Mimarlık Bunun Neresinde?: Gelişmekte Olan Ülkelerde Mimar Olmak Üzerine
Türkler neredeyse 21. yüzyıla kadar dünya mimarlık coğrafyasına açılmadılar. 20. yüzyılın ikinci yarısında açılım olsa olsa ABD ve Almanya’ya dek uzandı. Bugün çok daha geniş dolaşım güzergahları artık Türkler için de sözkonusu olmaya başladı. Seçil Taşkoparan Stassi’nin yazısı, Afrika’nın yoksul ülkelerinden Ruanda’ya dek “açılan” bir Türk mimarının deneyimlerini aktarıyor.
Türkler neredeyse 21. yüzyıla kadar dünya mimarlık coğrafyasına açılmadılar. 20. yüzyılın ikinci yarısında açılım olsa olsa ABD ve Almanya’ya dek uzandı. Bugün çok daha geniş dolaşım güzergahları artık Türkler için de sözkonusu olmaya başladı. Bu metin Afrika’nın yoksul ülkelerinden Ruanda’ya dek “açılan” bir Türk mimarının deneyimlerini aktarıyor.
Seçil Taşkoparan Stassi ■ Yüksek lisans eğitimimin tamamlanmasına birkaç ay kala kendimi sıklıkla gelişmekte olan ülkelerde toplum yararına ve toplumlar ile çalışan, çevresine duyarlı ve sürdürülebilir mimarlık yapan ofisleri araştırırken buluyordum. Her ne kadar bu eğilimim o dönemde Mimarlık ve Dijital Teknolojiler üzerine hazırladığım yüksek lisans tezime olabildiğince uzaksa da, Ruanda’dan bir ofis “Haydi gel, stajyer olarak başla” dediğinde çantalarımı hazırladım ve sadece altı ay süreceğini düşündüğüm macerama doğru yola çıktım. Tek bir hedefim vardı:
Yıllar süren eğitimimim nihayet sonuna gelmiştim ve daha önce hiç bulunmadığım bir Afrika ülkesinde mesleğimi icra etmeye hazırdım; biliyordum ki ihtiyacı olan toplumların gündelik hayatlarına olumlu bir katkıda bulunabilirdim. Ruanda’ya gelişimin üzerinden beş yıl geçtiği şu günlerde ise, kendimi her geçen günün ve kazanılan yeni deneyimin ardından ortaya çıkan sorulara cevap ararken buluyorum: Hızla gelişen bu ülkenin yapılı çevresinin şekillendirilmesinde bir mimar olarak rolüm ne olabilir? Bu süreçte yerel halk ve çevre üzerinde olumlu ve uzun süreli bir
etki bırakmak için mimarlar neler yapabilir ve karmaşık sorunlara dair üretilen çözümlere nasıl dahil olabilir?
Genellikle, dünyanın son yüzyıldaki en büyük soykırımlarından birinin yaşandığı yer olarak akıllara çağırışım yapan Ruanda, Doğu Afrika’da denize kıyısı olmayan ufak bir ülkedir. 1994 yılında soykırımın bitişiyle başlanan yapısal reformlar sayesinde sosyal ve ekonomik bağlamda önemli gelişmeler kaydedilse de, nüfus yoğunluğu, bireysel tarıma dayalı ekonomi, doğal yeraltı kaynaklarının azlığı, bölgesel çatışmalar ve benzeri sebepler nedeniyle Ruanda, 2019 yılı itibarıyla dünya GYSH listesinde 167. sırada yer almakta olup, toplumun yüzde 44’ü yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır1. Takriben 12,5 milyon nüfusun barındığı, yüzölçümü büyüklüğüyle Ankara’ya benzer bu ülkede, kilometre başına düşen 499 insan hemen her yerde hissedilir; öyle ki yaşanılabilir alanlarda görüş alanı boyunca herhangi birine rastlanılmaması ihtimali oldukça düşüktür2. Böyle bir ortamda toprak altın kadar değerli ve ev sahibi olmak ise prestij getirisidir. Üst üste yığılmış, tek renk ufak Lego taneleri gibi tepelerin eteklerinde cüretkarca birbirinin üzerine çıkan gecekondular en yaygın barınma tipini oluşturur3. Gecekonduların yanısıra, ülkenin büyük çoğunluğunda arsalar resmi olarak devlete aittir ve vatandaşlara doksan dokuz yıllık yenilenebilen senetler halinde kiralanır4. Böylesine teoride özel mülk kavramının olmadığı bir ülkede kamusal alanların yaygın olması beklenilse de, durum tam tersidir. Kültürel, politik nedenler ve güvenlik sebepleriyle başkent Kigali ve diğer ikincil şehirlerde halka açık ve aktif olarak kullanılan toplumsal alanlar neredeyse yok denecek azdır. Bu durumun sonucu ya da nedenlerinden biri olarak, halkın toplanma, iletişim ve etkileşim alanları genellikle evlerin ve ufak dükkanların önü ve araları ile ulaşım güzergahları boyunca uzanan yol kenarlarıdır. Günün her saatinde her yaştan kadın ve erkek bir yerden diğerine giderken ya da bulundukları yerden geçenleri izlerken sosyalleşir; mahallenin en son dedikodularını değerlendirir ve yerel seçimler hakkında fikir alışverişinde bulunur.
Her ne kadar Ruanda’ya ilk taşındığımda yukarıda yer alan bilgilerin büyük bir kısmına ön araştırmalarım sayesinde aşina olsam da, bunların mimarlık üzerine ne gibi bir etkisi olabileceğini henüz kavrayamamıştım. Üzerinde çalıştığım ilk iş, Kigali’den yaklaşık 50 km uzaklıkta ücra bir köyde yer alan sağlık merkezi projesiydi. Tasarım süreci sonuçlanmış, inşaata başlanmıştı. İş arkadaşım ve ben haftada bir kere şantiyeye denetime gidip, müteahhitin sorunlarını yanıtlıyor ve gerektiğinde ek çizimlerle projeyi revize ediyorduk. Şantiyeye gitmeye başladığımızda yağmurlu mevsimin en hararetli dönemiydi ve virajlı, kaygan ve çukurlu toprak yolda çoğu zaman araba ile ilerlemek imkansızlaşıyor ve inşaata doğru ıslak yürüyüşlerimiz başlıyordu. Daha sonra birçok projede de farkedeceğim gibi, bu maceralı yolun inşaat sürecine bir diğer etkisi, şantiyeye dışarıdan malzeme taşınmasını oldukça zorlaştırmasıydı. Bunun yanısıra, yerel malzemelerin karbon ayak izini aza indirgemesi ve çoğu zaman doğada hazır halde bulunduğu için iklime duyarlı ve sürdürebilir olması, maliyeti düşürmesi ve Ruanda’ya özgü bir tasarım dilinin yaratılmasına önayak olması gibi sebeplerle de, bu malzemeleri bilmek, kapasitelerini anlamak ve tasarıma
olabildiğince dahil etmek, her yapı gibi, bu sağlık merkezi projesinin de önemli bir kısmını oluşturmaktaydı.
Ruanda geneline bakıldığında, doğal malzemeler çoğu zaman taş, volkanik taş, kil ve tuğla ile daha az dayanaklılığı olan papirüs, bambu ve nadiren iyi kalitede bulunabilen ahşaptır. Ülkedeki bu malzeme çeşitliliği azlığı, ürün kataloglarından malzeme taramaya alışkın gözlere ilk başlarda kısıtlayıcı ve zorlayıcı gözükse de, zamanla bu durumun aslında bir mimarın yaratıcılığı ve gelişimi için katalizör görevinde olduğu anlaşılabilir. Duvarlarda tuğlaların diziliş sırasını ufak müdahalelerle değiştirerek havalandırma boşlukları yaratırken, volkanik taşları yontarak banyo zemini oluştururken ya da küçük taşlardan kapı eşiği yaratırken; malzeme eksikliğine bir dezavantaj değil de, tersine bulunduğu yörenin kimliğini yansıtan, çevresine duyarlı ve kendi içinde tutarlı tasarımlar ortaya çıkarmak için bir fırsat olarak bakılırsa oldukça heyecan verici mekanlar elde edilebilir. Sınırlı malzeme erişiminin bir diğer getirisi ise, tasarımcıları alternatif sürdürülebilir malzeme arayışlarına sevketmesidir. Son yıllarda yürütmüş olduğumuz sıkıştırılmış toprak tekniği ile duvar uygulaması veya manyok unundan tuğla yapımı gibi araştırma projeleri, doğaya uyumlu malzeme çeşitliğini arttırmaya yönelik adımlar olarak gösterilebilir.
Yerel malzemelere ek olarak, bu malzemelerin bölgeye özgü kullanım ve inşa tekniklerini araştırmak ve uygulanabilirliğini analiz etmek, tasarım ve uygulama sürecini şekillendiren ve projenin uzun vadeli başarısını arttıran oldukça önemli bir etkendir. Birkaç yıl boyunca sağlık merkezi, okul gibi kamu yararına projelerde çalıştıktan sonra, kendimi sayıları tükenmekte olup Ruanda’nın ana turizm kaynaklarından biri olan dağ gorillerini ziyarete gelen kalburüstü
turistleri hedefleyen bir otel için mimarlık yaparken buldum. Bir yandan farklı bir tür projeye dahil olmaktan dolayı heyecanlı, öte yandan bir gece dahi kalmaya maddi gücümün yetmeyeceği ve bu lüks tabiatı sebebiyle bölge halkını dahil etmek yerine hariç tutan bir otel yapımında çalışmaktan ötürü çekinceliydim. Ancak kısa süre içinde farkettim ki, eğer doğru bir bakış açısıyla yaklaşılırsa, sürdürülebilir ve toplum yararına mimarlık her türlü projede kendine yer bulabilir; ve bu yaklaşım yalnızca son üründe değil, yapım süresince de varolabilirdi.
Dokumacılığın, Ruanda’da kökleri geçmişe uzanan ve ülkenin kültürünü yansıtan önemli sanat dallarından biri olmasından ötürü, bu tekniğin otel genelinde yansıtılması fikri tasarım sürecini başlangıçtan itibaren şekillendiren faktörlerden biriydi5. Hem papirüs, okaliptüs ve bambu gibi yerel malzemelerin kullanılması hem ülkenin kültür mirasının mimari bağlamda yorumlanması hem de yerel halkın projeye dahil edilmesi için otelin brüt betondan tavanları kendisine tezat oluşturan, doğal ve hafif dokumadan bir katman ile kaplandı. Günlük hayatta dokumacılığın çoğunlukla sepet yapımında kullanılması sebebiyle, zanaatkarlar her ne kadar böyle bir uygulamaya kuşkucu bir yaklaşım takınsa da; aylar süren ölçek, malzeme, boy, en ve strüktür denemeleri sonucunda hem mimarların hem de zanaatkarların hemfikir olduğu bir tasarım dili geliştirildi. İlk aylarda dokuma tavanlar yalnızca çevrede yaşayan birkaç zanaatkar tarafından yapılsa da, kısa süre içinde daha fazla çalışana ihtiyaç duyulduğu anlaşıldı ve zanaatkarlar üretim kapasitesini arttırmak için çevre köylerdeki yerel halkı işe alıp, eğitmeye başladı. Bu yaklaşımla bir yıl sonra proje sonuçlandığında, ortaya yalnızca el emeği ile yapılmış ve ülkenin kültürel mirasını yansıtan tavanlar değil; aynı zamanda, an itibarıyla hala başka projelerde bu mesleği icra etmekte olan onlarca yeni zanaatkar çıkmış oldu. Bu ve benzeri örnekler, mimarların özellikle gelişen ülkelerdeki rollerinin tasarımın ötesinde ve daha büyük bir kapsamda olabileceğini gösterir. Evet, çoğu zaman bütçe, işveren ve müteahhit üçgeni içerisinde sıkışıp kalmış olan mimarlar ne yazık ki dünyayı kurtaramaz; ancak verilen tasarım kararlarıyla ihtiyacı olanlar için fırsatlar yaratabilir ve mimarlığı iş ve istihdam olanakları sağlayacak bir araç olarak kullanabilir.
Yapım süresince yerel halk ile birlikte çalışılmasının projenin başarısı üzerindeki etkisi yadsınamaz. Ancak bir diğer önemli etken ise, kullanıcıların katılımcı yaklaşım ile tasarım sürecine dahil edilmesidir. Bu katılımcı yaklaşım her ne kadar son yıllarda daha çok gerçek anlamından taviz verilerek üzerine tik atılan bir kritere dönüşmeye başlasa da, özellikle Ruanda gibi sosyoekonomik yönden çetrefilli yerlerde yapıların uzun ömürlülüğünü belirleyen önemli faktörlerden biridir. Birkaç yıl önce, yapımı tamamlanan okul projelerimizden birine işverenin isteği üzerine mevcut durumu belgelemek için ziyarette bulunduk. Henüz arabayı park ederken ters giden bir şeyler olduğunu anlasak da, okula yaklaştıkça durumun vahametini tüm açıklığıyla gördük: Çalınabilecek birçok parça çalınmış, okul neredeyse yağmalanmış ve terkedilmişti. Camlar, kapı kolları, metal katı atik kapakları ve daha niceleri yok olmuş, tayin edilen öğretmen okulda çalışmayı reddetmişti. Aşırı fakirlik ve yolsuzluk gibi sebeplerle bu tarz vakalar zaman zaman yaşansa da, kullanıcıların ve bölge halkının okulu sahiplenmemesi de bu durumun nedenlerinden biriydi. Eğer tasarım süresi boyunca bölge halkıyla daha çok etkileşim kurup, onların istekleri, projeden beklentileri ve bu okulun onlara ve çocuklarına kazandırabilecekleri üzerine daha etkili bir iletişim kurabilseydik, okul hala çalışıyor olabilir, öğrenciler eğitimlerine devam ediyor olabilirdi.
Farklı motivasyonlarla gerçekleşen ancak aynı derecede sarsıcı bir diğer örnek ise, inşaatı devam eden bir hastane projemizde, ana giriş alanını şekillendiren ve 3 m’lik çapı ile gelecekteki halk toplantılarına korunaklı, gölgeli ve serin bir alan sağlayacağını düşündüğümüz görkemli bir ağacın yerel halk ve müteahhit işbirliğiyle inşaata malzeme taşınmasına engel oluyor gerekçesiyle kesilmesiydi. Benzer şekilde, eğer hastane ve çevresi ile ilgili daha çok bilgi sağlayıp, katılımcı mekanizmaları teşvik ederek yerel halk ile daha etkili bir iletişim kurabilmiş olsaydık, belki de ağaç kesilmez, onun yerine yanından bir yol açılırdı.
Ancak burada belirtmek gerekir ki, toplumun üçboyutlu çevre ve mekanları kolaylıkla zihninde canlandıramamasına ek olarak, Ruanda’da yetişkin toplumun yaklaşık dörtte birinin okuma yazma
bilmemesi de bu katılımcı yaklaşımları hayata geçirmeye ayrı bir zorluk eklemektedir6. Bu bağlamda, toplum liderlerini ve gerektiğinde yüklenici firma temsilcilerini biraraya getirerek toplantılar düzenlenmek ve toplumun farklı yaş ve kullanıcı profillerini barındıran çalıştaylar organize etmek önem kazanmaktadır. Bu çalıştaylarda katılımcılara kısa ve net cevaplara elverişli, hızlı yanıtlanabilecek direkt sorular sormak, mümkün olduğunca görsel malzemeden yararlanmak, yazının kullanılamadığı yerlerde resim ve üçboyutlu küpler gibi tasviri kolaylaştıracak alternatif iletişim araçlarından yararlanmak etkili bir katılımcı yaklaşım gerçekleştirmek için oldukça önem taşımaktadır.
Son yıllarda başkentin merkezinde parlak mavi camlı cepheleriyle birbiri ardına yükselen Dubai’den ithal binaları ya da ülkenin her kısmında yeşermeye başlayan çoğu zaman prestij, bazen de “Ne kadar dik olursa Allah’a o kadar yakın oluyor” gerekçesiyle Norveç’i andıran çatılarıyla sakinlerine yukarıdan bakan evleri gördükçe, önümüzdeki yılların Ruanda’nın silüetini nasıl değiştireceği konusu oldukça düşündürücüdür. Günümüzde bir müze olarak kullanılan Ruanda
Kraliyet Sarayı’nın rekonstrüksiyonunda7 geçmişe dair birtakım izler görmek mümkün olsa da; önce Almanya, daha sonra Belçika tarafından sömürge devleti yapılmış Ruanda’nın, bu dönemlerden önceki geleneksel mimari kimliğinin görülebileceği birçok yapı zamanla yok olmuştur. Buna ek olarak, Ruanda Merkez Bankası, Meclis Binası, Etnografya Müzesi ve bazı diğer yapılar dışında ülkenin modern mimarlığına referans verebilecek örnek eksikliği günümüzde devam eden bu eklektik yapılaşmanın büyümesine katkıda bulunmuştur. Ülkedeki ilk mimarlık okulunun ise yalnızca yaklaşık on yıl önce açılmış olması da bu kimlik karmaşasının oluşmasına etken olmuştur. Bu bilgiler doğrultusunda, geçirdiği beş yılın sonunda yaşadığı yerin kompleks kültürel ve sosyolojik yapısını henüz anlamaya başlayan ve yabancı bir kültür ve eğitimden gelen bir mimar olarak buradaki rolüm ne olabilir?
Ülkenin gelecekteki yapılı çevresini ve mimari kültürünü asıl şekillendirecek olanların yeni nesil Ruandalı mimarlar olduğu düşünülürse, görebiliyorum ki buradaki rolüm bu neslin gelişimine katkıda bulunmak ve yeri geldiğinde onlara rehberlik yapmak etrafında şekillenmektedir. Bu amaçla, hayata geçirilen projeler gelecek nesil tasarımcılar için, sürdürülebilir, doğaya ve çevresine duyarlı, kullanıcılarını sürece dahil eden ve gündelik hayatlarına olumlu etki yapabilecek mimari referanslar oluşturabilmelidir. Ek olarak, ülkeye özgü yerel malzeme ve tekniklerin araştırılması, geliştirilmesi ve kullanımı da yetişmekte olan mimarlar için önemli bir bilgi kaynağı görevi görmektedir. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki, gelişen ülkelerde mimarın rolü, üniversite eğitimi boyunca çoğunlukla bireysel projelerle çeşitli yapılar tasarlayıp, çarpıcı imajlar
üretmekle sınırlı değil; aksine bunun çok daha ötesinde, karmaşık sorunlara karşı üretilen yapıcı çözümlerin parçası olabilmektir.
Dünya genelinde hızla daha da artan gecekondularda8 an itibarıyla barınan 1 milyarın üzerinde nüfusun, 2030 yılına kadar ikiye katlanacağı öngörülmektedir9. Sosyoekonomik güçlüklerin yanısıra, sel ve toprak kayması gibi doğal afetlere karşı çoğu zaman savunmasız bu alanlarda, temiz suya erişim ve sanitasyon sorunları da başgöstermektedir. Ancak bütçe, yer eksikliği, duygusal bağlılık gibi çeşitli nedenlerden dolayı gecekonduların yıkılması ve yaşayanların başka yerlere nakli oldukça zor olduğundan, bu yerleşim yerlerinin iyileştirilmesini ve yeniden canlandırmasını hedefleyen projeler dünya genelinde önplana çıkmaktadır10. Bu bağlamda, yaşamsal sorunların estetik kaygıların önüne geçtiği ve böylesine karmaşık dinamikleri olan alanlarda mimar olmak belki de nesne tasarlamanın ötesinde, bir (eko)sistem oluşturabilmek ve bu sistemde farklı disiplinlerle işbirliği yapmak ve ortak bir dil konuşabilmektir. Gerektiğinde ise, karar verici organlar, kullanıcılar ile diğer profesyoneller arasında bir nevi tercüman görevi üstlenerek iletişimi sağlamak ve ortaya çıkan fırsatlardan yapılı çevreyi geliştirebilecek çözümler üretebilmektir.
Yıllar önce tasarımcıların çevrimiçi platformlarda gelişen ülkelere dair proje sunumlarını ve cesur söylemlerini izlerken heyecanlanıp, hayaller kurarken, son zamanlarda, perde arkasında olayların iç yüzü hakkında biraz deneyim kazanmış biri olarak, bunları gördükçe yüzümde kuşkucu bir tebessüm ve zihnimde sayısız soru belirmekte. Kırılgan ekonomik yapı, yoksulluk, temel insan ihtiyaçlarına erişimin zorluğu ve sosyokültürel farklılıklar nedeniyle oluşan iletişim bariyerleri gibi nedenlerle, Ruanda benzeri gelişmekte olan ülkelerde nasıl mimarlık yapılır sorusunun ise kolay ve net bir cevabı yok. Öte yandan, toplumların gelişiminin ve geleceğinin bir parçası olmak, tasarlamak, araştırmak, öğrenmek ve ufak bir bavulla gelip sınırsız deneyimlerle ayrılma(ma)k isteyen cesur, kararlı ve azimli mimarlar için bu ülkeler kendi yollarını çizip kendi cevaplarını bulabilmeleri yolunda eşsiz fırsatlar sunmakta. Biraz da gelişen ülkelerde pratik yapan Türk mimarların azlığından ötürü biraraya getirdiğim bu yazı, umarım yeni neslin ufkunu genişleten ve önlerinde alternatif yollar açabilen bir rehber niteliğinde ileriki dönemlerde amacına hizmet edebilir.
■ Seçil Taşkoparan Stassi, Y. Mimar, ASA Studio.
Notlar:
1 “About Rwanda”, United Nations Development Program: [https://www.rw.undp.org/content/rwanda/en/ home/countryinfo.html].
2 “Population growth (annual %), Population density (people per sq. km of land area)”, World Bank, World Development Indicators: [https://databank.worldbank.org/reports. aspx?source=2&country=RWA#].
3 Korydon H.Smith ve Toma Berlanda, Interpreting Kigali, Rwanda: Architectural Inquiries and Prospects for a Developing African City, University of Arkansas Press, Fayetteville, 2018, s. 3-8.
4 Pamela Abbot ve Roger Mugisha, “Land Tenure Regularization Programme: Progress Report for
Selected Indicators”, DfID, Kigali, Rwanda, 2015.
5 Kanimba M. Celestin ve Lode Van Pee, Rwanda: Wickerwork-Vannerie, Africalia, Brüksel, 2009.
6 “Rwanda literacy rate rises”, National Institute of Statistics of Rwanda: [http://statistics.gov.rw/ node/1086].
7 Kanimba M. Celestin ve Lode Van Pee, Rwanda: Traditional Dwelling, Africalia, Brüksel, 2008.
8 Bu yazıda gecekondu, “informal settlements” kavramından Türkçe’ye çevrilmiştir. UN-Habitat gecekondu halkını, ortak bir çatının altında yaşayan ve beş koşulunun bir veya daha fazlasına sahip olamayan hane halkı olarak tanımlamıştır: Temiz suya erişim, temiz sanitasyona erişim, yeterli yaşam alanı, evlerin dayanıklılığı ve strüktürel kalitesi, mülk güvenliği. Ayrıca bkz.: Eduardo López Moreno, Slums of the World: The Face of Urban Poverty in the New Millennium, UN-HABITAT, Nairobi, 2003.
9 “Goal 11: Make Cities and Human Settlements Inclusive, Safe, Resilient and Sustainable - SDG Indicators”, United Nations: [https://unstats.un.org/sdgs/ report/2017/goal-11/].
10 Örnek olarak bkz.: [https://www.rise-program.org].