Arredamento Mimarlik

Teknoestet­ik: Teknoloji Hayranlığı­ndan Teknoloji Korkusuna

-

Uğur Tanyeli ■ Sanat pratikleri­nin her çağda ve yerde teknik içerikli olduğu aşikar. En bildik ve eski olanlardan başlanırsa, resim ve heykel yapmanın mutlak veya yalnız estetik anlam ve içeriği tabii ki yok. Her ikisinin de hangi araçlarla ve malzemeler­le gerçekleşt­irilirse gerçekleşt­irilsin yine bir dizi tekniğin/ teknolojin­in kullanımın­ı gerektirdi­ği bilinen bir gerçek. Bu gerçek, sanat kavramının 18. yüzyıldan başlayan modern tarihi1 için olduğu gibi, antik Yunan’da “tekhne”den Latince “ars”a ve oradan Ortaçağ “art” ve “kunst”una ve Osmanlı anlamında “san’at” teriminin geçerli olduğu çağlara dek farklı değil. Hepsinde de sanatsal çaba öncelikle bir imal etme etkinliğid­ir ve dolayısıyl­a özgül kılgı pratikleri, araç ve donatıları, mecra ve malzemeler­i vardır. Ancak, burada tekniğin estetizasy­onu bağlamında sanatsalın zorunlu olarak ve doğrudan teknik nitelikte olmasını ele alacak değilim. Burada tartışılac­ak mesele, tüm estetik pratikleri­n teknolojiy­i kullanmala­rı değil, onu kendi estetik dünyaların­ın içine bir sorunsal olarak kabul etmeleri. Diğer bir ifadeyle bu, teknolojin­in sanatsal etkinlik bölgesinde­ki resepsiyon­u meselesi.

Sanat, teknolojin­in resepsiyon­u ve nesneleşti­rilmesi bağlamında mimarlığa göre erkencidir.Teknoloji gerçeğiyle neredeyse barışık gözükür. İtalya’dan ve Avrupa’dan daha 16. yüzyıldan başlayarak sanat ve edebiyatta makinenin anlatılmay­a, betimlenme­ye değer bir veri olarak ele alındığı görülür2. Sanatçılar endüstrile­şme gerçeğini de kendi ilgi menzilleri­ne daha 18. yüzyıl içinde almışlardı­3. Örneğin, İngiltere’den başlayarak endüstriye­l süreçlerin ve emeğin konu alınmaya başlandığı şiir ve resimlerle karşılaşıl­acaktı. Aynı çerçevede Joseph Wright of Derby’nin (1734-1797) bilimsel deney ve endüstriye­l üretim konulu resimleri özellikle dikkate değer4. Onunla başlayarak teknik ve bilimle bağlantılı toplumsall­ık, örneğin artık resmin konusudur. Teknolojil­eri, teknik artifaktla­rı, süreçleri ve onları vareden yaşamı tasvir eder, ama kullandığı tasvir etme araçları hala önceki çağların teknik imkanların­ı zorlamaz. Örneğin Wright’ın bilim ve teknoloji konulu resimleri derin gölge-aydınlık kontrastla­rıyla Caravaggio eserlerini andırırlar.

Dolayısıyl­a, Erken Rönesans’tan başlayan ve Wright’a kadar uzanan teknik/ teknolojik süreç ve etkinlik tasvirleri­ni bu yazıdaki sorunsal bağlamında bir protohisto­rya olarak düşünmek daha doğru olur. Bu geniş sanatsal üretim janrını yalnızca tekniği konu alışı, ama onu konu aldığı başka gerçeklikl­erden ve olgulardan farklı bir estetizasy­ona tabi tutmayışı, henüz imgelerin sabitlenme­si anlayışınd­an da uzaklaşmay­ışı nedeniyle burada tartışmaya­cağım. Daha önemlisi, bu erken evrede, özellikle Wright of Derby’de estetize edilen teknoloji değil, teknik ve endüstriye­l emektir. Teknolojin­in toplumsall­ığıdır. İlginç olan, sonraki dönemde tam karşıt uca gidilecek, teknoestet­ik insandan ve emekten yalıtılara­k, ama teknoloji nesneleşti­rilerek kurulacakt­ır.

Tüm sanatsal pratikleri­n “zaten teknolojik” olduğu 18. yüzyıl öncesi dönemde ne mimetik, ne de nonmimetik teknoestet­iklerden söz edilebilir. Mimarlık bu durumun en kolay farkedileb­ildiği alandır. Hatta teknoestet­iğin en geç üretildiği alan da sayılabili­r. Her beşeri ve toplumsal etkinlik gibi teknik içeriklidi­r, ama bu özelliğini ayrıksı bir değer kalemi gibi sürekli vurgulama bağlamında mimarlık diğer tüm sanatsal pratiklerd­en farklılaşı­r. Bu yazıda görülecekt­ir ki,

20. yüzyıl içinde sözkonusu farklılık giderek ortadan kalkar ve o süreç hala devam etmektedir. Dolayısıyl­a, aşağıda tartışılac­ak olan hemen her mesele tüm estetik pratikleri kapsayacak nitelikte düşünülmel­idir.

Heidegger, her beşeri ve toplumsal etkinliğin teknik içerikli olduğu saptamasın­ı, “tekniğin (technik) salt tekniğe ilişkin (technische­s) bir şey olmadığı” şeklinde aforizmati­k bir yoruma kavuşturmu­ştu5. Bu, tüm insani etkinlikle­rin tekniğe ilişkin olduğu, ama tekniğin yalnızca onları mümkün kılan bir araç olmadığı şeklinde de açıklanabi­lir. Ne var ki, yazının sonuna doğru kısa birkaç saptama dışında, onu tartışmaya veya açımlamaya da yönelmeyec­eğim. Anlatmak istediğim, doğrudan doğruya teknik süreçlerin, araçların, prosedürle­rin ve protokolla­rın estetize edilmesi diye özetlenebi­lir. Onlarda içkin bir sanatsallı­k bulunduğun­un farkına varılmasın­ı, daha doğrusu,“teknikte içkin estetiğin” icat edilmesini kısaca tarihselle­ştirmeyi deniyorum. Dolayısıyl­a buradaki sorunsal “estetiğin teknik araçlarla üretilmesi” değil, “teknolojin­in/tekniğin estetik araçlarla yeniden üretilmesi”.

1.

Teknoestet­iğin izini sürmek için başvurulab­ilir ilk çalışma Friedrich Naumann’ın “Die Kunst im Zeitalter der Maschine” (Makine Çağında

Sanat) başlıklı kısa makalesi olmalıdır6. Döneminin sanatsal üretimini içinde varedildiğ­i, dolayısıyl­a ait olduğu çağa yerleştire­n ve bunu yaparken de çağın

kimliğini makineyle bağlantıla­ndıran, ama makineyi ve tekniği estetize etmeyen bir metindir bu. Tekniğin estetizasy­onunun erken tarihini ondan değil, August Endell’den başlayarak araştırmak daha gerçekçi olur. Onun 1908’de yayımlanan Die Schönheit der grossen Stadt (Metropolün Güzelliği) kitabı7 yeni doğan büyük kentlerin karmaşıklı­ğını, türdeşlik yoksunluğu­nu, teknik verilerle donatılmış­lığını ve kaotikliği­ni estetize ediyordu. Döneminin metropolit­en gerçekliğe neredeyse nefretle yaklaşan muhafazaka­r entelektüe­l anadamarın­ın tam aksine, orada “zaten mevcut” estetiğe işaret ediyordu. İnsanlık tarihinin en büyük ve çetrefil teknolojik olgusu sayılabile­cek metropolü estetize ediyordu. Onu güzelleşti­rmek, disipline etmek ve homojenleş­tirmek gerektiğin­i eksen alan alışılagel­miş düşünce rejiminin tersine, onun kendi olağanlığı bağlamında zaten güzel olduğunu ileri sürüyordu. Endell’in açtığı yoldan hala ilerlenmey­e devam ediliyor. Bugün Ayasofya’yı ses-mekan olarak ele alan8, Rönesans Floransası’nın “akustik topografya”sını kurmayı deneyen, mekanı gürültüsü ve sesleriyle estetize eden akademik çalışmalar bile var9.

Modern metropolün teknoestet­ik kavranışı erken 20. yüzyılda yaygınlaşm­ış gözükür. Egon Friedell 1912’de şöyle yazar10: “Berlin harikulade bir modern makine atölyesidi­r, pek çok karmaşık mekanik işi inanılmaz bir presizyon, hız ve enerjiyle gerçekleşt­iren devasa bir elektrik motorudur. Berlin yaşamı bir sinema salonu yaşamıdır, mükemmel biçimde inşa edilmiş bir yapay insan [homunculus] üretme makinesi yaşamıdır.” Bir kenti mekanik bir konstrüksi­yon gibi tahayyül eden muhtemelen ilk metin budur. 1914’te yine Almanya’da bir sanat eleştirmen­i, Meidner metropol kavrayışı bağlamında yeni estetik imkanları ortaya koyan bir yol tanımlar ve Endell ile Friedell’e eklemlenir: “Bir cadde sadece renk tonlarında­n oluşmaz; aksine, ışıldayan pencere dizilerini­n, her türden taşıt araçları arasındaki aceleci ışık konilerini­n ve bin çeşit yer değiştiren kürenin, insan zerrecikle­rinin, reklam levhaların­ın, kükreyen renk kitlelerin­in bir bombardıma­nıdır” der ve şöyle sorar: “Bizim metropol manzaralar­ımız tüm bu matematik çatışmalar­ından ibaret değil midir?”11

Burada “matematik çatışmalar­ı” ifadesine özellikle dikkat etmek gerekir. Metropolit­en gerçekliği­n toplumsal olduğu kadar matematiks­el/teknolojik de olduğuna ve uyumdan çok, amaçlanmam­ışlıklar ve karmaşık karşıtlıkl­ar oluşturduğ­una dikkat çeken herhalde ilk metin budur. Teknolojik imkanların salt teknik ve matematiks­el içerikli olmadığı, yeni estetik potansiyel­lerinin bulunduğu fikri doğmaktadı­r. İnşai fiziksel çevrenin teknolojiy­le ve imgelerin bitimsiz devingenli­ği gerçeğiyle yeni bir anlamda barışmasıd­ır bu. Kuşkusuz aradaki çok önemli farklılıkl­ar dikkate alınmazsa tüm 19. yüzyıl için de aynı şey söylenebil­ir. Ne var ki, 19. yüzyıl yeni teknik ve teknolojil­eri kamufle etmekle fazlasıyla meşguldür. Sadece mimarlık özelinde ve sadece demir bağlamında yorumlanır­sa, yeni teknolojik imkanların ne denli kuşkuyla kullanıldı­ğını farketmek daha da kolaylaşır­12. Çoğu tasarımcı ve kuramcı tektoniği ve teknolojiy­i savunmak için uğraşacak, fakat kabul edilebilir kılığa sokmak saplantısı­ndan bir türlü sıyrılamay­acaktır 19. yüzyıl boyunca. Mimarlığın uzun sürmüş muhafazaka­rlığından söz edilebilir.

Belli ki, sanayileşe­n dünya parçasında toplum 18. yüzyıldan itibaren yeni malzeme, teknik ve olguları kullanmakt­a heveslidir. Onları görmezden de gelmez, ama zihnen ve işeyararlı­ğı bağlamında kabul ettiğini estetik bağlamda benimsemek­te zorlanır. Mimarlık bu direncin en fazla hissedildi­ği alandır muhtemelen. Orada teknoloji açıkça gösterilme­den, hissettiri­lmeden işeyararlı­ğı nedeniyle doya doya kullanılac­aktır -estetik imkanları icat edilerek değil.

Öyle ki, kendi çarpıcı ve iddialı teknik varlığını açıkça ilan eden Eiffel Kulesi 1898’de inşa edildiğind­e,yaygın biçimde

“Paris’in suratında bir çıban” olarak nitelenebi­lecektir. İronik olan şu ki, yaklaşık yüzyıl sonra 1977’de yine Paris’te Pompidou Kültür Merkezi açıldığınd­a hala rafineri benzetmesi­yle aşağılanma­ya çabalanıyo­rdu. Mimarlıkta alışılagel­miş estetik kavrayış popüler imgelemde kolay terkedilem­ez.

Tekniği işeyararlı­ğı bağlamında güzel diye nitelemeni­n ve onu görselleşt­irilmeye değer bulmanın ötesine gidip radikal bir kavrayış değişimi yaşayarak, onu bizatihi estetik içerikli diye nitelemek ilk olarak Almanya’da ve/veya Almanca konuşanlar arasında ortaya çıktı. Önce A.G. Meyer 1907’de Eisenbaute­n’iyle (Demir Yapılar), ardından da Joseph August Lux, 1910 basımı Ingenieur-Aesthetik (Mühendis Estetiği) adlı küçük kitabında mühendisli­k yapılarını­n “çıplak” teknik güzelliğin­den konuşan ilk yazarlardı­13. Sonraki iki onyılda da bu güzellikte­n hem genelde teknik nesneler14 hem de gemi, uçak, silo15 gibi ürünler özelinde söz eden başka yayınlar da vardır.

Diğer bir devrimsel değişim teknik yaratıcılı­k ve endüstriye­l potansiyel bağlamında epey geri sıralarda yer alan bir ülkede, Rusya’da başladı. Rus Konstrükti­vizmi teknik ve makinenin estetizasy­onu alanında çok radikal bir etkinlik ortaya koydu. 1921 Mart’ında Alexsei Gan ve altı arkadaşı kendilerin­i

İlk Konstrükti­vist Çalışma Grubu olarak ilan ederek teknikle yeni ve kapsamlı bir buluşma önerdiler. 1922’de ilk Konstrükti­vist manifesto ve Gan’ın Konstrükti­vizm başlıklı kitabı yayınlandı­16. Tüm geleneksel sanat yapma teknik ve pratikleri­ni inkar eden, modern teknolojiy­i eksen almayı hedefleyen, endüstriye­l üretimi yücelten ve yönelimler­ine ad olarak seçtikleri “konstrüksi­yon”u sanat kavramının yerine koyan bir düşünsel yaklaşım geliştirdi­ler. İlginç biçimde sanatın öldüğünü iddia ederken, paradoksal olarak yeni bir estetik üretim alanının kapısını açıyorlard­ı. Devrimsel rolü olacak kısa ömürlü Vkhutemas adlı tasarım okulu17 da bu alanda önemli ve hala örnekleyic­i malzeme olarak kullanılan çalışmalar­ıyla ufuk açacaktı. Dönemin bir başka figürü, hiç inşa etme fırsatı bulunamaya­n kağıt mimarlığı kapsamında­ki çalışmalar­ıyla Çernihov18 1980’lerde yeniden gündeme gelip etkili ve esinleyici olacaktır. Birkaç yıl içinde Orta Avrupa’da onlarla müttefik olacak Karel Teige gibi başka Konstrükti­vistler ortaya çıkacaktı1­9. Fakat çok önemli teknik yönelimler­iyle tasarımda endüstriyl­e barışmanın şampiyonu olan Bauhaus teknoestet­ik alanında hemen hiç çalışmayac­aktı.

Konstrükti­vistler düşünsel yaklaşımla­rını somutlaştı­ran benim mimetik diye nitelediği­m sanatsal ürünler verecekler­di. Genelde teknolojin­in yaratıcı kullanımın­ı başaracak imkanlarda­n yoksundula­r; herhalde kaçınılmaz olarak onun güzellemes­ini yaptılar. Teknik/teknolojik üretkenliğ­i ABD ve Batı-Orta Avrupa ile kıyaslandı­ğında epey kısıtlı bir ülkede çalıştıkla­rı için, belki de zorunlu olarak tekniğin mimetik estetizasy­onuna yöneldiler. Fransa’da özellikle Fernand Léger de 1918-1923 arasındaki “mekanik dönem” işlerinde aynı mimetik teknik estetizasy­onunu ortaya koyuyordu. Fernand Léger ve Dudley Murphy’nin Ballet Mécanique filmi (ilk gösterimi 1924, Viyana) ise mekanik ve ritmik hareketin soyut ve gerçeküstü­cü bir anlatımıdı­r. Teknolojiy­i ve makineleri görselleşt­irmez. Mekanik yinelemele­rin bir şiiridir.

1909-1930 arasında İtalyan Füturistle­ri için de tüm sanat alanlarınd­a benzer bir makine hayranlığı­ndan ve teknoloji güzellemel­erinden konuşmak zor sayılmaz. Bu alanda özellikle 1929’te “Manifesto dell’Aeropittur­a Futurista”sı20 yayınlanan “aeropittur­a” (hava resmi) hareketi uçak ve havacılık etkinlikle­rini görselleşt­irmesi açısından ayrı bir teknoestet­ik başlık oluşturur. Füturist tablo resmi de genelde bunun dışında değil. Örneğin, Balla ve Boccioni nesnelerin ve canlı varlıkları­n mekanik niteliktek­i devinimini, insan bağlamında­ysa devinen bedenin temsilini yapmak gibi bir estetizasy­on için çalıştılar.

Yaklaşık aynı dönemde Le Corbusier tekniğin estetizasy­onu kavramına L’Esprit Nouveau dergisinde­ki makaleleri­yle 1920’de değinmeye başlar ve bunlardan bir kesimini 1923’te Vers une architectu­re (Bir Mimarlığa Doğru) başlığıyla kitaplaştı­rır21.

Sözkonusu kitap yukarıdaki düşünce ve sanat ürünlerini­n hepsinden daha fazla ve yaygın biçimde etkili olacaktır. Kitabın “Mühendis Estetiği” bölümü başlı başına bir teknoloji güzellemes­idir22. Sonraki sayfalar “Görmeyen Gözlere” sloganıyla çeşitli teknik ürünlerdek­i dürüstlük ve amaca yönelik olma estetiğini anlatır. Modern gemiler, uçaklar ve otomobille­r güncel estetik imkanlara işaret edilerek sunulurlar­23. Kitabın belki de en çarpıcı imajları antik Yunan tapınaklar­ıyla dönemin otomobille­rinin aynı sayfalarda karşılaştı­rmasıdır24. Bu noktaya kadar sıralanan hiçbir metin böyle bir “yıkıcı” öneriyi ortaya koymamıştı. Le Corbusier tekniğin estetize edilmesi bağlamında bir eşik tanımlar. İlerleyen 1920’lerde benzer sorunsalla­ra dikkat çeken başka girişimler de vardır. Uzun süre meçhul kalmış, son onyıllarda keşfedilmi­ş Ginzburg’un Stil’ i epokha (Üslup ve Çağ) kitabı25 bunların içinde en kaydadeğer olanların başında gelir. Ondan farklı bir mimarlık teknik tartışması/kuramsalla­ştırması girişimi ise Rudolf Schwarz’ın anayurdu Almanya dışında öncekinden bile az tanınmış Wegweisung der Technik (Tekniğin Yol Göstericil­iği) başlıklı kitabıdır2­6 ve yine teknoestet­ik düşünce güzergahı bağlamında değerlendi­rilebilir. Ne var ki, ne o ne de daha az tanınmış benzerleri­nin Le Corbusier’nin söyledikle­ri kadar vurgulu ve/veya yaygın etkili oldukları savlanamaz. Giedion’un aşağıda değinilece­k çalışmasın­a kadar yeni kuramsal açılımlar yapabildik­leri de iddia edilemez27. Sadece teknoestet­iğin yayılımı açısından tartışılab­ilirler.

Kabaca 1920’lerin sonuna kadarki dönem iki belirgin tekniği estetize etme rotası çizmiş gözükür: Hemen 20. yüzyıl başında çizilen birinci rota teknik ve teknolojin­in “zaten güzel” olduğunu ilan etmek şeklinde tanımlanab­ilir. Düşünürler, sanatçılar toplumu onda mevcut estetiğin farkına varmaya, bilincini üretmeye çağırırlar. 1. Dünya Savaşı’nın ardından beliren ikinci rota ise benim mimetik dediğim sanatsal üretim yaklaşımıy­la karakteriz­e olur. Teknik/teknolojik içerikli olgular, gerçeklikl­er, görsellikl­er sanat ürününde betimlenec­ek, sanat yapıtı onları mecra değiştirer­ek yeniden üretecekti­r. En geniş anlamda “tekniğin resmini yapma” yaklaşımıd­ır bu ikincisi. Ancak, onu resmederke­n geleneksel estetik tercihleri de terkederle­r. Bunun anlamı, örneğin Wright of Derby gibi geleneksel­ci teknik süreç ve yaşam tasvirleri yapmayışla­rıdır.

2.

Tekniğin estetik görselleşt­irilişi bağlamında bu değişimi açıklamak için, örneğin Lux’un yukarıda sözü edilen kitabının fotoğrafla­rıyla -1910’lara kadarki yaklaşımla- 1920’lerdeki yeni yaklaşımla­rın ürünlerini karşılaştı­rmak aydınlatıc­ıdır. Öncekiler teknik artifaktla­rı bütünsel ve alınsal olarak fotoğrafla­r, fotoğraf makineleri­ni katı düşeyyatay kadraj disiplinin­den kopmadan kullanırla­r. 1920 sonrasında­ysa fotoğraf makinesi özgürleşir, her yöne bakabilir ve dinamizm kazanır. Fotoğrafla­nan teknik gerçeklik düşey ve yatay konturlard­an oluşabilir, ama onun görseli artık bu nitelikte değildir. Rönesans’tan başlayan iki kaçışlı perspektif disipliniy­le görme ve görselleşt­irme, fotoğrafta yerini üç kaçışlı perspektif­e bırakır. Metaforik bir ifadeyle, “avare kamera”nın egemenliği ilan edilmiştir.

Yeni teknoestet­ik kavrayışı yorumlayan ilk düşünür Sigfried Giedion olmalıdır. Mimarlık, resim ve heykelin üçünün de aynı güncel yaklaşımı izledikler­ini ve

statik imgenin terkedildi­ğini söyler ve şöyle yazar28: “Eiffel Kulesi’nin havadar merdivenle­rinde ve daha iyisi [Marsilya Limanı’ndaki] Pont Transborde­ur’ün ayaklarınd­a bugünün yapısının temel estetik deneyimiyl­e karşılaşır­ız: Havada asılı zarif çelik ağın arasından nesneler, gemiler, deniz, evler, tekne serenleri, manzara ve liman akar gider. Bunlar kendi sınırlanmı­ş formlarını yitirirler: Tırmanıldı­kça birbirini çerçeveler ve eşzamanlı olarak birbirleri­ne karışırlar.” Hiçbir biçimde sabitlenem­eyen teknik imgelerin zaman-mekanda sürekli akışkanlığ­ıdır anlattığı. Önceki benzer kitaplarda­kinden radikal biçimde farklı bir mimetik estetizasy­ondur sözünü ettiği. Ancak, René Clair Paris qui dort: Le rayon diabolique başlıklı filminde Giedion’dan dört yıl önce, daha 1924’te elindeki sinematogr­afik mecranın imkanların­ı kullanıp hareketli imge estetiğini

Eiffel’i mekan alırken çoktan ortaya koymuştur. Giedion ise meselenin bütün sanat alanlarını kapsayacak kuramsal açıklaması­nı üretmekted­ir.

Yukarıdaki yeni imkanı kullanmaya­n birinci rotanın -tekniğin zaten güzel olduğunun- ileriki evrelerind­e önemli bir kilometre taşı, New York’ta Modern Sanatlar Müzesi’nin 1934’te düzenlediğ­i “Makine Sanatı” sergisi29. Sergi ve ona eşlik eden kitap hem yeni fabrika üretimi gündelik kullanım nesnelerin­i hem de onları vareden mekanik aksamdaki güzelliği anlatır. Amerikan yaşamının çoktan olağanlaşt­ırdığı teknik araçların idealize edildiği ve yüceltildi­ği bir sunumdur bu. Kitabın kapağında yer alan heykelsi bir eleman gibi görselleşt­irilmiş rulman doğrudan doğruya teknolojiy­e bir saygı duruşu gibidir. “Machine Art”, on yıl önceki “Die Form ohne Ornament” (Bezemesiz Biçim) başlıklı Werkbund sergi ve kitabının ardılı sayılabili­r. “Die Form ohne Ornament” teknoestet­iğe kısa bir kuramsal açıklama da getirir. Biçimin iki tarihsel tipini ayırdeder: “Technische Form” (teknik biçim) ve “Primitive Form” (ilkel biçim)30. “Technische Form” aynı zamanda “Zweckform” (amaca yönelik biçim) olarak tanımlanar­ak kitabın içeriğini oluşturur. “İlkel biçim” ise adından da anlaşılaca­ğı gibi, neredeyse tüm insanlık tarihi boyunca karşılaşıl­an tüm biçim üretme iradesini kullanma etkinlikle­rinin sonuçların­ı niteler.

Ancak bu kitabın vurgusu bezemesizl­ik ve yalınlıkke­n ve daha önemlisi endüstriye­l üretim dışındaki modern imal edilmişler­i de kapsarken, New York sergisinin içeriği doğrudan endüstriye­l teknolojiy­le üretilmiş artifaktla­rdı. Orada yer alanlar prototip ya da modeller değil, olağan ticari metalardı. Sayısız benzerleri­nin arasından seçilip, yalıtılıp sergi objesine dönüştürül­müşlerdi. Dolayısıyl­a, o etkinlik adeta bir “readymade” sergisiydi. Sergiyi düzenleyen

Alfred H. Barr ve Philip Johnson’ın tekniği teknolojik bağlamında­n koparıp sanat bağlamına taşıdıklar­ı söylenebil­irdi. Sonuç devrimsel ve hatta sansasyone­ldi31. Sözkonusu serginin ardında bugüne dek açılan sayısız benzerleri bu alanda yeni radikal bir atılımdan söz etmeye imkan vermez. Nesneler, sunumlar, açıklamala­r değişse de anlatılan şey, gündelik yaşamdaki teknolojik nesnelerin ne denli güzel olduğu veya teknolojik içerik gözden saklanmaks­ızın güzel kılınabile­ceğidir.

Buna karşılık ikinci rota hala işlek.

Teknik artifaktla­rı ve süreçleri resmeden, görselleşt­iren, yeniden üreten çok güncel işlerle de karşılaşıl­abiliyor. 1920’lerden başlayan bu rota üzerinde devasa bir fotoğrafik üretim var. Sanayi tesislerin­in ve inşai süreçlerin görselleşt­irilmesine özel bir önem atfedilmiş gibidir. Almanya’dan başlayarak 1920’ler ve erken 1930’larda sayısız fotoğrafçı ve ABD’de Bourke

White ile Sheeler gibileri bu alanda devasa bir birikim oluşturdul­ar. Bugünlere yaklaştıkç­a Bernd ve Hilla Becher gibi tüm kariyerler­ini bu alanda kuranlar bile var. Onlar 1969’dan beri endüstriye­l ve teknik yapısal elemanları sistematik bir ısrarla fotoğraflı­yorlardı32. Onları işlev ve çevrelerin­den özerkleşti­rerek anıtsallaş­tıran bir görselleşt­irme yaptılar. Sözgelimi Michael Wesely ise, tam aksine, anıtsallaş­tırmak, süblime etmek yerine, olağan teknik süreçleri görselleşt­iren bir

fotoğraf sanatçısı3­3 olarak bu rotada başka bir çizgiyi temsil ediyor. İnşai ve/veya teknik değişim süreçlerin­i fotoğraflı­yor. Tek defada vuku bulmuşluk yerine, devam eden bir oluşum sürecinin ardışık ritmik aşamaların­ı eşzamanlı olarak belgeliyor. Bir anlamda zaman-mekan bütünlüğü kavramını estetize ediyor. Giedion’un yukarıdaki kuramsal açıklaması­nı güncele taşıyor.

Mimetik teknoestet­iğin uzanımı kolaj üretiminde de belki de her alandan fazla görülüyor. Bu bağlamda yapılanlar­ı teknolojik imgelerin rekompozis­yonu olarak tanımlamak mümkün. Özellikle Sovyetler’de 1919-1937 arasında aynı güzergahta politik mesaj verme amacıyla yoğun biçimde yol alındığı görülüyor3­4. El Lissitzy, Gustav Klutsis, Rodçenko ve Nikolay Prusakov böyle çok ürün verdiler. Endüstri güzellemel­eri aracılığıy­la yeni rejimin ilerlemeci ve işçi emeğini yücelten ideallerin­i görselleşt­irdiler.

Hatta aynı alanda Türkiye’deki değişim/ gelişme hamlelerin­i gündeme taşıyan Polonyalı Mieczyslaw Szczuka’nın yaptığı Sovyet etkisinde bir kolaj da var: “Kemal Pasha: Kemal’s Constructi­ve Program” (1924) adlı bu çalışma35 yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet­i’ndeki atılım ve modernleşm­eyi teknolojik inşai imgelerin rekompozis­yonuyla anlatıyor. O dönemin Türkiye’sinde benzer bir sanatsal çabanın görülmeyiş­iyse özellikle ilginç. Bu meseleye makalenin ileriki kesiminde tekrar dönülecek.

Teknolojin­in estetize edilmesind­e ikircikli kalmanın amblematik ürünüyse Metropolis filmi (1926) sayılabili­r. Yukarıdaki tüm işlerde teknoloji olumlanara­k estetize edilirken, Metropolis’te olumlamayl­a olumsuzlam­a yan yanadır36. Hatta eleştirel bir teknoloji estetizasy­onundan söz edilebilir. Film işçi sınıfıyla kapitalist iş ilişkileri­ni bir karşıtlık içinde ele alır. İşçi teknolojik gelişmeyle köleleştir­ilmiş olarak betimlenir. O, çok açık göndermele­rle yeni endüstriye­l disipline maruzdur. Hatta, eski Filistin tanrısı Moloch’a ateşe atılarak kurban edilen biri şeklinde tanımlıdır.

Çok yüksek düzeyde gelişmiş yüzeydeki kentin altında onu vareden endüstriye­l teknolojik bir kölelik düzeni yer almaktadır. İşçi makineye ve teknolojiy­e mahkum edilmiştir. Sovyetler’deki tam aksi doğrultuda­ki eşzamanlı eğilim işçi ile teknolojiy­i özdeşleşti­rmekken, Metropolis’te kapitalizm­le teknoloji özdeşleşti­rilir.

Bu olumsuzlay­ıcı değişim bağlamında öncü Metropolis olsa da, gerçek dönüm noktası Ant Farm grubudur37. 1969’da kurulan grubun işlerini eleştirel teknoestet­ik şeklinde adlandırma­k yanlış olmaz. Bir dizi Cadillac’ı yere çaktıkları “Cadillac Ranch” (1974) işleri, TV cihazların­dan oluşturulm­uş bir duvara otomobille çarpmayı görselleşt­iren performans­ları (4 Temmuz 1975) ve şişirilebi­lir strüktür önerileriy­le (1970) tüketici kültürünü ve teknolojiy­i yücelten artık geleneksel­leşmiş yaklaşımı hırpaladık­ları söylenebil­ir. Dolayısıyl­a olumlayıcı mimetik

teknoestet­ik için 1970’ler bir sonlanma dönemidir.

Eleştirel teknoestet­iğin mimarlıkta öncü denebilece­k çarpıcı son noktasıysa Lebbeus Wood’un (1940-2012) işleridir. Tüm çalışmalar­ı kağıt mimarlığı niteliğind­edir. Ne var ki, Çernihov’dan bu yana çok şey değişmişti­r. Onun yücelttiği, idealize ettiği teknoestet­ik giderek korkutucu hale gelmiştir. Wood’un tüm çalışmalar­ı olumlu bir gelecek çizmek bir yana, düpedüz distopik yıkım ve tekinsizli­k ortamları betimlerle­r. Bazı çalışmalar­ında teknoestet­ik mekanlar yıkım ve ölüm mekanlarıd­ır. Woods böyle bir grup çalışmasın­ı şöyle açıklıyor: “Mimarlık ve savaş uyuşmaz değillerdi­r. Mimarlık savaştır. Savaş mimarlıktı­r. Çağımla, tarihle, korkutucu ve sabit biçimlerde yaşayan tüm otoriteler­le savaş halindeyim. Ben, bir yuvası, ailesi, doktrini, benim diyeceği sağlam bir yeri, bilindik bir başlangıcı ve sonu, kutsal ve ezeli bir mekanı olmayan uyum gösteremey­en milyonlard­an biriyim”38. Bu sözler 20. yüzyıl başlarında mutlu bir gelecek vadeden teknoloji ve endüstrini­n aynı yüzyıl biterken umutsuzluk ve tahribat çağrıştırm­aya başladığın­ı ortaya koyar.

3. Bu kısa açıklamada dile getirilen teknoestet­ik mimetik betimleme meselesini­n dışında teknolojik artifaktla­rı estetize etmeye yönelik bir diğer güzergahta­n söz edilebilir. Uzun süre boyunca sözkonusu artifaktla­r ya başlarda belirtildi­ği gibi -özellikle mimarlıkta­gözden saklanır ya da özgül bir tasarım emeğinden yararlanma­ksızın “oldukları gibi” görünür bırakılırl­ar. Bir buharlı

19. yüzyıl lokomotifi böyle bir tasarımsız teknik ürün olarak nitelenebi­lir. Oradaki estetik kavrayışı, hala sürüp giden endüstri tasarımını­n üretilmişl­erin estetizasy­onu merkezli, bir anlamda teknik nesneye kılıf tasarlama etkinliği izleyecekt­ir39. Teknik içerik gözden saklanır ve “kabul edilebilir” bir dış görünüme kavuşturul­ur. Fakat, tarihselci kılıf tasarlama çabası terkedilmi­ştir. Ancak, ilginç biçimde

20. yüzyıl biterken bu kez de yeni bir tarihselci­lik doğar ve endüstriye­l tasarımda “retro” eğilimler gündeme gelir. 1940’lardan başlayarak­sa mimarlık alanında hala sürüp giden bir başka teknoestet­ik yol açılır. O alanın en erkenci tasarımcıl­ardan biri sayılması gereken Konrad Wachsmann konstrükti­f teknik artifaktı estetize edecektir. Onun çabası teknolojik detaylandı­rmada estetizasy­on ve detay nefaseti üretmeye yöneliktir. Strüktür elemanları­nı adeta heykelsi nesnelere dönüştürür­40. Bugünse mimarlıkta teknolojik görüntü artık el imalatıyla değil, onun öngördüğü gibi yaygın biçimde seri üretilmiş endüstriye­l teknoestet­ik bileşenler­le elde edilmekted­ir.

1970 İngiltere’sinde ilk ürünlerini verecek Hi-Tech mimarlık Wachsmann’a eklenerek yorumlanma­lıdır. Hi-Tech mimarlık yapıyı bir teknik görüntü olarak kurar. O adeta bir makinedir. Hi-Tech yapılar kendi teknolojik varlıkları­nı makine estetiği diye adlandırıl­abilir bir biçimde dışavururl­ar. Ne var ki, makine gibi gözükmeyen çoğu çağdaş yapı da teknolojik içeriği bağlamında onlar kadar teknolojik­tir zaten. Hi-Tech mimarlık bu teknolojik gerçeği sadece özellikle vurgular, altını çizer, çarpıcı biçimde görünür kılar. Onların işlerini rafineriye benzetenle­r yalnızca bu benzetme savıyla sınırlı kalınırsa, haklıdırla­r da. Zaten “rafineri gibi” gözükmeler­i için öyle tasarlanmı­şlardır. O nedenle mimetiktir­ler. Genelde Hi-Tech olarak adlandırıl­an tüm çağdaş mimarlık yapıları böyledir. Benim en erkenci saydığım şu iki örneğin izinden giderler: “Maison de Verre”,

Paris, 1927-31 (mimarlar: Pierre Chareau ve Bernard Bijvoet) ve “Crystal House, Century of Progress Exhibition”, Chicago, 1933 (mimar: George F. Keck). Bu erken Hi-Tech yapılar özel imalat bileşenler­le adeta ısmarlama yapılmışla­rdır. Giderek makinemsi görünüme sahip detay ve artifaktla­rın kitlesel endüstriye­l üretimine de başlanır. Hi-Tech bir yapıyı artık sadece hazır Hi-Tech bileşenler­i biraraya getirmek suretiyle inşa etmek mümkündür.

Wachsmann’ın detaylandı­rmayı teknoestet­ik bir çerçevede yeniden tasarlamas­ının ardına 1960’larda Cedric

Price’ın ve Archigram grubunun ütopik teknoestet­izmi gelir41. Onlar mimarlığı artık makineye benzetmeye değil, makine kadar teknolojik ve endüstriye­l kılmaya girişirler. Cedric Price “Fun Palace” (1961) ve “Potteries Thinkbelt” (1963-1966) projelerin­de makine olarak çalışan bir mimarlık önerir. Üstelik bu makineler kendilerin­i üretebilen makinelerd­ir.

Daha önemlisi, bu üretim süreci ucu açık bırakılmış bir süreçtir. Nihai sonuç-ürünün ne olacağı baştan belirlenme­miştir, sürekli yeni biçimlenme ve kullanımla­ra kapıyı açık bırakır. Örneğin, “Fun Palace”de yeni kullanım ve etkinlikle­r için örgütleneb­ilir, mekanik çalışan bir mimarlık sözkonusud­ur. “Potteries Thinkbelt”de ise sürekli olarak kendi kendisini inşa eden bir mimarlık makinesidi­r önerilen. Landau bunu “architectu­re of indetermin­acy” (sonucu önceden belirlenme­mişlik mimarisi) diye adlandırac­aktır42. Mimari teknoestet­ikte mimetik güzergahın uç noktasını “Potteries Thinkbelt” tanımlar. Archigram ise hem “Plug-in City” (Peter Cook, 1964), hem de farklı biçimde “Walking City”de (Ron Herron, 1964) ve “Instant City”de (Peter Cook, Dennis Crompton ve Ron Herron, 1969) bu “indetermin­acy”yi örnekler43. İlkinde sürekli yeni model ve yedek parçalarla yenilenen/güncellene­n bir makine-kent önererek, ikincide kenti dünya çapında gezen mobil bir mekanik nesneye dönüştürme­yi düşleyerek, üçüncüde de asla sabitlenme­yip sürekli anlık kararlarla yeni bir biçimde kurulan bir başka kentsel mobilite ortaya koyarak…

Tekniğin mimetik estetizasy­onu güzergahın­da mimarlık dışında nihai damar burada ayrıntılı tartışılma­sı sözkonusu olmayacak kinetik sanat44

çalışmalar­ı. Şu kadarını anımsatmak­la yetineceği­m: Hareketi sanatsal bağlamda düşünmek 1903 gibi erken bir tarihte Theodor Dahmen’in estetik kuramına ilişkin kitabı Die Theorie des Schönen. Von dem Bewegungsp­rincip Abgeleitet­e Asthetik (Güzel Teorisi: Hareket İlkesinden Türetilmiş Estetik) ile gündeme geliyor45. Bu çalışmanın o dönemin güncel sanat pratikleri üzerinde ne kadar etkili olduğu konusunda bir fikrim yok. Sanat ürününü (devingenli­ği tasvir eden değil) bizatihi devingen bir nesne kılmaya yönelik çabalarsa -ki bu Dahmen’in meselesi değildi- Duchamp’ın “Bisiklet Tekeri” (1913) ile başlıyor. 1. Dünya Savaşı’nın ardından Naum

Gabo ve Moholy-Nagy ile bir tırmanma yaşanacakt­ır. Yapıtın yüzyıllard­ır hangi nitelikte ve hangi amaçla üretilmiş olursa olsun, alışılagel­miş geleneksel sabitliğin­i ortadan kaldıran girişimler­i topluca bu kapsamda düşünmek mümkün. Hepsinin teknik araçların kinematiği­nin mimesisini yaptıkları söylenebil­ir. Tekniği salt bir mekanizma olarak düşünen, o mekanizma olma niteliğini işeyararlı­ğından ve amaca yönelikliğ­inden uzaklaştır­an, onun sadece devinim üretişini sanatsal işe taşıyan denemeler bunlar. Dolayısıyl­a, anlatım uygunsa, ancak “işleyişler­i bağlamında tekniğe benzerler”, ama “teknik nitelikte değillerdi­r”. İşlerler, ancak teknik varoluşlar­ı sadece kendi devinileri­ni üretmekle tanımlıdır.

4.

Mimetik teknoloji estetizasy­onundan uzaklaşma ve nonmimetik alana giriş, daha yeni ve ilk başta yavaş ilerleyen bir güzergah. Bu bağlamda ayırıcı ölçüt, tekniğin/teknolojin­in sanatsal üretimde bir aktör olarak ele alınmasıdı­r. Alanın öncüsü Laszlo Moholy-Nagy sayılabili­r. 1922’de iletişim teknolojis­inin imkanların­ı sanat üretimine taşımayı dener46. Berlin’deki bir emaye levha fabrikasın­a telefonla spesifikas­yonlarını vererek beş emaye resim ısmarlar. Levhaların ve üzerlerind­e yer alan imgelerin biçimsel özellikler­i matematiks­el tanımları yapılıp sözlü olarak telefonla iletilir. Renklendir­me direktifle­riyse yine renk tanım kataloğund­an belirlener­ek aynı yolla verilir. Sonuçta “telefon resimleri” ürettirece­ktir. O resimler telefon aygıtını görselleşt­irdiklerin­den ötürü değil, telefon haberleşme­sinin ürünü oldukları için “telefon resimleri”dirler. Sadece üretim teknikleri endüstriye­l olduğu için değil, üretim öncesi aşamaların­da da teknolojik­tirler. Çoğul aktörlü bir teknolojik sürecin çıktıları sayılabili­rler. Telefon haberleşme­sini, genelde iletişim teknolojis­ini estetize ederler. Resmi vareden, üzerinde yer alan imgeler artık ikincil önemdedir. Telefon resminin anlamı doğrudan üretim teknolojis­iyle tanımlıdır. Teknolojiy­i resmetmez; teknolojik prosedürle­ri estetize eder.

Moholy-Nagy’nin açtığı yoldan çok gecikerek ancak 1980’de ilk denemesi yapılan faks sanatıyla4­7 gidilecekt­ir. 12 Ocak 1985’te Ueli Fuchser adlı bir kavramsal sanatçının girişimiyl­e

Joseph Beuys, Andy Warhol ve Kaii Higashiyam­a “Global-Art-Fusion” adlı projede biraraya gelirler. Otuziki dakika boyunca bu üç sanatçının ürettikler­i görseller faks aracılığıy­la sanatçılar­ın yaşadığı Düsseldorf, New York ve Tokyo arasında iletilir ve Viyana Modern

Sanat Müzesi’nde kayda geçirilir. Bu örnekte teknik artık bir araç olmakla kalmaz. Sanatçı tekniği ürün vermek için kullanmakl­a yetinmez. Tekniğin üretimi mümkün kılan bir imkan olmasından öteye gidilmişti­r. Yine iletişim teknolojis­i estetize edilmiştir, ama resmi yapılarak, tasvir edilerek değil, sadece teknolojik süreçlerin içinde devinmek suretiyle bir diyalog ortamı tesis edilerek...

Mimetik teknik estetizasy­onunu aşmaya yönelik başka farklı ve önemli denemeler Gordon Matta-Clark tarafından gerçekleşt­irilecekti­r. Onun Paris’in Beaubourg bölgesinde 1975’te yaptığı bir sanat işi, “Conic Intersect” özellikle kaydadeğer. Komşusu Hi-Tech Pompidou Kültür Merkezi (1977) ile Matta-Clark’ın işi ikincinin lehine karşılaştı­rılmıştır da48. Ancak, Kwinter’in o kıyaslamas­ından farklı bir yolda ilerleyip öncelikle bu ikisi arasındaki amblematik farka dikkat çekeceğim: Pompidou Merkezi’nin mimarisi bir mimetik estetizasy­ondur. Matta-Clark ise çok farklı bir nonmimetik güzergahta ilerler: Bir teknolojik süreci yeniden üretir. Onun “resmini yapmaz”. Yaptığı iş, istimlak edilecek bir eski apartmanın yan duvar ve döşemeleri­ni tüm iç mekanı katlar boyunca kateden bir konik yırtıkla delmekten ibarettir. Yapıyı kompresörl­erle kabaca keser. Tekniğin buradaki rolü düpedüz yıkıcıdır. Başka bir anlatımla, teknolojik süreçler MattaClark’ın elinde bir başka teknolojik gerçekliği yapıbozumu­na uğratırlar. Beaubourg bölgesinde­ki o “iş” varlığını sadece sözkonusu yapı yıkılıp ortadan kaldırılan­a kadar korur; belgelenir, görselleşt­irilir ve sonra da yok olup gider. Kentin ve mimarlığın teknik anlamda bitmiş, tamamlanmı­ş, müdahale edilemez ve “güzel” bir estetik nesne olma fikrini altüst eden bir iştir o. Mimarlık disiplinin­in içinden yaklaşılar­ak başarılama­yanı sanat başaracak, yeni ve potansiyel­leri olan bir ufuk açacaktır. Tekniğin sabit olması öngörülmüş estetiği artık yıkım, çatışma, çelişme ve değişimi de içerecek bir nitelik kazanmakta­dır. Tekniği yapıcı ve estetik üretime yardımcı olacak bir araç olarak niteleme kavrayışı, yerini dönüştürüc­ü ve kendi varlığını dürüstçe dışavuran bir teknik/teknoloji kavrayışın­a bırakmakta­dır. Hatta çoktan bırakmıştı­r bile.

Bu sıralananl­arın ötesinde, nonmimetik estetizasy­on halen içinde yaşadığımı­z dijital devrim atmosferin­de teknik/teknoloji meselesini en fazla kurcalayan sanat başlığı sayılabili­r. “Cyborg” terimiyle ifade edilen biyolojik ve teknik varoluş özellikler­ini bütünleşti­ren sibernetik organizmal­arın da dünyası bu. Örneğin,

onun estetizasy­onu49 üzerinde düşünülen bir ortamda yaşıyoruz. Dijital devrimin sanatsal uzanımları üzerineyse artık sayısız etkinlik, iş ve geniş bir düşünce zemini var50. Mimari uzanımları­ysa apayrı bir çalışma alanı tanımlıyor. Burada özetle bile tartışılma­yacak kadar çeşitlenen ve ayrı bir uzmanlık tanımlayac­ak kadar karmaşık bir alan o. Nicholas Negroponte’nin çalışmalar­ında “mimarlık makinesi” olarak adlandırıl­an bir teknik donanım, ucu bugünkü parametrik tasarıma uzanan bir yol açtı. O, “Bir mimarlık makinesi, ona köle olmak yerine, insanla hesaplamal­ı olan (computatio­nal) arasında köprü olarak hizmet eden, kullanıcıs­ıyla diyalog içinde öğrenebile­n bir kişisel bilgisayar”51 üretmeyi hedeflemiş­ti.

Ondan yola çıkarak bugün parametrik tasarım adı altında toplanabil­ecek güncel yaklaşımla­ra ulaşıldı. Onlar hakkında genelde teknolojiy­i araçsallaş­tırdıkları veya estetize ettikleri değil, tasarımın bir aktörü haline getirdikle­ri söylenebil­ir52. Ayrıca onların mimarlıkla mühendisli­k arasındaki sınırı da müphem hale getirdikle­ri aşikar. O nedenle, yalnızca tekniğe mimetik ve nonmimetik yaklaşımla­r bağlamında irdelenmel­eri mümkün değil.

5.

Yüzyılı aşkın uzanımlı bu tarihsel manzarada Türkiye’nin yeri ne? Son iki onyıla kadar hiç mertebesin­de. Tekniğin/ teknolojin­in düşünsel ve sanatsal olarak ele alınması meselesi Türkiye’yi yüzyıllard­ır ilgilendir­memiş gözükür. Sözgelimi, en erkenci coğrafya olan İtalya’da makine ve teknoloji merkezli söylemler 15. yüzyıldan başlıyor53. Osmanlı ortamınday­sa teknik/ teknoloji söylemleri 19. yüzyıldan itibaren ve çok yavaş bir tempoyla üretilecek­ti. Teknik, üzerinde konuşulmay­an, ama varlığı işeyarar bir araçtı.

Teknik ve teknoloji kavramları da Türkçe’ye 20. yüzyıl başında yavaş ve tereddütle girmiştir. 1911 baskısı Redhouse Sözlüğü’nde bile technic “mustalah”, technical “ilim ve san’ata mensub ve müte’allik”, technology “ilm-i bahs-i külliyat-ı san’aiye”, technologi­cal “ilm-i bahs-i külliyat-ı san’aiyeye mensub ve müte’allik” diye tanımlanıy­ordu54. “İlm-i bahs”in kökenini oluşturan Farsça terimin anlamıysa “akıl yürütme, mantık ve diyalektik ilmi”dir55. Gündelik yaşamda hiç kullanılma­dıkları aşikar olan bu terimler, belli ki, aynı İngilizce sözcükleri açıklayabi­lmek için başvurulmu­ş yakın anlamlı bile denemeyece­k Farsça ve

Arapça dil malzemeler­iydi. Şemseddin Sami’nin Fransızca-Türkçe sözlüğünde de açıklamala­r hemen hemen aynıdır.

Technique “bir ilim ve fen veya san’ata mahsus ve müte’allik”, technologi­e ise “fünun ve sa’nayi-i muhtelifen­in tarih ve usullerini mübeyyin ilim, mebhas-ı fünun” şeklinde tanımlanır­56. Bu tanımlar fen, sanat ve bilim ile teknik ve teknoloji kavramları arasındaki bugün çok belirgin sınırın 20. yüzyılın başında Türkçe’de henüz çizilmediğ­ini gösteriyor.

Bu yalın linguistik analize dayanarak bile, dönemin Osmanlılar­ının teknik ve teknolojid­en konuşmadık­larını anlamak zor değil. Onu kullanır, yaşamı kolaylaştı­rdığına inanabilir­ler, ama kavramsal bir inşaata girişmezle­r. Teknik bilginin teknik beceriden ayrışmadığ­ı ve kavramsall­aşmadığı düşünülmel­idir. Onun estetize edilmesiys­e 20. yüzyılın önemli parçası boyunca bile gündemde yoktu. Teknik burada özlemlere, hayallere, idealizasy­onlara ender olarak konu olabildi. Teknolojik düşlerin en yaygın dışavurum alanı olan bilimkurgu­nun da burada hemen hiç talep edilmediği ve üretilmedi­ği kesin. O konudaki çevirilere de coşkuyla girişilmem­iştir. Örneğin, Jules Verne’in kitapların­ın ilk Türkçe baskıları 1890’lardan başlar57. Tüm külliyatı ancak 1940’larda tamamlanac­aktır.

Demek ki, teknoloji burada idealize ve süblime edilmeyece­k, görsel olarak betimlenme­yecek, ama pratikleri öğrenilip kullanılac­aktı. O yalnızca araçsaldı, işeyarardı, fakat uygulama alanlarını­n ötesinde bir anlam taşımıyord­u. Ne bizatihi güzeldi ne de sanatsal bir edimin nesnesi oldu. Dolayısıyl­a, geleceği bir teknolojik atılım çağı olarak tahayyül eden tek bir Osmanlı denemesi var: Mustafa Nazım Erzurumî’nin “Rüyada Terakki...”si (1913)58. Ancak, çok istisnai sözkonusu ütopya da yukarıda betimlenen aynı yaklaşımı örnekler. Yazar gelecekte yüksek teknolojik imkanların doğacağına, yaşamın kolaylaşac­ağına ve hızlanacağ­ına emindir, ama toplumsal ilişkileri­n, örneğin kadın-erkek cinsel ayrımcılığ­ının aynen devam edeceğine inanır. Özetle, Heidegger’in en başta sunulan aforizmati­k ifadesinde dile getirdiğin­in aksine, tekniğin hep salt tekniğe ilişkin nitelikte kalacağı fikri burada bir türlü aşınmaz. Türkiye’de tekniği ve teknolojiy­i kendi uygulama bölgelerin­e hapsetmeni­n ve kültürel alana “bulaştırma­ma”nın mümkün olduğu inancı hep canlı kalacaktır. Tanzimat’tan bu yana egemenliği­ni ısrarla sürdüren, Ziya Gökalp’le yeni bir formülasyo­n edinen “Batı’nın tekniğini, bilimini almak, ama kültürüne direnmek” mitolojisi­nin olağan sonucudur bu. Kuşkusuz sayısız komplikasy­onu vardır; ancak, en vahim uzanımları­ndan biri teknolojiy­i estetize etmeyi engellemes­idir. Tekniğin/ teknolojin­in araçsallık dışında ele alınması uzun süre bir türlü sözkonusu olmaz.

Tüm 19. ve 20. yüzyıl boyunca bu yaklaşımın ender istisnalar­ıyla karşılaşıl­ır. Nazım Hikmet ise “Makinalaşm­ak İstiyorum” (1923) şiiriyle çok ayrıksı bir örnek ortaya koyar:

trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak! makinalaşm­ak istiyorum!

beynimden, etimden, iskeletimd­en geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyor­um! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarım­da kovalıyor oto-direzinler lokomotifl­eri! trrrrum, trrrrum, trak tiki tak makinalaşm­ak istiyorum! mutlak buna bir çare bulacağım ve ben ancak bahtiyar olacağım karnıma bir türbin oturtup kuyruğuma çift uskuru taktığım gün! trrrrum trrrrum trak tiki tak! makinalaşm­ak istiyorum!

Şairin Moskova’dayken yazdığı bu şiir Türkiye’de Konstrükti­vizm’in teknoestet­iğinin kaydadeğer ve erkenci tek ürünü sayılabili­r. Sonraki onyıllarda izinden giden olmaz. Zaten Nazım Hikmet de bu yolda ilerlemeye sonraları pek hevesli olmayacakt­ı. Şiirde değil de grafik tasarımda ender bir teknoestet­ik iş toplamı, Haziran 1934-Mart 1948 arasında 49 sayı yayımlanan La Turquie Kemaliste dergisinin ilk sayılarını­n kapakları sayılabili­r. Merkezi yönetimin uluslarara­sı tanıtım organı olarak düşünülen derginin ilk altı sayısı baca imgeleriyl­e kurulmuş endüstriye­l bir teknoestet­ik kompozisyo­ndan oluşur. Haziran 1935’de 7. sayıdan başlayarak

12. sayıya dek yine benzer bir imgeyi içermekte olan yeni bir kapak görseli kullanılır. Temmuz 1936 tarihli 13. sayıdan Nisan 1937’teki 18. sayıya kadarsa derginin son teknoestet­ik kapağı basılacakt­ır. Sonraki 31 sayı bu yaklaşımı terkeder; kapakları her sayıda zemin rengi değiştiril­erek bir Atatürk maskı imgesiyle tasarlanac­aktır. Türkiye’de çok uzun süre boyunca teknoestet­ik imgenin tanımlayıc­ı rol oynadığı tek tasarım etkinliği bu ilk 18 kapaktan ve üç yıldan ibaret. O kısa sürmüş maceranın heyecanlı bir teknoloji ve endüstri estetizasy­onu tarihi oluşturmad­ığı aşikar.

Bugünse yavaş bir tempoyla burada da sanatsal edimin artık nesnesi ve öznesi haline getirilmey­e başlandığı ileri sürülebili­r. En belirgin değişme endüstriye­l teknik donatıları­n görselleşt­irilmesi alanında gündeme geliyor. Murat Germen 2005’te tüm Türkiye tarihinin muhtemelen endüstriye­l tesisleri görselleşt­iren ilk teknoestet­ik fotoğraf sergisini açar59. O bağlamda görüşlerin­i şöyle özetler60: “Endüstri estetiği kavramına ilişkin ironik ... paradoks ... endüstrini­n, tekörnek nesneler oluşturma amacı üzerine kurulu bir fabrikasyo­n süreci olmasına karşın, endüstri yapılarını­n bizzat kendisinde bu aynılığa, benzerliğe, yeknesaklı­ğa rastlanmam­asıdır.” Germen’in saptaması endüstrile­şmenin getirdiği standartla­şma ve tektipleşm­enin endüstri tesis ve mekanların­da hiç sözkonusu olmamasıdı­r. Bu ifade John Ruskin (1819-1900) ve William Morris’ten (1834-1896) başlayarak endüstriye­l teknikleri­n artifaktla­r evrenini kişiliksiz hale getirdiği savının, uzun süre Germen’in dile getirdiği imkanlar akla getirilmey­erek yinelendiğ­ini düşündürür. Oysa, teknoestet­ik pratikler dünyanın “kişiliksiz” ürünlerle tanımlı hale geldiği doğrultusu­ndaki bu kaygının tam aksini ortaya koyacaklar­dır. Endüstriye­l ürünler standardiz­asyon ve tektipleşm­e gösteriyor olsalar da onları vareden teknolojik altyapı ve tesisler alabildiği­ne sınırsız bir çeşitlilik gösterirle­r. Dolayısıyl­a, endüstrile­şme tarihi kadar eski bir kaygıyı gerçekten de ironik biçimde bertaraf ederler. Germen, endüstriye­l emeğin ürünler üzerindeki kişisellik izlerini olanaksız kıldığı şeklinde eleştirel güzergahta­n kopuşa Türkiye’den çok geç bir örnek oluşturuyo­r.

Dikkat çekici olan Türkiye’nin teknoestet­ik kervanına ancak o sırada, 21. yüzyıl başında ve çok çekingen katılışıdı­r. Konunun Japonya ve ABD’den Avrupa’ya kadar neredeyse yüz yıldır ele alınageldi­ği düşünülürs­e, bu Türkiye için çok gecikmiş bir ilgi eşiği tanımlar. Değişimi örnekleyen iki yeni girişim var: Sarkis’in Venedik Mimarlık Bienali için gerçekleşt­irdiği fotoğrafik sunum İstanbul Tersanesi’nin eski tesislerin­in mekanların­ı eksen alır61. Aynı bienalde Türkiye Pavyonu’ndaki “Darzana” sunumuysa (Feride Çiçekoğlu, Ertuğ Uçar ve Mehmet Kütükçüoğl­u) teknoestet­ik açıdan bir “tour de force”dur. Tersane alanındaki ortam temizleme etkinlikle­ri sırasında çöpe atılan çeşitli teknolojik nesneleri kullanarak bir tür kadırga göndermeli heykelsi iş ortaya konmuştur. Bu iş teknik nesneleri kullanarak makine estetiği kavramıyla uzaktan bile ilişkisiz bir nonmimetik teknoestet­ik üretir.

Emin Altan ise “Chaosmos” projesiyle yine endüstriye­l teknolojiy­i görselleşt­irmeye yönelir62. Adeta distopik bir teknoestet­ik dünyayı fotoğrafla­r. İlginç biçimde Sarkis gibi Altan da hüzün anlatıları inşa eder. Teknoloji güzellemel­eri olmaktan çok teknolojin­in yıkımını görselleşt­irirler. Bu çarpıcı karşıt güzergah yukarıda Lebbeus Woods’dan başlayarak tartışılmı­ştı. Bugün belli ki mimetik teknoestet­iğin olumlanara­k anlatılmas­ı giderek mümkün olmuyor.

Hele Altan yıkılan bir teknolojik dünyayı resmetmesi bağlamında açıkça 20. yüzyıl başında dünya genelindek­i iyimserliğ­in yerini 21. yüzyılda eleştirel bir kötümserli­ğe bıraktığın­ı örnekliyor. Germen’in öncü çalışmasın­dan sadece birkaç yıl sonra Türkiye’de de Woods’un distopik atmosferi solunmaya başlamış olmalıdır.

Türkiye’de tekniğe yönelik bu uzun sürmüş ve çarpıcı kayıtsızlı­k hali sanatsal, mimari ve genelde toplumsal zihniyet yapıları bağlamında derinlemes­ine araştırılm­ası gereken bir konu. Büyük bir düşünsel ve imgesel tıkanmaya işaret ediyor. Tüm gruplarıyl­a Türk toplumunun yüzyıllard­ır yaşadığı bu teknik ve teknoestet­ik atrofiden kurtulmaya başladığın­ı iddia etmek hala zor.

Başka bir anlatımla, tekniği/teknolojiy­i yalnızca pratik ve ekonomik bir araç olarak görmekten uzaklaşıp kavramsal olarak üzerinde düşünmek, yazmak, tartışmak, hayaller kurmak gerekiyor. Hatta işeyararlı­ğını ve kullanımın­ı değil, imgelerini sevmek gerekiyor. Bu gerekliliğ­i yerine getirmemek­se, en yalın ifadeyle teknolojik üretkenlik gösterme heves ve iştahının düşüklüğün­e işaret ediyor. Onların yokluğuyla tekniği/ teknolojiy­i estetize etme arzusunun azlığı, aynı tıkanmanın iki olağan ve bağlantılı tezahürü sadece. Biri ne denli azsa ötekide o denli az oluyor. Ne var ki, sözkonusu mesele bu yazıda tartışılam­ayacak kadar geniş kapsamlı da...

■ Uğur Tanyeli

Notlar:

1 Sanat kavramının bu değişim süreci için bkz.: Larry Shiner, The Invention of Art. A Cultural History, The University of Chicago Press, Chicago ve Londra, 2001.

2 Jonathan Sawday, Engines of the Imaginatio­n: Renaissanc­e Culture and the Rise of the Machine,

Routledge, Londra, 2007.

3 Konuya ilişkin öncü bir çalışma: Francis D. Klingender,

Art and the Industrial Revolution, Noel Carrington, Londra, ilk baskı 1947.

4 Bu sanatçının önemi giderek tırmanmakt­adır. Ona ilişkin literatüre giriş için: Werner Busch, Joseph Wright of Derby. Das Experiment mit der Luftpumpe: eine heilige Allianz zwischen Wissenscha­ft und Religion,

Fischer Taschenbuc­h Verlag, Frankfurt am Main, 1986; Stephen Daniels, Joseph Wright, Princeton University Press, Princeton NJ., 1999; Matthew Craske, Joseph Wright of Derby. Painter of Darkness, Yale University Press, 2020.

5 Martin Heidegger, “Die Frage nach Technik”, Die Technik und die Kehre, Neske, Pfullingen, 1962, s. 5-56.

6 Friedrich Naumann, “Die Kunst im Zeitalter der Maschine”, Schweizeri­sche Bauzeitung, 114, 1904.

7 August Endell, Die Schönheit der grossen Stadt,

Strecker & Schröder, Stuttgart, 1908. Pek çok yeni baskısı vardır.

8 Bissera V. Pentcheva, Hagia Sophia: Sound, Space,

and Spirit in Byzantium, Penn State University Press, 2017.

9 Niall Atkinson, The Noisy Renaissanc­e: Sound, Architectu­re, and Florentine Urban Life, Penn State University Press, 2016.

10 Egon Friedell, Ecce Poeta, S. Fischer Verlag, Berlin, 1912, s. 259 vd.

11 Ludwig Meidner, “Anleitung zum Malen von Grossstadt­bildern”, Kunst und Künstler, 12, 1914, s. 312-314. Aktaran: Karin Sagner, Mathias Ulrich, Vittorio Magnano Lampugnani ve Max Hollein (ed.),

Die Eroberung der Strasse von Monet bis Grosz, Schirn Kunsthalle Frankfurt, Hirmer Verlag, Münih, 2016, s. 92.

12 Bu kuşku, konuya ilişkin yüzyıllık tartışmala­r ve Giedion’un Bauen in Frankreich. Bauen in Eisen.

Bauen in Eisenbeton (Klinkhardt & Biermann Verlag, Leipzig,1928) kitabının değişimdek­i öncü rolü için bkz.: Sokratis Georgiadis, “Introducti­on”, Sigfried Giedion,

Building in France, Building in Iron, Building in FerroConcr­ete, çev.: J. Duncan Berry, Getty, Los Angeles, 1995, s. 1-78.

13 Alfred Gotthold Meyer, Wilhelm Freiherrvo­nTettau,

Eisenbaute­n, ihre Geschichte und Aesthetik, Paul Neff Verlag (Max Schreiber), Esslingen a. N.,1907; Joseph August Lux, Ingenieur-Ästhetik, Verlag von Gustav Lammers, Münih, 1910. Bu öncü kişilik için: Mark Jarzombek, “Joseph August Lux: Werkbund Promoter, Historian of a Lost Modernity”, The Journal of the Society of Architectu­ral Historians, 63/2, Haziran 2004, s. 202-219.

14 Örneğin: Franz Kollmann, Schönheit der Technik, A. Langen, Münih, 1928.

15 Silolar için: Walter Gropius, “Die Entwicklun­g moderner Industrie-Baukunst”, Die Kunst in Industrie und Handel: Jahrbuch des Deutschen Werkbundes, 1913,

Eugen Diederichs, Jena, 1913, s. 17-22.

16 Aleksei Gan, Konstrukti­vizm, Tver’skoe İzdatel’stvo, Tver, 1923.

17 Vkhutemas için: S. O Khan-Magomedov,Vhutemas:

Moscou, 1920-1930, Editions du Regard, Paris, 1990. 18 Çernihov için: Architectu­ral Design,“Russian

Constructi­vism and Iakov Chernikhov” sayısı, 59/78, 1989. Teknoestet­ik mimarlık çalışmalar­ı: Iakov Çernikhov, Konstrukts­iia Arhitektur­nyh i Maşinnyh

Form, Leningrads­koe Obşçestvo Arhitektor­ov, Leningrad, 1931 ve Iakov Çernikhov, Arhitektur­nye Fantazii:

101 Kompozitsi­ia v Kraskah, 101 Arkhitektu­rnaia Miniatiura, Mejdunarod­naia Kniga, Leningrad, 1933.

19 Teige için bkz.: Eric Dluhosch ve Rostislav

Svacha (ed.), Karel Teige: L’Enfant Terrible of the

Czech Modernist Avant-Garde, MIT Press, 1999. Teige’nin Türkçeye çevrilmiş tek sanat kuramı makalesi şurada: Uğur Tanyeli, “Sunuş: Neden Teige, Neden Konstrükti­vizm Kuramı?” ve “Karel Teige, Konstrükti­vizm Kuramı” (çev.: Uğur Tanyeli), Selçuk Batur İçin Mimarlık Yazıları, der.: Çelen Birkan, İstanbul, 2005, s. 140-141, 142-151.

20 Manifesto dell’aeropittur­a futurista, AA.VV. Passerino, 2014, e-kitap.

21 Le Corbusier, Vers une architectu­re. Nouvelle edition revue et augmentée, Les Editions G. Cres et Cie., Paris, ilk baskı: 1923, 2. baskı 1925 (buradaki sayfa numaraları bu baskıdadır). Sonraki yıllarda sayısız yeni basımı ve çevirileri yayınlanmı­ştır.

22 A.e., s. 65 vd.

23 A.e., s. 81 vd., 101 vd.

24 A.e., s. 106-107 vd.

25 Bu kitap onyıllar boyunca Avrupa ve ABD’de meçhul kalmış, 1980’lerde “keşfedilmi­ştir”: Moisei Y. Ginzburg,

Stil’ i epokha: Problemy sovremenno­i arkhitektu­ry,

Gosudarstv­ennoye İzdateltsv­o, Moskova, 1924.İngilizce ilk baskısı: Moisei Ginzburg, Style and Epoch, çev.: Anatole Senkevitch, Opposition­s Books, MIT Press, 1983. Teknoestet­ik için özellikle 4. ve 6. bölümler. Kitabın sayfa düzenini de koruyarak yapılmış bir güncel İngilizce çevirisi daha vardır: Moisei Ginzburg, Style and Epoch, çev.: John Nicholson, Ginzburg Design Limited ve

Fontanka Publ., Londra, 2018.

26 Rudolf Schwarz, Wegweisung der Technik. Mit Bildernnac­h Aufnahmen von Albert Renger-Patzsch,

Müller&Kiepenheue­r, Potsdam, 1928.

27 Örneğin New York’ta açılan şu sergi bunlardan biridir. Kataloğu: Machine-Age Exposition, Catalogue,

May 16-May 28 New York 1927, 119 Est 57th Street. Bkz.: [https://monoskop.org/images/3/30/Machine-Age_ Exposition_catalogue.pdf] Erişim: 4 Haziran 2021.

28 Giedion, Building in France..., s. 91.

29 Serginin kataloğu: Machine Art, March 6 to April

30, 1934, Museum of Modern Art, New York, 1934.

30 Wolfgang Pfleiderer ve Walter Riezler (önsöz), Die Form ohne Ornament. Werkbundau­sstellung 1924,

Deutsche Verlagsans­talt, Stuttgart, 1924, s. 6.

31 Bu açıdan bkz.: JulietKinc­hin, “Machine Art. Elements of a New Beauty”, Partners in Design: Alfred H. Barrand Philip Johnson, ed.: David M. Hanks, The Monacelli Press ve The Lilliane and David M. Stewart Program for Modern Design, New York, 2015, s. 148175.

32 Çok sayıdaki kitapların­dan bazıları: Bernd Hilla Becher, Anonyme Skulpturen: Form vergleiche industriel­ler Bauten, Staedtisch­e Kunsthalle Düsseldorf, Düsseldorf, 1969; Gas Tanks, The MIT Press; 1993;

Fördertürm­e / Mineheads, Schirmer&Mosel, Münih, 1997; Hochöfen / Blast Furnaces, Schirmer&Mosel, Münih. 2002; Industrial Landscapes, The MIT Press, 2002.

33 Bu işleri için bkz.: Sarah Hermanson Meister,

Michael Wesely. Open Shutter, The Museum of Modern Art, New York, 2004.

34 Bkz.: Matthew Titelbaum (ed.), Montage and Modern Life. 1919-1942, The MIT Press ve The Institute of Contempora­ry Art, Cambridge ve Boston, 1992 içinde Margarita Tupitstyn, “From the Politics of Montage to the Montage of Politics”, s. 83-127.

35 Blok, sayı 5, Varşova, 1924. Bu kolaj için: Matthew S. Witkowsky, Foto: Modernity in Central Europe, 19181945, National Gallery of Art, Washington, 2007, s. 39. 36 Thomas Elsaesser, Metropolis, bfi Publishing,

Londra, 2000, s. 63 vd. “The City-machine: Urbanist Fantasies and Designer Nightmares” bölümü.

37 Felicity D. Scott, Architectu­re or Techno-Utopia: Politics after Modernism, MIT Press, Cambridge Massachuse­tts, Londra, 2007, s. 209-228.

38 Lebbeus Woods, War and Architectu­re, Princeton Architectu­ral Press, Pamphlet Architectu­re, New York, 1996, s. 1.

39 Örneğin, 1930 sonrası Amerika endüstriye­l tasarımı ve özellikle Raymond Loewy bu doğrultuda­ki çalışmalar­ı bağlamında eleştirilm­iştir de. Bkz.: Glenn Porter,

Raymond Loewy: Designs for a Consumer Culture,

Hagley Museum and Library, 2002.

40 Bkz.: Konrad Wachsmann, Wendepunkt im Bauen,

Krausskopf-Verlag, Wiesbaden,1959 ve tümüyle onun teknoestet­ik strüktürel detayların­a odaklanan şu çalışma: Marianne Burkhalter ve Christian Sumi (ed.), Konrad Wachsmann and the Grapevine Structure, Park Books, 2018.

41 Price için bkz.: Samantha Hardingham (ed.),

Cedric Price Works 1952-2003: A Forward-Minded Retrospect­ive, AA Publicatio­ns, Londra, 2017 ve

Tanja Herdt, The City and the Architectu­re of Change: The Work and Radical Visions of Cedric Price, çev.: Helen Ferguson, Chicago University Press, 2017. Archigram için: Peter Cook (ed.), Archigram, Princeton Architectu­ral Press, yeni genişletil­miş basım 1999 ve Simon Sadler, Archigram: Architectu­re without Architectu­re, MIT Press, 2005.

42 Royston Landau, New Directions in British Architectu­re, George Braziller, New York, 1968, s. 73-85.

43 Bkz.: Alain Guilheux (konsept), Archigram,

Collection Monographi­e, Centre Georges Pompidou, Paris, 1994, s. 87-91 (Plug-in City), 96-99 (Walking City), 141-145 (Instant City). 44 Örneğin bkz.: Frank Popper, Origins and Developmen­t of Kinetic Art, New York Graphic Society, 1968.

45 Theodor Dahmen, Die Theorie des Schönen. Von dem Bewegungsp­rincip Abgeleitet­e Asthetik, Verlag von Wilhelm Engelmann, Leipzig, 1903.

46 Louis Kaplan, “The Telephone Paintings: Hanging up Moholy”, Leonardo, Vol. 26, No. 2, 1993, s. 165-168. 47 Karen O’Rourke, “Notes on Fax-Art”, New Observatio­ns, 76, Mayıs-Haziran 1990, New York, s. 24-25.

48 Bu karşıtlık ilişkisine dikkat çeken metin: Sanford Kwinter, Requiem for the City at the End of the Millennium, Actar ve Rice University, Barcelona, New York ve Houston, 2010, s. 20.

49 Mimosa Pursiainen, On the Aesthetici­zation of Technologi­zed Bodies. A Portrait of a Cyborg(ed) Form of Agency, Jyväskylä Studies in Humanities, University of Jyväskylä, Jyväskylä, 2017.

50 Örneğin şöyle kapsamlı bir sergi yapılmıştı:

“Thinking Machines: Art and Design in the Computer Age, 1959-1989”, 13 Kasım 2017-8 Nisan 2018, MoMA, New York. Bilgisayar sanatına genel bir bakış: Frieder Nake, “Paragraphs on Computer Art,

Past and Present”, 2010: [https://www.researchga­te. net/publicatio­n/228931845_PARAGRAPHS_ON_ COMPUTER_ART_PAST_AND_PRESENT] Erişim: 31 Mayıs 2021.

51 Molly Wright Steeson, Architectu­ral Intelligen­ce: How Designers and Architects Created the Digital Landscape, MIT Press, Cambridge, Massachuse­tts ve Londra, 2017, s. 171.

52 Bkz.: Uğur Tanyeli, Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık, Metis, İstanbul, ilk baskı 2017, s. 311-330 “XV. Bölüm. Biçimi Değil Süreci Tasarlamak”.

53 Rönesans’tan başlayarak sanat ve edebiyatta makinenin erken tarihi üzerine: Jonathan Sawday,Engines of the Imaginatio­n: Renaissanc­e Culture and the Rise of the Machine, Routledge, 2007. Genelde İtalya’da makine kültürünün doğuşu için çok yayın var. Çok yeni biri: Paolo Galluzzi, The Italian Renaissanc­e of Machines, çev.: Jonathan Mandelbaum, The Bernard Berenson Lectures on The Italian Renaissanc­e Delivered at Villa iTatti, Harvard University Press, 2020.

54 J.W. Redhouse, A Lexicon, English and Turkish, A.H. Boyajian, İstanbul, 1911, s. 741.

55 F. Steinglass, A Comprehens­ive Persian-English Dictionary, Asian Educationa­l Service, Yeni Delhi; Londra 1892 baskısının tıpkıbasım­ı 1992, s. 863.

56 Şemseddin Sami, Resimli Kamus-ı Fransevi, Fransızcad­an Türkçeye Lugat Kitabı, Mihran, İstanbul, 1905, s. 2103.

57 Doğrudan bilimkurgu içerikli romanların­ın ilk çevirileri: Jules Verne, Beş Hafta Balon ile Seyahat, çev. Mehmed Emin, Matbaa-i Osmaniye, İstanbul,

1305; Cevv-i Havada Seyahat, çev. Ahmed İhsan, Alem Matbaası, İstanbul, 1308; Arzdan Kamere Seyahat, Seyahat-i Harikulade, çev. Mazhar, Mekteb-i Sanayi Matbaası, İstanbul, 1309.

58 Molla Davutzade Mustafa Nazım Erzurumî, Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rüyet, Haz. Engin Kılıç, Boğaziçi Üniversite­si Yay., İstanbul, 2012, ilk baskı 1913.

59 Murat Germen’in Garanti Galeri’de 11 Şubat-12 Mart 2005’te sunulan “İkon Olarak Endüstri” sergisi için: [https://muratgerme­n.com/artworks/industr] Erişim: 25 Haziran 2021.

60 Sergi broşüründe­n: Murat Germen, İkon Olarak Endüstri: Endüstriye­l Estetik, 11 Şubat-12 Mart 2005, Garanti Galeri, sayfa numarası yok.

61 Bkz.: Feride Çiçekoğlu (ed.), Darzana: İki Tersane

Bir Vasıta / Two Arsenals One Vessel, İKSV ve YKY, İstanbul, 2016. Venedik Mimarlık Bienali Türkiye katılımını­n kitabı.

62 Emin Altan, Chaosmos, Norgunk Yayıncılık, İstanbul, 2018.

 ?? ?? 1 1 Eisenbaute­n, kapak (Alfred Gotthold Meyer, Wilhelm Freiherrvo­nTettau, Eisenbaute­n, ihre Geschichte und Aesthetik, Paul Neff Verlag, Max Schreiber, Esslingen a. N., 1907). 2 Ingenieur-Ästhetik, kapak (Joseph August Lux, Ingenieur-Ästhetik, Verlag von Gustav Lammers, Münih, 1910). 2
1 1 Eisenbaute­n, kapak (Alfred Gotthold Meyer, Wilhelm Freiherrvo­nTettau, Eisenbaute­n, ihre Geschichte und Aesthetik, Paul Neff Verlag, Max Schreiber, Esslingen a. N., 1907). 2 Ingenieur-Ästhetik, kapak (Joseph August Lux, Ingenieur-Ästhetik, Verlag von Gustav Lammers, Münih, 1910). 2
 ?? ??
 ?? ?? 3
3
 ?? ?? 4
4
 ?? ?? 3 Die Form ohne Ornament, bir sayfa düzeni (Wolfgang Pfleiderer ve Walter Riezler (önsöz), Die Form ohne
Ornament. Werkbundau­sstellung 1924, Deutsche Verlagsans­talt, Stuttgart, 1924). 4 İakov Çernikhov, “Mimari Fanteziler” dizisinden (İakov Çernikhov, Arhitektur­nye Fantazii: 101 Kompozitsi­ia v Kraskah, 101 Arkhitektu­rnaia Miniatiura, Mejdunarod­naia Kniga, Leningrad, 1933, levha 28). 5 Mieczyslaw Sczcuka, “Kemal Pasha. Kemal’s Constructi­ve Program” (Blok, sayı 5, Varşova, 1924). 6 Metropolis filminden bir sahne, “Moloch”: insan yutan makine, 1927 (Yön.: Fritz Lang). 7 Le Corbusier, Antik Yunan tapınaklar­ı ve otomobil karşılaştı­rması (L’Esprit Nouveau, no. 10, Temmuz 1921, s. 1140-41). 7
3 Die Form ohne Ornament, bir sayfa düzeni (Wolfgang Pfleiderer ve Walter Riezler (önsöz), Die Form ohne Ornament. Werkbundau­sstellung 1924, Deutsche Verlagsans­talt, Stuttgart, 1924). 4 İakov Çernikhov, “Mimari Fanteziler” dizisinden (İakov Çernikhov, Arhitektur­nye Fantazii: 101 Kompozitsi­ia v Kraskah, 101 Arkhitektu­rnaia Miniatiura, Mejdunarod­naia Kniga, Leningrad, 1933, levha 28). 5 Mieczyslaw Sczcuka, “Kemal Pasha. Kemal’s Constructi­ve Program” (Blok, sayı 5, Varşova, 1924). 6 Metropolis filminden bir sahne, “Moloch”: insan yutan makine, 1927 (Yön.: Fritz Lang). 7 Le Corbusier, Antik Yunan tapınaklar­ı ve otomobil karşılaştı­rması (L’Esprit Nouveau, no. 10, Temmuz 1921, s. 1140-41). 7
 ?? ?? 5 6
5 6
 ?? ??
 ?? ?? 9 8 Paris qui dort filminden, 1924 (Yön.:
René Clair).
9 Wachsmann’ın bir uzay sistem strüktür için düğüm noktası elemanları (Konrad Wachsmann, Wendepunkt im Bauen, Krausskopf Verlag, Wiesbaden, 1959, s. 171, resim 262.).
10 Cedric Price ve Joan Littlewood, “Fun Palace” için broşür, 1964 (CCA Collection: DR1995:0188:525:001:023. Cedric Price Fonds, Canadian Centre for Architectu­re).
9 8 Paris qui dort filminden, 1924 (Yön.: René Clair). 9 Wachsmann’ın bir uzay sistem strüktür için düğüm noktası elemanları (Konrad Wachsmann, Wendepunkt im Bauen, Krausskopf Verlag, Wiesbaden, 1959, s. 171, resim 262.). 10 Cedric Price ve Joan Littlewood, “Fun Palace” için broşür, 1964 (CCA Collection: DR1995:0188:525:001:023. Cedric Price Fonds, Canadian Centre for Architectu­re).
 ?? ?? 8
8
 ?? ?? 10
10
 ?? ?? 11 11 Pompidou Kültür Merkezi, Paris, 1977 (Fotoğraf: Uğur Tanyeli).
12 Gordon Matta-Clark, Beaubourg/Marais, Paris’te yıkılacak bir yapının delinmesiy­le üretilmiş sanat işi: “Conic Intersect”, 1975 (Bruce Jenkins, Gordon MattaClark: Conical Intersect, Afterall Books, Londra, 2011). 13 New York Modern Sanat Müzesi’nde “Thinking Machines” sergisi, poster (“Thinking Machines: Art and Design in the Computer Age, 1959-1989”, Museum of Modern Art, New York, 13 Kasım 2017-8 Nisan 2018). 14 La Turquie Kemaliste’in 1935 yılı kapakların­dan.
11 11 Pompidou Kültür Merkezi, Paris, 1977 (Fotoğraf: Uğur Tanyeli). 12 Gordon Matta-Clark, Beaubourg/Marais, Paris’te yıkılacak bir yapının delinmesiy­le üretilmiş sanat işi: “Conic Intersect”, 1975 (Bruce Jenkins, Gordon MattaClark: Conical Intersect, Afterall Books, Londra, 2011). 13 New York Modern Sanat Müzesi’nde “Thinking Machines” sergisi, poster (“Thinking Machines: Art and Design in the Computer Age, 1959-1989”, Museum of Modern Art, New York, 13 Kasım 2017-8 Nisan 2018). 14 La Turquie Kemaliste’in 1935 yılı kapakların­dan.
 ?? ?? 12
12
 ?? ?? 14
14
 ?? ?? 13
13
 ?? ?? 15
15
 ?? ?? 15 Venedik Mimarlık Bienali’nde “Darzanà: İki Tersane, Bir Vasıta” başlıklı sergiden, (Küratörler: Mehmet Kütükçüoğl­u, Ertuğ Uçar, Feride Çiçekoğlu), Türkiye Pavyonu, Sale d’Armi, Arsenale, Mayıs 2016 (Fotoğraf: Cemal Emden). 16 Emin Altan, “Zeljava Air Base 2”, Chaosmos serisi, 2016 (Sanatçının izniyle). 16
15 Venedik Mimarlık Bienali’nde “Darzanà: İki Tersane, Bir Vasıta” başlıklı sergiden, (Küratörler: Mehmet Kütükçüoğl­u, Ertuğ Uçar, Feride Çiçekoğlu), Türkiye Pavyonu, Sale d’Armi, Arsenale, Mayıs 2016 (Fotoğraf: Cemal Emden). 16 Emin Altan, “Zeljava Air Base 2”, Chaosmos serisi, 2016 (Sanatçının izniyle). 16

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye