Demokrasi Bir Yarışma mıdır?
Hakkı Yırtıcı ■ Sadece Türkiye’de değil bugün tüm dünyada kamusal alan krizde. Neoliberal politikalar kent üzerindeki baskısını arttırdıkça “herkesin” olması gereken bu alanlar sürekli erozyona uğramaktalar. Krizin iki temel boyutu var: İlki, kamusal alanın ekonomik determinizm altında anlamını yitirmesi, tüketim mekanına dönüşmesi ve herkese açık olması gereken bu alanların toplumun belli kesimleri için yarı ya da tam kapalı hale gelmesi. İkincisi ise siyasal alana ait; modernitenin bu demokratik ve özgürlüklere imkan tanıması gereken mekanının, toplumun farklı kesimler arasındaki geçirgenlik işlevini yitirmesi ve yurttaşlık bilincinin zayıflaması.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 2020 yılı içinde açtığı Taksim, Kadıköy, Bakırköy Meydanları Kentsel Tasarım ve Salacak Sahil Düzenlemesi yarışmaları sonrası tartışmaları bu iki hikayeyi unutmadan değerlendirilmeli.
Ancak Taksim Meydanı diğerlerinden ayrı bir yerde durmakta. Diğer meydanlar kendi yakın bölgelerinden beslenen ve görece homojen kamusallıklar yaratan alanlar. Taksim Meydanı ise dünden bugüne İstanbul’un doğal meydanı olmuş, sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin dünyaya açılan kapısı niteliği kazanmış ve toplumun farklı kesimleri tarafından sahiplenilmiştir. Bu nedenle burada doğrudan ya da dolaylı söylenenleri daha çok Taksim Meydanı üzerinden anlamak daha anlamlı olacaktır.
İki turlu düzenlenen ve ikinci tura kalan projeler arasından seçilen üç projenin halk oylamasına sunulduğu yarışmalar dizisi hem süreç hem sonuçları açısından büyük tartışmalara neden oldu. Tartışmalar üç ana başlık altında toplanabilirler:
1. Yarışma öncesi ve yarışma şartnamesinin oluşturulması aşamasında ilgili aktörlerin sürece yeterince dahil edilmemesi.
2. Taksim Meydanı özelinde, seçilen üç eşdeğer projenin Taksim’in siyasal hafızasına yer vermek ve uzun vadeli bir meydan kurgusu oluşturmak yerine, popülist, meydanı parklaştıran bir anlayışa sahip olması.
3. Kentsel tasarım gibi uzmanlık gerektiren bir alanda son kararın halka bırakılmasının ancak kısa vadeli bir perspektife sahip olmasının sakıncaları ve halk dahil edilecekse bile en azından bu sürecin daha en başından kurgulanması gerektiği.
Fakat yarışma öncesi çalışmalar, şartname esasları, müdahalenin ölçeği, katılım ve belki de “seçmeme hakkı”na yönelik eleştirilerin böylesine yoğun olmasının asıl nedenini süreçte değil siyasal alanında aranmalı. “İstanbul Senin” sloganı ile açılan yarışmalar dizisi kısa sürede anlamını aşıp bir demokrasi yarışmasına dönüştü.
Peki, demokrasi bir yarışma mıdır?
Olimpiyatlarda en hızlı koşanın, atlayanın, fırlatanın birinci seçilmesi yarışmadır. Ama bireylerin hak ve özgürlüklerinin devletin kurum ve kuralları tarafından güvenceye alınması bir yarışma olamaz; bu durum sürekliliktir ve toplumsal bir yaşam iradesi barındırır.
Kuşkusuz ister yarışma ister başka yöntem ile olsun kamusal alanların düzenlenmesi temelde politik niteliktedir. Kamusal alan bir buluşma mekanı olarak doğrudan toplumun yapısı ve insan yaşamlarının niteliği ile ilgilidir. Ancak toplumu homojen bir bütün olarak düşünmemeli. Kamusal alan farklı ideolojilerin, inançların, etnik ve cinsel kimliklerin buluştuğu, çatışma alanlarının görünür olduğu ortak mekanlardır. Bu nedenle kamusal alan öngörülemez olayların mekanıdır. Zaten mekanın etimolojik anlamlarından biri de “olayın geçtiği yer”dir.
Ancak şunu kaçırmamalı; İBB’nin açtığı yarışmalarının temelinde bir önceki yönetimin kamusal alan ile ilgili kararların büyük çoğunlukla uzlaşı ile alınmadığı, daha çok tebliğ niteliğindeki tavrına yönelik refleks siyaseti bulunmakta. Sürecin bu kadar hızlı ilerlemesi ve öncesinde yeterli katılımın sağlanamamasının temelinde bu yatmaktadır. Bu da kaçınılmaz olarak popülizm duvarına çarpıyor ve anlık beklentiler uzun vadeli kamusal alan planlamasını gölgeliyor.
Tekrar Taksim Meydanı Yarışması’na dönecek olursak, ülkede doğa katliamlarının ardı ardası kesilmez ve halen hafızalarda taze olan Gezi Parkı Direnişi’ni başlatan parktaki ağaçların sökülmesi iken, herkeste yeşil bir meydan beklentisi oluşmuştu. Bu beklenti yarışmacılarda karşılığını meydanların toplumsal niteliğini yitiren, onu parka dönüştüren bir kamusal alan anlayışı olarak buldu ki, bu en önemli eleştirilerden biri.
Meydanlar bir ülkenin demokrasi kültürünün aynası gibidir. Türkiye’de demokrasinin kurum ve kuralları, bireylerin fark gözetmeksizin özgürlükleri ve hakları güvence altına alınmadan meydanlarımız sürekli değişecek, eleştiri ve siyasal çatışmaların alanı olmaya devam edecektir. Bunun tam tersi de söylenebilir. Meydanların insanların buluştuğu, tümüyle huzurlu yerler olduğu fikri yanlış bir beklentidir. Meydanlar doğası gereği toplumsal çatışma alanları; insanların, dertlerini yüksek sesle dile getirebildikleri çok değerli boşluklardır. Yeter ki birarada yaşamayı, birbirimize saygı göstermeyi ya da en azından katlanmayı öğrenebilelim.
Bu nedenle çok tartışmalı bu yarışmalar dizisini nihai sonuç olarak düşünmemeli. Yapılan tüm tartışmalar toplumun parçası olan bizlere ve Türkiye mimarlık kültürüne çok şey kazandırdı, kamusal alan üzerine tekrar düşünmemizi sağladı. Unutmayalım meydanlarımız, Avrupa’daki 200 yıllık benzerleri ile karşılaştırıldığında daha çok genç ve daha yaşayacakları çok şey var.
Toparlamak adına yazıyı şöyle bitireyim: İBB’nin açtığı yarışmalarda süreç, katılım, kamusal alana müdahalenin ölçeği ve uzlaşının nasıl sağlanması gerektiğine yönelik eleştiriler bütününe şu soru üzerinden bakılırsa daha verimli olacaktır. “Cevabını bildiğiniz bir soruyu halka neden sorarsınız?”