Krizin Failleri, Karşı Argümanlar ve “Biz Ne Yapabiliriz” Üzerine
Emrah Altınok ■ Ulus Atayurt, birartibir.org sitesinde ve Express dergisinde kooperatifçiliği tarihsel açıdan ele alan, dayanışma ekonomilerindeki güncel örneklerle somutlayan yayınlar yapıyor. Kooperatifçilik geleneği son 150 seneye yayılan Katalonya’nın başkenti Barselona ve İstanbul arasında yaşayan Atayurt, kooperatif yaşamın imkanlarını ve sınırlarını konuşabileceğimiz isimlerden biri. Dayanışmacı bir ağ örgütlenmesi olarak kentsel ve bölgesel ölçekte, bir topluluk ve komşuluk örgütlenmesi olarak da sokak ve konut ölçeğinde nasıl birlikte hareket eder ve yaşarız sorusuna yanıtlar aradık bu söyleşide. Kooperatif yaşamı, konut sorunu, ekonomik krizler, sermaye akışları, toplumsal hareketler, siyaset ve kentleşme dinamikleri çerçevesinde ele aldığımız söyleşinin, Türkiye’de değişimi mümkün kılacak ve “bizi” harekete geçirecek nedenleri ve yolları tahayyül etmeye imkanlar sunması ümidiyle…
Emrah Altınok: Bu söyleşi, seninle yüzyüze gelmeden yaptığımız ikinci Zoom görüşmemiz. İlki ortak arkadaşımız olan Ece Sarıyüz vesilesiyle gerçekleşmişti ve Yaşar Adanalı ile birlikte, seni İstanbul Bilgi Üniversitesi üçüncü sınıf mimarlık öğrencilerine verdiğimiz tasarım stüdyosu kapsamında düzenlediğimiz “Kooperatif Yaşam” temalı panele davet etmiştik. Ancak derse katkın bununla sınırlı olmadı. Özellikle 1+1 Express’te, Sostre Cívic1 ve Lacol2 ile yaptığın söyleşiler ve de beyond.istanbul’da yayınlanan “Katalonya’da Dayanışma Ekonomileri: Karış Karış İlerlemek”3 başlıklı yazın bizim ve öğrencilerin dönem boyunca başvurduğu temel kaynaklardan oldu.
Ben konut meselesini, konut üretimindeki örgütlenme tarzlarından ziyade, konutun kapitalist üretimdeki yeri, politik ekonomisi ve kentleşmedeki payı üzerinden ele alıyorum. Diğer taraftan, bu konuya gönül vermiş birçok profesyonel, aktivist ve üniversite hocası ile dayanışma içinde, gündemdeki kentsel dönüşüm pratiklerine karşı giderek güçlenen toplumsal muhalefetin ve mahalle örgütlenmelerinin yanında yer alıyorum. Gülsuyu-Gülensu Mahallesi bunların başında geliyor. Hep meselenin gelip de tıkandığı yer şurası: Mevcut konut pratiğinin kendisi işlemiyor, kapitalist üretim tarzının bütün vahşi kalıplarına doğrudan entegre oluyorsa, bu bizim konutla kurduğumuz ilişkiyi de değiştiriyor. Barınma problemi son derece “akut” durumda olan kitleler için konut sorunu baki olmaya devam ediyor. Bu problemi yaşamayan varsıl kesim içinse konut, meta ve değişim değeri üzerinden bir rant üretme aygıtı olmayı sürdürüyor. Sonuçta Gülsuyu-Gülensu sürecindeki gibi tıkanıp kaldığımız nokta alternatif bir model üretmek. Elbette bu alternatif model, mevcut modeli terketmek, onu kıyasıya eleştirmek, onun düzenleyici ve kurumsal aygıtlarını dönüşüme zorlamak durumunda. Zaten, o yüzden direnişin parçasıyız; o yüzden mevcut mevzuatı, hukuki pratikleri eleştiriye tabi tutuyoruz ve daha iyi hale gelebilmeleri için neler yapılması gerektiğini tartışıyoruz. Planlama kurumunun ve mimarlık pratiğinin, kendilerini bu anlamda geliştirmelerine aracı olmaya çalışıyoruz. Fakat bunların hiçbiri gerçek anlamda topluma değmiyor; çünkü biriktirdiğimiz deneyim daha çok kuramsal. Daha çok üst yapının, ideolojinin, bürokrasinin, devlet örgütlenmesinin dönüşümünü hedefliyor.
Halbuki toplum, biz kuramcıların aksine, “mesken tutmanın” kadim stratejilerini binlerce yıldır geliştiren esas aktör. İnsanın başını sokacağı bir mesken üretmesinin bilgisini üreten şey ne devlet bürokrasisi, ne hukuk, ne de kentsel dönüşüm yasası! Bugünkü konut krizine yaklaşımlardaki eksiklik de burada. O kadim bilgiyi, mesken tutma pratiğini ve deneyimini hala bu sürecin dışında görüyoruz. İnsanları biraraya getiren, ortak bir yaşamı sürdürme fırsatı sunan toplumsal pratikleri yeniden merkeze alacak taktiklerin esamesi okunmuyor. Kooperatif yaşam tartışması tam da bu yüzden elzem. Kooperatiflerden değil, kooperatif bir yaşam tarzından söz ediyorum; ki bu da 21. yüzyıl kapitalizminin eleştirisinden doğan yepyeni bir fikir ya da popüler bir icat değil. Zaten uygarlıkların belleğinde olan bir şey.
Biz esasında birlikte yaşamayı bilinçdışı düzeyde “biliyoruz”; birlikte yaşamaya “açıkça ihtiyacımız var” ve şartlarını oluşturduğumuzda (“her şeyi devletten beklemeden”) yaşam kalitemizi artırma imkanına sahibiz. O yüzden kooperatife, spesifik olarak da konuta gelmeden şöyle başlayalım: Kooperatif yaşam üzerine ne söylemek istersin? Bir yayıncı olarak neden özellikle bu konuyla ilgilendin?
Ulus Atayurt: Kolektif yaşam ve üretim her zaman ilgi çekici değil mi? Bugün
Paris Komünü’nden Macaristan, Sovyet işçi meclislerine, Latin Amerika’nın işgal fabrikalarına solun tüm esinlendirici örnekleri kooperatif bir yaşam yarattığı için ilgimizi çeker. Devrim dönemlerinde İtalya’da, Almanya’da, keza İspanya İç Savaşı sırasında patronsuz fabrikalar çığ gibi artar. Kooperatifçilik de, hakkıyla uygulandığında bu verimli bahçenin bir unsuru haline gelir. İşgal fabrikaları bir süre sonra kooperatife dönüşür. Şahane bir güncel örnek için Scop-ti4 çay fabrikasına
bakmanızı tavsiye ederim. Henüz 18. yüzyılın başlarında, sanayi kapitalizminin doğuşunu gözlemleyen William Thompson gibi düşünürler pekala patronsuz bir üretim ve yaşamın mümkün olduğunu ziyadesiyle farketti. Marx, I. Enternasyonal’in açılış konuşmasında kooperatif fabrikalarını boş yere göğe çıkarmaz.
Meselenin barınma boyutuna İstanbul üzerinden gelirsek: Gülsuyu-Gülensu Mahallesi örgütlenmesine, İmece (Toplumun Şehircilik Hareketi) ile beraber uzun süre destek vermeye çalıştık. İstanbul dergisi ve Express’te Başıbüyük, Tozkoparan, Ayazma, Kanarya gibi çeşitli mahallelerde girişilen ceberut müsadere süreçlerini elimizden geldiğince takip ettik. Çok değerli direnişleri kayıt altına aldık. Yine de aklın kötümserliğinden başlayalım. Öncelikle şu tespit şart: Barınma krizinin konut arzıyla hiçbir ilgisi yok. Önümüzde üç temel sorun var: İlki devlet; çünkü uzun zamandır finans sermayesi adına taraf değiştirmiş durumda. 2017 Birleşmiş Milletler Konut Hakkı raporuna5 bakınca şunu görüyoruz: Dünyadaki varlıkların %60’ı konut. Bu da 217 trilyon dolara denk geliyor. Yani dünyada basılı, iktisadi tabiriyle “fiat paranın” iki katı kadar konuta gömülmüş varlık var. Çünkü devlet finans sermayesi ile simbiyotik bir ilişkiye giriyor, onun “finansa kaçışının” öncülüğünü yapıyor.
Danimarka’nın ilerici Andelsbolig konut kooperatifçilik modelini ele alalım. 2000’lerin başına kadar Danimarka konut stoğunun %8’i, Kopenhag’da ise her üç evden biri kooperatiflerce yönetiliyordu. Üstelik bu İspanya’dan, Türkiye’den bildiğimiz anlamda konut kooperatifçiliği değil. Klasik konut kooperatifçiliğinde kooperatif kurulur, sermaye bulunur, konutlar yapılır, sonra insanlar tapularını alıp özel mülkiyet rejimine geri döner. Böylece iş “ucuza” gelir. Bu haklı, pratik bir örgütlenmedir. Andelsbolig modelinde ise evler, insanların değil, kooperatifin müşterek mülkiyetinde. Fakat 2001’de başa gelen liberal muhafazakar hükümet, finans sermayesi adına bu konutları piyasada mübadele etmeyi kolay hale getirdi. Dolayısıyla müşterek konut stoğu azaldı. Başka bir deneyim olsa da Eylül 2021’de, Berlin’de yatırım fonlarının elinde bulunan konutları kamulaştırmak/müşterekleştirmek için yapılan referandumu düşünelim. Çok uzun zamandır Berlin’i yöneten sözde sosyal demokrat parti SDP kentin sosyal konut stoğunun neredeyse %50’den %20’lere düşmesindeki en önemli aktördü. Çünkü sosyal konutları yatırım fonlarına satmıştı.
EA: Gerçek anlamda bir mülksüzleştirme, ortak mülkiyet formlarının çözülmesi ve piyasalaştırılması değil mi bu?
UA: Kesinlikle. Devlet bunda öncü kuvvet rolü oynuyor. Dolayısıyla ikinci düşmana geçelim: Yatırım fonları. Otonom Marksist iktisatçı Andrea Fumagalli şu anki para arzının en az dörtte üçünü finans şirketlerinin kontrol ettiğini söylüyor6, dolayısıyla devletlerin bastığı paranın önemi giderek azalıyor. Finansal
sermaye bir avuç odakta biriktikten sonra devletlerin kolaylaştırıcılığında barınma hakkına el koyuyor. Bu en büyük problem. Mesela bir “akbaba fonu” (vulture fund) olan Blackstone 700 milyar dolarlık konut yatırımı yapabiliyor. İspanya’da yüz binin üzerinde, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Almanya, New York’ta ve başka metropollerde on binlerce dairesi var.
EA: Harvey’in sermaye kayması (capital shift) dediği durum…
UA: Evet. Son 15 yılda ise odak Çin’e kaydı. 2008 krizini ötelemek için, biriken sermayeyi tekrar konuta yatırmak adına orada devam ettiler. Sermayenin ikinci çevriminde yatırıma devam edip birikim krizini geleceğe ertelediler. Çin’de şu anda yaklaşık 70 milyon boş konutun olmasını da buna bağlamak lazım. Şimdi dünya çapındaki barınma krizi bu kaçışın sınırlarına işaret ediyor.
Üçüncü problem de Proudhon’dan esinle söylersek “mülkiyet belası”: İnsanlar, özellikle hayatta kalmanın çok daha zor olduğu Güney’de mülkiyet fikrine o kadar alıştırılmış durumda ki sermaye birikiminin az olduğu İspanya, Türkiye gibi ülkelerde mülkiyet ve konut gelecek güvencesi haline gelmiş durumda. Hak vermemek mümkün değil; işsiz kaldığın anda en azından kira vermiyorsun. Dolayısıyla emekçi sınıfların zihninde, mülkiyet ve varoluş arasındaki sıkı bağı çözmek için modellere ihtiyacımız var. Fakat bu modeller tepeden inme ortaya çıkmıyor. Mülkiyet ilişkileri konut bağlamında ancak güçlü sol örgütlenmenin olduğu, kamunun onların tarafına çekilebildiği yerlerde bir ölçüde değiştirilebiliyor. Buna konuttan bağımsız örnekler vermek mümkün. Genelde ezilen toplumlar kooperatifçiliğe daha rahat yönelir. Mesela Katalonya’da Franco zamanında, II. Cumhuriyet ve öncesindeki kooperatifçilik hareketi diktatörlük sırasında yerle yeksan edildi. Son 30 senede tekrar ayağa kaldırıldı. Dayanışmacı ekonominin oranı Barselona’da ekonominin neredeyse %8’ine ulaştı. Başka bir örnek, sol hareketin güçlü olduğu İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesi, özellikle Bologna kenti (burası aynı zamanda “Bella Ciao” şarkısının çıktığı yer). Bu coğrafyada ekonominin %40’ını kooperatiflerin idare ettiğini görüyoruz. Bologna İtalya’da işsizliğin en az, kadın istihdamının en yüksek olduğu kent. Başka bir coğrafya da Uruguay. Özellikle sendikal hareketin çok güçlü olduğu Montevideo’da işçi örgütlenmeleri, mahalleliler konut sorununu birarada çözüyor. Karşılıklı yardımlaşmaya dayanan, konutların beraber, bilfiil inşa edildiği konut kooperatifi federasyonu FUCVAM çok esinlendirici bir örnek7. Kanada’da, Quebec’e baktığınızda da Anglosakson sermayesine karşı bir Frankofon direnişi görüyorsunuz. Milliyetçilik yanı, kooperatifçiliğin piyasalarla hangi oranda içiçe geçtiği ayrı bir tartışma konusu. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısında kurulan küçük kredi birliklerinin biraraya gelerek oluşturduğu kredi kooperatifleri federasyonu Desjardins’in özvarlıkları Türkiye’nin şu anki gayri safi yurtiçi hasılasının üçte birine denk geliyor8.
Yani karşımızdaki üç devasa problem: Devlet, finans ve “mülkiyet belası”. Ama bunların çözülmesi için bir siyasi “halk hareketi” gerekiyor. Yani dayanışma ekonomilerini, isterseniz tabandan neşet edenleri, isterseniz kamu destekli olanları sayın, kapitalizmin yegane Aşil topuğu olarak tanımlamak yanlış olur.
Öte yandan Türkiye’de Umut Evleri9 gibi ilerici örnekler mevcut. Bu angaje hareketler belki küçük sorunları çözebilir ama birincisi devleti, kamuyu ya da yerel yönetimleri kendi tarafımıza çekmeden; ikincisi, finans sermayesine bir şekilde sınırlama getirmeden; üçüncüsü, mülkiyet ile ilgili kültürel bir devrim gerçekleştirmeden ancak kısmi çözümlerden söz edebiliriz. Bu çözümler başımızın üstüne. Ama aklın kötümserliği açısından çerçeve bu.
EA: Geçenlerde katıldığım Türkiye Şehircilik Kongresi’nin bir panelinde10 dile getirdiğim bir konu var: Ekolojik kriz. Demin bahsettiğin, gücün mantıklarıyla -gücün emperyalist mantığı, kar makinasına odaklanmış olan teritoryal mantığı ve onların bürokratik mekanizmalarıyla- çelişmeden, çatışmadan, dolayısıyla aslında bağlı oldukları kapitalist yapıyı çözmeden; ekolojik krize karşı reformist bir çözüm üretmek mümkün görünmüyor. O yüzden ekososyalist çerçeve diğer bütün ekoloji hareketlerinden bir noktada ayrılıyor.
Buna küçülme (degrowth) hareketi de dahil edilebilir. Karamsarlığını çok iyi anlıyorum; ama ekoloji krizi de mutlak ve kararlı bir devrimci dönüşümü kaçınılmaz hale getirdi. Hızla orta sınıflaşan çeper ülkelerin önümüzdeki yirmi yıl içinde dünya kent nüfusu oranını %70 düzeyine çekeceği hesaplanıyor. Bu politik demografide ortaya çıkacak kentlerin Batı eksenli tüketim kalıplarını benimseyecek kentlilerle dolup taşacağı da dikkate alındığında, hem biyosferik hem de dayanışmacı (kaynakları birleştirmeye odaklı) bir model neredeyse tek alternatif olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden senin de komşuların olan Katalan kardeşlerimizin yarattığı dayanışmacı ekonomi kapasitesi hala son derece dikkate değer. Diğer taraftan şu soruyu da akılda tutarak söylüyorum bunu: Dayanışmacı ekonomiler dediğimiz şey gerçekten kapitalizme bir alternatif midir? Başka bir ifadeyle, dayanışma ekonomisi dediğimiz şey, nasıl bir güce sahip ki finansal ayak oyunlarını neredeyse dominant stratejisi haline getiren bugünün kapitalizmiyle boy ölçüşecek? Ona gerçekten “alternatif” olabilecek mi, yoksa derdi alternatif olmak değil mi? Dayanışma ekonomisini bu kapitalist-antikapitalist paradoksunda kuramsal olarak sen nasıl tartışırdın? Buna dair enteresan makaleler var ama sayıları çok az. Dayanışma ekonomisi kapitalist zeminin üzerinde kimler arasında oynanan bir “oyun”, sen nasıl bakıyorsun?
UA: Solun “dayanışmacı sosyal ekonomi” (DSE) vurgusu son 30 senede, düşman ilerledikçe, onun karşısına çıkardığı haklı bir argüman. Ama gerçekçi bir yerden konuşursak dayanışmacı sosyal ekonomi olası bir toplumsal sıçramanın yalnızca bir ayağı olabilir. Bu yabana atılır bir ayak değil. Çünkü eğer dayanışmacı ekonomi içinde yer alan kooperatif ortakları kendilerini kooperatif ilkelerine göre konumlandırırsa, -artık ağza sakız olmuşsa da- “demokrasi” denilen işleyişe uyum sağlar. Bu ilkeler de Solon’un yasaları gibi değişmez değil, sonuçta kapitalist sistemin içinde yaşıyoruz. Bu yüzden kooperatifçiliğin yaygın olduğu coğrafyalarda bir sürü üstyapı araştırmacısı; ekoloji, dayanışma, demokrasi, feminizm, finans, katılım gibi farklı başlıklar üzerinden kooperatiflere “not veriyor”. Tabii lise sınavlarından bahsetmiyoruz. Hiçbir kooperatif 10 üzerinden 10 alamıyor. Dolayısıyla dayanışma ekonomisi ancak büyük dönüşüme hazırlık yapabileceğiniz bir alan.
Çeşitli kooperatif örgütlenmelerinin başa çıkması gereken farklı sorunları var. Mesela ölçek büyüdükçe kapitalist pazarla aşık atmak zorlaşıyor. Bunun en büyük örneklerinden biri Mondragon11. Amerika’daki Metal İşçileri Sendikası’ndan Latin Amerika’daki Topraksızlar Hareketi’ne kadar pek çok akıma ilham kaynağı olmuş, onlarla beraber örgütlenen bir kooperatif federasyonu. Mesela İngiltere’de Preston şehri yerel yönetiminin dayanışmacı ekonomi planına baktığınızda Mondragon’dan referans alındığını görürüz. Yaklaşık 40.000 ortağı (Bask ülkesinin nüfusu 2,3 milyon), toplamda 100.000 çalışanı olan, kendi üniversitesini, süpermarketlerini hayata geçiren, sanayi boruları üretebilen, eğitim, konut kooperatifleri olan çok büyük bir federasyondan bahsediyoruz. Ama ölçek, şöyle bir problemi beraberinde getiriyor: Mondragon’un en büyük bileşenlerinden biri Fagor Electronics’ti. Kooperatifin en önemli ürünü buzdolabıydı. Eşitsiz coğrafi gelişim sonucunda İspanya’da üretilen buzdolaplarının çoğu artık ülke dışında üretiliyordu. Başka bir coğrafyada çok ucuza işçi çalıştıran bir yapıyla mücadele etmek zorunda kaldığınızda bu ne kadar sürdürülebilir, ilkeler ne kadar esneyebilir? O nedenle Fagor çok büyük ama şanlı bir yenilgi yaşadı. 2008 krizinden sonra
6-7 sene savaş verdi. Kısmen düşmanın yöntemlerini kullandı. Mesela Polonya’da özelleştirilme programındaki bir fabrikayı alıp işçi sayısını yükselttiler, ortalamadan %30 daha fazla maaş ödediler. Fabrikanın yönetim kurulunda iki işçi temsilcisi vardı. Ama en nihayetinde piyasa ile aşık atamadılar. Dolayısıyla ölçek, kooperatifçilik açısından bir problem. Bunun muhtemel bir alternatifi Katalanların yaptığı gibi ağ tipi, yatay örgütlenme olabilir mi? Çeşitli sektörlerden küçük ölçeklerde kooperatifler biraraya gelerek bir dayanışma ağı örgütleyebilir.
Mesela burada (Katalonya’da) ECOS’ta kurye kooperatifi de var sigortacılık, gazetecilik, yazılım kooperatifleri de.
ECOS aynı zamanda dayanışmacı ekonomi ağı XES’te yer alıyor. Onun bünyesinde sadece kooperatifler değil; üretim, yeniden üretim ve tüketim konusunda örgütlenmiş binlerce kurum ve insan bulunuyor. Dayanışmacı ekonomi fuarlarında işçi kooperatiflerinin ürettiği tekstil ürünleri için defileler düzenleniyor. Öte yandan ağ tipi örgütlenmelerde de büyük ölçekli üretim kooperatifleri kurmak hiç kolay değil. Mesela şimdi iklim krizi nedeniyle Avrupa’da tekrar gündeme gelen yataklı trenleri kooperatif vasıtasıyla üretebilir, dahası işletebilir misiniz? Epey zor. Ama zaten her şeyi de kooperatifle çözmek zorunda değilsiniz. Dayanışmacı ekonomiyi kamuya şamil hale getirebilirsiniz. Örneğin ulusal ölçekte enerjiyle, ulaşımla ilgili, müşterek mülkiyete dayalı büyük projeler Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin dayanışmacı ekonomi planında da yer aldı12. Ne yazık ki seçimi kaybettikleri için hayata geçmedi. Kooperatif yerine kamu görevlilerinin, işçilerin, üretici ve tüketicilerin müşterek yönetecekleri bir model düşünülebilir.
Tren yolu ağı bu modelle işleyebilir.
Benzer bir model mesela Fransa’da 2. Dünya Savaşı’nın ardından birçok kamu fabrikasında uygulandı. Pinochet darbesi öncesinde sosyalist Allende hükümeti Şili’de tüm kamu fabrikaları arasında, işçileri üretim sürecine katan bir tür internet ağı olan Cybersyn projesini bu nedenle hayata geçirdi13.
EA: Tam bir müşterekleştirme süreci aslında ve evet, onun örgütlenme modeli her zaman kooperatif olmak zorunda değil.
UA: Büyük ölçekte çok zor gözüküyor. Mesela çok esinlendirici bir finans kooperatifine, COOP57’e bakalım.
1+1 Express’te bir söyleşisini yayınlamıştık14. Tam anlamıyla işçi hareketinden doğmuş. Katalonya’nın en büyük yayın grubu Brugera, 1980’lerde battığında işçiler 3-4 senelik mücadelenin ardından yüklü bir tazminat aldı. O yüklü tazminatla diğer işçilere yardım etmek için bir finans kooperatifi kurdular. Devlet garantisinde olmayan bir kooperatif bankası gibi işliyor. Banka deyince herkesin gözü korkar ama çok basit ilkelerle çalışıyorlar. Başka kooperatifler, vakıflar, dernekler ya da senin benim gibi insanlardan oluşan 4.500 katılımcısı var. Bunlara katılımcı ortak, kooperatiften kredi alanlara ise üretici ortak deniyor. Krediyi sadece dayanışma ekonomisi ilkelerine göre örgütlenmiş yapılara veriyorlar. Kredinin kime verileceği kooperatif ortaklarının oluşturduğu küçük gruplarca belirleniyor. Örneğin bir yuva ya da çocuk bakımı kooperatifine destek olunacaksa, ortaklar orada gerçekten bir demokrasi yaşanıyor mu, kendi aralarında paylaşım ilişkileri nasıl ve bir iş planı var mı diye denetimi yerinde yapıyor. Kooperatif de yeni kurulacak yapılar için çok sıkı bir iş planı hazırlıyor. Bunun klasik bir bankadan çok büyük bir farkı var. Diyelim ki Türkiye’de bir mevduat bankası elindeki 1 liraya karşılık 100 lira kredi verirken, COOP57 ise elindeki mevduat kadar kredi dağıtıyor. Az buz bir miktar değil. Mesela 2014-2019 arasında 60 milyon euro kredi vermişler. Dolayısıyla kredi genişlemesi olmadığı için para finansa kaçamıyor, toplumsal üretime ve yeniden üretime aktarılıyor. Ama yine burada da tabii bir ölçek meselesi var. COOP57’nin verdiği kredi miktarını büyük İspanyol bankaları birkaç günde dağıtıyor.
EA: Aslında Harvey’in birincil ve ikincil çevrimleri üzerinden düşünüldüğünde, dayanışmacı ekonomi ağları bağlamı içinde kooperatifçilik, yalnızca ikincil çevrime, yani mekan üretimine ya da çakılı varlıklara değil aynı zamanda ilk çevrime, yani üretimin kendisine de dahil olmuş oluyor.
UA: Büyük oranda öyle. Hatta mülkiyete dayanmadığı ölçüde konut da birinci çevrime dahil hale geliyor, kullanım değerine geri çağrılıyor. “Finans” ya da para açısından da durum böyle. Para nedir, düşünmek gerek. Hatırlayalım, Marx parayı doğrudan bir sorun olarak görmez.
Sorun şu formüldedir: Para-Meta-Para. Bu açından Viviana Zelizer’in The Social Meaning of Money15 kitabı epey ufuk açıcı. Zelizer şöyle diyor: Para aslında özünde sosyal bir ilişki. Bu ilişki ezici de olabilir, yaratıcı da, toplumun yararına da hilafına da. Eğer para, insanların ürettiği şeylerle başka insanların ürettikleri arasında bir aracı konumundaysa, o zaman Marx parayı faydalı bir araç olarak tanımlar. Paranın kendisi de kullanım değeri olan bir şey haline gelir. Dolayısıyla müşterek üretim ve yeniden üretim planlanmasına, Raymond Williams’ın deyişiyle “uzun devrime” hizmet edebilir. Ama işin içine kamu girerse işler hızlanabilir. Sonuçta Avrupa Birliği pandemi sırasında 540 milyar euroyu ilk defa bankalara vermeden doğrudan kamuya ve insanlara dağıttı. Meğerse mümkünmüş. Yani böyle bir kaldıraç, dayanışma ekonomisine, kooperatifçiliğe aktarılabilirse bunun çarpan etkisi COOP57’nin yaptığından çok daha fazla olabilir.
Dayanışma ekonomisi açısından paranın bir diğer yüzü de alternatif, tamamlayıcı birimler. Biz daha çok 2008’den sonra dolaşıma girmiş binlerce tamamlayıcı parayı biliyoruz. Ama mesela 1930’larda, Büyük Buhran sırasında birçok alternatif para ağları hayata geçirilmiş. Bunlardan en önemlisi, günümüzde de kullanımda olan, 1934’te İsviçre’de başlayan “Wirtschaftsring” (Ekonomi Çemberi) WIR, Silvio Gesell adlı bir iktisatçının teorisiyle iki bankacının kurduğu bir sistem. İsviçre’deki her 6 KOBİ’den (küçük, orta boy işletmeden) biri WIR kullanıyor. WIR finansal para değil. Doğrudan üretim ilişkilerine giriyor. Bu yüzden de dolaşımda olan miktar
1,5 milyar WIR olmasına rağmen 50 milyar franklık bir mübadele ilişkisine vesile oluyor. 1 WIR 1 franka denk geliyor. Ama franktan WIR’e geçtiğinizde geri dönemiyorsunuz. Yani kripto paralardaki gibi spekülasyon imkanı yok. Bu da dayanışma ekonomisinin önemli ufuklarından biri.
EA: Burada eşzamanlı olarak kooperatifi de biraz konuşmuş olduk ama; sonunda “kooperatif yaşam” kavramına geleceğimiz için “müşterek barınma” (co-housing) tartışmasıyla devam edilebilir belki.
Çünkü “kooperatif yaşam” dediğimiz şey, “müşterek barınma” kavramıyla da karıştırılabilir veya kıyaslanabilir. Belki bu ayrımları konuşabilmek bağlamında Sostre Cívic ve Lacol’u hatırlamakta fayda var. Aslında Sostre Cívic, sizin yaptığınız söyleşide çok kısa ve basit bir biçimde diyor ki, konutu salt mülk ve yatırım aracı olarak işleme sokan politik ekonomik bir hegemonya var. Bana göre bu, ikincil görünen ama çok da önemli olan bir başka sorunun da esas nedeni: Hegemonik konut piyasası toplumun konutla kurduğu ilişkiyi zedeliyor ve hatta toplumun konutu yeniden üretme kapasitelerinin de önünü kesiyor. Öyle ki, sonsuz yeni konut üretimine dayalı bu hakim model neredeyse artık sorgulanmaz hale geliyor. Alternatifini arama kapasitelerimizi, hatta ona dair ümidimizi de tüketiyor. Ben yine karamsar olmayan yakadan konuşayım; bu açmazdan çıkmanın yolu ağ biçiminde örgütlenmiş konut kooperatifleri olamaz mı? Örneğin Sostre Cívic’i konuşalım. Bu kurum gerçekte ne kooperatifi? Bizim anladığımız biçimde basit bir konut kooperatifi gibi görünmüyor. Bizim mevcut mevzuatımızda ve pratiğimizde konutun üretimi gerçekleştikten sonra kooperatif kurumu da çözülüyor. Sostre Cívic nasıl çalışıyor? Konut alanında Katalonya’daki başarısının, becerisinin kaynakları nerede yatıyor? Mevcut hegemonik modelle boy ölçüşebilme kapasitesi nedir? Vadettiğini ne ölçüde gerçekleştirebilir? Sostre Cívic’i birlikte organize olduğu diğer kooperatiflerle, özellikle de yine bir kooperatif olan Lacol mimarlık ofisi ile birlikte düşündüğümde ciddi bir potansiyel görüyorum ben.
UA: Bence Sostre Cívic’in değeri ölçeğinde değil, yaklaşımında yatıyor. Onların modeli Katalonya’da ivme kazanıyor. Biraz geriye dönecek olursak, Flassbeck ve Lapavitsas’ın Against the Troika16 kitabını hatırlayalım: Avrıpa’da Maastricht Antlaşması’ndan sonra euro ilişkilerinin nasıl bir tekel yarattığını ve Kuzey sermayesinin Güney’deki üretim mekanizmalarını nasıl ele geçirdiğini anlatıyorlar. Kitaptaki en önemli argüman şu: Ekonomi dediğimiz şey farklı coğrafyalarda, o coğrafyaların mevcut kültürüne, altyapısına özgün bir hal alır. Bu bence konut için de geçerli. Konut hakkındaki olumlu örgütlenmelerin tamamı, bir şekilde kendi coğrafyasındaki belirli şartlar üzerinden hareket etmiş. Dolayısıyla, Sostre Cívic’ten önce bunun konut kooperatifi için de geçerli olduğunu söyleyelim. Birkaç örnek verelim: Daha önce de bahsettiğimiz Danimarka’daki Andelsbolig aslında müşterek mülkiyete dayalı bir örnekti. Mesela ilginçtir, Quebec’te 1973’te bir konut kooperatifi modeli başlıyor17. Yeni kooperatiflerin çoğunluğu Montreal’de, 30.000 civarında daireleri var. Kooperatifler bir federasyon çatısında toplanıyor. Bazı binaların 8, bazılarının 100 dairesi var. Daireler kooperatif üyelerine kiralanıyor. Kiralar piyasanın dörtte birine kadar düşüyor.
Daireler her zaman kooperatifin müşterek mülkiyetinde kalıyor. Sostre Cívic’ten farklı bir yapısı var. Sostre Cívic’e de esin kaynağı olmuş Uruguay örneği de farklı. “Karşılıklı Yardımlaşmaya Dayalı Konut Kooperatifleri Federasyonu”nun (FUCVAM) 30.000’e yakın dairesi var. Montevideo gibi küçük bir kent için sıkı bir rakam. Burada, sendikalar, inşaat işçileri ve mahalleliler konutları beraber inşa ediyor. Ardından, yine federasyondaki her küçük kooperatif müşterekçe o binanın sahibi oluyor.
Barselona’ya, Sostre Cívic’e gelirsek; o da kentin mülkiyet ilişkilerinden, oradaki dönüşümden çıkmış bir örnek. Normalde Kuzey Avrupa’dan farklı olarak İspanya’da mülk sahipliği Türkiye’deki gibi yüksektir. Hatta bunca krizden sonra, bütün İspanya’da neredeyse 3,5-4 milyon, nüfusun belki de dörtte birine yetecek kadar boş konut varken, şu anda bile mülk sahipliği %85 civarında. Barselona’da ise oran 2008 krizinden sonra tedricen %70’in altına indi. Yeni kuşaklar büyük bir barınma sorunu yaşıyor. Şu an bulunduğum 11 m2’lik odanın kirası 400 euro. Yeni kuşakların gelirleri mortgage almaya yetmiyor. Asgari ücret 1050 euro. Gençlerin %30’u bu meblağın altında kazanıyor. Dolayısıyla bildiğimiz anlamdaki ipotek ilişkileri işlemiyor. Bir de buna kriz ile beraber evlerini kaybeden daha üst kuşaktan aileleri, göçmenleri ekleyin. Kooperatifçiliği mümkün ve elzem hale getiren bir ekonomi-politik yapı ortaya çıkıyor. Katalanlar ezilmiş bir halk oldukları için başka diyarlardaki dayanışma yöntemlerini çabuk öğrenir. Mesela Som Energia (Biz Enerjiyiz) kooperatifini düşünelim18. Kurulduğundan beri, Avrupa’da ortak sayısı en hızlı artan enerji kooperatifi. Kamu binalarına, tesislerine enerji üretir hale geldiler. Ama örgütlenmeyi Kuzey Avrupa’daki örneklerden öğrendiler. Konut konusunda da Sostre Cívic’i kuran arkadaşlar Uruguay ve Danimarka’yı inceleyip bu örnekleri kendilerine özgü nasıl uygulayabileceklerini sorgulamışlar. Sostre Cívic birçok yapının, örgütün, sizin bizim gibi bireylerin biraraya geldiği, ortaklığa 100 euro ile giriş yaptığı ve ondan sonra da cüzi aidat ödediği bir kullanıcılar kooperatifi. Ortasında da 14-15 kişilik, teknisyenlerin oluşturduğu çalışan ortak ekibi var.
EA: Yani onlar kooperatife dışarıdan hizmet veren piyasa aktörleri değil.
UA: Değiller, maaşlarını Sostre Cívic’ten alıyorlar. Bir yandan da kooperatifçilik eğitimleri veriyorlar. Ayrıca çeşitli projelerde inşaat, mimarlık, tesisat, marangozluk kooperatifleri ile beraber çalışıyorlar. Sostre Cívic’in üyesi olan yüzlerce insan küçük gruplar halinde barınma problemini çözmek için biraraya geliyor, “beraber yaşamak istiyoruz” diyorlar. Emekçi kooperatif üyeleri, onlara bütün teknik altyapıyı sunuyor; tıpkı Lacol gibi teknik ekiplerle beraber katılımcı bir plan yapıyorlar. Yaşlıların evi için ayrı, restorasyon yapılacak bir bina için başka bir plan yapılıyor. LGBTQIA+ üyeleri beraber yaşamak istiyorlarsa, onlar için ayrı bir tasarım hazırlanıyor.
EA: O halde Sostre Cívic bir konut kooperatifinin ötesinde aslında birden fazla kooperatifi örgütleyen bir örgüt. Lacol de bir kooperatif; fakat aynı zamanda bir mimarlık ofisi ve Sostre Cívic için de çalışıyor. Aynı şekilde La Constructiva gibi inşaat kooperatifleri de öyle.
UA: Evet, doğru. Zaten “sostre” çatı demek; yani bir çatı örgütü gibi davranıyor. Anarşistçe söylersek Sostre Cívic küçük hücreleri kendi bünyesinde birleştiren bir “çatı kooperatifi”. Hücreler kendi projelerinden sorumlular. Kooperatifin kuracağı bina onların ihtiyaçlarına göre yapılıyor; ama bina o küçük kooperatifin mülkiyetine geçmiyor; bütün Sostre Cívic
üyelerinin müşterek mülkiyeti haline geliyor. Kooperatifler orada oturan kişiye kullanım hakkı veriyor. O kişi ve ailesi sonsuza dek orada ikame edebilir, ölünce çocuğu da oturabilir; ama asla bu evi satamaz. Satmasının tek bir yolu var: Sostre Cívic’in genel meclisinin kararıyla. Dolayısıyla imkansız. Bu yöntemle konut bir finansal araç olmaktan çıkıyor.
2009’da bir yasa çıktı. Barcelona en Comú’dan (Müşterek Barselona), kendisi de bir barınma aktivisti olan Ada Colau’nun belediyenin başına gelmesiyle yasa işlerlik kazandı. Belediye, elinde bulundurduğu arazilerin kullanım hakkını Sostre Cívic ya da Fem Ciutat (Şehir Yapıyoruz) gibi kooperatiflere devrediyor. Belediye diyor ki: “Ben sana bu araziyi 75-90 seneliğine devrediyorum”. O zaman kooperatif o konuta o süre boyunca sahip oluyor. Kooperatiften çıkmak isterseniz, ödediğiniz miktarı geri alıp kullanım hakkını başkasına devredebiliyorsunuz.
EA: Peki süre sonra uzatılabilir mi?
UA: Yasa gereği 90 yıldan uzun olmuyor. Ama 90 yıl dediğin nedir, bir binanın ömrü kaç yıldır? Dolayısıyla, biraz sembolik bir süre.
EA: Ödeme süreci nasıl işliyor?
UA: Ödeme yöntemi aslında çok basit bir ipotek sistemine dayanıyor. Birincisi belediyenin talepleri doğrultusunda gelir düzeyi yüksek olmayan insanlara veriliyor. İkincisi, işin doğası gereği sisteme girebilmeniz için evinizin olmaması lazım. Ama gelir düzeyi çok düşükler de ne yazık ki henüz sisteme giremiyor; çünkü inşaatın başlaması ve tamamlanması için 20-25 bin euroluk bir para yatırmalısınız. Bunu kapitalist bankalardan almanızı istemiyorlar. Ya ailenizden ya az önce bahsettiğim türden bir etik finans kooperatifi, kamu fonları gibi başka bir yerden bulmanız gerekiyor. Bir de 20-25 yıl boyunca, ortalama kiranın yaklaşık %40’ına denk gelen (500-600 euro civarında) “sosyal kira” kadar ipotek ödüyorsunuz. Ödediğiniz toplam, piyasa şartlarının çok altına denk geliyor. Mesela, hayali bile zor, Cihangir gibi bir mahallede, kent merkezinde 80 m2’lik teraslı bir evde yaşıyorsunuz.
EA: Aynı zamanda çok nitelikli bir mimarlık hizmeti alıyorsunuz ve sahip olduğunuz ev çağdaş mimarlık kanonunun önemli eserlerinden biri haline gelebiliyor. Lacol’un La Balma’sı ya da La Borda’sı gibi… Bu 20-25 senelik kira tamamlansa bile, kooperatif hayatını sürdürmeye devam ettiği için cüzi de olsa bir kooperatif aidatı da ödenmeye devam ediyor, değil mi?
UA: Evet. Ayda gelirinize göre cüzi bir meblağa denk geliyor; ama ortak sayısı arttıkça yeni yapıların inşaatı için sermaye oluşuyor. Şimdi Katalonya hükümetinin “Ara Coop” gibi destek programları var. Bu arada, sadece sıfırdan da ev yapılmıyor; belediyeye ya da devlete ait olan birtakım eskimiş, boş kalmış konutların restorasyonu da müşterek mülkiyet ilkelerince gerçekleştiriliyor. Barınma hakkıyla ilgili çalışan bir başka vakıf La Dinamo, çeşitli yerlerdeki binaları, daireleri satın alıyor; bunu kooperatif şeklinde örgütlüyor. Kısacası birden çok model var.
EA: Sostre Cívic söyleşisi19 bu konuları o kadar derli toplu ve güzel özetliyor ki; neredeyse hiçbir detayı atlamıyor. Arredamento okuyucuları tıklayıp bakmalılar mutlaka!
Ben aslında şunu da merak ediyorum: Mesela, Sostre Cívic gibi konut ve barınma problemini çözmek için örgütlenmiş; ama sonrasında da yaşamayı sürdüren bir kooperatifte, o cüzi aidatların dışında kooperatife gelir üretebilecek faaliyetler de sözkonusu olabiliyor mu? Nasıl ki insanlar kaynaklarını birleştirerek konut yaptılarsa; eforlarını, zamanlarını, becerilerini birleştirerek sanat, zanaat ya da ziraat ürünleri ve daha birçok mal ya da hizmet de üretebilirler ve bunlar da kooperatifin ortak mülkiyet havuzunda birikebilir. Kooperatif bu kaynakları topluluk yararına işlerde kullanabilir ve hatta istihdam yaratabilir. Üstelik kooperatif için çalışmış olan bireyler için de bu aynı zamanda bir karma gelir (mixed income) stratejisi haline dönüşebilir.
UA: Kastettiğin, mesela binanın alt katında bir tekstil atölyesinin, yan tarafında bir ekolojik süpermarketin olduğu bir model mi? Katalonya’da değil ama Zürih’te çok iyi örnekleri olduğunu biliyorum.
Burada şunu da ekleyeyim: Belediyenin verdiği kullanım hakkına dayalı bölgeler çok az sayıda. Sostre Cívic benzeri, kullanım hakkına dayalı kooperatifler, Barselona’da henüz 30 tane civarında. Daha çok klasik kooperatif şirketleri var burada.
EA: Adını anmakta fayda gördüklerini söyler misin?
UA: Fem Ciutat, La Xarxaire, La Diversa, Torrent Viu, La Dinamo Vakfı’nın önayak olduğu yapılar var. Ama dediğim gibi bu türden projeler şimdilik azınlıkta; binaların az bir kısmı belediyeden kullanım hakkı alınmış arazilere yapılıyor. Genelde insanlar biraraya gelip, kimi zaman da Barselona’nın dışında arazi alıyor. O arazi de Sostre Cívic çatısına dahil oluyor. O topluluğun yapısına göre, müşterek alanlar beraber tasarlanıyor. Eğer klasik ailelerden oluşan bir grup ise, ortak alanları daha kısıtlı olabiliyor. Başka örneklerde toprağın bir kısmını ekmek için kullananlar var ama mutlaka ortak bir meclis salonu, kimi zaman ortak çamaşırhane yer alıyor.
EA: Örneğin, La Borda’da da var.
UA: Evet mesela orada şahane partiler yapılıyor (gülüyor). Konutların tasarımında sözkonusu toplulukların yapısına göre değişen bir sürü detay var.
EA: Seni ve Yaşar Adanalı’yı paneline davet ettiğimiz 3. sınıf mimari tasarım stüdyosunda da bunu denedik. Fatih’te, Çukurbostan’ın hemen komşusu bir yapı adasında mülkiyeti Milli Eğitim Bakanlığı’nda olan bir arsanın, aynı Sostre Cívic modelinde olduğu gibi bir kooperatife uzun dönemli olarak devredilmesine dayalı bir proje senaryosuyla yola çıktık. Öğrencilerimiz verilen alanda yalnızca konut üretmediler. Çünkü orada da tasarım problemini “kooperatif bir yaşamı” tasarlayın biçiminde verdik. Dolayısıyla, konutlar kadar, insanların ortak yaşam alanlarını da tasarlamalarını istedik. Bu da o insanların konut dışında, ortak vakit geçirmelerini, belki birlikte üretmelerini ve tüketmelerini gerektiriyor. Buradan yola çıkan öğrenciler -kimi dolaşım mekanlarının ölçeğini bilinçli biçimde abartarak- bu müşterek mekanları tasarlamayı denedi. Bu alanlar hem karşılaşma hem komşuluk mekanları haline geldi. Bildiğimiz anlamda kapı önü, müşterek teras ve hatta müşterek balkonlar... Bu mekanlar katı ve sabit ihtiyaçlar için değil esnek kullanım amaçları için tasarlandı. Mekan, imkan haline gelsin diye. Mekanın birlikte üretme, çalışma, dinlenme ve eğlenme ortamı haline gelebilmesi... Konutun dolayımındaki bu ara mekanlara aynı zamanda konut dışı / gelir getirici zemin kotu işlevleri (dükkanlar, yeme-içme birimleri, kafeler) de eşlik etti. Bu, kooperatifin “dayanışma ekonomileri” bağlamındaki stratejilerinden biri olabilir diye düşünüyorum. Çünkü meselemiz sadece konut problemini çözmek değil. Dayanışmacı ekonomiler, konut dediğimiz yeniden üretimin nüvesi olan mekana karma kullanımlı bir prensiple sızabilse,
biz daha güzel kentlerde yaşamaya başlayacağız. O zaman, o karma kullanım dikeyde de mümkün olacak, sadece yatayda değil.
UA: Fatih’te müşterek alan yaratma konusunda zorluk çekebileceğinizi düşünüyorum. Eğer projeyi orada yaşayacak insanlarla birlikte yapacaksanız, bazı şeyler çok zorlama olabilir. Mesela La Borda’nın mimarları Lacol, yakın zamanda La Comunal (Müşterek Mekan) diye bir yere geçti. Eski bir fabrika alanını yine belediyeyle anlaşarak aldılar; çok da güzel bir yer. Orada farklı alanlarda faaliyet gösteren 8 kadar kooperatif mekanı beraber kullanıyor. İçlerinde ünlü La Ciutat Invisible (Görünmez Şehir) kooperatif araştırma ekibi ve kitapçısı da var.
Senin bahsettiğin La Borda’nın da bulunduğu Can Batlló, sonrasında mahallelinin işgal ettiği, muazzam büyük bir 19. yüzyıl sanayi tesisi. Orada envai çeşit kooperatif olduğu gibi, Migres diye bir göçmen kooperatifleri meclisi de yer alıyor. Yüksek lisans, hatta neredeyse doktora seviyesinde dayanışmacı ekonomi dersleri veriliyor. Bu türden sertifika programları bütün Avrupa’ya yayılacak. Dolayısıyla istisnai bir örnek de olsa, La Borda o bütün dayanışmacı ekonomi ekolojisini bünyesinde barındırıyor. Zaten binada yaşayan insanlar da kooperatifçi. Hep böyle olmak zorunda değil tabii. Yani sadece klasik aileleri kullanım hakkına dayalı konut kooperatifçiliğine ikna ederek konutun kullanım değerini geri çağırmamız bile çok değerli olur.
EA: Konuyu iyi bir yere bağladın. Kapitalist iktisada bağımlı olduğun zaman gelirin göreli olarak küçülüyor. Hanelerin gelirleri ona bağlı olduğu zaman da -alım gücünü korumayı geçtim- zaten sürekli küçülüyorsun. Dolayısıyla, o karma gelir stratejisi giderek daha da önemli hale geliyor. Hanelerin kooperatif üzerinden kullanım değeri bağlamında katkıda bulunabilecek bir şey kastetmiş oldum; ama sen sonra daha iyi bir yere bağladın. Aslında, kooperatiflerin biraraya geldiği ve sadece ticari anlamda üretmek ya da satmak bağlamında değil; aynı zamanda eğitim, sağlık ve diğer kültürel aktiviteler gibi ihtiyaçlar için de ortam, mekan ve kurum yaratıyor olmaları, bence daha da güçlü bir strateji. Çünkü orada o eğitimi alan kişi daha kalifiye hale gelecek; yani kapasite geliştirecek. “Güçlendirme” (empowerment) bu işin çok önemli bir boyutu.
UA: Haklısın. 2017-2018 gibi İngiltere’deki sayılara bakmıştım20. Birincisi, iyi bir eğitimin ardından açılmışsa 10 kooperatiften 9’u ayakta kalırken, bu oran klasik işletmelerde 6,5/10’a düşüyor. Kooperatifçiliğin kısmen demokratik yapısından kaynaklanan dirençli bir hali var. İkincisi, istihdam açısından krizler sırasında iyi işleyen kooperatifler bir nebze daha avantajlı. Sonuçta kooperatif bir ticari işletme, bunu da göz önüne almak lazım. Mesela, Lacol senin kuşağın, belki de senden daha genç mimarların kurduğu bir oluşum. İlk başladıklarında piyasaya çalışmışlar çünkü o dönemde henüz ortada o kadar geniş bir ağ, “ilerici” bir belediye yok ve kamu fonları zayıf. Dolayısıyla, ister istemez bir ticari işletme olarak da çalışmak zorundasın. Aynı şey buradaki en kadim iletişim ve tasarım kooperatifi, XES ağının kurucularından L’APòstrof’un başlangıcı için de geçerli. Günümüzde ise dayanışmacı ekonomi fuarının, belediyenin, başka kooperatiflerin işlerini yapıyor ve neredeyse hiç piyasaya çalışmıyorlar. Dayanışma ağı geliştikçe çarpan etkisi yaratıyor.
EA: O yüzden müşterek mülkiyet yerine özel mülkte kalan, ağ biçiminde örgütlenmek yerine küçük grupların barınma derdini çözen, benim “parsel içinde küçük zaferler” diyebileceğim “cohousing” örneklerinden farklı bir şeyi konuşuyoruz; yeniden belirtelim. Yan bahçede bostanın olması, bir tane üçboyutlu yazıcının ya da FabLab’inin olmasından daha büyük etkiler yaratmaktan söz ediyoruz.
UA: Tabii, bence kooperatif ağın çeşitlendirilmesi çok daha önemli. Henüz çok sembolik bir düzeyde belki ama mesela ECOS’un kullandığı Ecosol diye bir alternatif para birimi var. İsterseniz ücretinizin bir kısmını bu para birimi üzerinden alabilirsiniz. Yerel ekonomi ağında çarpan etkisi yaratmak için size o geliri kullanabileceğiniz kooperatif mekanlarını söylüyorlar: Kooperatif barı, kooperatif konser salonu, lokantası, kitapçısı, masajcısı vs. Dolayısıyla gidip paranızı orada harcayıp ağın büyümesine fayda sağlıyorsunuz. Bu illa kooperatifçilik üzerinden olmak zorunda da değil. Bristol Pound’a bakın, Bristol belediyesinin kendi çalışanlarının maaşının da bir bölümünü bu para birimi üzerinden ödeniyor. Bu uygulama küçük işletmeler arasındaki ticaret hacmini bazı bölgelerde 9 kat artırmış. Örneğin; İngiltere’nin kuzeybatısında orta ölçekli bir şehir olan Preston, intihar oranlarının en fazla olduğu yerdi. Orada çok basit bir planla belediyenin ve yerel yönetimin tedarik ağlarını kooperatifler üzerinden sağlamaya karar vermişler. Beş senede kooperatifçiliğin bölgedeki payı %5’ten %18’e çıkmış, intihar oranları azalmış. Bu da ağ tipi kooperatifçiliğin imkanlarını gösteriyor. Bu ağa belediye destek olabilir. Katalonya’daki gibi kendisi ayağa kalkmış bir yapı yerel yönetim ve hükümet tarafından desteklenebilir ya da Uruguay’daki gibi sendika gücüyle gerçekleşebilir. Önemli olan o ağı genişletmek.
EA: Belki şimdi konuyu Türkiye’ye getirmek iyi olabilir. Sen Barselona’da yaşıyorsun, o sistemin içindesin. Türkiye’de ise öyle bir dayanışmacı ekonomi ağının konuta gerçek bir alternatif olarak düşünülmesini bırak, bir şeyler eskisinden de kötüye gidiyor gibi gözüküyor. Demin de bahsettiğim gibi,
sadece belirli çevrelerin hala alternatif bir modelin üretimi için uğraştığını, bu çabanınsa epey entelektüel bir alanda takılıp kaldığını görüyorum. Mesela Gülsuyu ile ilişkiye geçmiş biri olarak sen de bilirsin ki, Gülsuyu halkı kentsel dönüşüme karşı direnen diğer mahalleler içinde belki de en bilinçlisi. Orada bile dernek toplantılarında, belediye ile yapılan görüşmelerde çok farklı sesler olduğunu gördük. Bu tabii çok doğal ama en azından asgari ölçekte kiminle cenk edeceğimizin, neyin yanlış olduğunun ortak bir biçimde altını çizebilmemiz lazım ki alternatifini aramak için güçlerimizi birleştirebilelim; maalesef orada bile tıkanabiliyoruz.
Aslında Türkiye’nin hiçbir zaman gerçekten bir alternatif konut politikası olmamış. Refah devleti gibi bir modelin hiçbir zaman çalışmamış olmasıyla da bağlantılı bu. 1960-70 aralığında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın yaptığı bazı uygulamalar var; fakat ülke genelinde adına “sosyal konut” diyebileceklerimiz iki elin parmaklarını geçmez. Kamunun yeniden üretim alanında üstlendiği düzenleyici rol içinde de konut dışlanmış durumda. Arsa Ofisi, Emlak Bankası gibi aktörler var ama bunlar da çözüm olmaktan çok uzakta. 2000 sonrası Türkiye’si ise bambaşka bir yöne evriliyor. TOKİ’nin ürettiği konutlar da birçok açıdan sorunlu. Katalonya’da iyi örneklerle karşılaşmak bizi şaşırtmıyor ya da bunun yanında senin burada saydığın diğer coğrafyalar var. Bunlara Afrika’yı, Asya’yı eklediğimizde özellikle kooperatif yaşam ya da kooperatif konut bağlamında, ağ örgütlenmesi niteliğinde olmasalar dahi çok sayıda başarılı örnekle karşılaşıyoruz. Peki Türkiye’de konut sorununun çözümünde güçlü bir alternatif olarak kooperatif modeli neden hala ufukta görünmüyor? Konut pazarında kendi talebini yaratan arz politikası hala nasıl işleyebiliyor sence? Konuya nasıl yaklaştığını merak ediyorum; sonra da dilersen bizim ne yapacağımız konusunda biraz konuşalım.
UA: Katalonya’yı da abartmamak lazım. Buradaki sosyal konut miktarı %2’nin altında. Franco’nun konut bakanı José Luis Arrese’nin bir lafı var: “İşçi değil, mülk sahibi istiyoruz” (“Queremos un país de propietarios y no de proletarios”). Çok yakın zamana kadar Kuzey’den farklı olarak İspanya’da borçlandırarak mülk sahibi yapma ve böylece muhafazarkarlaştırma stratejisi vardı. Bu aynı zamanda Kuzey’in sermayesinin; Almanya, Hollanda, İngiltere sermayelerinin buraya emlak rantına gelmesi, burada mekansal çözümleme yapması demek. İspanya’da hala kullanılmayan, deli gibi su tüketen yüzlerce golf sahası var. Dolayısıyla buradaki problemin de Türkiye’dekinden aşağı kalır yanı yok. Örneğin Barselona’da 80’lerde, 90’larda hükümetlerin ve belediyelerin kentsel rant, olimpiyatlar, 2004 Forum projesi gibi çok büyük günahları oldu. Spekülasyona yöneldiler ve özellikle
1986 Olimpiyatları’ndan sonra sosyal konutu bıraktılar. Bugünkü Barselona’da belediyenin 10 senede 12.000 sosyal konut yapmak gibi makul, ancak abartılmaması gereken bir hedefi var. Dolayısıyla aslında burası da cennet değil.
Türkiye’nin de Özal döneminden beri benzer bir süreçten geçtiğini, konutun rant dağıtmanın alanı olarak kullanıldığını görüyoruz. TOKİ ise enikonu sermaye aktarımı ve arazi gaspı için kullanıldı. Yaptıkları 1 milyon binanın %20’si bile düşük gelirliler için değil. Bu saatten sonra merkezi hükümeti ele geçirmeden iflas etmiş yapıyı değiştirmek mümkün değil. Nereden başlanabilir derseniz; atla deve değil. Angaje bir ilçe belediyesi bulsak; kullanım hakkının ekonomik etkisi, bu yapıların ne kadar ucuza geldiği, yerel ekonomiye katkısı vs. eğitimlerle anlatılsa, bence iyi bir başlangıç olur. Bundan sonra da işin finans kısmını angaje ekonomistlerle planlamak gerekir. Ama önce fail bulmak lazım.
EA: Peki bunun belediye mülkleri üzerinden mi yoksa özel arsalar üzerinden mi yapılmasını kastediyorsun?
UA: Öncelikle arazinin ucuz olduğu bir yerde bir örnek yaratmak daha kolay olur herhalde. Özel arazi de olabilir ama ikna edilebilecek bir belediyenin mülkiyetinde olması büyük bir avantaj sağlar. Her şeyden önce iyi bir örnek yaratmak lazım.
EA: Bu pekala Maltepe, Gülsuyu’nda da uygulanabilir bir model bence.
UA: Sanırım oradaki sorun şu: Orada halk her ne kadar ilerici olsa da mülkiyetin getireceği, geleceği güvenceye almaya ilişkin soru işaretleri var. Maltepe kentin merkezi, artık en değerli yerlerinden biri. Kiralarda korkunç bir spekülasyon, artış var. O nedenle daha küçük bir ilçede başlamak, ilk örneği orada yaratmak daha mantıklı gözüküyor.
Barınma hakkı sözkonusu olduğunda kooperatifçiliğin dışına da çıkmak lazım. İlk önce kiraların kontrol altına alınması, kamu tarafından denetlenmesi gerekiyor. Dolayısıyla bunun önşartı kiracılar sendikası kurmak. Örneğin İspanya’da sendikanın zorlamasıyla bir kiracılar yasası çıktı ve en azından kiraları dondurdu. Dolayısıyla Türkiye’de kooperatifçilik topyekün bir çözüm olmaktan uzaksa da başka örgütlenme parametrelerine ihtiyaç var. Bir yandan toplumun yapısı değişiyor; yeni nesiller evlenmiyor, çocuk yapmıyor. İşte buna göre bir kira örgütlenmesi kurmak lazım. O nedenle kooperatifçilik mümkünse daha küçük ölçekli kamu arazileri üzerinde başlayabilir, model tedricen yayılabilir. Acil sorun için ise sendika tipi bir örgütlenme şart.
Bir de tabii İstanbul’da deprem problemi var; pek çok binanın yeniden yapılması gerekiyor. Ali Ağaoğlu’nun Kadıköy’ün tüm binalarını deniz kabuklu kumla yaptıklarını söyleyip kentsel dönüşüme talip olmasını unutmayalım. Konut stoğunun ne kadarı işe yaramaz bilmiyoruz.
EA: Ekolojik kriz meselesinden biraz söz etmiştim. Bu, belki bizim için iyi bir kapanış noktası da olur. Artık kentin sıfırdan üretilmediği bir perspektife ihtiyaç duyuyoruz. Harvey, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım“(creative destruction) kavramına başvurur ki aslında bu kentsel dönüşüm dediğimiz şeyin kendisi, bir tür “yaratıcı yıkım” faaliyeti. Aşırı birikim krizlerinin uzun dönemli olarak bertaraf edilmesi ya da geciktirilmesinde sermayenin mekanın yeniden üretim alanına akması gerekiyor. Tıpkı çokuluslu, küresel bir örgütlenme tarzında olması gerektiği gibi sermayenin gideceği coğrafyada bir yapısal ve mekansal uyuma, bir içtutarlılığa ihtiyacı var. Sermaye, kentte kendi ihtiyaç duyduğu mekansal organizasyonu üretecek şekilde mekanı sürekli yıkarak yeniden üretiyor. Bu o kadar yıkıcı bir model ki içinde bulunduğumuz gezegenin taşıma kapasitesini her anlamda aştığımızı, ekolojik krizin içinde yaşadığımızı hatırlarsak aslında ciddi anlamda bindiğimiz dalı kestiğimizi görebiliriz.
Bu da, kentleri dönüştürme, konut sorununa çözüm arama gibi meselelerde bir paradigma değişimine ihtiyaç olduğu anlamına geliyor. Ses, anons biçiminde yankılanıyor ama çoğunluk sağır olmayı tercih ediyor.
Bak hala umutsuz değilim: Ben kooperatifin hala bir model olabileceğini düşünüyorum. Mevcut yapıları büyük oranda yıkmadan yeniden işlevlendirerek, onararak ya da geliştirerek kullanabiliriz ki belirli mimari teknolojiler buna izin veriyor. Bir yandan senin de dediğin gibi hane dediğimiz şey, demografik anlamda nüfusun yapısı, kültürel ihtiyaçlarımız vb. değişiyor ki bu da konut planına bakış açısını değişime zorluyor. Aslında bu yaklaşım mekanı
yıkıp yeniden yaparak değil yeniden konfigüre ederek kullanma fırsatı sunuyor. Bu da bana ancak insanların kaynaklarını birleştirerek çözebilecekleri bir konu gibi geliyor; çünkü sanıldığının aksine bir yapıyı yıkıp yeniden yapmaktan her zaman daha karlı, daha kullanışlı bir çözüm. Her ne kadar antikapitalist temeline oturtulmamış ve son derece reformist bir model olsa da ciddi bir probleme işaret eden o “döngüsel ekonomi” modelini esas alarak söyleyeyim: Sürekli atık üreten, doğadan topladığı ham maddeyi işi biter bitmez çöpe atmaya dayalı olan çizgisel ekonomik modeli tasfiye etmemiz şart. Bu pekala ekososyalizmin de vizyonu. Bu çerçeveden bakıldığında kooperatif hala bir model olabilir mi ya da kooperatif yaşam tarzı bununla uyumlu mudur?
UA: Tabii. Örneğin, gayri safi yurtiçi hasıla öyle berbat bir hesaplama yöntemi ki çevreyi kirletip temizlediğiniz, ormanı yakıp yeniden ağaç diktiğiniz ya da bolca silah ürettiğinizde bunlar da ekonomik girdiler olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla ilk önce gerçek bir paradigma değişikliği lazım. Gerçek İlerleme Göstergesi diye bir ölçüt var: Eğitim, sağlık, nitelikli konut ve bunların karşısında silah harcamaları, çevre kirliliği gibi toplamda 26 gösterge üzerinden insanlığın refah düzeyini ölçüyor. ABD’de Maryland Eyaleti, Yeni Zelanda hükümeti bu ölçümü uyguluyor. İşte öncelikle iyi yaşama dair bu gibi göstergeleri kriter haline getirmek lazım. Kooperatifçilik bunu zaten yapıyor. Örneğin sosyal denge diye bir gösterge var. Barselona’da da ilerici kooperatif ağının üyesi olmak istiyorsan toplumsal refaha gerçekten ne kadar katkı sağladığını düzenli olarak ölçüyorlar.
Kente geldiğimizde ise şunu söyleyebilirim: Kapitalizmin mekansal çözümlemesi sınırlarına dayandı. Bana kalırsa bunun nedeni de, kökleri 1970’lere kadar geri uzanan eksik tüketim krizi. 70’lerde doygun tüketim krizi vardı; işçiler artık sermayeden yeteri kadar pay alıyor, birikim yapabiliyordu. Burada sermayenin payı azalmıştı. Dolayısıyla üretken sermaye artık değeri tekrar temellük etmek istiyordu. İtalyan Otonom marksistleri, mesela Giorgio Agamben bu süreci çok iyi anlatır. Bunun alternatifi sosyalizmdi ki İtalya’da, İsveç’te, Portekiz’de kıyısına gelindi. Ama sonuçta kapitalizm buna çözüm buldu.
İlk başta devletler enflasyon yarattı. Para bastığın zaman bunu bir süre işçi ve sermaye sınıfı arasında paylaştırabilirsin. Ama enflasyon bir yerden sonra finans kapitalin işine gelmez. Bunu şu anda AKP’nin yapmaya çalıştığından ayırmak gerektiğine dair bir parantez açalım burada. Çünkü onlar para dağıtmayı, üretimin dibi gördüğü noktada artık geçersiz hale gelmiş liberal aşağı damlatma yaklaşımını, rant sermayesine para aktarmayı sürdürmek için beyhude yere deniyor. Parantezi kapatalım. İkinci çözüm bütçe açığı vermekti. Bu da bir süre sonra finans kapitalin işine gelmez. Üçüncü çözüm ise basitti; insanları borçlandırmak. Önce kredi kartları ardından ev kredileri. Buna bağlı finansal kumar araçları MBS (mortgage backed securities), Keynes’in kumarhane kapitalizmi dediği eğilim böyle ortaya çıktı. 2008’de bu modelin tabutunun çivisi çakıldı. Sadece 2008’de ABD’de her gün 10.000 kişi evinden edildi. İspanya’da neredeyse üç milyon aile ipoteklerini ödeyemez hale geldi. Finans sermayesi buna Çin’de çözüm aramaya çalıştı. Çin ekonomisinin %40’ı inşaata ve altyapıya yöneldi. Bunun korkunç ekolojik etkisini de bir yandan düşünmek lazım.
Bu eksik tüketim krizinin yarattığı eşitsizlik bugün artık ötelenemez durumda. Mesela İspanya’da bir yatırım fonu, hedeflediği 8.500 daireyi üç yıldır satamıyor. Çünkü ona bir finansal varlık olarak bakıyor; kar payı dağıtması gereken kendi paydaşları var, ama ortada o daireleri alabilecek, ipotek ilişkilerine girebilecek insan yok. Dolayısıyla bence iktisadi açıdan bir paradigma değişikliğini savunabilecek hale geldik.
Ekolojik açıdan bakınca ise konutun bir finansal araç olmaktan çıkması karbon salımını muazzam düşürür. Ama açıkçası ben özellikle mega kentler konusunda kötümserim. Mesela gıda güvenliği
açısından bakalım: Yakınlarda Barselona ile ilgili bir rapor21 okudum. Barselona’da bitişik nizam evlerin (conurban) olduğu bölgenin nüfusu yaklaşık 2,5 milyon kişi; metropolitan alanda neredeyse 5 milyona yakın kişi yaşıyor; yüzölçümü de yaklaşık İstanbul il sınırları kadar. Burada gıda yeterliliği %10 ki burası etrafında tarım faaliyeti olan bir yer. Bütün Katalonya’da ise bu oran %44. Bülent Şık, Mustafa Koç ve Hilal Elver, İstanbul için bir gıda strateji belgesi hazırladılar22. Orada İstanbul’un gıda güvenliğini nasıl sağlayacağımıza dair stratejiler var ama sayılar yok, dolayısıyla önümüzü görmek çok zor. İstanbul’da Katalonya’nın iki katından fazla insan yaşıyor ve civarında tarım faaliyeti çok kısıtlı. O nedenle açıkçası İstanbul gibi büyük ölçekli şehirlerde, özellikle başta petrol olmak üzere, klasik enerji kaynaklarının azaldığı bir ortamda23 ekolojik sorunların topyekun üretim ve tüketim rejimini değiştirmeden, dahası küçülmeden çözülmesinin çok mümkün olduğunu düşünmüyorum.
EA: Evet ama aslında konut alanının dışına çıktığımızda karşılaştığımız otonom olamama sorunu hala lineer ekonomik modelin problemlerinden kaynaklanıyor. Mevcut gıdanın %60’ını çöpe atan bir toplumdan ne beklersin? Bunun %30’unu kurtarsan zaten problemleri büyük oranda çözüyorsun. Esas onu kurtarmanın modelini kurman gerekiyor.
UA: Doğru, çıkışından sonuna kadar gıdanın örgütlenmesi lazım ama bildiğim kadarıyla Avrupa’da da %30-40 oranında gıda çöpe gidiyor. Çok iyi örgütlendiği ülkelerde bile geridönüşümün oranı %15’i geçmiyor.
EA: Türkiye’de ise okuyamayacağımız kadar küçük oranlar sözkonusu. Biz bu dönem Kadıköy’de çalışıyoruz; proje konumuz, döngüsel ekonomi. Asıl hedefimiz, mimarlığın o döngüsellikteki rolünü tartışmak. Doğası gereği şanslı olduğunu, olacağını düşündüğümüz bir yerde çalışıyoruz ki orada bile durumumuz içler acısı. Tabii, ille de mutlu mutlu bitirmemiz gerekmiyor, bizi karamsarlığa iten sorunları ortaya koymak durumundayız. Ama senin de belirttiğin gibi daha devrimci bir dönüşümün mümkün hale gelebilmesi için dayanışma ekonomilerinin ağ biçiminde örgütlenmesi gerektiğini ve ancak böylece bu sorunları daha iyi görebileceğimizi, sonrasında da daha gerçekçi çözümler üretebileceğimizi düşünüyorum. Bence bunun kaçınılmaz olarak da ekolojik bir boyutu var. İnşaat sektörü, dünyayı en çok kirleten ilk üç sektörden biri; diğerleri ise moda ve hayvancılık. Dolayısıyla bunları birbirleri ile ilişkilendirmek gerekiyor. Dayanışma ekonomileri ile ekolojik krizin ve ekososyalist bir geleceğin birbirlerine entegre olabileceklerini düşünüyorum.
UA: İnsanların bir kooperatif ya da benzer yapılar altında beraber üretmeleri, elde ettikleri artık değeri ortaklaştırmaları, bunun bir kısmını dayanışmanın genişlemesi için kullanmaları tüketim ilişkileri üzerinde büyük bir dönüşüm yaratır. Ekolojik açından ciddi bir etkisi olur zaten. Çünkü insanların arzularının, ihtiyaçlarının içeriği değişir. Öte yandan dayanışma ekonomisi ve kooperatifçilik açısından Türkiye’de bir noktaya daha dikkat etmemiz lazım. Evet, ilkeler, mesela yerellik, ekoloji ve aracısızlık çok önemli. Ama sıfırdan başlarken bu ilkeler bizi hareket edemez hale getirmemeli. Mesela “aracısızlık” konusuna bir örnek: Çok yüklü bir borcu olan Hopa Çay Kooperatifi uzun süre boyunca büyük zincir marketlerde çay satmayı reddetti ve dayanışmacı ağlar üzerinden ilerlemek istedi. Fakat böyle bir kapasite olmadığı için borçlar ödenemedi. Çok ciddi bir üretim hacmi olan bir çay fabrikasından bahsediyoruz. Kadıköy Kooperatifi gibi 15-20 tüketici kooperatifi ya da kolektifi ne kadar çay satabilir? Dolayısıyla sonradan temizleyebilmek için önce biraz kirlenmek lazım. Mesela 8-9 sene önce Topraksızlar Hareketi’nden temsilciler geldi. Kadıköy’de yaptıkları sunumda “Brezilya’da üretim yapan iki milyon aileyiz ama şehirlerde yeteri kadar tüketici örgütlenmesi yok” dediler. O nedenle büyük bir zincir marketle anlaşmış ve onların marketlerinde reyon açmışlar. O zaman arkadaşlardan bir kısmı tepki göstermiş, “Gitmiş kapitalist ile çalışıyorsunuz” diye serzenişte bulunmuştu. Onlar da buna cevaben, biraz da gülümseyerek “Kentteki arkadaşlarımız da örgütlenip kooperatif süpermarketleri açsın, ürünlerimizi seve seve oraya verelim” demişlerdi.
Karşıyaka Kooperatif Destek Merkezi’nin kurucularından Alper Akbulut şöyle diyor: “Mükemmel iyinin düşmanıdır.”24 Çok mükemmeli arayınca hareket alanı kısıtlanıyor. Taktik ve stratejiyi iyi kurmak gerekiyor.