Ezber Bozan Konut Pratikleri
Cem İlhan ■ Günümüzde konut üretimi hızla tekdüze, bilindik ve alışıldık süreçlerle gerçekleşme yoluna girmiş durumda. Hakim kapitalist sistem, arz ve talep dengesini arz lehine değiştiriyor ve önceliği “arz”a veriyor. Konut üretimini oluşturan sürecin aktörleri, arazi sahibi, yatırımcı, tasarımcı, bazen de pazarlamacılar. Bu bildik süreç imar kuralları gibi yapılaşmanın biçimsel oluşumunu etkileyen parametrelerle ilerliyor. Bu sürecin içindeki tüm aktörler daha fazla arz üretmek ve tartışma götürmez biçimde daha fazla kar elde etme peşindeler. Konut üretiminde arzın bu şekilde önplanda tutulması, tasarımcı tarafından benzer bir kullanıcı tipi kabulü yapılmasına, dolayısıyla arz edilen kullanıcının kaçınılmaz bir şekilde tektipleşmesine yol açıyor. Böylece konut mekansal anlamda da tektipleşerek belli bir gelir grubunun erişim alanı içinde kalıyor.
Durum bu iken sayıları çok az da olsa hakim kapitalist düzenin yarattığı konut problemine karşı getirilen çözümlerden en görünür ve radikal bir değişiklik önerisinde bulunanı müşterek konut (co-housing) uygulamaları. Bu yaklaşım, konutun üretilmesinde yeni bir örgütlenme önerisi sunuyor. Barınma ihtiyacını piyasa aygıtlarının dayattığı finans ve sahip olma modellerinden farklı şekilde örgütlemeyi ve finanse etmeyi öneriyor. Müşterek konut, bir üretim modeli olarak demografik çeşitliliği içinde barındırmayı, özel ve kolektif olanı aynı anda mekansal ve donatısal olarak ortaklaştırmayı hedefliyor.
Burada kolektif kavramından ne anlaşıldığı önemli. Çünkü çok farklı mülkiyet biçimleri aynı başlık altında anılabiliyor. Mülkiyetin devlette olduğu lojman tipi konutları veya konut sahibi olmak için geçici olarak biraraya gelmiş kişilerin kurduğu kooperatifleri ayrı tutmak gerekiyor ya da 20. yüzyıl başındaki sosyalist iklimde devlet inisiyatifi ile üretilen Spangen (Hollanda) veya Narkomfin (Rusya) gibi öncül uygulamalar da kolektif konut olarak sayılıyor. O dönemde üretilen projeler
yeni bir sosyal düzenin mimarlıktaki karşılığını yansıtmayı hedefliyordu. Avrupa’da gerçekleştirilen bu projelerin temel ilkeleri kolektif fonksiyonlara karşılık gelen tüm alanların ortak kullanıma yönelik tasarlanmış olmasıydı. Büyük çoğunluğunda mülkiyet yerel yönetimin elindeydi.
Günümüze dönersek, 2000’li yılların tıkanmış olan konut üretim sistemine yanıt ilginç bir şekilde yine Avrupa ülkelerinden geliyor. Son yıllarda üretilen La Borda (İspanya), Spreefeld Berlin (Almanya) gibi uygulamalar kapitalist piyasa mantığına karşı örgütlenmiş küçük ama etkili öncüller olarak değerlendirilmeli. Özellikle Almanya, Avusturya ve İskandinavya’da; belediye, konut şirketleri, bina ve ev sahipleri olarak birlikte yaşamakla ilgilenen topluluklar arasında ortaklığa dayalı modeller geliştiriliyor.
Burada ismini andığımız Spreefeld Berlin konutlarında ortak yaşam alanlarına ayrılan metrekareler bizim hiç alışkın olmadığımız kadar yüksek. 64 konut ünitesini oluşturan alan 5.500 m2 iken müzik stüdyosu, kreş, çalışma ofisleri, çamaşırhane, spor salonu, atölyeler ve açık teraslar gibi ortak kullanıma ve kamusal mekanlara ayrılan alan 4.500 m2.
Barselona’daki La Borda projesinde de bu oran şimdilik bizim havsalamızın almayacağı kadar yüksek. Uzaktan bakıldığında basit bir apartmanı andıran yapının arsası 28 ailenin oluşturduğu kooperatif tarafından 75 yıllığına belediyeden kiralanarak elde edilmiş. Bu örnekte de gerek zemin gerekse üst kotlarında biraraya gelmeyi teşvik eden, birlikte yaşamayı ve paylaşmayı özendiren ortak mutfak, spor salonu, konukların kalabileceği üniteler, ortak teraslar ve mini market gibi çeşitlenen zengin bir program var.
Sonuç olarak müşterek konut projeleri, toplumu yönlendirmek veya mevcut durumu değiştirmek için piyasa güçleri ve konut politikalarını aşan bir karaktere sahip. Dünyada da sayıları oldukça az olan böyle bir yaklaşımı ülkemizde görmek henüz mümkün değil. Avrupa Birliği sınırları içindeki farklı finans aygıtları ve mülkiyet kalıpları bu projelerin hayata geçirilebilmesini sağlıyor. Sırf bu tip projeleri finanse eden kurumların varlığı; teşvikler, hibeler, bankalar ve bu modeli destekleyen vakıflar orta gelirli vatandaşların finansman, arsa ve inşaat piyasalarına erişebilmesini sağlıyor. Ancak sadece Almanya ve
İsviçre gibi (İskandinavya dahil) birkaç ülkede bu bahsedilen kurumsal yapı ve güçlü finans olanakları var. Yine de bu müşterek konut uygulamalarının Hollanda, Almanya, Danimarka gibi varsıl ülkelerle sınırlı olmayıp İspanya gibi Türkiye’dekine benzer ağır kriz yaşayan bir ülkede de gerçekleşebildiğini görüyoruz. Burada İspanya’nın çoğulcu demokrasi ve sosyalist bir siyasi geleneğe sahip olduğunu, birlikte yaşama ve örgütlenebilme anlamında bizden daha uzun bir deneyimi olduğunu da unutmamak gerekiyor. Tekrar Türkiye’ye dönersek bizim anladığımız kooperatif konutları ile Avrupa’daki müşterek konutlar arasında çok keskin bir fark var: Ülkemizdeki kooperatifler daha en baştan, sonradan feshedilmek için kurulurken bu yazıda bahsedilen konutların sakinleri uzun soluklu bir örgütlenmeyi ve kader birliğini kendi ömürlerini aşacak bir dayanışma anlayışı üzerine inşa ediyorlar. Darısı başımıza…