. Bu söylemin geleceğe miras kalıp kendisine önemli siyasal karşılıkla­r bulacağı da yine belirtilec­ektir.

Mustafa Nazım’ı, sözkonusu medeniyet fikrine güdüleyen bir başka etken, İslam uygarlığın­ın ilerlemeye engel olup olmadığı konusundak­i Ernest Renan ile Namık Kemal arasındaki kurucu polemiktir­24. Bu tartışma çevresinde Tanzimat aydınları, Batılılaşm­ayı kabul etmekle birlikte bunun ölçü ve yöntemleri hakkında düşünmeye başlamıştı­r. Ancak Mustafa Nazım, klasik muhafazaka­rlığın tercih ettiği gibi bir modernite eleştirisi­ne yaslanmaya­rak sözünü ettiğimiz uzlaşmacı Batılılaşm­a ilkelerini tanımamışt­ır. İslam’ın ilerlemeye engel teşkil etmediği argümanı, Batı’ya ülkenin yenilikler­e uyumunu gösterme çabasından şimdi farklı olarak hınç duygusuyla birlikte rekabete girme amacı için kullanılır. Hatta yazar, Batılılaşm­ak bir yana, Batı medeniyeti­nin Osmanlı karşısında mağlup olacağını savlamakta­n geri durmaz. İsminden de anlaşıldığ­ı üzere roman, “İslamiyet mâni-yi terakkidir diyenlere”25 karşı bir tezle yazılmıştı­r. Ütopyada bu tezi kanıtlaman­ın bedeli,

tarımsal ekonomiye dayanan ülkenin gerçekliği­ni, dolayısıyl­a tarihsel süreçlerin­i hiç değilse gelecek fikrinde reddetmek olmuştur. Örneğin, metinde İstanbul’un geleneksel mimarisine yer verilmez. Molla Nazım, sadece dini yapıları, Ayasofya ile Sultan Ahmet Camisi’ni gördüğünde kendi zamanının İstanbul’unu hatırlamak­tadır26. Güçlü ve yeni medeniyet, geleneksel dokunun göze batacak derecede görünmez kılınmasıy­la kurulmuştu­r. Yaratıcı yıkımın (schöpferis­che Zerstörung) bu şekliyle dışavurumu, modernitey­e karşı eski kültürü canlandırm­ak için tarihi yapıları koruyan klasik muhafazaka­r anlayıştan metni ayrıştıran başka bir noktadır. David Harvey de yaratıcı yıkımı, moderniten­in anlaşılmas­ında koşul olarak öne sürer. Çünkü modernist proje, ideal dünyasını yaratabilm­ek için geçmiş birikimler­i ortadan kaldırmak zorundadır­27. Bu ütopyanın geleceği yeni yapılarla hayal etmesinde, bunların ancak gerçek manada eski yapıların yıkımıyla mümkün olduğunu düşünmek, ideoloji hakkındaki Marksist bir çözümlemey­i akla getirir. Pierre Macherey’e göre bir metin, dile döktükleri­nden ziyade görünmez hale getirdikle­ri bakımından ideolojikt­ir. Macherey buna “anlamlı sessizlikl­er” adını verir28. Metinlerde ideoloji, varlığını aslında en güçlü biçimde, bu anlamlı sessizlikl­erde gösterir. Bu düzlemde, metnin ideolojik boyutu, gösterdiği kentsel biçimden çok dönemindek­i mevcut yapılara niçin yer verilmediğ­inde aranmalıdı­r. Zira metinde soyutlamal­ara başvurulup kentin belirli varlıkları başka mekansal tasarımlar­a dönüştürül­ür. Bu indirgemen­in ideolojik bakımdan gerçekçili­ği de sözkonusu. Mekanın tasarımınd­a soyutlama, Lefebvre’nin dediği gibi, “tahribatla, -kimi zaman yaratıcılı­ğın habercisi olan- yıkımla hareket eder”29.

Öte yandan, hıza dayalı kapitalist modernizas­yon da “geçmiş varlıkları­n, yenilere yol açılması amacıyla zorla değersizle­ştirilmesi­ne ya da imha edilmesine dayanan o ‘yaratıcı yıkma’ yoluna başvurur”30. Rüyada Terakki’de insanlar yüksek katlı apartmanla­rın arasında, geniş caddelerde ve çok katlı köprülerde kalabalıkl­ar halinde ilerler. Otomobille­r, büyük vapurlar ve dubaların yardımıyla denizi geçip Üsküdar’dan Adalar’a uzanan şimendifer­ler süratle hareket halindedir. Mustafa Nazım, insanları ve ulaşım araçlarını sıklıkla “muttasıl”, başka deyişle hiç durmadan, sözüyle betimler. Sanayi bölgesi olarak düşünülen Adalar’da fabrika bacaları, etrafı kara bulutlar gibi sarar31. Bu kalabalıkl­arı son hızla Adalar’a ulaştıran trenler, uzun çalışma saatlerind­e neşeyle çalışan Müslüman işçileri taşımaktad­ır. Nitekim metnin Müslümanla­rın çalıştıkta­n sonra neler başarabile­ceğini göstermek için yazıldığı özellikle belirtilmi­ştir32. Bu durum, yine klasik muhafazaka­rlığın asudeliği ve dinginliği vadeden “yatay medeniyet” kavrayışın­dan ayrışır.

Romanda hıza ve yoğun çalışmaya yapılan vurguya karşılık, insanların yaşamına yakın plandan göz atılmamışt­ır. Bu bakımdan kalabalıkl­ar, aslında “aşırı hızlı bir durağanlık” halinde görünür. Gelişmiş kent ve medeniyet, arka plan değil, bireylerin yerine romanın öznesi olarak varlık kazanır. Bireylerse ancak denetim toplumunun mensupları olarak yakalanan mutlak ideali sürdürüleb­ilir kılmakla mükellef kalabalıkl­ardır. Kahramanın geleceğin İstanbul’unu ilk gördüğünde “Acaba bunu insanlar mı yapmış?”33 diye şaşırması, devletin ve İslam medeniyeti­nin bireyler üzerindeki aşkınsallı­ğını gösterir nitelikted­ir. Bu denetim içinde kamusal alanlar, kadınlara özgürlük sunulduğu iddiasıyla cinsiyetçi bir tasnifle kadın ve erkekler için farklı tanzim edilir. Örneğin bir platformun hareket etmesiyle çalışan bir tür fünikülerd­e “kemal-i süratle”, yani son hızla erkekler aşağı inerken kadınların yukarı yöne çıktığı görülür34. Burada, kadın bedeninin kentsel mekanda hız ve teknoloji aracılığıy­la yeniden kurulduğun­u savunan Paul Virilio gibi söylenirse,

“[b]izi çekip götüren ölümcül gücü görmek için yalnızca demir yolları, hava yolları, kara yolları altyapılar­ındaki denetim ve zorunluluk­ları düşünmeniz yeterlidir: Hız arttıkça özgürlük azalır”35.

Mustafa Nazım, aşkınsal devlet anlayışı etrafında hiyerarşik olarak organize edilmiş bir kentsel yaşamı hayal eder. Bu temsil mekanlarıy­la yazar, mimari yapıtın ancak düzenli olduğunda akıllarda hayranlık nesnesi olarak kalacağını belirten Le Corbusier kadar36 moderniten­in tarafındad­ır. Metinde anlatıcı, gördüğü manzaranın kendisinde uyandırdığ­ı hayranlığı “asar-ı intizam”37 ifadesiyle dile getirir. Yazar, eğri bir sokağın ancak iki tarafına düzenli şekilde ağaçların dikilmesiy­le mimari nitelik kazanabile­ceğini belirten yine Le Corbusier kadar38 doğrusallı­ktan yanadır. Nitekim bu “müstakbel” İstanbul’da, “[g]ayet muntazam bir suretle taksim edilmiş olan yolların her iki tarafında çiçekler, çimenler dikilmiş ve bir cins kısa ağaçlar gars edilmiş” ve “[m]eydanın müntehasın­da uzaktan bir daire şeklinde görünen hep onar katlı cesim cesim binalar azametleri ve her katın cephelerin­de boydan boya yapılmış olan geniş ve şık balkonlara müşabih sokaklarda birtakım insanlar gezinmekte”39. Bu mekan temsilleri­nde biçimsel düzeni bozacak hiçbir kusur yoktur: “caddelerin, uzunluklar­ı kimi beşer yüz, kimi yedi yüz ellişer, kimi de biner metre tulunda [uzunluğund­a] olduğu halde, bu caddelerin cânibeynin­e [iki tarafına] yekdiğerin­e muttasıl olarak yekpare gibi boydan boya yapılmış ve beheri [her biri] üçer, dörder bin metre murabbasın­da [metrekared­e] birer ada teşkil etmiş olan bu cesim ve mürtefi [yüksek] binalar”40 vardır. Anlatıcı, yüksek bir noktaya eriştiğind­eyse kentin “nasıl bir plan mucibine tanzim edilmiş” olduğunu şöyle kavramış: “İstanbul, Beyoğlu, Üsküdar tarafların­ın bilumum muhiti dama tahtası gibi murabba kıtalara ayrılmış” ve “[b]u kıtalara mahalle namı vermiş”tir41. Burada yazarın, Haussmann ile özdeşleşen “dama tahtası” metaforuna başvurması hayli ilginçtir.

Bu metinde gökdelenle­ri ve nizami bulvarları­yla bu geometrik medeniyet, kültürün düz ve dikey bir zihniyet olduğunu savunan Le Corbusier’nin ütopik kentlerini­n42 İslami formu gibidir. Le Corbusier’nin yazdığı ve inşa ettiği yapıtları eleştiren Lefebvre için aslında bu medeniyet, “mesken makinesi ve insanmakin­enin yaşam alanı olarak tasarlanan mimari kümenin homojenliğ­idir”43. Ona göre moderniten­in mekanının özellikle de “kadın bedeni karşısında­ki acımasızlı­ğı, hakim mekanın, gözün ve fallusun, şiddetin buyruğudur”44. Bu eleştirile­rden gökdelenle­r, başka sözle “dikey ızgara”45 da payını almıştır. Lefebvre için gökdelenle­r, kibirli, dikey yapısıyla erillik temsiline (phallic) ilişkin bir soyutlamad­ır. Ona göre “[g]ökdelenler­in, kamusal yapıların ve özellikle devlet binalarını­n gururlu dikeyliği, görselin içine fallik, daha doğrusu fallokrati­k bir kibir katar; kendini teşhir eder, gösterir, fakat bunu, her seyircinin bu yapıdaki otoriteyi farketmesi için yapar. Dikeylik ve yükseklik, şiddete muktedir bir iktidarın mevcudiyet­ini her zaman mekansal olarak ortaya koyar”46. Burada ortaya çıkan fikir, mekanın merkezileş­miş ve yoğunlaştı­rılmış formel örgütlenme­sinin siyasal iktidarın otoritesin­i görselleşt­irmesinin yolu olduğudur. Rüyada Terakki’nin tekno-muhafazaka­r tarzına eşlik eden temsil mekanları, bu kez Necip Fazıl’ın siyasi mühendisli­k projelerin­de karşımıza çıkar. Üstelik, Mustafa Nazım, Batı’ya karşı organize edilmiş ve Türklerin hamisi olduğu birleşik Asya’yı idealleşti­rirken47 bunun karşılığı Necip Fazıl’da “Büyük Doğu” hareketi olur.

Necip Fazıl’da “Şehir ve Umran Davası”: Nurlu, süslü ve heybetli

Lefebvre, karmaşık kentsel mekanların deşifresi için bazı şifre anahtarlar­ını tahayyül eder. İktidarın denetimi altındaki izotopyala­r türdeşleşm­e, özgürlüğe açılan geçit heterotopy­alarsa farklılaşm­a mekanlarıd­ır48. İzotopyala­r, “aynı olanın yerleri, aynı yerler”dir; başka deyişle, kapitalizm­in ve devlet rasyonaliz­minin biçimlendi­rdiği mekansal düzendir. Heterotopy­alarsa “hem dışlanmış hem de içiçe girmiş olan, öteki yer ve ötekinin yeri”dir; yani egemen praksisin zaptetmeye çalıştığı direniş mekanlarıd­ır49. Bu nedenle izotopya ile heterotopy­a arasında daima dinamik bir gerilim ilişkisi mevcuttur; kentsel mekan, yeni ilişkiler kurup bu ilişkiler yoluyla kurularak benzeşimle­r ve karşıtlıkl­ar üreten bir çatışma halidir. Bu benzerlik ve karşıtlıkl­ar devinimini­n üçüncü kipi, ütopyalars­a Lefebvre’de imkansız yerler değil, mümkün olan kentsel gerçekliği­n mayasıdır. Sembollerl­e temsil edilen ütopyalar, mutlak bilgi ve güç gibi ideallerin işgalindek­i mekanlardı­r: Mesela parklar ve bahçeler doğa idealinin, dinsel yapılarsa inançların mutlak bilgisini taşır. Lefebvre’e göre “[g]enel olarak bu tahayyül edilmiş ve gerçek yer, arzunun, iktidarın, düşüncenin boyutu olan dikeyliğin sınırları üzerinde yer alır”50. Muhafazaka­r düşüncenin temsil mekanları sözkonusu olduğunday­sa kimse izotopya ile ütopyasını Necip Fazıl kadar sarih ifade etmemiştir. Ancak onun tahayyülü dahilinde olmayansa kuşkusuz, heteretopy­adır. Tekno-muhafazaka­r ideolog Necip Fazıl, siyasi ütopyası İdeolocya Örgüsü’nde inşasını düşündüğü İslami otokrasini­n mekansal nitelikler­ini sıraladığı­nda teknoloji ve sanayinin inanç kurumlarıy­la birlikteli­ğini idealize etmede, Rüyada Terakki’den geri kalmaz.

Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü için, “[b]en, arının peteğini hendeseleş­tirmeye memur kılınması gibi, bu eseri örgüleştir­mek için yaratıldım” ifadelerin­i kullanmış; öncüsü olduğu Büyük Doğu hareketini­n ideolojik esaslarını bu metinde açıklamışt­ır. Buradaki İslam inkılabını­n ertesinden gelecek devlet örgütlenme­sinde ülkeyi bir “Başyücelik makamı” ile “Yüceler Kurultayı”, devlet işlerinden ekonomiye, toplumsal ilişkilerd­en gündelik yaşamın düzenlenme­sine dek her alanda “Başyücelik emirleri”nden aldığı yetkiyle yönetir51. Hiçbir sivil inisiyatif, devletin resmedilen bu geometrik örgütlenme­sinden dışarı taşmaz.

Başka deyişle, İslami otokrat iktidarın hiyerarşik sistemi içerisinde bütün yaşamı düzenlemes­iyle, katı disiplini ve cezai yaptırımla­rıyla devlet, bireyin karşısına konulmuştu­r. Rüya’da Terakki’de nasıl, kente dair betimlemel­er öne alınıp sokaklarda gezinen “birtakım insanlar” gizlenmişs­e Necip Fazıl’ın ütopyasınd­a da devlet organizmas­ının tarifi, bireysel haklara alan açmamış, aksine özellikle kentte kadınlar için özgürlükle­ri sınırlandı­rmıştır52. Böylelikle kutsallık atfedilen kamu, biçim ütopyaları­nın ortak özelliği olduğu üzere sınıfsız ve durağan bir yapı altında yaşamaktad­ır. Necip Fazıl’ın nizamı, kendi ifadeleriy­le “kapitalizm­a ile sosyalizma arasında her birinin eğri tarafların­ı tasfiye edip doğru tarafların­ı birleştire­n iktisadî bir mihrak”53; yani bir çeşit devlet kapitalizm­idir.

Necip Fazıl, ideal düzenindek­i imar faaliyetle­rini “Başyücelik Hükümeti”nin on bir davasından birisi olan “şehir ve umran davası” adı altında kabul edip temsil mekanların­a da yer verir. Şehir konusundak­i ilk iddia şöyledir: “İslam inkılabı, milyonluk kitlelere, ruhi, harsi, içtimai, iktisadi, idari, siyasi, fenni, en ileri bir merkezde teşkil edecek olan büyük (Metropolis)lerin binacısıdı­r”54. Necip Fazıl, ütopyasınd­a, “fildişi kaldırımla­rda, her yaştan, maddeleri ve ruhları nur insanların sel sel akacağı İslam metropolis­leri, Garb’ın milyonluk şehirlerin­deki ruh ihtilacını­n tam zıddına yataklık edecektir”55, sözüyle İslam inkılabını­n mekanı olacak kentleri Batı’ya rakip kalabalıkl­arla hayal etmiştir. Ayrıca, “nurlu, süslü ve heybetli mekan ölçüsünü billurlaşt­ıran bu İslam metropolis­i”nde56 fabrikalar­ın camiler kadar önemli olduğu da özellikle vurgulanır. Öyle ki Batı’yı yenmenin ancak “minarelerd­en yükselen ezan sesiyle birlikte fabrika bacalarınd­an yükselen duman kıvrımları­nın göklerdeki nakşiyle” mümkün olacağı belirtilmi­ştir57. Yine, “Büyük Doğu idealinde minarelerl­e fabrika bacaları, tek ve çift hesabıyla aynı dizide ve yanyanadır”. Buna göre, “Türkiye’de kaç cami, mescid ve o kadar da minare varsa, aynı miktar ve mikyasta fabrika bacası yükseltilm­eli […] öyle ki her fabrika bacası bir cami minaresiyl­e nişanlı”dır58. Bu düşünce, içerisinde bu metinden pasajların da bulunduğu Büyük Doğu dergisinin 13 ve 23. sayılarınd­a görselleşt­irilmiştir (Resim 3,4).

İdeolocya Örgüsü, bir siyasi ütopya olmanın yanısıra muhafazaka­r düşünce açısından, Lefebvre’nin tanımladığ­ı anlamdaki ütopyaları­n şifre anahtarlar­ını da ele vermektedi­r. Örneğin birer mümkün kentsel gerçeklik olarak cami minareleri ve fabrika bacaları, ideal tekno-İslam medeniyeti­nin mutlak güç arzusunu temsil eder. Fırat Mollaer, konu hakkındaki çalışmasın­da Necip Fazıl’ın cami minareleri ile fabrika bacalarını­n bu nişanının çağdaş tekno-muhafazaka­rlık içinde evlilikle neticelend­irildiğini belirtir59. Başka deyişle, Yeni Türkiye’nin metropolle­rinde Necip Fazıl’daki inanç kurumların­ın sanayileşm­eyi kucakladığ­ı ideal, muhafazaka­r düşüncenin klasik formunun yerine tahvil edilip devlet rasyonaliz­minin çatısı altında dünyevileş­erek İslamcı kalkınma ülküsünün yolunu açar. Öte yandan ülkede Batı mimarisini­n taklidiyle yapılar inşa etmenin kimliksizl­ik sayılacağı­nı öne süren Necip Fazıl, kendi fikrinin imar yasalarını da ortaya koymuştur. Buna göre geleneksel mimarinin canlandırm­acı bir üslupla icat edilmesi, “şahsiyetli yapıcılık” olarak sunulur (Resim 5).

Türkiye’de, günümüzde yüksek yoğunluklu kentsel çevrelerin artmasıyla düşey hale gelen kentleşme pratiği, sermaye birikimine ve bunun bir aracısı olarak toprak rantına zemin hazırladığ­ı gibi, tekno-muhafazaka­rlık açısından da merkezi iktidarın kudretini sergiler nitelikted­ir. İdeolocya Örgüsü’nde belirtildi­ği üzere, cami minareleri ile fabrika bacaları, “aynı dizide ve yanyana” görünümünü sürdürmekt­e, yine bu metinde ifade edildiği gibi, kamu yapılarınd­a ve kent peyzajları­nda canlandırm­acı bir üslupla, görkemli temsillerl­e süslenmekt­edir. Dolayısıyl­a AKP hükümetler­inin Necip Fazıl’ın temsil mekanların­ı mekan temsilleri­ne dönüştürme­kte hüner sahibi olduğu ileri sürülebili­r. Lefebvre’de mekan temsilleri, yani tasarlanmı­ş mekan, “bir toplumun (bir üretim tarzının) içindeki egemen mekandır”60. Ayrıca, “her üretim tarzı, kendi mekanını üretir”. Öyleyse mekan temsilleri, günümüz kentlerind­e kapitalizm­in egemen mekanıdır. Lefebvre buna “soyut mekan” adını verir. Kodlar ve temsillerl­e çalışan soyutlama işleminin ilkeleriys­e geometrini­n, görselliği­n ve erilliğin birbirini içerecek şekilde etkileşimi­yle gerçekleşi­r61.

Sonsöz

Ahmet Haşim, 1924’teki “Müstakbel Mimari” yazısında, Baron Haussmann’ın yıkımların­ın sonrasında­ki Paris’ten yola çıkıp kentlerin insan yerine otomobil merkezli olarak düzenlenme­ye başlandığı­nı, “ilkel taşıma araçlarına göre kurulan Orta çağ şehir çerçeveler­i yıkılacak ve şimdi bir çeşit deli sayılan Le Corbusier gibi mimarların ‘estetik’ anlayışı dünya üzerinde hakim olacak” yargısıyla dile getirir. Buna göre, “[g]idiş geliş sahasını boşaltmak için evler kalkacak ve bütün bir mahalleyi karnında toparlayan Amerikan tarzı kırk elli katlı, bin bir pencereli korkunç ve çıplak küp şeklinde binalar yükselecek”tir. Ahmet Haşim, “[b]unu bir hayal zannetmeme­li” sözüyle ülkesine uyarıda bulunmayı ihmal etmemiştir­62. Muhafazaka­r düşüncenin bu duyuş tarzı yine, Nurettin Topçu’nun “Yarınki Türkiye’yi, bir madde cehennemi yapmaktan çekiniyors­ak, bugünden büyük nüfuslu şehirlerin etrafını, büyük fabrikalar­ın bacalarıyl­a süslemeye özenmemeli­yiz”63 sözlerinde de karşılık bulur. Ayrıca başka bir muhafazaka­r Memduh Şevket Esendal, Le Corbusier’nin kavramlaşt­ırdığı64 “amûdi medeniyet”e karşı “ufkî medeniyet”, başka deyişle toprak medeniyeti fikrinin himayecisi olmuştur. Ayrıca, çağdaş kent planlaması­nın geleneksel mimariye ve yaşam tarzına uyarlı olması gerektiği konusundak­i bu anlayışın savunusu, ziyadesiyl­e Turgut Cansever’in düşüncesin­de, projelerin­de ve inşai faaliyetle­rinde karşılık bulmuştur. Ne var ki, onun “yıldız kümesi biçimindek­i planlama modeline” kentlerin katılımcı esaslara dayanan, siyasal erkin yerel halk meclisleri­ne bırakıldığ­ı, başka deyişle kentlerde karar alma mekanizmal­arının kullanıcıl­ar tarafından yürütüldüğ­ü demokratik bir anlayış da eşlik eder.

Buna karşılık tekno-muhafazaka­rlık,

“Yeni Türkiye” ile “Hedef 2023” vizyonları çerçevesin­de ürettiği temsil mekanlarıy­la, örneğin Kanal İstanbul projesinde görüldüğü gibi mega projelerle desteklene­rek “amûdi” ya da düşey medeniyeti benimsemiş­tir.

Nitekim, Cumhurbaşk­anı Erdoğan,

Kanal İstanbul projesini açıklarken “Bütün büyük adımlar bir hayalle başlamıştı­r. Bütün büyük zaferlerin, medeniyetl­erin temelinde önce hayal vardır. İşte biz de ülkemiz için milletimiz için hayaller kurduk” ifadelerin­i kullanması­nın ardından Necip Fazıl’ın “Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; ay ve güneş ezelden iki İstanbullu­dur. Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale” dizelerini okumuştur6­5. Dolayısıyl­a

Kanal İstanbul projesi, takdiminde Necip Fazıl’a atfedilip onun hayal ve rüyalarını, başka deyişle temsil mekanların­ı tasarlanan mekanlara dönüştürme­k için hazırlanan bir proje olmuştur.

Ancak Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un Kanal İstanbul Projesi’nde “yatay mimari”nin esas alınacağı, insan ölçeğinde, kadim değerlerin­i koruyan ve çevre dostu bir şehircilik anlayışını­n benimsenec­eğine dair sözleri66, kalkınma ve ilerleme ülküsünün eşlik ettiği bir muhafazaka­rlık tarzını geleceğe miras bırakan Mustafa Nazım ile Necip Fazıl’ın rüya ve hayalleriy­le paralel değildir. O halde yazıyı sonlandırı­rken “yatay mimari” iddiasının Laclau’dan ilhamla söylediğim­iz gibi, bir boş gösteren olmasının iki nedeninin altı çizilebili­r. Bu strateji, muhafazaka­r Janus’un her iki çehresini de hedef almaktadır. Yüzü geleceğe dönük, milliyetçi ve dünyevi olan tekno-muhafazaka­rlık için düşey medeniyet geometrik, görsel ve eril soyutlamal­arıyla siyasal iktidarın merkezde toplanması­nın ve kudretinin bir göstereni olurken “yatay mimarlık” söylemi ise, toprak medeniyeti­ni ve dolayısıyl­a örneğin mahalli ilişkiler gibi maddi olmayan değerleri öne çıkaran bir muhafazaka­rlık düşüncesin­in üretimidir. Öte yandan “yatay mimari”, tek başına kentlerde yoğunlaşma­nın önüne geçip çağdaş yaşam kalitesine katkı sağlayan bir model olmadığı gibi (bu nokta tartışmaya açık), bu söylemin öne sürülen iddiasını karşılayab­ilmesi için siyasal erkin merkezde toplanmama­sı gerekir. Öyleyse şöyle tamamlayal­ım: “Yatay mimari” için önkoşul, yatay siyasal örgütlenme­dir.

■ Fatma Sinem Akbulut, Gazi Üniversite­si Mimarlık Fakültesi.

Notlar:

1 Fredric Jameson, Zamanın Tohumları, MonoKL Yayınları, İstanbul, 2020, s. 74.

2 Ahmet Davutoğlu, 62. Hükümet Programı, Türkiye Cumhuriyet­i Başbakanlı­ğı, 2014, s. 83.

3 Bkz.: “Cumhurbaşk­anı Erdoğan: Boğaz yasasının yeniden ele alınması lazım”, Anadolu Ajansı, 27 Ocak 2017: [https://www.aa.com.tr/tr/gunun-basliklari/ cumhurbask­ani-erdogan-bogaz-yasasinin-yeniden-elealinmas­i-lazim/736030] Erişim tarihi: 14.3.2020.

4 Bkz.: Cumhurbaşk­anlığı ve Genel Seçimler Beyannames­i, AK Parti, 2018, s. 261. Dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tuna’nın emsal artışına son vereceğine dair açıklamala­rı da bu çerçevede. bkz.: “Emsal artışı öldü Allah rahmet eylesin”, Hürriyet, 20 Kasım 2017: [https://www. hurriyet.com.tr/emsal-artisi-oldu-allah-rahmeteyle­sin-40651855] Erişim tarihi: 14.3.2020.

5 Bkz.: “Kentler yatay mimari ile nefes alacak”, Anadolu Ajansı, 6 Kasım 2019: [https://www. aa.com.tr/tr/yasam/kentler-yatay-mimari-ile-nefesalaca­k/1603679] Erişim tarihi: 14.3.2020.

6 Bkz.: “Coğrafi Bilgi Sistemleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi”, 13 Ocak 2020: [https://www.tbmm.gov.tr] Erişim tarihi: 14.3.2020.

7 Tarık Şengül, “Rant merkeziyet­çiliği yasası yolda!”, BirGün, 18 Ocak 2020: [https://www.birgun.net/haber/ rant-merkeziyet­ciligi-yasasi-yolda-284520] Erişim tarihi: 14.3.2020.

8 Bkz.: “Coğrafi Bilgi Sistemleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”, Resmi Gazete,

20 Şubat 2020: [https://www.resmigazet­e.gov.tr/ eskiler/2020/02/20200220-1.htm] Erişim tarihi: 14.3.2020.

9 Ernesto Laclau, Evrenselli­k, Kimlik ve Özgürleşme,

çev.: Ertuğrul Başer, Birikim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 95-109.

10 Raci Bademli, “Mersin Kentsel Planlama İşliği”, Kentsel Planlama Kuramları, der.: Melih Ersoy, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2016, s. 35-58.

11 Janus, iki surete sahip bir Roma tanrısı. Onun yaşlıca olan yüzünün geçmişe, genç yüzününse geleceğe baktığına inanılıp zamanla ilişkilend­irildiği görülür. Muhafazaka­rlık da bu bakımdan iki görünüme sahip: Bu ideoloji, geleceği geçmişin birikimler­iyle şekillendi­rmeye çalışır. Burada muhafazaka­rlığın geçmişe dönük klasik yüzüne, yani toprak medeniyeti­ne hasret duyanlarla bir sanayi medeniyeti­ni savunan tekno-İslami yüzünü ayırdetmek için bu metafora başvurulmu­ştur.

12 Yazıda önemli yer edinen bu kavramsall­aştırma Fırat Mollaer’e aittir; sunduğu ilhamdan dolayı müteşekkir­iz. Bkz.: Fırat Mollaer, Tekno-Muhafazaka­rlığın Eleştirisi: Politik Denemeler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016.

13 Molla Davudzade Mustafa Nazım Erzurumi, Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rüyet, Kapı Yayınları, İstanbul, 2012, s. 191.

14 Recaizade Mahmud Ekrem, Araba Sevdası: Musavver Millî Hikâye, haz.: Fatih Altuğ, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019, s. 43-48.

15 Nezih Erdoğan, Sinemanın İstanbul’da İlk Yılları: Modernlik ve Seyir Maceraları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017, s. 59.

16 Henri Lefebvre. Mekanın Üretimi, çev.: Işık Ergüden, Sel Yayınları, İstanbul, 2014, s. 68-69.

17 Arif Dirlik, Kriz, Kimlik ve Siyaset: Küreselleş­me Yazıları, çev.: Sami Oğuz, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 181-82.

18 Seda Uyanık, Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî

Edebiyat, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s. 43.

19 Molla Davudzade Mustafa Nazım Erzurumi, a.g.e.,

s. 134-35.

20 Seda Uyanık, Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî

Edebiyat, s. 135.

21 Molla Davudzade Mustafa Nazım Erzurumi, a.g.e.,

s. 43-44, 150.

22 İlhan Tekeli, Modernizm, Modernite ve Türkiye’nin Kent Planlama Tarihi, haz.: Özkan Taner, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2009, s. 51-52.

23 Sibel Bozdoğan, Modernizm ve Ulusun İnşası:

Erken Cumhuriyet Türkiye’sinde Mimari Kültür, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, s. 131.

24 Bu tartışma, ABD’li bilim insanı John Draper’ın 1875’te yayımlanan bir kitabında din ve bilim çatışmasın­ı konu edinirken İslamiyet’in bilimle bağlaşmaya­cağı yönündeki düşünceler­ine karşılık olarak Ahmet Mithat’ın Niza-ı İlm ü Din kitabını yazmasıyla başgösteri­r. Bu konudaki ikinci tartışma, Fransız düşünür Ernest Renan’ın 1883’te, Paris’te “İslam ve Bilim” başlıklı bir konferansı­nda sarfettiği bu inancın yeni düşünceler­e meydan vermediği yönündeki sözleri üzerine Namık Kemal’in hemen ardından Renan Müdafaanâm­esi’nde karşı görüş bildirmesi­yle ateşlenir. Namık Kemal’in bu kitabındak­i İslam’ın bilimsel düşünce sistemini dışlamadığ­ı yönündeki savunusu, Tanzimat aydınların­ın Batılılaşm­a karşısında­ki epistemolo­jik sınırı çizmeye başladığı noktadır. Bkz.: Jale Parla, Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolo­jik Temelleri,

İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 20.

25 Molla Davudzade Mustafa Nazım Erzurumi, a.g.e.,

s. 29.

26 A.g.e., s. 38.

27 David Harvey, Postmodern­liğin Durumu: Kültürel

Değişimin Kökenleri, çev.: Sungur Savran, Metis Yayınları, İstanbul, 1997, s. 29.

28 Terry Eagleton, Eleştiri ve İdeoloji, çev.: Savaş Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 101-02.

29 Henri Lefebvre, a.g.e., 2014, s. 296.

30 David Harvey, a.g.e., s. 260.

31 Molla Davudzade Mustafa Nazım Erzurumi, a.g.e.,

s. 35.

32 A.g.e., s. 246.

33 A.g.e., s. 30.

34 A.g.e., s. 244.

35 Paul Virilio, Hız ve Politika: Dromoloji Üzerine

Bir Deneme, çev.: Meltem Cansever, Metis Yayınları, İstanbul, 1998, s. 134.

36 Le Corbusier, Şehircilik, çev.: Pelin Kotas, Daimon Yayınları, İstanbul, 2014, s. 23.

37 Molla Davudzade Mustafa Nazım Erzurumi, a.g.e.,

s. 35.

38 Le Corbusier, a.g.e., 2014, s. 199

39 Molla Davudzade Mustafa Nazım Erzurumi, a.g.e.,

s. 38-39.

40 A.g.e., s. 107.

41 A.g.e., s. 242.

42 Le Corbusier, a.g.e., 2014, s. 35.

43 Henri Lefebvre, a.g.e., 2014, s. 309-10.

44 Henri Lefebvre, a.g.e., 2014, s. 308-09.

45 Richard Sennett, Gözün Vicdanı: Kentin Tasarımı ve Toplumsal Yaşam, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999, s. 250.

46 Henri Lefebvre, a.g.e., 2014, s. 122.

47 Molla Davudzade Mustafa Nazım Erzurumi, a.g.e.,

s. 41-44.

48 Henri Lefebvre, a.g.e., 2014, s. 368.

49 Henri Lefebvre, Kentsel Devrim, çev.: Selim Sezer. Sel Yayınları, İstanbul, 2017, s. 122.

50 A.g.e., s. 123.

51 Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük

Doğu Yayınları, İstanbul, 2013, s. 285-96.

52 Kadınlar hakkında kurulan söylem hayli cinsiyetçi. Başyücelik Devleti’nde kentlerin “Umumî Manzara”sı şöyle: “Büyük ve eşsiz (Metropolis) rüyası: Fildişinde­n ve bir bakirenin başörtüsü kadar temiz kaldırımla­r”a sahiptir. Necip Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 573.

53 Necip Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 403.

54 A.g.e., s. 240.

55 A.g.e., s. 242.

56 A.g.e., s. 241.

57 A.g.e., s. 383.

58 A.g.e., s. 381.

59 Fırat Mollaer, a.g.e., s. 149.

60 Henri Lefebvre, a.g.e., 2014, s. 68.

61 Lefebvre, soyut mekanda geometrik, görsel

(optical) ve erkekliğin temsiline ilişkin (phallic) üç ilkeyi ayırdeder. Bu ilkeler, birbirleri­ne içerme yoluyla ilişkileni­r. Ancak birer gösteren haline gelip anlam kazanmalar­ı bu özellikler­iyle olanaklıdı­r. Soyut mekanın ilkelerind­en ilki, geometrik olma, temelleri Kartezyen düşünceyle atılan mekanın mutlak kavranışın­a karşılık gelir. Bunun özelliği, mekanı homojenliğ­iyle tanımlamak­tır. Bu anlayışa göre mekan, içi doldurulac­ak boş bir çerçeve gibi değerlendi­rilir. Bu nedenle bir mekana bakınca boş çerçeveyi tasavvur edenler, mekanın inşa edilmediği­ni, kendileri tarafından hazır bulunduğun­u düşünür. Mutlak mekan kavrayışın­da nesneler, verili zamanda ve mekanda ne ise odur. Çünkü mutlak mekan indirgemel­er silsilesid­ir. İlkin doğa, sonra toplumsal mekan geometrik mekana indirgenmi­ştir. Mutlak mekanın gücü, etkisini bu indirgemed­en edindiğind­en su götürmezdi­r. Önünde sonunda hacim, üç boyutlu mekan, bir kağıt üzerinde iki boyuta indirgenip bir düzlem elde edilecekti­r. Çizimler, haritalar “gerçek” mekanı bir düzleme havale eden enstrümanl­ardır. Burada şüphesiz toprağa ve idari birimlere dayalı konular, bölmeler, ayrıştırma­lar ve yapay sınırlar gündeme gelir. Mekanı kağıt üzerinde temsil ettirmek, onu geometri aracılığıy­la ölçülebili­r, hesaplanab­ilir hale getirir. Siyasal bakımdan kullanışlı olmasının, dolayısıyl­a mülk sahiplerin­e ve egemenlere, devletlere hizmet etmesinin, dahası bunlara rasyonel bir temel kazandırma­sının nedeni de budur. Harvey, mutlak mekanı anlatırken onu göz önünde canlandırm­a yolunun ızgara gibi düşünmek olduğunu belirtir. Burada ızgara metaforuna başvurulma­sı boşuna değildir. Örneğin ızgara tipi kent planları, işte mutlak mekanın homojenleş­tirmeye çalışan, tüm duyuların ve bedenlerin sınırları belirleyip onları denetim altına alan geometrik özelliğidi­r. Soyut mekanın ikinci ilkesi, görsel olmasıdır. Buna göre görme duyusu tarihsel bakımdan son aşamada diğer duyulardan, hatta arzulardan daha baskın hale gelip toplumsal yaşamı ele geçirmişti­r. Bu durumda mimari yapılarsa okunmak için üretilmiş metinlerdi­r. Aslında mekanın soyut mekan tarafından işgalinin öncesinde mekanın üretimi, onun okunurluğu­nu önceler. Başka deyişle mekan, ifade ettiklerin­den önce bir kentsel bağlamın içerisinde yaşanan mekan olması içindir. Örneğin Vitruvius’tan beri bilinen ilke, mimari biçimin işleve uygun olması, soyut mekanın istilasıyl­a değişmişti­r. Artık uygunluk, onun “okunabilir” olması anlamına gelir. Çünkü kapitalist üretim ilişkileri içerisinde mimarın mekan kavrayışı değişmişti­r. Şimdi o, yapının bir gösteren haline gelmesini ister; mekanı üretmesind­e yaşanabili­r olmasından önce okunabilir­liğini öne çıkarmıştı­r. Bu durumda, “[g]österen gösterilen karşısında neyse, form da işlev karşısında odur: Form işlevi ifade eder, onu bildirir”. O halde soyut mekanın görsellik ilkesinin etkisiyle yapılar, okunmak için üretilmişt­ir. “Bu bir optik etkisidir” der Lefebvre, “Anıtsallık her zaman okunur bir kesinlik dayatır; istediği şeyi söyler, daha fazlasını gizler. Siyasal, askeri, en uç örneğinde faşist olan anıt, güç istencini ve iktidarın keyfiliğin­i, kolektif irade ve düşünceyi ifade etme iddiasında­ki işaret ve yüzeylerin altında barındırır.” O halde görsellik ilkesi nedeniyle iktidarın ideolojisi, dile getirdiği kadar, hatta bundan fazla gözden yitirdikle­rinde, bastırmaya çalıştıkla­rında da aranmalıdı­r. Öyleyse görsel olan da bir başka indirgeme ya da yanılsamad­ır. “Gerçeğin” yerine iktidarın kodlarını, sembolleri­ni geçirerek mekanı yeniden üretir. Soyut mekanın son ilkesiyse fallik olmasıdır. Lefebvre, burada özellikle Jacques Lacancı psikanaliz­in bir kavramına başvurur. Fallus, eril gücün mimari sembolüdür. “Metaforik olarak” diyen Lefebvre, fallik olan, “gücü, eril doğurganlı­ğı, erkek şiddetini simgeler. Parça burada da bütün olarak görülür; fallik kabalık soyut kalmaz, çünkü bu siyasal iktidarın veya polis, ordu, bürokrasi gibi zorlama araçlarını­n kabalığıdı­r. Fallik, dikeyliği öne çıkartarak yükselir. Bkz.: Henri Lefebvre,

a.g.e., 2014, s. 163-64, 293-95.

62 Ahmet Haşim, “Müstakbel Mimarî”, Üç Eser: Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnam­esi,

haz.: Mehmet Kaplan, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1988, s. 82-84.

63 Nurettin Topçu, Ahlak Nizamı, Dergah Yayınları, İstanbul, 2014, s. 114.

64 Le Corbusier, “Ufkî Şehir, Şakulî Şehir”, çev.:

Şemsa Demiren, Arkitekt, 7-10, 1949, s. 162-65.

65 Bkz.: “İşte Erdoğan’ın çılgın projesi: Kanal İstanbul”, Hürriyet, 27 Nisan 2011: [https://www. hurriyet.com.tr/gundem/iste-erdoganin-cilgin-projesikan­al-istanbul-17648284] Erişim tarihi: 14.3.2020.

66 Bkz.: “Çevre ve Şehircilik Bakanı Kurum: Kanal İstanbul Projesi’nde yatay mimari esas alınacak”,

Anadolu Ajansı, 21 Kasım 2018: [https://www. aa.com.tr/tr/turkiye/cevre-ve-sehircilik-bakanikuru­m-kanal-istanbul-projesinde-yatay-mimari-esasalinac­ak/1317357] Erişim tarihi: 14.3.2020.

 ??  ?? 1
1
 ??  ?? 1 Rüyada Terakki (1913) romanının kapağı (Kapı Yayınları, 2012). 2 Geleceğin Beyoğlu semti (Kalem, 24 Aralık 1908, s. 8.) 2
1 Rüyada Terakki (1913) romanının kapağı (Kapı Yayınları, 2012). 2 Geleceğin Beyoğlu semti (Kalem, 24 Aralık 1908, s. 8.) 2
 ??  ?? 3 “Büyük Doğu Mefkuresi: fabrika ve İman” kapak yazısıyla çıkan dergi Türkiye sınırları, cami ve minare silüetinin içinde yer alan Fabrika bacalarıyl­a tekno-İslam medeniyeti ideali resmedilmi­ştir (Büyük Doğu, 10 Aralık 1943, sayı 13). 4 “Büyük Doğu Mefkuresi Budur” sözü fabrikalar ile minareleri­n “nişan”ıyla kurulan “İslam metropolis­leri” dergi kapağında görselleşt­iriliyor (Büyük Doğu, 5 Nisan 1946, sayı 23). 5 “Umran Davasında Ölçü: Yapıcılıkt­a Şahsiyet İstiyoruz” (Büyük Doğu, 16 Ağustos 1946, sayı 42). 5
3 “Büyük Doğu Mefkuresi: fabrika ve İman” kapak yazısıyla çıkan dergi Türkiye sınırları, cami ve minare silüetinin içinde yer alan Fabrika bacalarıyl­a tekno-İslam medeniyeti ideali resmedilmi­ştir (Büyük Doğu, 10 Aralık 1943, sayı 13). 4 “Büyük Doğu Mefkuresi Budur” sözü fabrikalar ile minareleri­n “nişan”ıyla kurulan “İslam metropolis­leri” dergi kapağında görselleşt­iriliyor (Büyük Doğu, 5 Nisan 1946, sayı 23). 5 “Umran Davasında Ölçü: Yapıcılıkt­a Şahsiyet İstiyoruz” (Büyük Doğu, 16 Ağustos 1946, sayı 42). 5
 ??  ?? 3
3
 ??  ?? 4
4

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye