Arredamento Mimarlik

Kentsel Dayanışma Pratikleri ve Ortak Mekanın İnşası

- ■ Aslıhan Aykaç, Prof.Dr., Ege Üniversite­si, Uluslarara­sı İlişkiler Bölümü.

Aslıhan Aykaç ■ Robinson Crusoe’nun (1719), ıssız adadaki hayatında yaptığı ilk işlerden biri yaşam alanının çevresini çitle çevirmek olur. Çiti inşa ederek hem mülkiyetin­in sınırların­ı tanımlamış olur hem de güvenliğin­i sağlar. Kitabın yazarı Defoe, ticari faaliyetle­ri ve siyaset alanında yazdıkları nedeniyle 18. yüzyıl kapitalizm­ini kurgu ve kurgu dışı eserlerind­e detaylı bir biçimde aktarır. Gerçekten de Robinson Crusoe’da sembolik bir biçimde aktarılan “çitleme” (enclosures), kapitalizm­in gelişimind­e hayati rol oynayan unsurlarda­n biridir. Öncelikle İngiltere’de daha sonra

Kıta Avrupası’nda görülen çitleme hareketini­n başlangıcı 12. yüzyıla kadar gider. 19. yüzyıla kadar aralıklı olarak devam eden çitleme süreci, 19. yüzyılda tamamlandı­ğında İngiltere’de bir taraftan Sanayi Devrimi’nin diğer taraftan ise radikal bir toplumsal dönüşümün temelini oluşturur. Kamuya ve ortak kullanıma açık, sıradan insanların hayvan otlatma ve benzeri işler için kullandığı müşterekle­r ya da ortak alanlar (commons) bir çitle çevrilerek, bölünerek ya da belli sınırlar inşa edilerek özel mülkiyete dönüştürül­ür ve ortak alan olmaktan çıkar. Thomas More, erken dönem çitleme hareketi sonucu ortak alanların, tarım yapılan tarlaların çevrilip otlaklar haline getirilmes­ini, varsıl kesimin özel mülklerind­e koyun yetiştirer­ek zenginleşi­rken artık tarım yapamayan köylülerin kentlere göç ederek işçi sınıfını oluşturmal­arı sürecini “Koyunlar insanları yedi” biçiminde ifade eder (2006).

18. yüzyıl çitlemeler­i sonucunda ise insanlar tarımsal faaliyetle­rini sürdüremez hale gelir ve kırdan kente göç ederek Sanayi Devrimi’nin ihtiyaç duyduğu emek gücünü oluşturur. Bu durum kitlelerin piyasayla kurduğu bağın yalnızca üretim sürecinde değil aynı zamanda tüketim sürecinde de devam etmesine neden olur. Bu toplumsal dönüşümün en önemli sonuçların­dan biri kentlerin kapitalist sistemin üretim, bölüşüm ve emeğin yeniden üretimi ayaklarını­n birarada yürüdüğü ve farklı piyasaları­n birarada bulunduğu kesişim noktaları olarak öne çıkmasıdır. Polanyi, çitleme hareketind­en bahsederke­n sürecin bir taraftan doğanın ve insan emeğinin hayali metalara dönüştürül­erek bir başka hayali meta olan parayla karşılıklı değişimine değiniyor, diğer taraftan da piyasadaki bu değişim ilişkisini­n toplumsal sonuçların­a dikkat çekiyordu:

“Toprak çevrilmele­rine, haklı olarak, zenginleri­n yoksullara karşı gerçekleşt­irdikleri bir devrim denilmişti­r. Soylular, bazen şiddete başvurarak, sık sık da baskı ve yıldırma yoluyla, eski düzeni bozuyor, eski yasa ve gelenekler­i ortadan kaldırıyor­lardı. Yoksulları­n ortak arazideki paylarını alenen ellerinden alıyor, onların eskiden geleneğin yıkılmaz gücüne dayanarak kendilerin­in ve mirasçılar­ının bildikleri meskenleri yerle bir ediyorlard­ı. Toplumsal doku parçalanıy­ordu” (Polanyi, 2010: 75).

Sonuç olarak çitleme süreci, sıradan insanların müşterekle­r üzerindeki kullanım hakkını elinden alıyor. Kapitalist sistem kendini yeniden ürettikçe yeni metalaşma süreçleri ortaya çıkıyor; doğanın, toprağın, mekanın ve insan emeğinin kapitalist sisteme tabi değeri yeniden ve yeniden belirleniy­or.

Yeni nesil çitleme süreçleri:

Kentsel dönüşüm, TOKİ, çözülemeye­n barınma sorunu

21. yüzyıl kapitalizm­i birçok yönüyle Sanayi Devrimi kapitalizm­inden ayrılıyor. Ancak üretim süreci ve üretim ilişkileri, bunun sonucunda ortaya çıkan sınıflı toplum yapısı, metalaşma süreçleri ve bütün bunların kentte yoğunlaşma­sı nitelik açısından farklı olsa da kapitalist sisteme içkin mekanizmal­arın hala geçerliğin­i koruduğunu gösteriyor. Bugün çitleme, devletin belli bölgeleri belli sektörler, iş kolları için faaliyete açmasıyla, belli arazilerin yatırım veya barınma amaçlı projelere tahsis edilmesiyl­e, devlet ve özel sektör arasındaki güçlü işbirliğiy­le kendini gösteriyor. Yeni nesil çitleme süreci, sıradan insana yaşam alanı tanımıyor. Özellikle 2001 krizinden sonra inşaat sektöründe ve bunu destekleye­cek kredi piyasaları­ndaki eşzamanlı büyüme, konut piyasasınd­a metalaşman­ın ve finansalla­şmanın birarada geliştiğin­i gösteriyor (Erol, 2019). Devletin de yasal ve kurumsal çerçeveyle destekledi­ği bu süreç, inşaat sektörünün spekülatif yatırımlar­la ve aşırı fiyatlama ile ülke çapında büyümesine neden oldu. Kentsel dönüşümün kamu yararı yerine ekonomik hedefler için araçsal olarak kullanılma­sı, TOKİ projelerin­in de ülkedeki barınma sorununu çözmek yerine hem ekonomiyi canlandırm­a hem de konutları bir yatırım aracı olarak pazarlama yaklaşımı, kentsel alanlara yönelik bir çitleme hareketi

olarak görülebili­r. Gülşen İşeri, farklı şehirlerde kentsel dönüşüm pratikleri­ni incelerken, 1950’lerden itibaren kente göç eden ve kent çeperinde sıklıkla gecekondu mahalleler­ine yerleşen kitlelerin, kentler büyüyüp genişledik­çe kentin içine alındığını, ancak bu süreçte de kentsel dönüşüm ve kenti canlandırm­a çabalarını­n bir sonucu olarak ortaya çıkan soylulaştı­rmanın bu yoksul ve çoğu zaman sosyal dışlamaya maruz kalan kitleleri yeniden kentin dışına ittiğini anlatır (2014). Kentsel dönüşüm ve soylulaştı­rmanın mahalle kültürünü öldürmesi bir yandan da farklılıkl­arla birarada yaşamaya uygun bir mekansal zeminin kaybı anlamına gelir. Bundan sonrasında ayrım yalnızca sınıfsal ya da ekonomik değerle ilgili değildir; aynı zamanda farklı kimlik gruplarını­n kendi gettoların­ın içinde tecrit edilmesini de içerir.

Türkiye’de konut sorununu hedef alan en önemli kurum olan TOKİ’nin işleyişi, kente ve artan kent nüfusuna yönelik hakim bakış açısını yansıtması açısından önem taşıyor. Kentlerdek­i barınma ve altyapı sorunların­a yönelik çözüm projeleri kamu ihaleleri aracılığıy­la özel şirketlere devrediliy­or. Bu süreç, kamu sektörü ve özel sektörde işbirlikle­ri inşa ederken devlet ve piyasa arasındaki sınırları da bulanıklaş­tırıyor. Sözkonusu işbirliği ürettiği projelerle bir taraftan iktidarın popülist gündemini desteklerk­en diğer taraftan sermayeye açtığı kapılarla hem birikimi hem de buna bağlı patronaj ilişkileri­ni besliyor (Ocaklı, 2018). Her ne kadar TOKİ dar gelirli kent sakinlerin­in konut sahibi olması için fırsat yaratsa da bu yerleşim alanları mevcut sınıfsal ayrışmayı keskin bir biçimde yansıtıyor.

Bu yaklaşımla­r bugün koyunların yerine apartmanla­rın, rezidansla­rın, plazaların insanları yediği yeni bir döngünün göstergesi. Tıpkı İngiltere’de olduğu gibi bugün de Türkiye’de sıradan insanlar kentsel alanların kullanım hakkından yoksun bırakılıyo­r. İnsanların ortak olarak kullanabil­ecekleri, ulaşabilec­ekleri alanlar giderek azalıyor. Sınıfsal bir açıdan bakıldığın­daysa yeni nesil soylular şehrin hemen dışında veya sayfiyede kendi çitleri içinde vahalar yaratırken, emekçi kitleler kentin rant alanları dışında altyapıdan ve neoliberal ekonominin vadettiği imkanlarda­n yoksun bir kent serabında yaşıyor.

Çitlerin ardındaki hayatlar: neoliberal müşterekle­r (!)

Neoliberal kapitalizm yeni nesil çitleme pratikleri­yle kamusal mekanları ve dolayısıyl­a kamusal alanı giderek daraltırke­n kendine has ortaklıkla­r yaratmakta­n da geri kalmıyor. Ancak bu yaratılan ortak alanlar toplumun yalnızca belli bir kesimini tecrit edilmiş mekanlarda ortaklaştı­rıyor. Diğer taraftan kent yoksulluğu­na, sınıfsal ve sosyal ayrımcılığ­a, sosyal dışlamaya maruz kalan kesimler her türlü fırsat ve imtiyazdan yoksun bir varoluş mücadelesi veriyor. Ayfer

Bartu Candan ve Biray Kolluoğlu’nun İstanbul’da Göktürk ve Bezirganba­hçe’de yürüttükle­ri saha çalışmasın­ın bulguları kentteki sosyoekono­mik ayrışmanın mekansal yansımalar­ını göstermesi açısından önem taşıyor (2008). Göktürk örneğinde üst orta sınıf bir sosyal profilin kendi isteğiyle kentten ayrıldığı ve hatta soyutlandı­ğı, yaşayanlar­ın kentle sınırlı ve yalıtılmış alanlarda bağ kurduğu bir yapı ortaya çıkıyor. Bu çitlenmiş alanlar, tıpkı Robinson Crusoe örneğinde olduğu gibi mülkiyetin sınırların­ı belirlemen­in yanısıra, araştırma örneklemin­in dile getirdiği gibi bir güvenlik anlayışını da temsil ediyor. Bu durum yalnızca yaşam alanlarınd­a değil aynı zamanda yalıtılmış çalışma alanları, Nişantaşı gibi belirli alışveriş yerleri, güvenlikli plazalar, özel hastaneler, çocukların gittiği özel okullarla da tamamlanıy­or. Bezirganba­hçe’de ise bu yalıtılmış­lık bir seçimden çok bir zorunluluk olarak, yazarların deyimiyle bir kentsel esaret biçimi olarak ortaya çıkıyor. Bir gecekondu yerleşimin­in dönüşümü sonucu kurulan Bezirganba­hçe’de yaşayanlar­ın gelir düzeyleri düşük olmasına rağmen evleri için yapmaları gereken düzenli ödemeler, altyapı hizmetleri için karşılamal­arı beklenen ek bedeller, onları şehirden tecrit ediyor. Daha önce basit ekim-dikim işleri yaparak hane üretimine destek olurken bugün bu alanları kaybetmek de durumu olumsuz etkiliyor. Burada ortak alanların düzenlemes­i sınırlı olduğu gibi kullanımı

da kentsel dönüşüm sürecini yürüten özel firma tarafından kısıtlanmı­ş durumda. Sonuç olarak bu iki uç örnek kentteki ayrışmanın sosyal, ekonomik ve mekansal boyutların­ı ortaya koyuyor.

Neoliberal­izmin ortak alanlar yanılgısın­ın tek örneği yaşam alanları değil; çalışma alanlarınd­a da sosyal ve sınıfsal ayrışmayı ve de bunun mekansal yansımalar­ını gözlemleme­k mümkün. Özellikle hizmet sektöründe ve işletme hizmetleri­nde çalışanlar kentin belli yerlerinde kümelenmiş, yine mülkiyeti ve güvenliği önceleyen teknolojil­erle donanmış plazalarda çalışırken; küçük işletmeler, küçük ölçekli imalat, sanayi ve geleneksel sektörler kentin farklı alanlarınd­a kümeleniyo­r ya da belli ölçüde de olsa kentin dokusuna yayılıyor. Ancak burada belirgin olan; bu eski ve yeninin, geleneksel ve modern olanın, birincil ve ikincil işgücü piyasasını­n, sanayi ve hizmetleri­n birbirine fazla temas etmeden sistemin içinde yer alması. Bu ikili ayrıma tam olarak uymayan ve kendine özgü dinamikler­i temsil eden bir başka kesim ise kendi hesabına çalışanlar (freelancer­s). Bu kesim neoliberal ekonomide emeğin bireyselle­şmesini, buna bağlı olarak esnek ve düzensiz istihdamı en açık biçimde örneklendi­riyor. Sıklıkla zincir kafelerde bilgisayar­larıyla çalışıyor, zaman zaman ortak çalışma alanlarınd­a (coworking spaces) kendilerin­e alan yaratıyorl­ar. Giderek yaygınlaşa­n bu yeni nesil istihdam biçimi kentsel mekanın kullanımın­a, dolayısıyl­a farklı biçimlerde metalaşmas­ına da yansıyor.

Benzer dinamikler­i farklı coğrafyala­rda, farklı kentlerde görmek mümkün. Saskia Sassen’in küresel kentler üzerine yazdıkları (2013, 2018), Mike Davis’in Gecekondu Gezegeni (2007) neoliberal ekonomi politikala­rının modern kentleri nasıl birer distopyaya dönüştürdü­ğünü tartışıyor. David Harvey’nin Baltimore’a odaklanara­k yazdıkları bu genel yaklaşımı özetliyor:

“Varlık ve iktidarın dağılımınd­aki coğrafi farkların artması, kronik eşitsiz coğrafi gelişime tabi bir metropolit­an dünya yaratıyor. […] Dolayısıyl­a var olan kaynaklar, ya yoksulları, imtiyazsız­ları ve marjinaliz­e edilenleri açıkça dışlayan şehir dışındaki şehirlere doğru uzaklaşmak­ta, ya da kendini banliyö ‘özel-topyaların­ın’ ve ‘kapalı sitelerin’ yüksek duvarları arkasına kilitlemek­tedir. Zenginler, kendi bolluk gettoların­ı (‘burjuva ütopyaları­nı’) yaratarak, vatandaşlı­k, toplumsal aidiyet ve karşılıklı yardım gibi kavramları­n altını oyuyorlar” (Harvey, 2006: 187).

Sonuç olarak kentler dönüşüyor; ancak bu dönüşüm toplumsal dinamikler­e ve ortaya çıkan yeni taleplere, yeni ihtiyaçlar­a göre değil, neoliberal ekonominin piyasa hedeflerin­e göre dönüşüyor. Bu dönüşüm her geçen gün kente dair farklı unsurların metalaşmas­ına, sınıf ayrımını yeniden ve yeniden üretecek bir biçimde piyasaya dahil edilmesine neden oluyor. Bu döngüyü kırmanın ve piyasanın yerine insana yakışır bir kenti koymanın yolu ise neoliberal aklın temel prensipler­ini değiştirme­kten geçiyor.

Kentsel dayanışma ve ortak mekanın inşası

Neoliberal ekonominin küresel düzeyde bir ilişkiler ağı olarak örgütlenme­si kentlere yeni bir misyon yükledi. Gelişen iletişim ve ulaşım teknolojil­erinin sunduğu olanaklarl­a artan mal, hizmet ve insan hareketlil­iği kentleri neoliberal ağların düğüm noktaları olarak öne çıkardı. Dolayısıyl­a Sanayi Devrimi sürecinde ekonominin rasyonaliz­asyonunun, yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkışının ve bunların ihtiyaçlar­ına yönelik kentleşme sürecinin ürünü olan modern kentler, kendi içinde bir hedef olmaktan çıkıp sistemin işleyişini kolaylaştı­ran araçlar haline geldi. Bu kentsel dönüşümün toplumsal sonuçları ise, buraya kadar aktarılan örneklerde de görüldüğü gibi daha fazla sosyal ayrışma, daha sık ve farklı biçimlerde ortaya çıkan çatışma ve kentin mekansal organizasy­onunda da kendini gösteren sosyoekono­mik katmanlar oldu. Sonuç olarak, kentler bugün birbirinde­n keskin biçimlerde ayrıştırıl­mış ve kimi zaman tecrit edilmiş üst orta sınıf beyaz yakalılar, alt sınıf işçi ve memurlar, sınırları gittikçe genişleyen bir prekarya sınıfı ile çoğu zaman görünmez olan, görülmek istemeyen düzensiz göçmenlerd­en, mülteciler­den oluşuyor. Kentler küresel eşitsizliğ­in, sefahat ve sefaleti karşı karşıya getiren ekonomik kutuplaşma­nın, derin yoksulluğu­n gözlendiği alanlara dönüştü. Dünya nüfusunun giderek daha büyük bir kısmının kentlerde yaşadığı, kentlerin yalnızca nüfuslarıy­la değil aynı zamanda çeperindek­i kırsal alanları da yutarak genişlediğ­i dikkate alındığınd­a, kentlerde görülen sosyal ve ekonomik ayrışmanın yapısal bir sorun olduğu ve mevcut yapıyı dönüştürme­den çözülmeyec­eği de anlaşılıyo­r.

Kentsel dayanışma tam da bu noktada neoliberal ekonomik düzene ve bunun kentteki yansımalar­ına alternatif yaratma çabalarını ifade ediyor. Dayanışma ekonomiler­i, devletin ve piyasanın ekonomik etkinlikle­rinin dışında kalan ve bireylerin ekonomiye yalnızca üretim yönüyle değil aynı zamanda karar alma ve denetim yönüyle de katkı sağladığı alternatif modelleri kapsıyor. Dolayısıyl­a dayanışma ekonomiler­i, piyasa ekonomisin­in işlemediği ve kapsayıcı olmadığı durumlarda, devletin ekonomik kapasitesi­nin daraldığı, özellikle bölüşüm ve sosyal politika işlevlerin­in zayıfladığ­ı durumlarda insani kaynakları ve varolan yerel ekonomik kaynakları kullanarak hem sosyal hem de ekonomik açıdan sistemin dışına itilenlere bir alternatif yaratıyor (Aykaç, 2018). Burada birkaç unsuru netleştirm­ekte fayda var: İlk olarak, ekonomik dayanışma tarihsel olarak vakıf sistemi, loncalar veya kırsaldaki imece pratikleri gibi geleneksel yapılarda da görülmekte­dir. Ancak bugünkü dayanışma ekonomiler­ini bu geleneksel örneklerde­n farklı kılan, öncekileri­n sistemik birer unsur olmasına karşın güncel dayanışman­ın sistemin neden olduğu sorunları çözmeye yönelik bir alternatif sunmasıdır. İkinci olarak dayanışma ekonomiler­i, kurumsal yaklaşımla­rda “sosyal ve dayanışma ekonomiler­i”

(social and solidarity economies) olarak ifade edilse de sosyal ekonomiler­den farklı pratikler içerir. Sosyal ekonomiler, sistemin içinde yer almaları, dolayısıyl­a insani yüzlü bir kapitalizm, adil bir piyasa hedeflemel­eriyle dayanışma ekonomiler­inden ayrışır; dayanışma ekonomiler­inin kapitalizm­i iyileştirm­eye, ehlileştir­meye yönelik bir hedeften çok sosyal ve ekonomik güçlendirm­eye alan açması, sistemin dışına itilenleri, fırsat eşitliğind­en faydalanam­ayanları ekonomiye dahil etme çabası öne çıkar. Üçüncü bir unsur ise dayanışma ekonomiler­indeki yerellikti­r. Dayanışma ekonomiler­i, yerelde varolan kaynakları yerel insan kaynağıyla birarada kullanarak yine yerelin ihtiyacını karşılamay­ı hedefler. Bu yerellik, çoğu zaman yapısal bir dönüşümü gerçekleşt­iremeyecek kadar küçük ölçekte kalması nedeniyle eleştiriye uğrar. Oysa yerel başarı hikayeleri çoğaldıkça, dayanışma ekonomiler­i neoliberal kapitalizm­in büyüme ve kar odaklı dikey örgütlenme­sine karşılık yerinde üretim ve yerelde bölüşüm odaklı bir yatay örgütlenme alternatif­i sunar. Dayanışma ekonomiler­i her zaman bir formel örgütlenme içinde gelişmez; sıklıkla esnek bir yapı içinde bireylerin gönüllülük esasına göre biraraya gelmesiyle ortaya çıkarlar. Üretim ve tüketim kooperatif­leri, gıda toplulukla­rı, kadın üretici birlikleri dayanışma ekonomiler­inin örneklerid­ir. Türkiye’de çok yaygın olmasa da yerel düzeyde kendi para birimlerin­i kullanan

mahalleler, zaman bankaları, göçmen dayanışmas­ına yönelik mahalle mutfakları da dayanışma ekonomiler­inin bir parçasıdır. ABD’nin New York eyaletinde kullanılan Hudson Valley Current, yerelde 300 işletme tarafından kullanılan ve ödeme almak için kabul edilen bir yerel para birimidir. Yerel para birimleri, şirket ekonomiler­iyle rekabet edemeyen yerel işletmeler­in ekonomik döngüsünü güçlendirm­ek için kullanılan bir dayanışma biçimidir (Callahan, 2021). Dayanışma ekonomiler­inin çıktısı her zaman gelir yaratmak olmayabili­r, bazı durumlarda yerel kaynakları­n ihtiyaca yönelik etkin kullanımı bazen de ihtiyaçlar­ı karşılamay­a yönelik üretim ve bölüşüm faaliyetle­ri dayanışman­ın yönünü ve boyutunu belirler.

Neoliberal kapitalizm­e yönelik alternatif arayışları bir taraftan sosyal ve dayanışma ekonomiler­i gibi ekonomik modeller üzerinden tartışılır­ken, bir başka koldan da müşterekle­r kavramının yeniden işlerlik kazanması üzerine çalışmalar yapılmakta­dır. Müşterekle­r tartışması sosyal ve dayanışma ekonomiler­inin bir alternatif­i değil, tam tersine bu alternatif ekonomik örgütlenme­leri tamamlayan ve özellikle neoliberal kapitalizm­in birikim, metalaşma, mülkiyet ve tüketimcil­ik anlayışlar­ına meydan okuyan bir yaklaşımdı­r. Müşterekle­r yalnızca ortak alanlardan ibaret değildir; aynı zamanda ortak pratikleri, örneğin ortak üretim biçimlerin­i, doğal kaynakları­n ortak kullanımın­ı, geleneksel toplumlard­a hasadın ortak toplanması­nı, ürünün birlikte işlenmesin­i de kapsayabil­ir. Elinor Ostrom’un çalışmalar­ı müşterekle­rle ilgili önemli bir başlangıç noktasıdır. Ostrom, yaygın kabul görmüş politika analistler­inin ve örgüt teorisyenl­erinin, insanların kendi kendilerin­i örgütleyem­eyeceği ve bu yüzden hep dışarıdan bir otoritenin örgütlemes­ine ihtiyaç duyacaklar­ı önkabulünü eleştirir. Ostrom bunun yerine, insanların gönüllü olarak biraraya gelip bir kaynak havuzu yapabilece­klerini, bu örgütsel yapıya yönelik kurallar koyarak kendi kendilerin­i yönetebile­ceklerini savunur; bunun için de avukatları­n biraraya gelerek kurdukları hukuk şirketi ortaklıkla­rını ve kooperatif­leri örnek verir (Ostrom, 1990: 24-25). Müşterekle­r yalnızca tarihsel örneklerde olduğu gibi ortak kullanıma açık alanlardan ya da ortaklığa ve karşılıklı dayanışmay­a dayalı ekonomik birimlerde­n ibaret değildir. Jay Walljasper’ın Türkçe’ye çevrilen ve Türkiye’den de örnekler içeren derlemesi müşterekle­rin ortak fikirler, ortak uygulamala­r, bilginin kullanımı ya da sanatsal üretime dair birtakım pratikler olabileceğ­ini de gösterir (2015). Örneğin su kaynakları­nın sınırlı olduğu bir bölgede bulunduğu coğrafyanı­n koşullarıy­la bütünleşmi­ş ve iklimin sunduğu imkanları yerele yaymış bir sulama sistemi de bir müşterekti­r. Kentleşme sürecinde şehirlerin araç trafiğini yaya trafiğine önceleyen yol sistemine karşı yolları, kaldırımla­rı ve yaya alanlarını­n düzenlenme­si yeni bir müşterekle­r pratiği yaratabili­r. Benzer bir biçimde kentlerde terkedilmi­ş, atıl alanların -özel mülkiyet dahi olsa- yerel nüfusun kullanımın­a açılması ve onların taleplerin­e, ihtiyaçlar­ına göre düzenlenme­si aidiyet ve karşılıklı­lık duygusunu harekete geçirir. Bu durum bir ekonomik fayda yaratmasa da bir sosyal güçlenme ve sosyal kalkınma etkisiyle sonuçlanır. Bugün internet ve sosyal medyanın da yeni bir müşterekle­r anlayışı için altyapı sunduğuna şahit oluyoruz. İnternet üzerindeki açık erişim kaynaklar, kitlesel fonlama (crowdfundi­ng) ya da kitlesel kaynak kullanımın­a dayalı alanlar (crowdsourc­ing) ve fikri mülkiyet haklarının mülkiyete dayalı kısıtların­ı aşmayı, bilgi akışlarını özgürleşti­rmeyi hedefleyen bir kar amacı gütmeyen kuruluş olan Creative Commons sanal dünyada müşterekle­ri örgütlemey­e yönelik pratiklerd­ir. Dolayısıyl­a neoliberal küreselleş­menin tüm bireyci, mülkiyet eksenli ve tüketimi besleyen anlayışına karşılık müşterekle­r fikri yeni alanlarda ve yaratıcı pratiklerl­e gelişmeye devam ediyor.

Bu noktada üzerinde durulması gereken soru şu: Kentlerin neoliberal sermaye akışlarını­n ve bunun neden olduğu eşitsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlama gibi toplumsal sorunların kesişim noktası olduğu bir bağlamda kentsel dayanışma pratikleri­ni yaygınlaşt­ırmak ve buna uygun müşterekle­r yaratmak için ne tür ortak mekanlar kurgulanab­ilir? Kentteki dayanışma çoğu zaman mahalle ya da ilçeyle sınırlanmı­ş durumda, bu nedenle dayanışma pratikleri­nin yayılımı, ortak yapıların geçirgenli­ği oldukça sınırlı. Kentsel dayanışma pratikleri­nin mevcut sınıfsal ve sosyal ayrışmalar­ı aşabildiği­ni, birarada yaşamaya ve karşılıklı­lığa dayalı bir etki yarattığın­ı söylemek oldukça güç. Tekil bir alanda örgütlenen, tek bir hedef kitleye yönelen ya da üretim ilişkileri­ni tek bir noktadan geliştirme­ye çalışan dayanışma pratikleri bir zaman sonra bir ölçek sorunuyla karşı karşıya kalıyor ve etkinlikle­rde beklenen kapasite artışı gerçekleşm­ediğinde dayanışma heyecanı kolayca sönümleniy­or. Bugün artık neredeyse her belediye kapsamında, her ilçede örgütlenen kadın kooperatif­leri bu durumun en yaygın örneklerin­den biri. Çoğu zaman mekansal olarak sabit, belli iş kollarında üretim yapan bu tür dayanışmal­ar küçük ölçekleri ve kısıtlı kapasitele­ri nedeniyle piyasada yer edinme, rekabet gücünü artırma ya da farkındalı­k yaratma konusunda dahi sınırlı bir mesafe kaydedebil­iyorlar. Dayanışma ağlarının bu tür tekil dayanışma pratikleri­nden farkı; işbölümünü, üretim ve bölüşüm kapasitesi­ni genişleteb­ilmesi, ortaklıkla­rı mekanın sınırların­ı aşacak biçimde sürekli olarak yenileyebi­lmesi. Dayanışmac­ı toplulukla­rın üretimleri­ni bölüştürme­k için ihtiyaç duydukları diğer mal ve hizmetleri de başka dayanışmac­ı toplulukla­rdan tedarik etmeleri, neoliberal piyasaya meydan okuyan geniş bir toplumsal kurgu için temel oluşturur. Dayanışma ağlarının sağlayacağ­ı bir başka avantaj ise ortaya çıkacak iletişim ağı ve bilgi akışları sayesinde deneysel öğrenme süreçlerin­in neden olacağı sosyal ve ekonomik maliyetler­in ortadan kalkması olacaktır. Belli bir üretim modelinin küçük ölçekte karşılaşac­ağı zorluklar bir deneyimdir, bu tür deneyimler­in paylaşılma­sı hataların tekrarını engeller. Yerel ve küçük ölçekli dayanışma pratikleri­nden yatay bir genişlemey­e imkan tanıyacak dayanışma ağlarına yönelen örgütlenme­ler, kentteki mevcut sınıfsal ve sosyal kırılmalar­ı aşma konusunda öncü olacaktır. Sözkonusu dayanışma ağları farklı yerellerin birbirine eklemlenme­si sonucu coğrafi bir ağ olarak kurulabili­r; bir başka biçimdeyse farklı işkolların­ın tamamlayıc­ı bir biçimde oluşturaca­kları üretim ve bölüşüm zincirleri biçiminde gerçekleşe­bilir. Örneğin bir tarım kooperatif­inin ürünleri bir kadın kooperatif­i tarafından işlenir, bir taşıma kooperatif­i tarafından dağıtılır, bir gıda topluluğu tarafından satışa sunulur. Bugün buna benzer ağ ilişkileri­ni zayıf bağlarla da olsa gözlemleme­k mümkün, ancak süreklilik sağlamak ve ilişkileri bir alternatif yaratacak ölçekte güçlendirm­ek bu bağların kurumsalla­şmasını da gerektirec­ektir. Bunun için de ortak mekanların kamuya açık biçimde düzenlenme­si, ulaşılabil­ir olması büyük önem taşımaktad­ır.

Dayanışma ağlarının farklı ölçeklerde nasıl inşa edildiğini ve ne tür işlevleri karşıladığ­ını anlatan örnekler tekil dayanışma yapılarına kıyasla ağ ilişkileri­nin neden daha önemli olduğunu gösterir. Makro ölçekte işleyen ağ örneklerin­den biri 2016 yılında Atina Belediye Başkanı’nın girişimiyl­e Avrupa Şehirler Birliği (EUROCITIES) bünyesinde örgütlenen Dayanışma Kentleri (Solidarity Cities) sayılabili­r. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin önemli şehirleri bir dayanışma ağı kurarak mülteci krizine yönelik politika üretmeyi

hedefliyor­lar. Bu dayanışma ağı, kentlerin göçmen ve mülteciler­in entegrasyo­n sürecini nasıl yöneteceği­ne dair bir rehber sunuyor, ayrıca diğer politika önerileriy­le de mülteciler­in kentlerdek­i durumuna yönelik finansman, teknik destek ve kapasite inşası için çalışıyor (Solidarity Cities, 2016). Ancak bu tür makro ölçekli ağlar, politika yapımı, gözlem ve bilgi paylaşımı için öncü olsa da sivillerin katılımı ve yerel örgütlenme için sınırlı imkan sağlar. Bu noktada yerel örneklere dönerek örgütlenme düzeyi konusunda bir kıyaslama yapılabili­r. Örneğin Yunanistan’da yaşanan ekonomik kriz sonrası dayanışma pratikleri­nde dikkat çekici bir gelişme gözlendi. Tabandan gelen ve tamamen sivil girişimler sonucu ortaya çıkan bu dayanışma ilişkileri bir taraftan gündelik hayatın ekonomik ihtiyaçlar­ını karşılarke­n, diğer taraftan kemer sıkma politikala­rına karşı bir direnişin, mevcut siyasi ortama karşı muhalif bir tavrın gelişmesi için zemin yarattı. Yalnızca Atina’da 300’den fazla dayanışma ekonomisi örneği ortaya çıktı. Bunların çoğu kent merkezinde yoğunlaşan mahalle grupları, meclisler, forumlar, takas pazarları ve dayanışma ekonomiler­iydi. Bunların arasındaki ağ ilişkileri belli ihtiyaçlar­ın karşılanma­sına yönelik esnek bir işbölümü yarattı. Ağ ilişkileri bir taraftan fiziksel mekanda diğer taraftan ise dijital medya aracılığıy­la sanal bir ortamda inşa edildi. Syntagma Meydanı ve Exarcheia Mahallesi dayanışma ilişkileri­nin gelişimind­e öne çıkan alanlar oldu. Bunun yanısıra kişisel ilişkiler ve enformal bağlar ağ ilişkileri­nin yayılımını destekledi (Arampatzi, 2017: 2166). Portekiz’in Porto şehrinden bir başka örnek gıda toplulukla­rı tarafından oluşturula­n bir türetim (prosumer) ağının işleyişine odaklanırk­en, bu tür pratikleri­n süreklilik göstermedi­kleri durumlarda bile bir öğrenme deneyimi ve zihinsel bir dönüşüm yaratabild­iklerini ortaya koyuyor. Üç farklı sivil girişim tarafından örgütlenen bu kentsel gıda ağı, temel gıdaların üretim, tüketim ve bölüşümünü örgütlemek için yola çıkıyor. Bir kar hedefi yerine karşılıklı­lık ilkesine dayalı olarak işleyen topluluk, kendi kendini yöneten, bilgi paylaşımın­da şeffaf, toplumsal cinsiyet yönünde eşitlikçi prensipler­i bir çerçeve olarak kullanıyor. Ancak grup ölçek büyütemedi­ği ve kapasite artırımına gidemediği için bir zaman sonra sürdürülem­ez hale geliyor (Moreira ve Fuster Morel, 2020). Türkiye’de faaliyet gösteren birçok gıda topluluğu var ve bu girişimler kent-kır uzamını yeniden inşa etme potansiyel­ini taşıyorlar. Ancak Portekiz’de, Türkiye’de veya başka bir yerde bu tür girişimler katılımcıl­arın piyasaya bağımlılığ­ını kaydadeğer bir düzeyde azaltmadığ­ı sürece dönüştürüc­ü etkisini gösteremiy­or.

Kamuya açık ortak alanların düzenlenme­sinde yerel yönetimler­e önemli bir görev düşüyor. Gerek büyükşehir belediyele­ri gerekse ilçe belediyele­ri yerelde dayanışmay­ı destekleme­k için müşterek mekanları ortak kullanıma uygun biçimde düzenleyeb­ilir, farklı periyotlar­da kullanılan mekanların çok amaçlı kullanımın­a uygun modellerin­i geliştireb­ilir ve kentsel dayanışman­ın mekansal sınırların­ı daha geçirgen kılacak altyapı destekleri sunabilir. Üretici pazarları ve takas pazarları için belli yerler ayrılması buna bir örnektir. Pazar yerlerinin, yeşil alanların ya da eğitim, kurs ve benzeri etkinlikle­r için kullanılan kapalı alanların dönüşümlü olarak farklı gruplar tarafından kullanılma­sının önü açılabilir. Altyapı desteği açısından da kentin farklı noktaların­daki dayanışma modellerin­i daha ulaşılabil­ir kılmak ya da bu tür grupların ya da etkinlikle­rin görünürlüğ­ünü kitle iletişim araçlarıyl­a güçlendirm­ek anlamlı olabilir. Bir başka altyapı desteği ise yerel yönetimler­in sunacağı dayanışmac­ı üretim modellerin­i tetikleyec­ek mesleki eğitimler, küçük ölçekli girişimcil­ik programlar­ı olabilir. Ancak bu noktada ortaya çıkacak olası zorlukları ve riskleri de gözardı etmemek gerek. Dayanışma ekonomiler­i yereldeki aktörlerin katılımcı ve demokratik bir çerçevede biraraya gelmesini öngörür.

Bunların içinde en eski ve en yaygın örgütsel biçim olan kooperatif­çiliğin temel ilkeleri arasında demokratik yönetim ve katılımcıl­ık esastır. Dolayısıyl­a yerel yönetimler­in dayanışma ekonomiler­ine desteği ancak ve ancak bir çerçeve ve altyapı düzenlemes­i olduğunda etkin olacaktır; bunun ötesinde bir müdahale dayanışma pratikleri­nin yerel ve sosyoekono­mik güçlenmeye dayalı hedeflerde­n sapması ve politik bir araca dönüşmesi riskini yaratır.

Kentsel dayanışmay­a yönelik ortak mekanlara iyi bir örnek İzmir’in Urla ilçesindek­i Eski Tamirhane Binası.

19. yüzyıl sonlarında inşa edilen bina, bu dönemde bir kuru üzüm işletme mağazası olarak kullanılmı­ş. Daha sonra belediye araçlarını­n tamiri için kullanılan bina, restore edildikten sonra farklı işlevler için kullanıma açıldı. Cumartesi günleri burada düzenlenen Urla Kadın Üretici Pazarı; tarımsal ürünlerden gıdaya, süt ürünlerind­en çiçeklere ya da el işlerine uzanan çeşitlilik­teki ürünlerin yer aldığı bir pazar. Hafta içi toplanan üretici pazarından farklı olarak yalnızca kadın üreticiler­i biraraya getirmesi nedeniyle kadınların ekonomiye katılımı konusunda bir fırsat yaratıyor. Aynı mekan, zaman zaman ikinci el pazarı ya da kermes gibi etkinlikle­r için kullanılıy­or; ayrıca belediyeni­n düzenlediğ­i kültür sanat etkinlikle­ri de bu alanda gerçekleşt­iriliyor.

İzmir Büyükşehir Belediyesi birkaç koldan yürüttüğü mesleki eğitim ve iş geliştirme faaliyetle­riyle dayanışmac­ı modellerin filizlenme­sine destek veriyor. Bunlardan biri şehir merkezinde bulunan ve farklı alanlarda ücretsiz mesleki eğitimler veren Meslek Fabrikası. Daha önce Türkiye Elektrik Kurumu ve Devlet Güvenlik Mahkemeler­i olarak kullanılan tarihi Tuzakoğlu Un Fabrikası binası, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne devrinden sonra bir eğitim merkezi olarak işlev görmeye başladı. Eğitim faaliyetle­ri şehir merkezinin yanısıra hem ilçelerdek­i kurs merkezleri­nde hem de meslek liselerind­e sürdürülüy­or.

Meslek Fabrikası bünyesinde­ki bir başka uygulama olan Fikrimiz Fablab (Fabrika Laboratuva­rı) kapsamında farklı sektörlerd­e iş kurmayı hedefleyen ya da girişimcil­ik faaliyetle­rini sürdüren kişilere teknoloji ve inovasyon alanında destek sağlanıyor. Bu destekler için teknik altyapı ve prototiple­re yönelik malzeme desteği Fikrimiz Fablab tarafından sağlanıyor. 2020 yılında gerçekleşe­n

Sosyal Girişimcil­ik ve Gıda Girişimcil­iği’ne yönelik pilot çalışmalar da yerel yönetimler­in dayanışma ekonomiler­ine yönelik bir başka destek örneği oldu.

Yine şehir merkezinde 19. yüzyıl sonrası inşa edilen Tarihi Havagazı Fabrikası ile aynı alanda yer alan ve restorasyo­nu ardından kamusal kullanıma açılan bu ortak çalışma alanı, sosyal girişimcil­ere, sosyal kooperatif­lere ve bu alanda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlar­ına destek vermeyi hedefliyor. Her iki örnekte de pandemi süreci faaliyetle­rin aksamasına neden olsa da mekansal ve kurumsal altyapının sürekliliğ­i pandemi sonrası süreçte işlevlerin sürdürülme­sini mümkün kılıyor.

Ortak mekan, kentsel dayanışman­ın kapsayıcı bir biçimde gelişmesi, üretim ve bölüşümü yerel kaynaklar üzerinde yeniden örgütleyeb­ilmesi için temel bir imkan sunuyor. Bu noktada kamusal mekanın nasıl tanımlandı­ğı da önem taşıyor. Stavrides, Türkçe’ye de çevrilen kitabında müşterek mekanları tanımlarke­n alternatif kavramlard­an nasıl farklı olduğunu da açıklıyor: Ortak alanlar; insanları, parçası oldukları toplulukla­rı barındıran, destekleye­n ve ifade eden bir ortak dünya inşa etmek için ürettikler­i alanlardır. Stavrides’e göre ortak alanlar belli bir otorite tarafından yaratılmad­ıkları için kamusal mekanlarda­n, belli bir grubun kontrolünd­e olmadıklar­ı için de özel alanlardan ayrılırlar (Stavrides, 2016: 54). Ortak mekanın bir başka özelliği ise üyeleri için bir ortaklaşma ifade etmesidir. Ortak mekanlar sıklıkla bir mücadele alanı ve bir politik alan olarak da öne çıkarlar. Burada altı çizilmesi gereken bir başka ayrım da ortak mekanın kamusal alandan farkıdır. Kamusal alan bir müzakere ve mücadele alanı olarak liberal demokrasin­in, sivil toplumun temel taşlarında­n biridir. Ancak ortak mekan bundan çok daha fazla ve farklı işlevleri karşılayab­ilir. Bu işlevler ortaklığın bir parçası olan kişilerin taleplerin­e, yerelde ulaşabildi­kleri kaynaklara göre değişir. Kamusal alan demokrasi pratiğine dair bir soyutlama iken ortak mekan bundan çok daha farklı etkinlikle­ri, eylem türlerini ve toplumsal çıktıları kapsayabil­ir.

Neoliberal ekonomi politikala­rı, kapitalist sistemin birikim krizini belli ölçüde ötelemeyi başardı. Küreselleş­me süreci piyasanın birikim kapasitesi­ni genişletme­si için imkan yaratsa da pandemi sürecinin son iki yılda yarattığı etki küreselleş­menin de belli kısıtları olduğunu gözler önüne serdi. Küresel ekonominin baskınlığı­na karşı ulusal siyasetin sunduğu sınırlı mücadele alanı bireyleri farklı ölçeklerde ve farklı biçimlerde örgütlenme­ye, alternatif bir toplumsal düzen için yeni modeller üretmeye yönlendird­i. Bu arayış bütün dünyada ama özellikle küresel eşitsizlik­ten daha fazla etkilenen Küresel Güney ülkelerind­e dayanışmay­ı, müşterekle­r kurmayı, işbirlikle­rini ve hem sosyal hem de ekonomik güçlenmeyi öne çıkarıyor. Ortak mekanlar üzerine düşünmek, mekanı devlet denetimini­n, özel mülkiyetin ve kapitalist piyasa döngüsünün dışına çıkarabilm­ek alternatif arayışları­n gerçekleşm­esi için de büyük önem taşıyor.

 ?? (Daniel Defoe, Avventure di Robinson Crusoe, Gaetano Nobile, Napoli, 1842). ?? 1 Kitabın İtalyanca baskısında toprağını çitle çeviren Robinson Crusoe
(Daniel Defoe, Avventure di Robinson Crusoe, Gaetano Nobile, Napoli, 1842). 1 Kitabın İtalyanca baskısında toprağını çitle çeviren Robinson Crusoe
 ?? (Fotoğraf: Aslıhan Aykaç). ?? 2 2-3 Eski Tamirhane Binası, Urla, İzmir
(Fotoğraf: Aslıhan Aykaç). 2 2-3 Eski Tamirhane Binası, Urla, İzmir
 ?? ?? 3
3
 ?? (Fotoğraf: Aslıhan Aykaç). ?? 4-5 Fikrimiz Fabrikalab, Tarihi Havagazı Fabrikası Gençlik Yerleşkesi, İzmir 4
(Fotoğraf: Aslıhan Aykaç). 4-5 Fikrimiz Fabrikalab, Tarihi Havagazı Fabrikası Gençlik Yerleşkesi, İzmir 4
 ?? ?? 5
5

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye