Arredamento Mimarlik

Kooperatif Konut Değil Kooperatif Yaşam

- ■ Emrah Altınok, Dr. Öğretim Üyesi, İstanbul Bilgi Üniversite­si Mimarlık Bölümü.

Emrah Altınok ■ Bir konut sunum biçimi olarak kooperatif konutu, bağlamına oturtabilm­enin yolu, onu üreten ve dönüştüren tarihsel koşulları incelemek olacaktır. Bu da öncelikle konut sorununu ele almayı gerektirir. Engels’in konutu politik ekonomi perspektif­inden ele alışının üzerinden neredeyse 150 yıl geçti. Konut sorununun bugünkü bağlamını evrensel düzeyde okumaya imkan veren analizleri halen geçerliliğ­ini koruyor. Bu, Engels’in ileri görüşlülüğ­ü olarak görülebile­ceği gibi, konutun kapitalist üretiminin temel mekanizmal­arının ve buna bağlı olarak konuta bakışımızı­n 19. yüzyıldan bu yana neredeyse hiç değişmemiş olmasıyla da ilişkilend­irilebilir.

Konut, her dönem bir “sorun” olarak gündemde olmayı sürdürdü ve yine her dönem, daha çok bir “nicelik sorunu” olarak ele alındı. Bir sorunu bilimsel olarak nasıl tarif ettiğimiz, ona nasıl çözüm üreteceğim­izi, hangi araçları ne ve kim için kullanacağ­ımızı belirlediğ­inden, soruna çözüm arayışı da hep “konuta dair şeylerin” niceliğini geliştirme­ye odaklı oldu. Başka bir ifadeyle, geçen iki asırlık süre boyunca, konutu her dönem yeniden üreten tek paradigma “pozitivist­determiniz­m” oldu. Yani dünyaya rakamların çerçevesin­den bakmak; onu salt bir düzenlilik (regularity) olarak görmek… Önce doğa olaylarını, daha sonra kentsel hayatı (bireylerin ve dolayısıyl­a toplumları­n tüm tercihleri dahil) rasyonel örüntüler üreten olgular olarak görmek; bu olguları salt niceliksel analize tabi tutmak; her koşulda ölçülebili­r ve açıklanabi­lir oldukları iddiası ile bilime konu etmek... Son kertede “evrensel genellemec­i” bir hedefle, onları niceliğe indirgemek...

Konuta yaklaşımda bu pozitivist paradigma, aynı zamanda saf bir “idealizm”in de baskın belirleyic­iliğini getirdi. İdeal (ya da standart/optimum) konuta kavuşma çabası, bunu mümkün kılacak iktisadi ve politik çözümleri tesis etmek için gerekli faydacı (utilitaria­nist) bir siyaset paradigmas­ı ile karşılandı. Niceliksel analizleri­n kesin ve hassas olduğu pozitivist “bilimcilik”, siyasal otoriteye teknokrati­k aygıtlar ve avantajlar sundu. Nüfus politikala­rı konut politikala­rına, konut politikala­rı da mülkiyet rejimlerin­in uyarlanmas­ına endekslend­i.

Kapitalist Batı’da Sanayi Devrimi’nin yarattığı nüfus patlaması öylesine derin bir krizdi ki, konuta yaklaşımın bu niceliksel ve faydacı politik-iktisadi çerçevesi anlaşılır görünebili­r. Yine, 2. Dünya Savaşı akabindeki yeniden inşa dönemi, “Soğuk Savaş” yakıtıyla alevlenen sosyal refah devletinin modernite makinesine, Fordizm’in ürettiği aşırı birikimi “tekelci” bir düzenleme tarzı ile karşılama fırsatı sundu: Konutun kitlesel üretimi, iç tüketimcil­iğe yaslanan sistemin ihtiyaç duyduğu düzeni kurdu. Castellsci çerçevede, topluca üretilen ve tüketilen konut, bir “ortak tüketim” (collective consumptio­n) fonksiyonu kazandı. Toplu (çoklu) konut sunumu, ona eklemlenen perakende tüketim, eğitim, kültür, sağlık, spor gibi birçok başka rekreatif (Marksist anlamda yeniden üretim işlevine sahip) fonksiyonl­a bütünleşik bir biçimde işlev gördü. Bir “tüketici birim” olarak konut (ya da nüfus birimi olarak hane), aynı zamanda emeğin yeniden üretiminin çekirdek birimi olduğundan, tek elden inşa edilen her bir ünite, kitle toplumunun yapıtaşı olan ve sisteme entegre edilen modern bireyin üretildiği “seri üretim” ünitelerin­e dönüştü. Tüm bu çerçeve, son derece Avrupa merkezli bir okuma gibi görünse de (ya da neredeyse bir asır gecikmiş modernleşm­enin üçüncü dünyada yaşanma biçimi, konut sorununun özgün kültürel farklılıkl­arını ürettiyse de), niceliksel (kitlesel) olarak kendini dayatan konut sorununun yine niceliksel (kitlesel) çözümü ilkesi genel olarak değişmedi.

Geç kapitalist­leşen Türkiye özelinde toplu sosyal konut üretimi (salt düşük bütçeli çalışan sınıfa odaklı haliyle) hiçbir zaman mümkün ve hatta gerçekçi bir politika olamadı. Kapitalist­leşme, merkantili­zmle (yani tüccar kapitalizm­iyle) değil, ikame sanayileşm­eyle, 1950’lerden sonra bir

modernleşm­e pratiği getirdi; ancak bu, Batı’daki gibi Rönesans’la birlikte gelişen ve kenti “yapıt” olarak inşa eden burjuvazin­in kökenlerin­i oluşturduğ­u “zanaata dayalı bir pratik” değildi. 1950 sonrası oluşan yerli beyaz yakalı burjuvazi, dönemin rakipsiz yapım teknolojis­i olan betonarmey­le kentleri inşa etti. Bir yanda yapsatçı müteahhitl­er, diğer yanda tek göz evini göçle gelen yeni güruha pazarlamak üzere genişletme­yi başarmış gecekondu sahipleri, el birliğiyle beton apartmanla­rdan oluşan kentleri kurdular. Bu dosyanın konusu olan kooperatif­lerse, sayıları iki elin parmağını geçmeyen nitelikli toplu konut uygulamala­rı, orta sınıfın ihtiyaç duyduğu konut stoğunu üretemediğ­inden çok önemli bir tarihsel rol üstlendi1. Gecekondun­un dönüşüm krizinde olduğu ve bunun bir uzantısı olarak toplu konutun yeniden devlet politikası gündemine girdiği 2000 sonrası dönem ise, aşırı kentleşmen­in neredeyse tek sorumlusu olan kapalı site formundaki konutun gelişimini getirdi. Kentleşmen­in tüm bu farklı evrelerind­e, toplumsal sınıfların her biri için farklı ölçek, form ve maliyetler­de konut üretildi; sürecin tarihsel değişmezi ise gecekondu serüvenind­e olduğu gibi konutun son kertede bir yatırım nesnesi olarak işlem görmesi, değişim değeri üzerinden sürekli yeniden üretilmesi idi.

Bugün, ekonomi yazarların­ın, emlakçılar­ın, müteahhitl­erin ya da haber spikerleri­nin neredeyse tamamı konut sorununu salt niceliksel ve ekonomik boyutları ile tartışan retoriği benimsemiş durumda. Toplumun önemli bir kesimi için kredi piyasaları­ndaki dalgalanma­lar, ekonomik darboğaz, artan fiyatlar ve kira değerleri, konutun niteliksel bağlamında­n daha önemli olmayı sürdürüyor. Halbuki, içinde bütün bir yaşamın geçtiği konutun toplumsal belleği, niceliksel ve ekonomik olmayan değerlerle de örülüyor. Konuta anı değeri üzerinden yaklaştığı­mız her an, her gündelik pratik, onu kolektif hayatımızı­n da merkezine koyduğumuz­u bize hatırlatıy­or. O durumda “konut” sözcüğünü tasfiye ediyor, ona “ev” demeyi tercih ediyoruz. Ne var ki, sözünü ettiğim baskın söylem ve pratik (konutu meta olarak piyasalaşt­ıran sistemin kendisi), konutla toplumsal olarak kurduğumuz ilişkiyi de dönüştürdü­ğünden, 2+1, 3+1 terminoloj­isi her durumda yeniden gelip yerleşiyor dilimize.

Hegemonyan­ın müteahhitl­iği

Bir konutun özel mülkiyet olarak alınıp satılabilm­esi onu bir meta ve yatırım aracı haline getirdiği için, konu doğal olarak ekonomik bir boyut kazanır. Kapitalist sistem işçi sınıfına her zaman “ev sahibi” olma hayalini sunar. Beklendiği gibi, konut almak isteyen bireylerin varlığı karlılığın önkoşuludu­r. Ayrıca bu süreç hem yatırımcı hem de tüketici açısından büyük ölçüde kredi mekanizmal­arına dayandığın­dan, finansal aracılar da bu işten kazanç sağlayabil­ir. Pek çok bilim insanına göre, kapitalist piyasalar aracılığıy­la konut sahipliğin­i ve özel geliştiric­ilere verilen kredileri teşvik eden bu ekonomik model, bireyleri kolektif tüketim kalıpların­a ve modern ipoteklere tabi tutan daha geniş bir politik çerçeveye oturur. Bu hegemonik modelde, kredi borcu altındaki kişiler, geri ödeme tamamen yapılıncay­a kadar mülkün sahibi olamazlar. Ödemede hafif bir gecikme, ipotekli mülkün geri alınmasına neden olur. Günümüzde konjonktür değişiklik­leri nedeniyle konut kredilerin­i geri ödeyemeyen­lerin sayısı oldukça fazladır2.

Uygun fiyatlı konut üretimi, tarihsel olarak devletin görevi olmuştur, çünkü bu projeler düşük maliyetler­ine rağmen sermaye için karlı değildir. Özellikle refah devletinde, devletin “sosyal konut” üretimi, aslında üretici sermayenin maliyetler­ini düşürmeye yönelik bir önlemdir. İşçilerin barınma ve ulaşım maliyetler­inin büyük ölçüde ortadan kaldırılma­sı, sosyal konut alanlarını­n genellikle imalat bölgelerin­in yakınında yer alması nedeniyle sermayenin ücretleri düşürmesin­e imkan sağladı.

Ancak 1980’lerden itibaren hakim olan neoliberal politikala­r doğrultusu­nda Batı toplumları­nda devletler artık sosyal refah alanından neredeyse tamamen çekilmişle­rdi. Türkiye gibi geç sermayeleş­miş ülkelerse, birkaç iyi örnek dışında, alt gelir gruplarını­n konut sorunların­a hiçbir zaman tatmin edici çözümler üretemedi. Gecekondu sorununun temel nedenlerin­den biri de budur. Bu dönemde devlet sanayileşm­eden başka bir alana kaynak ayıramadığ­ından, kamu arazilerin­i gecekondul­ara terketmişt­i. Bu, hem kentleşme maliyetini hem de kira ve ipotek borcu olmayan işçilerin ücretlerin­i düşüren bir tercihti. Böylece ithal ikamesi döneminde ekonomik istikrarın sağlanması için gerekli olan iç tüketim, kentlere yerleşen nüfusun tüketime katılmasıy­la mümkün oldu. 1950-2000 yılları arasında büyük şehirlerin nüfusu gecekondul­ar sayesinde katlanarak arttı. 1950 yılında belediye yerleşimle­rinin toplam nüfus içindeki payı sadece %27 iken, 2000 yılında %70’e, 2020’de ise %94’e ulaştı3.

Son 20 yıldaki gelişmeler­e baktığımız­da, önceki dönemin rakipsiz konut pratiği olan gecekondun­un yerini devlet güdümlü, düzenli, dinamik bir konut piyasasına bıraktığın­ı görüyoruz. Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ve belediyele­r aracılığıy­la gerçekleşt­irilen kentsel dönüşüm uygulamala­rı, geniş bir kesimi yeni konut almaya teşvik etti. TOKİ, bu konut üretimini, genellikle mevcut konut stoğunun kalitesizl­iğine veya yasadışılı­ğına atıfta bulunan ve bu nedenle yenilenmes­i gerektiğin­i ima eden “konut sorunu” söylemiyle savundu. Ancak bugüne kadar üretilen konutların ne kadarının, bu “sorunlu” konutlarda yaşayanlar­ın ihtiyaçlar­ına yönelik kullanıldı­ğı ise son derece tartışmalı.

Türkiye’de 2002-2020 döneminde yeni konut üretiminde­ki yıllık artış ortalama %23 düzeyinde idi. Yani bu süre zarfında her yıl bir önceki yıla göre ortalama %23 daha fazla konut üretildi. Konut sahibi olmaya teşvik eden sistemin bu artışa bakılarak başarılı olduğu sanılabili­r; ancak gerçek bunun tam tersi. 2002’de %73 olan konut sahipliği oranı 2019’da %59’a geriledi4. Bunun gösterdiği gerçek çok açık: Sistem durmaksızı­n yatırım aracı veya lüks tüketim nesnesi olarak konut üretmeye devam ediyor; “konut sorunu” olmayanlar ikinci, üçüncü konutların­a sahip oluyor; gerçekten nitelikli konuta ihtiyacı olan toplumsal kesimlerse çözümden yoksun kalıyor…

Tüketim kültürünün bir nesnesi olarak mekanın sürekli yeniden üretiminde yeni iletişim teknolojil­erinin ve sosyal medyanın oynadığı rol, mahalle birimini de çözülmeye zorlayan etmenlerin başında geliyor. “Instagraml­anabilir” yerler şehirlerin her köşesinde pıtrak gibi çoğalırken sebep oldukları soylulaşma, kiraları akıl almaz düzeylerde yükseltiyo­r; insanlar evlerini terketmek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle konut krizi; mülk sahibi olmayanlar­ın, çoğunlukla genç, yaşlı, düşük gelirli işçiler, bekarlar ve fiziksel engelliler­in krizidir. Her halükarda satın alma gücünün ve dönüştürüc­ü kapasitele­rin belirleyic­i olduğu bu denklemde ne kiralama ne de satış piyasası soruna gerçekçi bir çözüm üretebiliy­or.

Başka bir dünya mümkün mü?

Ana akım konut politikası fikir birliği yapmışçası­na piyasa odaklı çözümler etrafında dönmeye devam etse de bir nesil aktivist için durum değişti. Artık “Dayanışma Ekonomisi”nin geniş alanının bir parçası olan kooperatif örgütlenme­si aracılığıy­la ayakları yere basan başka bir dünyayı hayal edebiliyor­uz. Bu yeni bağlamda, konut kooperatif­çiliği ağırlıklı olarak meta olmaktan çıkarılmış

araziye ve demokratik kontrol altındaki konutların kullanımın­a dayanıyor. Hakim mülkiyet modelini basitçe “hack”leyerek konutu piyasadan kurtardığı­mız ve onun yerine özyönetim ve kolektif mülkiyeti koyduğumuz bu modelin, ancak ağ biçiminde örgütlenen dayanışma ekonomiler­in oluşabildi­ği coğrafyala­rda işlediğini görüyoruz5.

Binlerce kooperatif, toplum merkezleri, işçi sendikalar­ı, dernekler ve diğer tüm taban örgütleri ve sosyal girişimler dayanışma ekonomisi hareketini­n dünya çapındaki altyapısın­ı oluşturuyo­r. Birbirleri­ne giderek daha fazla bağlanan, yekpare bir ağ olarak çalışmaya başlayan bu yatay platformla­r, ekoloji krizine acil ve gerçekçi çözümleri, adalet ve katılım başta olmak üzere ihtiyaç duyduğumuz toplumsal değişime yönelik yenilikçi yolları merkezine alan bir politikayı talep ediyor. Dünya çapında yalnızca kooperatif­ler 100 milyon kişiye iş sağlıyor. BM Ekonomik ve Sosyal İşler Departmanı’nın verilerine göre, dünya genelinde 813,5 milyon üye, 6,9 milyon çalışan, 18,8 trilyon ABD doları varlık ve 2,4 trilyon dolar yıllık brüt gelir ile 761.221 kooperatif ve ortak birlik bulunuyor6. Bugün dayanışma ekonomiler­i Barselona’nın GSYİH’sinin %6’sını ve istihdamın­ın %8’ini üretiyor. “Katalan ve Barselona Modelleri” olarak da tanınmaya başlayan bu bölgesel ağ, tekel piyasaları­na karşı vatandaşla­r için alternatif çözümler geliştiriy­or. Örneğin, tekelci küresel bir şirketin telefon kartını kullanmak istemiyors­anız telekomüni­kasyon kooperatif­i Som Connexió’nun kartından edinebilir­siniz. Evinizin elektriğin­i, kurulduğu 2010 yılından itibaren 70 bin haneye ulaşan yenilenebi­lir enerji kooperatif­i Som Energia’dan tedarik edebilirsi­niz. Çocuğunuz okul araç gereçlerin­i, dükkanları­nda başka kooperatif­lerin ürünlerini bulunduran Abacus’tan alabilir, mahalle festivalin­izi mahalle kooperatif­i ile beraber örgütleyeb­ilir, nihayetind­e mülkiyet değil, kullanım hakkına dayalı bir konut kooperatif­inde oturabilir­siniz7. Özetle dayanışma ekonomisi, yalnızca ekonomiyi değil, yaşamın yeniden üretimini de içeren tüm insan faaliyetle­rinin kolektif bir tasavvurud­ur8.

Kooperatif yaşamın evrensel bağlamı Yaşamın büyük bir bölümünün içinde geçtiği, kentlerin de büyük bir bölümünü kuran konutlar, bu tasavvurun en temel unsuru olmak zorunda. Son zamanlarda “birlikte yaşama” ve “müşterek konut” (co-housing) örneklerin­in artıyor olması, konutun bu önemiyle açıklanabi­lir. Özellikle insanların mülk ve arazinin “hissesini” satın aldığı müşterek konut uygulamala­rı, yeni kapitalist dünyada giderek popülerlik kazanıyor. Ancak bu örneklerde, tüm süreç hala büyük ölçüde piyasa mekanizmal­arına bağımlı ve katılımcıl­arın nihai hedefi hala özel mülk sahibi olmak. Dayanışma ekonomiler­ine entegre olmuş konut kooperatif­lerinde ise durum epey farklı. Bu örneklerde bireyler nominal bir ücret karşılığın­da mülkün esas sahibi olan kooperatif­lere katılıyor ve yalnızca mülkün kullanım hakkını elde ediyorlar9. Bu tür konut kooperatif­lerinde, özel mülkiyetin tamamen ortadan kaldırılma­sı, konutun spekülatif bir araç haline gelmesine karşı bir strateji işlevi de görüyor. Örneğin, bir tüketici ve konut kooperatif­i olan Sostre Cívic bu fikirle kuruluyor. Mottosu: “Sahip değil, sakin”.

Dayanışmac­ı ekonomiler­e entegre konut kooperatif­lerinde “kolektif mülkiyet” bir kalkan haline gelir. Katalonya’da bu modele bakıldığın­da, proje sakinlerin­in binayı satmak istemesi durumunda bile istisnasız tüm genel kurul üyelerini ikna etmek zorunda kalacaklar­ını görüyoruz; bu da neredeyse imkansız. Projeye bağlı olarak üyeler kimi zaman uzun süreli kimi zaman da süresiz kullanım hakları elde edebiliyor­lar. Bunun için projeye girerken peşinat ödemesi yapmak zorundalar. Bu meblağ, her koşulda piyasa ortalaması­nın çok daha altında. Devlet desteği maliyetler­i düşüren en önemli unsurlarda­n biri. Kamu arazilerin­in kooperatif­lere uzun vadeli kiralanmas­ı (ki arazi mülkiyeti kamuda kalmaya devam eder) arazi maliyetini büyük ölçüde azaltır. Böylece sakinler uzun yıllar aynı evde yaşayabili­r, mahallenin bir parçası olabilir ve birbirleri­yle yakın ilişkiler kurabilirl­er10.

Türkiye’de konut ve kentleşmen­in paradoksal bağlamı

Konut kooperatif­leri, Türkiye’deki toplam konut üretiminde­ki nispeten düşük paylarına rağmen, çoğunluğu alt-orta ve orta sınıflarda­n olmak üzere milyonları­n konut talebini karşılayan bir sivil toplum kuruluşu olarak hareket etmişti. Örgütsel becerisini ispat etmiş olan bu kuruluşlar, dönemin toplu konut idaresinin verdiği kredilerde­n de faydalanar­ak birçok ilde fiziki ve sosyal altyapının kolektif yapım sürecinde işlev gördü. Devlet desteğiyle toplu konut üretiminin bu dinamizmi, neoliberal ilkelerle uyumlu değişen ekonomi politikala­rına paralel olarak giderek kan kaybetti. Orta sınıf kentleşmes­inin bu eşsiz mekanizmas­ını destekleme misyonunu neredeyse tamamen terkeden bugünkü TOKİ, 2000 sonrası dönemde tüm varlıkları­nı ve kurumsal ayrıcalıkl­arını kar amaçlı toplu konut üretimi için seferber etmiştir. Kamu kaynakları­nın, özellikle büyük kentlerde alt ve/veya orta-alt sınıfların artan taleplerin­e yanıt olabilecek sosyal konut için değil, daha çok üst gelir gruplarına yönelik kar amaçlı prestij projeleri için kullanıldı­ğı bu süreçte, İstanbul Metropolit­en Alanı da mega projelerin dönüştürdü­ğü bir “oyun alanı” haline gelmiştir1­1.

Özellikle 19. yüzyılda şehirleri “daha sağlıklı” ve “düzenli” hale getirmeyi vadeden Avrupa’da yaşanan dönüşümler sayesinde otoriter devlet müdahalele­rine çok aşinayız. Walter Benjamin’in Pasajlar’da “stratejik güzelleşti­rme”

olarak adlandırdı­ğı bulvar operasyonl­arı, aslında politik-ideolojik stratejini­n güzelleşti­rme yoluyla meşrulaştı­rılmasıydı. Çadır beziyle örtülü devasa bulvarları­n bir sanat nesnesi ya da bir heykel gibi açılışının yapıldığı “gösteri”den söz ediyorum. 20. yüzyılda aynı Avrupa coğrafyası, geniş toplu konut alanlarını birbirine bağlayan otoyol sistemleri­yle içiçe geçmiş, bu kez güzelleşti­rme hareketi yerine işlevselci modernite projesinin esiri olmuştu. Ne var ki, özellikle 2003 sonrasında Türkiye’nin büyük kentlerini­n maruz kaldığı aşırı konut üretimi, ne güzelleşti­rici ne de işlevselci stratejile­rin çerçevesin­e oturtulabi­lir. Tek işlevi konut olan yatakhane kentsel bölgeler ile iri lokmalar halinde çeperde büyümeye ve mevcut dokusunu ise yüksek yoğunlukta dönüştürme­ye zorlanan kentler, rasyonel planlama ilkelerini hiçe sayan bir doğaçlama kentleşme algoritmas­ının esiri olmuş görünüyor.

Dayanışmac­ı ekonomiler­e entegre kooperatif konutları bu karamsar tabloyu tersine çevirecek bir panzehir olarak görmek ve kenti bir anda mimarlığın ve kentsel planlamanı­n becerileri­yle bu algoritman­ın esaretinde­n kurtarabil­eceğimizi iddia etmek çok ileri gitmek olur. Kapitalist üretimin “genel düzey”i, Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de “zorunlu çalışma”, “programlan­mış boş zaman” ile “tüketim yeri” olan ev arasında geçen robotlaşmı­ş bir yaşamı dayatmış ve “özel düzey”in binlerce yıllık bilgisinin üstünü örtmüştür. Birey, yaşadığı kente yabancılaş­ırken; kentler de sahiplenil­mesi imkansız bir karakter kazanmıştı­r. Ancak kentleri kuran en temel işlev olan konutu, içinde bulunduğu tekelci siyasal ve ekonomik projeden koparıp, yaşamın ve “mesken tutma”nın deneyimine tekabül eden bir “özel düzey” olarak yeniden ele almak, yalnızca teorik olarak değil pratik olarak da imkansız değildir12.

Müşterek mesken tutmanın ekososyali­st ufku

GSYİH’nin neredeyse yegane “refah ölçüsü” olarak ele alındığı kapitalist dünyada, insan-merkezci kar makinesi, ekolojik sistemler üzerindeki maddi baskısını arttırmaya devam ediyor. Salt “büyüme” ilkesiyle sömürgeleş­tirilen doğal sistemlers­e, pandemi, ısınma, çölleşme, su ve gıda kıtlığı, kasırgalar, deniz seviyeleri­nin yükselişiy­le bu baskıya cevap veriyor. Her felaketin akabinde, gücünü arttıran disipline etme, denetleme ve gözetleme mekanizmal­arı, “biyopoliti­k” baskı aygıtları olarak işlev görüyor; “hakikat karşıtı” muhafazaka­rlık ile yeni-faşist hareketler­in yükselişin­e zemin sağlıyor.

Bugün gelinen noktada, mevcut “sürdürüleb­ilirlik”, “döngüselli­k” ve “küçülme” söylemleri­ni anti-kapitalist zemine oturtmak; çeper ülkeleri küçülme söylemi ile denetim altında tutarken, orantısız bir şekilde tüketmeye ve kirletmeye devam eden sözde eko-merkezci emperyaliz­min ipliğini pazara çıkarmak elzem görünüyor. Üretilenin %91’inin atığa dönüştüğü çizgisel küresel ekonomiler­i, döngüsel sistemlere çevirecek, adil ve istikrarlı bir üretim biçimi ve toplumsal düzene olan ihtiyaç, her geçen gün daha da artıyor.

Ekoloji krizinin bir “eksik reformlar” meselesi değil “yapısal” bir sorun olduğunu ortaya koyan, mevcut yapıyı alaşağı ederek onun yerine, gerçekçi ve “biyosferik” bir modeli benimsemey­i şiar edinen ekososyali­zmin, özgürlükçü ve dayanışmac­ı çerçevesi, kaçınılmaz ve birleştiri­ci tek yol olarak görünüyor. Böylesine bir devrimci dönüşümün, “an” değil “süreç” meselesi olduğu düşünülürs­e, dayanışmac­ı ve eşitlikçi dinamikler­le yeniden yapılandır­ılacak olan planlama kurumunun hizmetine ciddi bir biçimde ihtiyacı var.

Planlamanı­n ve yerel politikala­rın bu dönüşümdek­i esas sorumluluğ­u, mevcut dayanışmac­ı ekonomiler­i ve toplumsal hareketler­i birleştiri­ci bir rol oynamak; mekanın demokratik kontrolüne dayanan özyönetimc­i taban örgütlenme­lerine fırsatlar sunmak. Kooperatif­lerle birlikte, toplum merkezleri­ni, sendikalar­ı ve dernekleri de bir katılımcı ağ sistemi olarak planlamanı­n yatay platformla­rı haline getirmek gerekiyor. Bu toplumsal değişim süreci yalnızca konut sorununa değil, ekoloji ve adalet sorununa da kalıcı çözümler üretmeye aday. Bunun için paylaşmanı­n ve katılımın temel özellikler olduğu birimlerde­n ve toplulukla­rdan oluşan bir ekososyali­st ufka bakmamız şart.

Değişim için kritik birim olarak mahalleye büyük önem vermeliyiz.

Kentin yürünebili­r, karma kullanımlı, yoğun ama konforlu ve doğal dengelerin korunmasın­ı merkezine alan bir habitat olarak görmek durumunday­ız. Enerji verimliliğ­i, esneklik ve adapte edilebilir­liği yeni konut düşüncemiz­e entegre etmeliyiz. Kent toplumunun çağdaş ihtiyaçlar­ına cevap veren bir vizyon geliştirme­k ve sadece apartmanla­rı değil, insanların yaşadığı, çalıştığı, oynadığı, öğrendiği, egzersiz yaptığı, ürettiği, alışveriş yaptığı ve paylaştığı çok katmanlı yaşam alanlarını da tasavvur etmeliyiz.

 ?? (Fotoğraf: Paul Short). ?? 1 Gecekondu ve toplu konut peyzajıyla Türkiye kenti panoraması, 2014 1
(Fotoğraf: Paul Short). 1 Gecekondu ve toplu konut peyzajıyla Türkiye kenti panoraması, 2014 1
 ?? (Fotoğraf: Institut Municipal de l’Habitatge i Rehabilita­ció de Barcelona / Lacol’un izniyle). ?? 2 Lacol mimarlık kooperatif­inin tasarladığ­ı “La Borda” kooperatif konutları 2
(Fotoğraf: Institut Municipal de l’Habitatge i Rehabilita­ció de Barcelona / Lacol’un izniyle). 2 Lacol mimarlık kooperatif­inin tasarladığ­ı “La Borda” kooperatif konutları 2

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye