Çevrimiçi Seyir Defterinden Notlar
Ela Çil ■
- Geldi mi ekranım?
- Geldi... ama sunumu büyütebilir misin? Hayır öyle değil; yani sunum formatına getirebilir misin? Yok, lütfen ekranı kaydırma, başımız döndü.
...
- Hocam mikrofonunuz kapalı.
- Hay Allah. Bir türlü öğrenemedim şunu.
...
- Herkes iyi mi? Sessizlik. Uzunca.
- Bir merhabalaşalım mı? Gene ses yok. Tek tek isim okuyarak kamera açtırıyorum.
- Nasılsın Fırat?
- İyiyim hocam, siz nasılsınız?
- Ben de iyiyim. Evde herkes iyi mi? Annen, baban, kardeşler?
- İyi hocam, sağolun. Onlar da iyiler. - Sevindim Fırat’cım. Merhaba Ceyda, senden ne haber, nasıl geçti haftasonu?
Tek tek. Bütün öğrencilerin yüzlerini görüp seslerini duyup hal hatır sorma işi her pazartesi bir ritüele dönüşüyor. Babaanneme benzedim. Ona gittiğimde de böyle olurdu. Misafirlere, kalabalık da olsa akrabalara tek tek sorardı.
...
Sinemanın sessiz dönemi gibi bakışıyoruz. Bir espri yapıyorum. Gülüşüyor kamerası açık olan birkaçı; zaten onlara da rica minnet açtırmışım kameralarını. Ama kahkaha sesi, kıkırdama sesi falan yok. Kendi sesim çınlıyor odamda. Deli gibi hissediyorum kendimi.
...
- Lütfen sunanlar kameralarını da açsınlar. - Hocam bağlantım çok kötü, anlatırken kopabilirim.
- Tamam o zaman, n’apalım.
...
İlk milli eğitim bakanlarından Emrullah Efendi’nin “Şu mektepler olmasa, maarifi ne güzel idare ederdim” diyerek hiciv yaptığı rivayet edilir. Zaman içinde de bu ifade, asıl olanın bürokrasi olduğu ve bürokrasinin işlerin adil ve kayıt altında yürümesini sağlamaktan çıkıp, kolaylık sağlaması gereken işlere, bürokrasiye iş çıkaran, hatta neredeyse işleyişe ayakbağı olan problemler gözüyle bakan devletçi zihniyeti anlatmak için kullanılagelmiştir. Ben de pandeminin ilk dönemiyle birlikte cümleyi tersinden kurarken buldum kendimi: “Şu mektepler olmasa sadece öğrencilerle olmak fena değilmiş aslında” dedim. İçeriğe dair şeyleri konuşmak için bir türlü zamanın bulunamadığı; onun yerine kurallar, usuller ve işleyişin gündemi doldurduğu; soğuk, tatsız bir binanın içindeki ruhsuz toplantı odasında, “çok uzun sürmesini beklemiyoruz” denip de iki saat süren toplantı ortamlarından bir süreliğine kurtulduğumuz için mutluyum aslına bakılırsa. Dahası, o ağırlaştıran enerjinin, tasarım stüdyosuna sirayet etmesinden de... Her ne kadar “önce sağlık” anlayışı giderek çözülmeye ve eski rutinlere dönüş başlamış olsa da, üniversite bürokrasisi akademik yaşantının belki de bugüne kadarki en alt sınırında seyrediyor gene de. Belki de sadece bana öyle geliyor, bilemiyorum; ama ders dışındaki şeyler gündemimi kaplayamayacak bir seviyede kalınca “meğer dersler ne zevkliymiş” diyorum içimden. Meğer farketmeden derslerden uzaklaşmışım. Şimdi eskisinden daha zevkle ders yapıyorum. “Mimarlık, tasarım, yaşama sevinci verebilir; dünyaya tutunmamızı sağlayabilir” diyorum. Üniversite bürokrasisinin unutturduğu önceki bir beni hatırlıyorum. Kendimi mi kandırıyorum?
Ayrıca, evde olmak çok iyi geliyor.
Ailesiyle ve evde olduğu için günün 24 saati ev işleriyle ilgilenmek zorunda kalan meslektaşlarımı kızdırmak istemem ama bir akademisyen için evde kendinle başbaşa kalabilmek ödül gibi. Ama mimarlık eğitimi, özellikle proje dersi, yüzyüze olmadan yapılabilir mi? Öğretim kadrosunun yarısı “Mümkün değil” diyor pandeminin ilanından sonraki ilk bölüm kurulu toplantısında. Diğer öğretim üyeleri de farklı düşünmüyorlardı büyük ihtimalle ama bu işin çabuk bitemeyeceğini ve kaçınılmaz olanın başımıza geleceğini öngörüyor ve stüdyo derslerini reddettikçe yazın sonuna kadar ders yapmak zorunda kalacağımızdan korkarak bir an önce stüdyo derslerine başlamak istiyorlardı. Neticede, Mart sonunda verilen üç hafta aranın dönem sonuna eklenmesine karar verildi. Ben için için, zaten o zamana kadar salgın sona erer, yazın kampüste olmak da güzel olur diye hayal ediyordum. Şimdi gülüyorum; ama şimdi. Çünkü, “Enteresan zamanlarda yaşayasın” diye bilinen Çin bedduasının tuttuğunu kavramam bu yazıyı yazmaya başlamamdan az önceye kadar mümkün olmamıştı. İlk günden bugüne her yeni gelen ayda, aşıyla birlikte salgının biteceğini düşünüyordum.
...
Derslerin içeriği ilk günden değişiyor.
İlk önceleri, “ne olacak bir anlayalım”ın etkisiyle bekleyişi nitelikli kılmak için belgesel ve söyleşi seyrediyoruz sıkça.
Gece sineması için buluşuyoruz ekranda. Pandemi yokmuş gibi davranmamak gerektiğini konuşuyoruz aramızda ve salgının çıkış mekanını, hayvan pazarlarını mesele ediyoruz. Küreselleşme ve antroposen çağı, insan merkezli dünya algısı ve nihayetinde insanın kendi dışındaki her şeye araçsal bakışı, hiç olmadığı kadar sorgulanıyor stüdyoda. Hayvan, dünya, mekan üçlüsü bir konu olarak stüdyonun merkezine geliyor pandeminin ikinci döneminde. J. J. von Uexküll’ün umwelt kavramını, her canlının sadece birbirinden farklı çevrede yaşadığını değil, aynı zamanda, farklı deneyim ortamlarıyla aynı gezegende ama farklı dünyalarda yaşadığını tartışıyoruz. Peki o zaman bu dünyada bir hayvan olarak varolmak nasıl bir şey olurdu? İnsan merkezli dünya kavrayışımızı farkedebilmek için küçük de olsa bir yardımı olabilir mi bu egzersizin? Öğrenciler ikili grup çalışması yapıyorlar; seçtikleri bir hayvanı inceleyip ona bir mekan tasarlayacaklar. Önce o hayvanın biyolojisi, bir günü, rotası, habitatını tartışıyoruz. Daha önce böyle konuları naif bulmama, stüdyoda inceleme konusu yapmama şaşıyorum giderek. Ve sanki özellikle denk geliyor: Bir anne kedi beş yavru getiriyor evimin terasına. Ben kedici değilim ki, köpekçiyim.
- Çocuklar, kedilerden anlayan var mı? Neden böyle yapıyor bu kedi, normal mi? Dizüstü bilgisayarın kamerasını kediye döndürüp gösteriyorum.
...
Kameralarını açtıklarında iç mekana dair görüntü veren neredeyse hiç öğrenci olmadığını farkediyorum. Herkes ya bir arkaplan seçiyor kendine ya da bir duvarın önünde oturuyor. Benimle birlikte bir ya da iki öğrencinin bulunduğu ortamı paylaştığını görüyorum. Bulanık arkaplanlara alışmam epey zor oluyor. Acaba ben de mi öyle yapmalıyım? Konsantrasyon bozucu bir bilgi mi acaba bulunduğum ortamın da derse katılması? Bilemiyorum. Bende yabancılık yaratan bir görüntüyü kendim kullanmak istemiyorum. Yakınlarda bir zaman,
çevrimiçi dersin kendine has görgü kuralları hakkında bir yazı çıkar herhalde. Ya da belki de gerek yoktur; çünkü bugüne kadar bir kişi bile diğerinin bulunduğu ortama dair yorum yapmadı.
...
Belgesel, film ve söyleşilere, her hafta bir kitap bölümünü okuma ve tartışma alışkanlığı da ekleniyor. Yazıları ince ince tartışıyoruz. Çevrimiçi derslerde kelimeler daha bir önem kazanıyor. “Kelimelerle imgeler farklı hayvanlardır” diyorum William Eggleston’dan devşirerek. Eggleston haklı ama eğer kelimelerle imgeleri şimdi biraraya getirmeye çalışmayacaksak, ne zaman? Kavram ve terim listesi yapıyoruz.
Peter Zumthor’un Atmospheres kitabı okunuyor üç dönemdir. Ne ironik değil mi? Mimarlığın, mekan atmosferi kurmak olduğunu iddia eden bir kitabı böyle, çevrimiçi okuyup tartışmak... Bir diğer yandan, stüdyoda hep birlikte imgelere bakarak tartışmak bu derece yoğun olamıyordu, üzücü ama öyle. Stüdyoda, tasarlama edimi ve öğrencilerin yaptıkları üzerine konuşmak, tasarımlarına rehberlik etmek olağan olarak baskın. Örnek incelemeler hep yapılıyordu tabii ama şimdiki gibi dönem boyunca sürdürebildiğimiz kuramsal tartışmalar yapamıyorduk. Atölyede tartışmak ya da sunular üzerine konuşmak için başka mekana gitmemiz, projektörlü boş bir sınıf bulmamız gerekiyordu. O sınıf da, ya çok küçük ya da seminer salonu gibi çok büyük olurdu. Şimdi hep birlikte öğrencilerin yaptıklarını, örnek yapılarla ve başka imgelerle yanyana konuşabiliyoruz. Okuldaki atölyenin de kendine özgü bir baskısı ve sınırlılığı varmış meğer. Hayal ettiğim kuramsal ile edimselin dengesini hiç ummadığım yerde buluyorum.
...
İlk başta öğrencilerin gösterdikleri örnekler ya da eskizlerinin üzerine powerpoint programında çiziyorum. Fareyle serbest el çizim komik oluyor. Gülüyoruz. Yo; aslında üçüncü seferde farkediyorum ki, bir tek ben gülüyorum. Bu böyle olmayacak. Soruşturuyorum; okulun verdiği tableti çok güzel kullanıyormuş bazı hocalar. Tabii ya, tablet! Ben de istiyorum. Hemen veriyor okul.
- Deniz, nasıl çalışıyor bu?
- Hocam, benim bilgisayar kaput; ben bir süredir telefondan giriyordum aslında derse; bilmiyorum. Ama öğrenirim isterseniz.
Utanıyorum. Olur mu canım, ben hallederim.
Hiçbir şey halledemiyorum. Benim yarım saat içinde fanını çalıştıran bilgisayarım on dakika içinde havaalanı gibi oluyor. Vazgeçiyorum.
…
İlk dönem sonu kolokyumunda öğrenciler, “Bir keresinde deftere çizip ekranda göstermiştiniz ya, aslında ondan daha çok yapsaydınız keşke. O zaman hemen anlamıştık ne demek istediğinizi” diyorlar. Madem öyle, daha çok yapıyorum o çizimlerden. Hem böylece onların çizimini düzeltmek gibi de olmuyor; şemaları, prensipleri konuşmuş oluyoruz.
...
Yaşasın! Önceden seminere, jüri sunumlarına katılamayacak pek çok kişiyi şimdi derse davet edebiliyoruz. Ne şahane, uzaklıklar azaldı... Neredeyse salgın var diye sevineceğim.
- Doğu, bir dakika bekle, sana tekrar davet yolluyorum… Tamam şimdi olacak, bu linki dene bu sefer.
- Hocam, misafirler için ayrı e-posta hesabı aldım, bunu yollar mısınız? diyor Deniz bir başka jüri günü. Bir saat sonra, yokuşları tırmanmış, üç başlı ejderhayı yenmiş de sarayın kapısından içeri girmiş gibi perişan bir halde jüri üyesi beliriyor ekranda. Işınlanma odasında Mistır Sıpak’ı ilk kez görmüşüm gibi alkışlıyorum.
- Hoşgeldin! Çok uğraştırdık seni... çok özür. İstanbul trafiğinde cümleten daha az sıkılırdık herhalde.
...
İlk dönemin sonuna varmadan başka şehirlerdeki diğer okullar, konferanslarının çevrimiçi bağlantılarını paylaşıyor ardı ardına. Hiç olmadığı kadar duyuru ve paylaşım bolluğu oluyor. Erişimi ücretli olan pek çok kurum ve şirket, kaynaklarını ve yayınlarını pandemi döneminde ücretsiz erişime açıyorlar. Çok sevindirici. Ama çok geçmeden, bilgisayar ortamında kendi zorunluluklarımın dışında çok az şeye katılabildiğimi görüyorum ve ben de giderek daha az davet yolluyorum. Sanki izin gününde hapishaneye geri çağırmak gibi geliyor davetler.
...
- Deniz, Yavuz buradaydı sanki, sıra ondaydı ama..?
- Düştü galiba hocam.
- Hay Allah! Geçen Pazartesi de tüm gün katılamadı.
- Hocam, şimdi Whatsapp’tan yazdı; interneti çok kötüymüş.
- ..ocaaa.m, as..lın..a ben.m de ç.k k..tü. - Tamam dert etmeyin; bağlantı iyileşince gelirsiniz.
- Merhaba Yavuz, bağlantın şimdi iyi galiba?
- Evet hocam; teyzemgile geldim.
- Epey ders kaçırdın.
- Hocam, köydeyim ya burada olunca sabahları çobanlık yapmam gerekiyor; evdeyim diye birtakım işler bekleniyor... Pazartesi de başka işler oldu, uzadı; ondan derse gelemedim.
- Ama evdekilere açıkla Yavuz; ev işlerine yardım et tabii ama derslere katılman lazım. - Hocam, sıkıntı yok! Sonra kayıtları izliyorum.
Konunun üstünde durmamaya çalışıyoruz. Yavuz, bir sonraki hafta hiç gelemiyor. Tekrar dil döküyoruz. Ara jüriden beklediği notu alamayınca kalıcı olarak teyzesine taşınıyor. Evde kalırsam olmayacaktı, diyor.
...
Güz 2020 dönemi başlıyor. Deniz gene benim şubeme asistan olarak verilmiş.
Çok mutluyum, çünkü 16 öğrencinin hiçbirini gerçekte görmedim; önceden tanımıyorum ve ilk kez çevrimiçi ortamda karşılaşacağımız için biraz gerginim.
Nasıl olacak bu iş? Allahtan Deniz var; o, bildiğim dünyadan tek kişi. Aynı adaya düşmüş de kader birliği yapan kazazedeler gibi hissediyorum bizi.
...
- Hocam, orada mısınız?
Sessizlik.
- Hocam?..
- Buradayım.
- Ha tamam. Ses gelmedi de.
- Nasıl bir his, siz de anlayın istedim.
Gülüşmeler.
...
Güz dönemi ortasında bir devrim oluyor. Öğrenciler kendi aralarında dönüşümlü olarak kameralarını açık tutmaya karar vermişler. Yapabilen herkes de mikrofonlarını açık tutacakmış. Hem serzenişlerime yanıt gelmesine hem de inisiyatif kullanıp aralarında karar almalarına seviniyorum. Hakikaten iyi geliyor açık kameralar. Biraz normalleşiyor ortam. Herkesin kamerası açıkken aynı büyüklükte kafalar oluyoruz sadece. Konuşan kafalara indirgenince, çevrimiçi derslerde özellikle, sınıftakine göre hiyerarşi kırılıyor sanki. Yüzyüze kaldığımızda sahnede konuşan hoca ve onun karşısında yer alan bir grup öğrenciden oluşan ilişki eriyor kanımca. Ama ekrana sığan sayıda öğrencilerle geçerli bu durum, biliyorum. Çoğu kalabalık derste bağlantılar da zayıfladığı için, dersin yürütücüsü bir uzay boşluğuna karşı konuşuyor çoğu kez. Bir de şu el kaldırma var. Sevimli bir ikon. Saygılı bir oyuna dönüşüyor diyaloglar.
...
Seçmeli dersimde öğrenciler birbirlerinin işlerine yorum yapıyorlar.
“Aslı’ydı di mi?” diyor Çağrı yorum yapmaya başlamadan önce. Nasıl yahu; siz tanışmıyor musunuz, diyecek oluyorum. Sorumun saçmalığını farkediyorum hemen. Bir buçuk yıl önce kim kiminle aynı derste olabildiyse orada kalmış her şey. Çoğu derste kamera da açmadıkları için birbirlerini görmüyorlar bile.
...
Moralleri, motivasyonları düşmeye başladı. Konsantrasyonlar azalıyor. Dönem içinde muhakkak bir mimari gezi yapardık.
Onu yapamıyoruz. Ya da böyle oldu mu, sıkıldıklarını hissedince “Haydi sonraki ders piknik yapıyoruz” derdim. Şimdi ne yapacağız? Bilgisayarın başından kalkınca birliktelik de olmayacak ki? Ama biraz neşe olmalı. Dersin dışında eğlenceli bir şey yapmalıyız. Evinde, çevresinde hastaları olanlar çoğaldı. Kendi hasta olanlar var. Öğrencilerin her şeyin eskisi gibi olduğu, ciddiyetin korunduğu, bir şeyleri kaçırmadıkları derslerin sürdüğüne dair inançlarını canlı mı tutmak lazım, yoksa hiçbir şey normal değilken olabildiğince normalmiş gibi yapmaya çalışmak yanlış mı?
... İkinci dönemin ikinci yarısındayız.
- Arkadaşlar, mademki bir yere alan incelemesi için gidip göremiyoruz; o zaman New York’a gidiyoruz! Manhattan’da mimarlık merkezinin olduğu sokakta dünya mimarlık öğrencileri için bir buluşma evi tasarlayacaksınız. Hem gözlerinin parladığını görüyorum hem de biraz endişe beliriyor. Acaba herkes kendi yaşadığı yere yakın bir alanda mı çalışsaydı diye düşünüyorlar.
- Deniz Hoca’yla baktık; Google
Earth’te neredeyse her yeri görebiliyoruz. Zorlanacağınızı sanmıyoruz.
- Hocam, maket yapacak mıyız?
Hemen de pazarlık. Evet, yapacaksınız. - Malzeme bulmak çok zor da hocam. - Olsun, ne bulursanız onunla, o malzemeye uygun yapabilirsiniz. Bu da bir tasarım ve yaratıcılık meselesi.
Geçen dönem maket yapmayabilirsiniz demiştik, bu sefer kararlıyım; taviz vermeyeceğim. Bu pandeminin bu kadar da bizi esir almasına izin vermemeliyim. Dönem sonu işlerinde stüdyodaymışız gibi hissetmeleri önemli diye düşünüyorum. Sanırım, evde de daha ciddiye alınıyorlar maket yaptıklarında. Hatta kendileri de kendilerini daha ciddiye alıyor sanki; hem elle bir şey yaptıklarında hem de zorlukları aştıklarında.
...
Ara jüride sıra Ceyhun’a geliyor.
- Sen neler yaptın Ceyhun? Bakalım mı yaptıklarına? diye soruyorum. Gülümsüyor. Hocam bilgisayar abime lazımdı. Maalesef bu sabah geri alabildim. Gösterecek bir şeyim yok, diyor.
...
Karşılaştırmak doğru değil elbet; ayrıca seçim sonucu yaşadığımız bir deneyim de değil bu. Hatta, yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi çevrimiçi derslerin kendine has olumlu yönleri de var. Ama çevrimiçi derslerin, toplantıların başka bir dünya olduğunu kabul etmek gerekli. Yaşadığımız durumda düşündürücü olan, sadece dersleri çevrimiçi yapmak zorunda kalmak değil; çevrimiçinde daha iyi nasıl yapabileceğimize, daha da önemlisi, çevrimiçine uygun yeni bir modelin ne olabileceğine dair kafa yoramamak. Alternatif dersler dendi; sonra düzeltildi ve kurtarma dersleri dendi. Evet ama, üç dönem ve hatta karma olarak sonra da devam edeceği belli olan çevrimiçi derslerin nasıl olması gerektiği üzerine düşünmeye vakit ayrılamıyor belli ki. Sanal gerçeklikle ilgili araştırmaların ve deneylerin gündemde yer almasından beri sayısal ortamlar, temsil ve gerçeklik ilişkisi farklı boyutlarıyla da tartışılıyor. Ama bu sefer mesele mekanın değil de ortamın bilgisayarda nasıl kurulacağı. Teknolojik olanakların yetersizliği -sadece internet hızını kastetmiyorum, tüm ergonomisiyle bir bilgisayar ekranına bakarak ders yapmanın mümkün olmadığı ortada. Ders saatlerinin aynı kalması ve esneklik getirilmeyen zaman kullanımları, teknoloji ile birlikte yaşam şeklinin de ister istemez değişeceğine dair anlayışa direncin göstergeleri. Tabii, bunun önemli bir nedeni de pandeminin bu kadar uzun süre etkili olacağının beklenmemesi. Bundan sonra mimarlık öğretimini nasıl bir geleceğin beklediğiyle ilgili hiçbir fikrim yok açıkçası. Kendi adıma böyle devam etmek istemem; ama ne gariptir ki, pandemi öncesi dönemi özlediğimi de söyleyemem.
■ Ela Çil, Doç.Dr.; İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Mimarlık Bölümü.
Not:
Diyaloglarda adı geçen öğrencilerin isimleri değiştirilmiştir.