Kooperatif Konut Değil Kooperatif Yaşam
Emrah Altınok ■ Bir konut sunum biçimi olarak kooperatif konutu, bağlamına oturtabilmenin yolu, onu üreten ve dönüştüren tarihsel koşulları incelemek olacaktır. Bu da öncelikle konut sorununu ele almayı gerektirir. Engels’in konutu politik ekonomi perspektifinden ele alışının üzerinden neredeyse 150 yıl geçti. Konut sorununun bugünkü bağlamını evrensel düzeyde okumaya imkan veren analizleri halen geçerliliğini koruyor. Bu, Engels’in ileri görüşlülüğü olarak görülebileceği gibi, konutun kapitalist üretiminin temel mekanizmalarının ve buna bağlı olarak konuta bakışımızın 19. yüzyıldan bu yana neredeyse hiç değişmemiş olmasıyla da ilişkilendirilebilir.
Konut, her dönem bir “sorun” olarak gündemde olmayı sürdürdü ve yine her dönem, daha çok bir “nicelik sorunu” olarak ele alındı. Bir sorunu bilimsel olarak nasıl tarif ettiğimiz, ona nasıl çözüm üreteceğimizi, hangi araçları ne ve kim için kullanacağımızı belirlediğinden, soruna çözüm arayışı da hep “konuta dair şeylerin” niceliğini geliştirmeye odaklı oldu. Başka bir ifadeyle, geçen iki asırlık süre boyunca, konutu her dönem yeniden üreten tek paradigma “pozitivistdeterminizm” oldu. Yani dünyaya rakamların çerçevesinden bakmak; onu salt bir düzenlilik (regularity) olarak görmek… Önce doğa olaylarını, daha sonra kentsel hayatı (bireylerin ve dolayısıyla toplumların tüm tercihleri dahil) rasyonel örüntüler üreten olgular olarak görmek; bu olguları salt niceliksel analize tabi tutmak; her koşulda ölçülebilir ve açıklanabilir oldukları iddiası ile bilime konu etmek... Son kertede “evrensel genellemeci” bir hedefle, onları niceliğe indirgemek...
Konuta yaklaşımda bu pozitivist paradigma, aynı zamanda saf bir “idealizm”in de baskın belirleyiciliğini getirdi. İdeal (ya da standart/optimum) konuta kavuşma çabası, bunu mümkün kılacak iktisadi ve politik çözümleri tesis etmek için gerekli faydacı (utilitarianist) bir siyaset paradigması ile karşılandı. Niceliksel analizlerin kesin ve hassas olduğu pozitivist “bilimcilik”, siyasal otoriteye teknokratik aygıtlar ve avantajlar sundu. Nüfus politikaları konut politikalarına, konut politikaları da mülkiyet rejimlerinin uyarlanmasına endekslendi.
Kapitalist Batı’da Sanayi Devrimi’nin yarattığı nüfus patlaması öylesine derin bir krizdi ki, konuta yaklaşımın bu niceliksel ve faydacı politik-iktisadi çerçevesi anlaşılır görünebilir. Yine, 2. Dünya Savaşı akabindeki yeniden inşa dönemi, “Soğuk Savaş” yakıtıyla alevlenen sosyal refah devletinin modernite makinesine, Fordizm’in ürettiği aşırı birikimi “tekelci” bir düzenleme tarzı ile karşılama fırsatı sundu: Konutun kitlesel üretimi, iç tüketimciliğe yaslanan sistemin ihtiyaç duyduğu düzeni kurdu. Castellsci çerçevede, topluca üretilen ve tüketilen konut, bir “ortak tüketim” (collective consumption) fonksiyonu kazandı. Toplu (çoklu) konut sunumu, ona eklemlenen perakende tüketim, eğitim, kültür, sağlık, spor gibi birçok başka rekreatif (Marksist anlamda yeniden üretim işlevine sahip) fonksiyonla bütünleşik bir biçimde işlev gördü. Bir “tüketici birim” olarak konut (ya da nüfus birimi olarak hane), aynı zamanda emeğin yeniden üretiminin çekirdek birimi olduğundan, tek elden inşa edilen her bir ünite, kitle toplumunun yapıtaşı olan ve sisteme entegre edilen modern bireyin üretildiği “seri üretim” ünitelerine dönüştü. Tüm bu çerçeve, son derece Avrupa merkezli bir okuma gibi görünse de (ya da neredeyse bir asır gecikmiş modernleşmenin üçüncü dünyada yaşanma biçimi, konut sorununun özgün kültürel farklılıklarını ürettiyse de), niceliksel (kitlesel) olarak kendini dayatan konut sorununun yine niceliksel (kitlesel) çözümü ilkesi genel olarak değişmedi.
Geç kapitalistleşen Türkiye özelinde toplu sosyal konut üretimi (salt düşük bütçeli çalışan sınıfa odaklı haliyle) hiçbir zaman mümkün ve hatta gerçekçi bir politika olamadı. Kapitalistleşme, merkantilizmle (yani tüccar kapitalizmiyle) değil, ikame sanayileşmeyle, 1950’lerden sonra bir
modernleşme pratiği getirdi; ancak bu, Batı’daki gibi Rönesans’la birlikte gelişen ve kenti “yapıt” olarak inşa eden burjuvazinin kökenlerini oluşturduğu “zanaata dayalı bir pratik” değildi. 1950 sonrası oluşan yerli beyaz yakalı burjuvazi, dönemin rakipsiz yapım teknolojisi olan betonarmeyle kentleri inşa etti. Bir yanda yapsatçı müteahhitler, diğer yanda tek göz evini göçle gelen yeni güruha pazarlamak üzere genişletmeyi başarmış gecekondu sahipleri, el birliğiyle beton apartmanlardan oluşan kentleri kurdular. Bu dosyanın konusu olan kooperatiflerse, sayıları iki elin parmağını geçmeyen nitelikli toplu konut uygulamaları, orta sınıfın ihtiyaç duyduğu konut stoğunu üretemediğinden çok önemli bir tarihsel rol üstlendi1. Gecekondunun dönüşüm krizinde olduğu ve bunun bir uzantısı olarak toplu konutun yeniden devlet politikası gündemine girdiği 2000 sonrası dönem ise, aşırı kentleşmenin neredeyse tek sorumlusu olan kapalı site formundaki konutun gelişimini getirdi. Kentleşmenin tüm bu farklı evrelerinde, toplumsal sınıfların her biri için farklı ölçek, form ve maliyetlerde konut üretildi; sürecin tarihsel değişmezi ise gecekondu serüveninde olduğu gibi konutun son kertede bir yatırım nesnesi olarak işlem görmesi, değişim değeri üzerinden sürekli yeniden üretilmesi idi.
Bugün, ekonomi yazarlarının, emlakçıların, müteahhitlerin ya da haber spikerlerinin neredeyse tamamı konut sorununu salt niceliksel ve ekonomik boyutları ile tartışan retoriği benimsemiş durumda. Toplumun önemli bir kesimi için kredi piyasalarındaki dalgalanmalar, ekonomik darboğaz, artan fiyatlar ve kira değerleri, konutun niteliksel bağlamından daha önemli olmayı sürdürüyor. Halbuki, içinde bütün bir yaşamın geçtiği konutun toplumsal belleği, niceliksel ve ekonomik olmayan değerlerle de örülüyor. Konuta anı değeri üzerinden yaklaştığımız her an, her gündelik pratik, onu kolektif hayatımızın da merkezine koyduğumuzu bize hatırlatıyor. O durumda “konut” sözcüğünü tasfiye ediyor, ona “ev” demeyi tercih ediyoruz. Ne var ki, sözünü ettiğim baskın söylem ve pratik (konutu meta olarak piyasalaştıran sistemin kendisi), konutla toplumsal olarak kurduğumuz ilişkiyi de dönüştürdüğünden, 2+1, 3+1 terminolojisi her durumda yeniden gelip yerleşiyor dilimize.
Hegemonyanın müteahhitliği
Bir konutun özel mülkiyet olarak alınıp satılabilmesi onu bir meta ve yatırım aracı haline getirdiği için, konu doğal olarak ekonomik bir boyut kazanır. Kapitalist sistem işçi sınıfına her zaman “ev sahibi” olma hayalini sunar. Beklendiği gibi, konut almak isteyen bireylerin varlığı karlılığın önkoşuludur. Ayrıca bu süreç hem yatırımcı hem de tüketici açısından büyük ölçüde kredi mekanizmalarına dayandığından, finansal aracılar da bu işten kazanç sağlayabilir. Pek çok bilim insanına göre, kapitalist piyasalar aracılığıyla konut sahipliğini ve özel geliştiricilere verilen kredileri teşvik eden bu ekonomik model, bireyleri kolektif tüketim kalıplarına ve modern ipoteklere tabi tutan daha geniş bir politik çerçeveye oturur. Bu hegemonik modelde, kredi borcu altındaki kişiler, geri ödeme tamamen yapılıncaya kadar mülkün sahibi olamazlar. Ödemede hafif bir gecikme, ipotekli mülkün geri alınmasına neden olur. Günümüzde konjonktür değişiklikleri nedeniyle konut kredilerini geri ödeyemeyenlerin sayısı oldukça fazladır2.
Uygun fiyatlı konut üretimi, tarihsel olarak devletin görevi olmuştur, çünkü bu projeler düşük maliyetlerine rağmen sermaye için karlı değildir. Özellikle refah devletinde, devletin “sosyal konut” üretimi, aslında üretici sermayenin maliyetlerini düşürmeye yönelik bir önlemdir. İşçilerin barınma ve ulaşım maliyetlerinin büyük ölçüde ortadan kaldırılması, sosyal konut alanlarının genellikle imalat bölgelerinin yakınında yer alması nedeniyle sermayenin ücretleri düşürmesine imkan sağladı.
Ancak 1980’lerden itibaren hakim olan neoliberal politikalar doğrultusunda Batı toplumlarında devletler artık sosyal refah alanından neredeyse tamamen çekilmişlerdi. Türkiye gibi geç sermayeleşmiş ülkelerse, birkaç iyi örnek dışında, alt gelir gruplarının konut sorunlarına hiçbir zaman tatmin edici çözümler üretemedi. Gecekondu sorununun temel nedenlerinden biri de budur. Bu dönemde devlet sanayileşmeden başka bir alana kaynak ayıramadığından, kamu arazilerini gecekondulara terketmişti. Bu, hem kentleşme maliyetini hem de kira ve ipotek borcu olmayan işçilerin ücretlerini düşüren bir tercihti. Böylece ithal ikamesi döneminde ekonomik istikrarın sağlanması için gerekli olan iç tüketim, kentlere yerleşen nüfusun tüketime katılmasıyla mümkün oldu. 1950-2000 yılları arasında büyük şehirlerin nüfusu gecekondular sayesinde katlanarak arttı. 1950 yılında belediye yerleşimlerinin toplam nüfus içindeki payı sadece %27 iken, 2000 yılında %70’e, 2020’de ise %94’e ulaştı3.
Son 20 yıldaki gelişmelere baktığımızda, önceki dönemin rakipsiz konut pratiği olan gecekondunun yerini devlet güdümlü, düzenli, dinamik bir konut piyasasına bıraktığını görüyoruz. Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ve belediyeler aracılığıyla gerçekleştirilen kentsel dönüşüm uygulamaları, geniş bir kesimi yeni konut almaya teşvik etti. TOKİ, bu konut üretimini, genellikle mevcut konut stoğunun kalitesizliğine veya yasadışılığına atıfta bulunan ve bu nedenle yenilenmesi gerektiğini ima eden “konut sorunu” söylemiyle savundu. Ancak bugüne kadar üretilen konutların ne kadarının, bu “sorunlu” konutlarda yaşayanların ihtiyaçlarına yönelik kullanıldığı ise son derece tartışmalı.
Türkiye’de 2002-2020 döneminde yeni konut üretimindeki yıllık artış ortalama %23 düzeyinde idi. Yani bu süre zarfında her yıl bir önceki yıla göre ortalama %23 daha fazla konut üretildi. Konut sahibi olmaya teşvik eden sistemin bu artışa bakılarak başarılı olduğu sanılabilir; ancak gerçek bunun tam tersi. 2002’de %73 olan konut sahipliği oranı 2019’da %59’a geriledi4. Bunun gösterdiği gerçek çok açık: Sistem durmaksızın yatırım aracı veya lüks tüketim nesnesi olarak konut üretmeye devam ediyor; “konut sorunu” olmayanlar ikinci, üçüncü konutlarına sahip oluyor; gerçekten nitelikli konuta ihtiyacı olan toplumsal kesimlerse çözümden yoksun kalıyor…
Tüketim kültürünün bir nesnesi olarak mekanın sürekli yeniden üretiminde yeni iletişim teknolojilerinin ve sosyal medyanın oynadığı rol, mahalle birimini de çözülmeye zorlayan etmenlerin başında geliyor. “Instagramlanabilir” yerler şehirlerin her köşesinde pıtrak gibi çoğalırken sebep oldukları soylulaşma, kiraları akıl almaz düzeylerde yükseltiyor; insanlar evlerini terketmek zorunda kalıyorlar. Bu nedenle konut krizi; mülk sahibi olmayanların, çoğunlukla genç, yaşlı, düşük gelirli işçiler, bekarlar ve fiziksel engellilerin krizidir. Her halükarda satın alma gücünün ve dönüştürücü kapasitelerin belirleyici olduğu bu denklemde ne kiralama ne de satış piyasası soruna gerçekçi bir çözüm üretebiliyor.
Başka bir dünya mümkün mü?
Ana akım konut politikası fikir birliği yapmışçasına piyasa odaklı çözümler etrafında dönmeye devam etse de bir nesil aktivist için durum değişti. Artık “Dayanışma Ekonomisi”nin geniş alanının bir parçası olan kooperatif örgütlenmesi aracılığıyla ayakları yere basan başka bir dünyayı hayal edebiliyoruz. Bu yeni bağlamda, konut kooperatifçiliği ağırlıklı olarak meta olmaktan çıkarılmış
araziye ve demokratik kontrol altındaki konutların kullanımına dayanıyor. Hakim mülkiyet modelini basitçe “hack”leyerek konutu piyasadan kurtardığımız ve onun yerine özyönetim ve kolektif mülkiyeti koyduğumuz bu modelin, ancak ağ biçiminde örgütlenen dayanışma ekonomilerin oluşabildiği coğrafyalarda işlediğini görüyoruz5.
Binlerce kooperatif, toplum merkezleri, işçi sendikaları, dernekler ve diğer tüm taban örgütleri ve sosyal girişimler dayanışma ekonomisi hareketinin dünya çapındaki altyapısını oluşturuyor. Birbirlerine giderek daha fazla bağlanan, yekpare bir ağ olarak çalışmaya başlayan bu yatay platformlar, ekoloji krizine acil ve gerçekçi çözümleri, adalet ve katılım başta olmak üzere ihtiyaç duyduğumuz toplumsal değişime yönelik yenilikçi yolları merkezine alan bir politikayı talep ediyor. Dünya çapında yalnızca kooperatifler 100 milyon kişiye iş sağlıyor. BM Ekonomik ve Sosyal İşler Departmanı’nın verilerine göre, dünya genelinde 813,5 milyon üye, 6,9 milyon çalışan, 18,8 trilyon ABD doları varlık ve 2,4 trilyon dolar yıllık brüt gelir ile 761.221 kooperatif ve ortak birlik bulunuyor6. Bugün dayanışma ekonomileri Barselona’nın GSYİH’sinin %6’sını ve istihdamının %8’ini üretiyor. “Katalan ve Barselona Modelleri” olarak da tanınmaya başlayan bu bölgesel ağ, tekel piyasalarına karşı vatandaşlar için alternatif çözümler geliştiriyor. Örneğin, tekelci küresel bir şirketin telefon kartını kullanmak istemiyorsanız telekomünikasyon kooperatifi Som Connexió’nun kartından edinebilirsiniz. Evinizin elektriğini, kurulduğu 2010 yılından itibaren 70 bin haneye ulaşan yenilenebilir enerji kooperatifi Som Energia’dan tedarik edebilirsiniz. Çocuğunuz okul araç gereçlerini, dükkanlarında başka kooperatiflerin ürünlerini bulunduran Abacus’tan alabilir, mahalle festivalinizi mahalle kooperatifi ile beraber örgütleyebilir, nihayetinde mülkiyet değil, kullanım hakkına dayalı bir konut kooperatifinde oturabilirsiniz7. Özetle dayanışma ekonomisi, yalnızca ekonomiyi değil, yaşamın yeniden üretimini de içeren tüm insan faaliyetlerinin kolektif bir tasavvurudur8.
Kooperatif yaşamın evrensel bağlamı Yaşamın büyük bir bölümünün içinde geçtiği, kentlerin de büyük bir bölümünü kuran konutlar, bu tasavvurun en temel unsuru olmak zorunda. Son zamanlarda “birlikte yaşama” ve “müşterek konut” (co-housing) örneklerinin artıyor olması, konutun bu önemiyle açıklanabilir. Özellikle insanların mülk ve arazinin “hissesini” satın aldığı müşterek konut uygulamaları, yeni kapitalist dünyada giderek popülerlik kazanıyor. Ancak bu örneklerde, tüm süreç hala büyük ölçüde piyasa mekanizmalarına bağımlı ve katılımcıların nihai hedefi hala özel mülk sahibi olmak. Dayanışma ekonomilerine entegre olmuş konut kooperatiflerinde ise durum epey farklı. Bu örneklerde bireyler nominal bir ücret karşılığında mülkün esas sahibi olan kooperatiflere katılıyor ve yalnızca mülkün kullanım hakkını elde ediyorlar9. Bu tür konut kooperatiflerinde, özel mülkiyetin tamamen ortadan kaldırılması, konutun spekülatif bir araç haline gelmesine karşı bir strateji işlevi de görüyor. Örneğin, bir tüketici ve konut kooperatifi olan Sostre Cívic bu fikirle kuruluyor. Mottosu: “Sahip değil, sakin”.
Dayanışmacı ekonomilere entegre konut kooperatiflerinde “kolektif mülkiyet” bir kalkan haline gelir. Katalonya’da bu modele bakıldığında, proje sakinlerinin binayı satmak istemesi durumunda bile istisnasız tüm genel kurul üyelerini ikna etmek zorunda kalacaklarını görüyoruz; bu da neredeyse imkansız. Projeye bağlı olarak üyeler kimi zaman uzun süreli kimi zaman da süresiz kullanım hakları elde edebiliyorlar. Bunun için projeye girerken peşinat ödemesi yapmak zorundalar. Bu meblağ, her koşulda piyasa ortalamasının çok daha altında. Devlet desteği maliyetleri düşüren en önemli unsurlardan biri. Kamu arazilerinin kooperatiflere uzun vadeli kiralanması (ki arazi mülkiyeti kamuda kalmaya devam eder) arazi maliyetini büyük ölçüde azaltır. Böylece sakinler uzun yıllar aynı evde yaşayabilir, mahallenin bir parçası olabilir ve birbirleriyle yakın ilişkiler kurabilirler10.
Türkiye’de konut ve kentleşmenin paradoksal bağlamı
Konut kooperatifleri, Türkiye’deki toplam konut üretimindeki nispeten düşük paylarına rağmen, çoğunluğu alt-orta ve orta sınıflardan olmak üzere milyonların konut talebini karşılayan bir sivil toplum kuruluşu olarak hareket etmişti. Örgütsel becerisini ispat etmiş olan bu kuruluşlar, dönemin toplu konut idaresinin verdiği kredilerden de faydalanarak birçok ilde fiziki ve sosyal altyapının kolektif yapım sürecinde işlev gördü. Devlet desteğiyle toplu konut üretiminin bu dinamizmi, neoliberal ilkelerle uyumlu değişen ekonomi politikalarına paralel olarak giderek kan kaybetti. Orta sınıf kentleşmesinin bu eşsiz mekanizmasını destekleme misyonunu neredeyse tamamen terkeden bugünkü TOKİ, 2000 sonrası dönemde tüm varlıklarını ve kurumsal ayrıcalıklarını kar amaçlı toplu konut üretimi için seferber etmiştir. Kamu kaynaklarının, özellikle büyük kentlerde alt ve/veya orta-alt sınıfların artan taleplerine yanıt olabilecek sosyal konut için değil, daha çok üst gelir gruplarına yönelik kar amaçlı prestij projeleri için kullanıldığı bu süreçte, İstanbul Metropoliten Alanı da mega projelerin dönüştürdüğü bir “oyun alanı” haline gelmiştir11.
Özellikle 19. yüzyılda şehirleri “daha sağlıklı” ve “düzenli” hale getirmeyi vadeden Avrupa’da yaşanan dönüşümler sayesinde otoriter devlet müdahalelerine çok aşinayız. Walter Benjamin’in Pasajlar’da “stratejik güzelleştirme”
olarak adlandırdığı bulvar operasyonları, aslında politik-ideolojik stratejinin güzelleştirme yoluyla meşrulaştırılmasıydı. Çadır beziyle örtülü devasa bulvarların bir sanat nesnesi ya da bir heykel gibi açılışının yapıldığı “gösteri”den söz ediyorum. 20. yüzyılda aynı Avrupa coğrafyası, geniş toplu konut alanlarını birbirine bağlayan otoyol sistemleriyle içiçe geçmiş, bu kez güzelleştirme hareketi yerine işlevselci modernite projesinin esiri olmuştu. Ne var ki, özellikle 2003 sonrasında Türkiye’nin büyük kentlerinin maruz kaldığı aşırı konut üretimi, ne güzelleştirici ne de işlevselci stratejilerin çerçevesine oturtulabilir. Tek işlevi konut olan yatakhane kentsel bölgeler ile iri lokmalar halinde çeperde büyümeye ve mevcut dokusunu ise yüksek yoğunlukta dönüştürmeye zorlanan kentler, rasyonel planlama ilkelerini hiçe sayan bir doğaçlama kentleşme algoritmasının esiri olmuş görünüyor.
Dayanışmacı ekonomilere entegre kooperatif konutları bu karamsar tabloyu tersine çevirecek bir panzehir olarak görmek ve kenti bir anda mimarlığın ve kentsel planlamanın becerileriyle bu algoritmanın esaretinden kurtarabileceğimizi iddia etmek çok ileri gitmek olur. Kapitalist üretimin “genel düzey”i, Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de “zorunlu çalışma”, “programlanmış boş zaman” ile “tüketim yeri” olan ev arasında geçen robotlaşmış bir yaşamı dayatmış ve “özel düzey”in binlerce yıllık bilgisinin üstünü örtmüştür. Birey, yaşadığı kente yabancılaşırken; kentler de sahiplenilmesi imkansız bir karakter kazanmıştır. Ancak kentleri kuran en temel işlev olan konutu, içinde bulunduğu tekelci siyasal ve ekonomik projeden koparıp, yaşamın ve “mesken tutma”nın deneyimine tekabül eden bir “özel düzey” olarak yeniden ele almak, yalnızca teorik olarak değil pratik olarak da imkansız değildir12.
Müşterek mesken tutmanın ekososyalist ufku
GSYİH’nin neredeyse yegane “refah ölçüsü” olarak ele alındığı kapitalist dünyada, insan-merkezci kar makinesi, ekolojik sistemler üzerindeki maddi baskısını arttırmaya devam ediyor. Salt “büyüme” ilkesiyle sömürgeleştirilen doğal sistemlerse, pandemi, ısınma, çölleşme, su ve gıda kıtlığı, kasırgalar, deniz seviyelerinin yükselişiyle bu baskıya cevap veriyor. Her felaketin akabinde, gücünü arttıran disipline etme, denetleme ve gözetleme mekanizmaları, “biyopolitik” baskı aygıtları olarak işlev görüyor; “hakikat karşıtı” muhafazakarlık ile yeni-faşist hareketlerin yükselişine zemin sağlıyor.
Bugün gelinen noktada, mevcut “sürdürülebilirlik”, “döngüsellik” ve “küçülme” söylemlerini anti-kapitalist zemine oturtmak; çeper ülkeleri küçülme söylemi ile denetim altında tutarken, orantısız bir şekilde tüketmeye ve kirletmeye devam eden sözde eko-merkezci emperyalizmin ipliğini pazara çıkarmak elzem görünüyor. Üretilenin %91’inin atığa dönüştüğü çizgisel küresel ekonomileri, döngüsel sistemlere çevirecek, adil ve istikrarlı bir üretim biçimi ve toplumsal düzene olan ihtiyaç, her geçen gün daha da artıyor.
Ekoloji krizinin bir “eksik reformlar” meselesi değil “yapısal” bir sorun olduğunu ortaya koyan, mevcut yapıyı alaşağı ederek onun yerine, gerçekçi ve “biyosferik” bir modeli benimsemeyi şiar edinen ekososyalizmin, özgürlükçü ve dayanışmacı çerçevesi, kaçınılmaz ve birleştirici tek yol olarak görünüyor. Böylesine bir devrimci dönüşümün, “an” değil “süreç” meselesi olduğu düşünülürse, dayanışmacı ve eşitlikçi dinamiklerle yeniden yapılandırılacak olan planlama kurumunun hizmetine ciddi bir biçimde ihtiyacı var.
Planlamanın ve yerel politikaların bu dönüşümdeki esas sorumluluğu, mevcut dayanışmacı ekonomileri ve toplumsal hareketleri birleştirici bir rol oynamak; mekanın demokratik kontrolüne dayanan özyönetimci taban örgütlenmelerine fırsatlar sunmak. Kooperatiflerle birlikte, toplum merkezlerini, sendikaları ve dernekleri de bir katılımcı ağ sistemi olarak planlamanın yatay platformları haline getirmek gerekiyor. Bu toplumsal değişim süreci yalnızca konut sorununa değil, ekoloji ve adalet sorununa da kalıcı çözümler üretmeye aday. Bunun için paylaşmanın ve katılımın temel özellikler olduğu birimlerden ve topluluklardan oluşan bir ekososyalist ufka bakmamız şart.
Değişim için kritik birim olarak mahalleye büyük önem vermeliyiz.
Kentin yürünebilir, karma kullanımlı, yoğun ama konforlu ve doğal dengelerin korunmasını merkezine alan bir habitat olarak görmek durumundayız. Enerji verimliliği, esneklik ve adapte edilebilirliği yeni konut düşüncemize entegre etmeliyiz. Kent toplumunun çağdaş ihtiyaçlarına cevap veren bir vizyon geliştirmek ve sadece apartmanları değil, insanların yaşadığı, çalıştığı, oynadığı, öğrendiği, egzersiz yaptığı, ürettiği, alışveriş yaptığı ve paylaştığı çok katmanlı yaşam alanlarını da tasavvur etmeliyiz.