Düşeyi Olmayan Ev
Brezilya az tanıdığımız bir ülke. 1950’li yıllarda Reidy ve Niemeyer gibi iki ustanın dünya genelinde tanınırlıkları sayesinde Türkiye’de de ilgi çektiği bilinir. Sonraki onyıllarda bu dev ülkeyi yine unuttuk. Ozan Avcı bize Brezilya’nın ikinci büyük kenti São Paulo’daki bir ev dolayımıyla yeni bir tanışma imkanı sunuyor.
Brezilya az tanıdığımız bir ülke. 1950’li yıllarda Reidy ve Niemeyer gibi iki ustanın dünya genelinde tanınırlıkları sayesinde Türkiye’de de ilgi çektiği bilinir. Sonraki onyıllarda bu dev ülkeyi yine unuttuk. Ozan Avcı bize Brezilya’nın ikinci büyük kenti São Paolo’daki bir ev dolayımıyla yeni bir tanışma imkanı sunuyor.
Ozan Avcı ■ Ev, birçok mimarın kavramsal olarak üzerinde düşündüğü ve yapısal olarak denemeler yaptığı bir kavram. Felsefe ve psikolojide de ev kavramı insanın varoluşuyla, bu dünyada kendini konumlandırmasıyla, ikamet etmesiyle ve iç dünyasının dışavurumuyla ilişkilendiriliyor. Örneğin Martin Heidegger inşa etme, düşünme ve ikamet etme eylemlerinin birbirleriyle olan ilişkilerini sorgulayarak evin sınırlarını kavramsal çerçevede genişletiyor1. Gaston Bachelard insan zihninin yapısıyla evi ilişkilendirerek mahzenden tavan arasına düşey bir kurguda evi şekillendiriyor2. Benzer bir şekilde Carl Gustav Jung da kendi evini düşeyde gelişen bir kule olarak hayal ediyor3. Bu noktada tamamen yatay bir kurguya sahip olan “Düzlemsel Ev” (Casa Plana) projesi bir evin kurgusunu, mekansal kalitelerini ve şiirselliğini tartışmak için farklı ve provoke edici bir örnek olarak karşımıza çıkıyor.
Düzlemsel Ev, Brezilya’nın en büyük metropol şehirlerinden biri olan São Paulo’nun yaklaşık 2,5 saat batısında yer alan Porto Feliz’de bir göl kenarındaki tepelik bir alanda konumlanan,
Brezilya’nın ünlü mimarlık ofislerinden biri olan Studio MK27’nin deneysel ev projelerinden biri.
1970’lerin sonlarında Marcio Kogan’ın kurduğu Studio MK27 özellikle ev projeleriyle gündeme geliyor. Yalın formlar, çok iyi düşünülmüş detaylar ve bitirişler Marcio Kogan’ın Brezilya modernizmine olan hayranlığının işlerine yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Kogan’ın sinemaya olan ilgisinin de izleri projelerinde görülebiliyor. Geniş ekran tutkusu ve sinematografik bakış açısı, projelerinde yataylık vurgusunu önplana çıkarıyor. Ofis, 32 farklı ev projesinde bu konuda deneyler yapıyor. Büyük bir kısmında brüt beton, ahşap ve cam malzemelerin kullanıldığı bu evlerin ortak özellikleri tek kata yayılan mekansal kurgularının olması. 2018 yılında tamamlanan Düzlemsel Ev projesinden önce Catuçaba Evi (2016), Mororó Evi (2015), Txai Evi (2014), Z Evi (2014), Redux Evi (2013), MM Evi (2012) ve Punta Evi (2011) gibi projelerde yataylık vurgusu özellikle deneniyor. Yataylığın vurgulanmasında tek parça brüt beton çatı plakları ve ona paralel sürekli yer
döşemeleri büyük bir rol oynuyor. Yatay elemanların sürekliliklerini korumasında beton gibi akışkan bir malzemenin istenilen ölçüde ve genişlikle kullanılabiliyor olması önemli bir fark yaratıyor. Düşey elemanların azlığı ve malzeme olarak yatay elemanlardan farklılaşıp detay çözümleriyle birbirlerinden koparılıyor olmalarıyla bu yatay evler, içinde yaşayan insanların bakışlarını bir kadraja oturtarak sinematografik bir karakter kazanıyor.
Mimari bir projede mekansal olasılıkları ve nitelikleri artırmak için kesit üzerinde çalışmak kritik bir öneme sahip. Ancak tek katlı olan bir yapıda -üstelik çatının da düz bir plaka olduğu bir yapıda- kesitte çeşitlilik yaratmak neredeyse imkansız. Onun yerine plan üzerinde çalışıp iç ve dış arasında çeşitli ilişkiler kurmak ve hareket halindeki bedenin her bir anını farklılaştıracak sekanslar geliştirmek çok önemli. Marcio Kogan’ın Düzlemsel Ev projesinde başardığı şey, sinemaskop bir kadraj içinde çok çeşitli sekanslar üretebilmesi. Zemindeki gri renkli Brezilya bazaltı ile çatıdaki brüt beton bu kadrajı oluştururken, birbirine paralel bu iki plaka arasındaki düşey elemanlar kendilerini bu iki düzlemden farklılaştırarak her ikisinin de yatay karakterini daha vurgulu hale getiriyor.
São Paolo gibi metropol bir kentten kaçmak isteyen evsahipleri için haftasonu evi olarak tasarlanmış bu proje, küçük bir gölün hemen yanındaki bir tepenin üstünde konumlanıyor. Evin tek katlı olması, istenildiğinde doğaya çıkabilmeyi kolaylaştırıyor. 7.000 m2 alan içerisinde 1.000 m2’den biraz daha büyük olan, kuzey-güney doğrultusunda yerleştirilmiş
bu ev, merkezi bir koridorla uzunlamasına ikiye bölünmüş dikdörtgen bir plana sahip. Doğu tarafında tuğlaların boşluklu olarak dizilmesiyle örülmüş eğrisel duvar, yolla ev arasında bir paravan görevi görüyor. Batı yönü manzaraya açıldığı için eğrisel duvarın olduğu bu uzun kenar arka cephe karakteri kazanıyor. Bu cephede, evde çalışanların yatak odaları ve yaşam alanı, yine çalışanların daha çok kullandığı bir servis mekanı olarak kurgulanan mutfak ve spor salonu; diğer yönde de aile fertlerinin yatak odaları ve banyoları konumlanıyor. Eve, otoparkın da yer aldığı kuzeydeki kısa kenardan giriş yapılıyor. Merkezdeki koridorun sonunda yani güneyde de yaşam ve yemek alanları yer alıyor. Evin bu noktası içle dışın iç içe geçtiği açık bir mekan olarak tasarlanmış. Dar koridordan sonra bu alanda yaşanan genişleme, açık havayla bütünleşince ferahlama duygusu yaratıyor.
David Leatherbarrow modern mimarlıkla ilgili yaygın olarak kabul gören görüşlerde, yaşanabilir ortamları tanımlamanın en etkili yolu olarak açık mekanın eklenerek çoğalmasında, bölücü duvarların ve yapısal çerçevenin ayrıcalıklı hale geldiğini dile getirir. Modern mimaride mekan, akışkan bir yapıya sahip, buradan oraya uzanan, sürekli ve genişleyen bir çerçeve veya ortam olarak tanımlanır. Duvarlar, sonsuz mekanın aksine; bölmeler, kolonlar ve ayaklar gibi sınırlıdır. Bu sınırlı olma hali, duvarların mekanı bölmelerine veya kesintiye uğratmalarına olanak tanıyarak, özel olarak etrafı çevrilmiş yerleri tanımlamalarına izin verir. Etrafını çevirerek kuşatma, tam olarak mimarinin sağladığı şey olması açısından oldukça önemlidir. Mekan, tasarımın varsayılan çerçevesi ise, duvarlar ve çerçeveler onun temel öğeleridir4.
Sinemaskop bir deneyim sunan bu yatay mekanda birbirine paralel olan döşeme ve tavan plağında sürekli bir gri yüzey yaratılıyor. Bu grilik yer döşemesinde gri renkli Brezilya bazaltı ile sağlanırken çatı plağında brüt betonla sağlanıyor. Bu çatı plağı yeşil çimle kaplanarak hem yapı çevresiyle uyumlu hale getiriliyor (ofisin söylediğine göre5) hem de evin termal konforuna katkı sağlanıyor. Güneş
panellerine ek olarak tuvalet ve banyoları düşeyde aydınlatmak için çatı pencereleri yerleştiriliyor. Beşinci cephe vazifesi gören çatı plağının üzerine portatif bir gemici merdiveniyle çıkılabiliyor. Projede sabit bir düşey sirkülasyon elemanı kullanılmaması, düşeyliği yok etme çabası olarak karşımıza çıkıyor.
Yapının ana karakterini ortaya çıkaran bu beton plak, kirişsiz bir sistemle sadece artı şeklindeki metal ayaklarla taşınıyor. Düşey taşıyıcıların azlığı yataylık hissini kuvvetli hale getiriyor. Koridoru tanımlayan duvarlar da zeminden ve tavandan farklı bir renge ve dokuya sahip sarı Brezilya freijo ahşap panellerle kaplanarak yatay elemanlardan koparılıyor. Yaşam alanlarında iç ile dış arasındaki ayrım kayar cam panellerle ve tül perdelerle sağlanıyor. Böylece içle dış arasındaki sınır muğlaklaşarak yatayda serbest hareket daha vurgulu hale geliyor. David Leatherbarrow’un bize hatırlattığı düşey elemanların insanı kuşatıcı etkisi, bu projede açılma ve kapanma ile sürekli yer değiştiren bir oyuna dönüşüyor. Bu oyun mekanın şiirselliğini artırırken sinematografik karakteriyle her anında yeni bir mekansal durum üreterek deneyimi zenginleştiriyor.
İlk bakışta yatay olarak tanımlanmış bir mimari, binanın kimliğini de tehlikeye atıyor gibi görünebilir. David Leatherbarrow düşeyi olmayan bir mimarinin elbette imkansız olduğunu ve dik duran varlıklar olduğumuz için, ortamlarımızın da düşey olmasının beklendiğini dile getirir ve geç modern mekansal görüşün umut veren vaadini anlamak amacıyla ilginin zemin kat planından zemin düzlemine ve oradan da tavan düzlemine kaydığını söyler6. Düzlemsel Ev projesinin kimliğini ortaya çıkaran şeyin birbirine paralel olarak yerleştirilmiş zemin ve tavan düzlemlerinin oluşturduğu yataylık olduğu söylenebilir.
Bu noktada Studio MK27 zoru başararak yataylığı kullanıp, düşeyi olmayan evde şiirsel bir mekan yaratıyor.
■ Ozan Avcı, Dr. Öğretim Üyesi; MEF Üniversitesi Sanat Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü.
Notlar:
1 Martin Heidegger, “Building Dwelling Thinking”, Poetry, Language, Thought, çev.: Alfred Hofstadter, Harper and Row, New York, 1971.
2 Gaston Bachelard, The Poetics of Space, Beacon Press, Boston, 1969.
3 Carl G. Jung, “The Tower”, Memories, Dreams, Reflections, Vintage, New York, 1989.
4 David Leatherbarrow, Uncommon Ground: Architecture, Technology, and Topography, MIT Press, 2000, s. 25.
5 Proje hakkında bkz.: [http://studiomk27.com.br/ planar].
6 David Leatherbarrow, A.g.e.,2000, s. 28-29.