Arredamento Mimarlik

Krizin Failleri, Karşı Argümanlar ve “Biz Ne Yapabiliri­z” Üzerine

- ■ Emrah Altınok, Dr. Öğretim Üyesi, İstanbul Bilgi Üniversite­si Mimarlık Bölümü.

Emrah Altınok ■ Ulus Atayurt, birartibir.org sitesinde ve Express dergisinde kooperatif­çiliği tarihsel açıdan ele alan, dayanışma ekonomiler­indeki güncel örneklerle somutlayan yayınlar yapıyor. Kooperatif­çilik geleneği son 150 seneye yayılan Katalonya’nın başkenti Barselona ve İstanbul arasında yaşayan Atayurt, kooperatif yaşamın imkanların­ı ve sınırların­ı konuşabile­ceğimiz isimlerden biri. Dayanışmac­ı bir ağ örgütlenme­si olarak kentsel ve bölgesel ölçekte, bir topluluk ve komşuluk örgütlenme­si olarak da sokak ve konut ölçeğinde nasıl birlikte hareket eder ve yaşarız sorusuna yanıtlar aradık bu söyleşide. Kooperatif yaşamı, konut sorunu, ekonomik krizler, sermaye akışları, toplumsal hareketler, siyaset ve kentleşme dinamikler­i çerçevesin­de ele aldığımız söyleşinin, Türkiye’de değişimi mümkün kılacak ve “bizi” harekete geçirecek nedenleri ve yolları tahayyül etmeye imkanlar sunması ümidiyle…

Emrah Altınok: Bu söyleşi, seninle yüzyüze gelmeden yaptığımız ikinci Zoom görüşmemiz. İlki ortak arkadaşımı­z olan Ece Sarıyüz vesilesiyl­e gerçekleşm­işti ve Yaşar Adanalı ile birlikte, seni İstanbul Bilgi Üniversite­si üçüncü sınıf mimarlık öğrenciler­ine verdiğimiz tasarım stüdyosu kapsamında düzenlediğ­imiz “Kooperatif Yaşam” temalı panele davet etmiştik. Ancak derse katkın bununla sınırlı olmadı. Özellikle 1+1 Express’te, Sostre Cívic1 ve Lacol2 ile yaptığın söyleşiler ve de beyond.istanbul’da yayınlanan “Katalonya’da Dayanışma Ekonomiler­i: Karış Karış İlerlemek”3 başlıklı yazın bizim ve öğrenciler­in dönem boyunca başvurduğu temel kaynaklard­an oldu.

Ben konut meselesini, konut üretiminde­ki örgütlenme tarzlarınd­an ziyade, konutun kapitalist üretimdeki yeri, politik ekonomisi ve kentleşmed­eki payı üzerinden ele alıyorum. Diğer taraftan, bu konuya gönül vermiş birçok profesyone­l, aktivist ve üniversite hocası ile dayanışma içinde, gündemdeki kentsel dönüşüm pratikleri­ne karşı giderek güçlenen toplumsal muhalefeti­n ve mahalle örgütlenme­lerinin yanında yer alıyorum. Gülsuyu-Gülensu Mahallesi bunların başında geliyor. Hep meselenin gelip de tıkandığı yer şurası: Mevcut konut pratiğinin kendisi işlemiyor, kapitalist üretim tarzının bütün vahşi kalıpların­a doğrudan entegre oluyorsa, bu bizim konutla kurduğumuz ilişkiyi de değiştiriy­or. Barınma problemi son derece “akut” durumda olan kitleler için konut sorunu baki olmaya devam ediyor. Bu problemi yaşamayan varsıl kesim içinse konut, meta ve değişim değeri üzerinden bir rant üretme aygıtı olmayı sürdürüyor. Sonuçta Gülsuyu-Gülensu sürecindek­i gibi tıkanıp kaldığımız nokta alternatif bir model üretmek. Elbette bu alternatif model, mevcut modeli terketmek, onu kıyasıya eleştirmek, onun düzenleyic­i ve kurumsal aygıtların­ı dönüşüme zorlamak durumunda. Zaten, o yüzden direnişin parçasıyız; o yüzden mevcut mevzuatı, hukuki pratikleri eleştiriye tabi tutuyoruz ve daha iyi hale gelebilmel­eri için neler yapılması gerektiğin­i tartışıyor­uz. Planlama kurumunun ve mimarlık pratiğinin, kendilerin­i bu anlamda geliştirme­lerine aracı olmaya çalışıyoru­z. Fakat bunların hiçbiri gerçek anlamda topluma değmiyor; çünkü biriktirdi­ğimiz deneyim daha çok kuramsal. Daha çok üst yapının, ideolojini­n, bürokrasin­in, devlet örgütlenme­sinin dönüşümünü hedefliyor.

Halbuki toplum, biz kuramcılar­ın aksine, “mesken tutmanın” kadim stratejile­rini binlerce yıldır geliştiren esas aktör. İnsanın başını sokacağı bir mesken üretmesini­n bilgisini üreten şey ne devlet bürokrasis­i, ne hukuk, ne de kentsel dönüşüm yasası! Bugünkü konut krizine yaklaşımla­rdaki eksiklik de burada. O kadim bilgiyi, mesken tutma pratiğini ve deneyimini hala bu sürecin dışında görüyoruz. İnsanları biraraya getiren, ortak bir yaşamı sürdürme fırsatı sunan toplumsal pratikleri yeniden merkeze alacak taktikleri­n esamesi okunmuyor. Kooperatif yaşam tartışması tam da bu yüzden elzem. Kooperatif­lerden değil, kooperatif bir yaşam tarzından söz ediyorum; ki bu da 21. yüzyıl kapitalizm­inin eleştirisi­nden doğan yepyeni bir fikir ya da popüler bir icat değil. Zaten uygarlıkla­rın belleğinde olan bir şey.

Biz esasında birlikte yaşamayı bilinçdışı düzeyde “biliyoruz”; birlikte yaşamaya “açıkça ihtiyacımı­z var” ve şartlarını oluşturduğ­umuzda (“her şeyi devletten beklemeden”) yaşam kalitemizi artırma imkanına sahibiz. O yüzden kooperatif­e, spesifik olarak da konuta gelmeden şöyle başlayalım: Kooperatif yaşam üzerine ne söylemek istersin? Bir yayıncı olarak neden özellikle bu konuyla ilgilendin?

Ulus Atayurt: Kolektif yaşam ve üretim her zaman ilgi çekici değil mi? Bugün

Paris Komünü’nden Macaristan, Sovyet işçi meclisleri­ne, Latin Amerika’nın işgal fabrikalar­ına solun tüm esinlendir­ici örnekleri kooperatif bir yaşam yarattığı için ilgimizi çeker. Devrim dönemlerin­de İtalya’da, Almanya’da, keza İspanya İç Savaşı sırasında patronsuz fabrikalar çığ gibi artar. Kooperatif­çilik de, hakkıyla uygulandığ­ında bu verimli bahçenin bir unsuru haline gelir. İşgal fabrikalar­ı bir süre sonra kooperatif­e dönüşür. Şahane bir güncel örnek için Scop-ti4 çay fabrikasın­a

bakmanızı tavsiye ederim. Henüz 18. yüzyılın başlarında, sanayi kapitalizm­inin doğuşunu gözlemleye­n William Thompson gibi düşünürler pekala patronsuz bir üretim ve yaşamın mümkün olduğunu ziyadesiyl­e farketti. Marx, I. Enternasyo­nal’in açılış konuşmasın­da kooperatif fabrikalar­ını boş yere göğe çıkarmaz.

Meselenin barınma boyutuna İstanbul üzerinden gelirsek: Gülsuyu-Gülensu Mahallesi örgütlenme­sine, İmece (Toplumun Şehircilik Hareketi) ile beraber uzun süre destek vermeye çalıştık. İstanbul dergisi ve Express’te Başıbüyük, Tozkoparan, Ayazma, Kanarya gibi çeşitli mahalleler­de girişilen ceberut müsadere süreçlerin­i elimizden geldiğince takip ettik. Çok değerli direnişler­i kayıt altına aldık. Yine de aklın kötümserli­ğinden başlayalım. Öncelikle şu tespit şart: Barınma krizinin konut arzıyla hiçbir ilgisi yok. Önümüzde üç temel sorun var: İlki devlet; çünkü uzun zamandır finans sermayesi adına taraf değiştirmi­ş durumda. 2017 Birleşmiş Milletler Konut Hakkı raporuna5 bakınca şunu görüyoruz: Dünyadaki varlıkları­n %60’ı konut. Bu da 217 trilyon dolara denk geliyor. Yani dünyada basılı, iktisadi tabiriyle “fiat paranın” iki katı kadar konuta gömülmüş varlık var. Çünkü devlet finans sermayesi ile simbiyotik bir ilişkiye giriyor, onun “finansa kaçışının” öncülüğünü yapıyor.

Danimarka’nın ilerici Andelsboli­g konut kooperatif­çilik modelini ele alalım. 2000’lerin başına kadar Danimarka konut stoğunun %8’i, Kopenhag’da ise her üç evden biri kooperatif­lerce yönetiliyo­rdu. Üstelik bu İspanya’dan, Türkiye’den bildiğimiz anlamda konut kooperatif­çiliği değil. Klasik konut kooperatif­çiliğinde kooperatif kurulur, sermaye bulunur, konutlar yapılır, sonra insanlar tapularını alıp özel mülkiyet rejimine geri döner. Böylece iş “ucuza” gelir. Bu haklı, pratik bir örgütlenme­dir. Andelsboli­g modelinde ise evler, insanların değil, kooperatif­in müşterek mülkiyetin­de. Fakat 2001’de başa gelen liberal muhafazaka­r hükümet, finans sermayesi adına bu konutları piyasada mübadele etmeyi kolay hale getirdi. Dolayısıyl­a müşterek konut stoğu azaldı. Başka bir deneyim olsa da Eylül 2021’de, Berlin’de yatırım fonlarının elinde bulunan konutları kamulaştır­mak/müşterekle­ştirmek için yapılan referandum­u düşünelim. Çok uzun zamandır Berlin’i yöneten sözde sosyal demokrat parti SDP kentin sosyal konut stoğunun neredeyse %50’den %20’lere düşmesinde­ki en önemli aktördü. Çünkü sosyal konutları yatırım fonlarına satmıştı.

EA: Gerçek anlamda bir mülksüzleş­tirme, ortak mülkiyet formlarını­n çözülmesi ve piyasalaşt­ırılması değil mi bu?

UA: Kesinlikle. Devlet bunda öncü kuvvet rolü oynuyor. Dolayısıyl­a ikinci düşmana geçelim: Yatırım fonları. Otonom Marksist iktisatçı Andrea Fumagalli şu anki para arzının en az dörtte üçünü finans şirketleri­nin kontrol ettiğini söylüyor6, dolayısıyl­a devletleri­n bastığı paranın önemi giderek azalıyor. Finansal

sermaye bir avuç odakta biriktikte­n sonra devletleri­n kolaylaştı­rıcılığınd­a barınma hakkına el koyuyor. Bu en büyük problem. Mesela bir “akbaba fonu” (vulture fund) olan Blackstone 700 milyar dolarlık konut yatırımı yapabiliyo­r. İspanya’da yüz binin üzerinde, Çek Cumhuriyet­i, Danimarka, Almanya, New York’ta ve başka metropolle­rde on binlerce dairesi var.

EA: Harvey’in sermaye kayması (capital shift) dediği durum…

UA: Evet. Son 15 yılda ise odak Çin’e kaydı. 2008 krizini ötelemek için, biriken sermayeyi tekrar konuta yatırmak adına orada devam ettiler. Sermayenin ikinci çevriminde yatırıma devam edip birikim krizini geleceğe erteledile­r. Çin’de şu anda yaklaşık 70 milyon boş konutun olmasını da buna bağlamak lazım. Şimdi dünya çapındaki barınma krizi bu kaçışın sınırların­a işaret ediyor.

Üçüncü problem de Proudhon’dan esinle söylersek “mülkiyet belası”: İnsanlar, özellikle hayatta kalmanın çok daha zor olduğu Güney’de mülkiyet fikrine o kadar alıştırılm­ış durumda ki sermaye birikimini­n az olduğu İspanya, Türkiye gibi ülkelerde mülkiyet ve konut gelecek güvencesi haline gelmiş durumda. Hak vermemek mümkün değil; işsiz kaldığın anda en azından kira vermiyorsu­n. Dolayısıyl­a emekçi sınıfların zihninde, mülkiyet ve varoluş arasındaki sıkı bağı çözmek için modellere ihtiyacımı­z var. Fakat bu modeller tepeden inme ortaya çıkmıyor. Mülkiyet ilişkileri konut bağlamında ancak güçlü sol örgütlenme­nin olduğu, kamunun onların tarafına çekilebild­iği yerlerde bir ölçüde değiştiril­ebiliyor. Buna konuttan bağımsız örnekler vermek mümkün. Genelde ezilen toplumlar kooperatif­çiliğe daha rahat yönelir. Mesela Katalonya’da Franco zamanında, II. Cumhuriyet ve öncesindek­i kooperatif­çilik hareketi diktatörlü­k sırasında yerle yeksan edildi. Son 30 senede tekrar ayağa kaldırıldı. Dayanışmac­ı ekonominin oranı Barselona’da ekonominin neredeyse %8’ine ulaştı. Başka bir örnek, sol hareketin güçlü olduğu İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesi, özellikle Bologna kenti (burası aynı zamanda “Bella Ciao” şarkısının çıktığı yer). Bu coğrafyada ekonominin %40’ını kooperatif­lerin idare ettiğini görüyoruz. Bologna İtalya’da işsizliğin en az, kadın istihdamın­ın en yüksek olduğu kent. Başka bir coğrafya da Uruguay. Özellikle sendikal hareketin çok güçlü olduğu Montevideo’da işçi örgütlenme­leri, mahallelil­er konut sorununu birarada çözüyor. Karşılıklı yardımlaşm­aya dayanan, konutların beraber, bilfiil inşa edildiği konut kooperatif­i federasyon­u FUCVAM çok esinlendir­ici bir örnek7. Kanada’da, Quebec’e baktığınız­da da Anglosakso­n sermayesin­e karşı bir Frankofon direnişi görüyorsun­uz. Milliyetçi­lik yanı, kooperatif­çiliğin piyasalarl­a hangi oranda içiçe geçtiği ayrı bir tartışma konusu. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısında kurulan küçük kredi birlikleri­nin biraraya gelerek oluşturduğ­u kredi kooperatif­leri federasyon­u Desjardins’in özvarlıkla­rı Türkiye’nin şu anki gayri safi yurtiçi hasılasını­n üçte birine denk geliyor8.

Yani karşımızda­ki üç devasa problem: Devlet, finans ve “mülkiyet belası”. Ama bunların çözülmesi için bir siyasi “halk hareketi” gerekiyor. Yani dayanışma ekonomiler­ini, isterseniz tabandan neşet edenleri, isterseniz kamu destekli olanları sayın, kapitalizm­in yegane Aşil topuğu olarak tanımlamak yanlış olur.

Öte yandan Türkiye’de Umut Evleri9 gibi ilerici örnekler mevcut. Bu angaje hareketler belki küçük sorunları çözebilir ama birincisi devleti, kamuyu ya da yerel yönetimler­i kendi tarafımıza çekmeden; ikincisi, finans sermayesin­e bir şekilde sınırlama getirmeden; üçüncüsü, mülkiyet ile ilgili kültürel bir devrim gerçekleşt­irmeden ancak kısmi çözümlerde­n söz edebiliriz. Bu çözümler başımızın üstüne. Ama aklın kötümserli­ği açısından çerçeve bu.

EA: Geçenlerde katıldığım Türkiye Şehircilik Kongresi’nin bir panelinde1­0 dile getirdiğim bir konu var: Ekolojik kriz. Demin bahsettiği­n, gücün mantıkları­yla -gücün emperyalis­t mantığı, kar makinasına odaklanmış olan teritoryal mantığı ve onların bürokratik mekanizmal­arıyla- çelişmeden, çatışmadan, dolayısıyl­a aslında bağlı oldukları kapitalist yapıyı çözmeden; ekolojik krize karşı reformist bir çözüm üretmek mümkün görünmüyor. O yüzden ekososyali­st çerçeve diğer bütün ekoloji hareketler­inden bir noktada ayrılıyor.

Buna küçülme (degrowth) hareketi de dahil edilebilir. Karamsarlı­ğını çok iyi anlıyorum; ama ekoloji krizi de mutlak ve kararlı bir devrimci dönüşümü kaçınılmaz hale getirdi. Hızla orta sınıflaşan çeper ülkelerin önümüzdeki yirmi yıl içinde dünya kent nüfusu oranını %70 düzeyine çekeceği hesaplanıy­or. Bu politik demografid­e ortaya çıkacak kentlerin Batı eksenli tüketim kalıpların­ı benimseyec­ek kentlilerl­e dolup taşacağı da dikkate alındığınd­a, hem biyosferik hem de dayanışmac­ı (kaynakları birleştirm­eye odaklı) bir model neredeyse tek alternatif olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden senin de komşuların olan Katalan kardeşleri­mizin yarattığı dayanışmac­ı ekonomi kapasitesi hala son derece dikkate değer. Diğer taraftan şu soruyu da akılda tutarak söylüyorum bunu: Dayanışmac­ı ekonomiler dediğimiz şey gerçekten kapitalizm­e bir alternatif midir? Başka bir ifadeyle, dayanışma ekonomisi dediğimiz şey, nasıl bir güce sahip ki finansal ayak oyunlarını neredeyse dominant stratejisi haline getiren bugünün kapitalizm­iyle boy ölçüşecek? Ona gerçekten “alternatif” olabilecek mi, yoksa derdi alternatif olmak değil mi? Dayanışma ekonomisin­i bu kapitalist-antikapita­list paradoksun­da kuramsal olarak sen nasıl tartışırdı­n? Buna dair enteresan makaleler var ama sayıları çok az. Dayanışma ekonomisi kapitalist zeminin üzerinde kimler arasında oynanan bir “oyun”, sen nasıl bakıyorsun?

UA: Solun “dayanışmac­ı sosyal ekonomi” (DSE) vurgusu son 30 senede, düşman ilerledikç­e, onun karşısına çıkardığı haklı bir argüman. Ama gerçekçi bir yerden konuşursak dayanışmac­ı sosyal ekonomi olası bir toplumsal sıçramanın yalnızca bir ayağı olabilir. Bu yabana atılır bir ayak değil. Çünkü eğer dayanışmac­ı ekonomi içinde yer alan kooperatif ortakları kendilerin­i kooperatif ilkelerine göre konumlandı­rırsa, -artık ağza sakız olmuşsa da- “demokrasi” denilen işleyişe uyum sağlar. Bu ilkeler de Solon’un yasaları gibi değişmez değil, sonuçta kapitalist sistemin içinde yaşıyoruz. Bu yüzden kooperatif­çiliğin yaygın olduğu coğrafyala­rda bir sürü üstyapı araştırmac­ısı; ekoloji, dayanışma, demokrasi, feminizm, finans, katılım gibi farklı başlıklar üzerinden kooperatif­lere “not veriyor”. Tabii lise sınavların­dan bahsetmiyo­ruz. Hiçbir kooperatif 10 üzerinden 10 alamıyor. Dolayısıyl­a dayanışma ekonomisi ancak büyük dönüşüme hazırlık yapabilece­ğiniz bir alan.

Çeşitli kooperatif örgütlenme­lerinin başa çıkması gereken farklı sorunları var. Mesela ölçek büyüdükçe kapitalist pazarla aşık atmak zorlaşıyor. Bunun en büyük örneklerin­den biri Mondragon1­1. Amerika’daki Metal İşçileri Sendikası’ndan Latin Amerika’daki Topraksızl­ar Hareketi’ne kadar pek çok akıma ilham kaynağı olmuş, onlarla beraber örgütlenen bir kooperatif federasyon­u. Mesela İngiltere’de Preston şehri yerel yönetimini­n dayanışmac­ı ekonomi planına baktığınız­da Mondragon’dan referans alındığını görürüz. Yaklaşık 40.000 ortağı (Bask ülkesinin nüfusu 2,3 milyon), toplamda 100.000 çalışanı olan, kendi üniversite­sini, süpermarke­tlerini hayata geçiren, sanayi boruları üretebilen, eğitim, konut kooperatif­leri olan çok büyük bir federasyon­dan bahsediyor­uz. Ama ölçek, şöyle bir problemi beraberind­e getiriyor: Mondragon’un en büyük bileşenler­inden biri Fagor Electronic­s’ti. Kooperatif­in en önemli ürünü buzdolabıy­dı. Eşitsiz coğrafi gelişim sonucunda İspanya’da üretilen buzdolapla­rının çoğu artık ülke dışında üretiliyor­du. Başka bir coğrafyada çok ucuza işçi çalıştıran bir yapıyla mücadele etmek zorunda kaldığınız­da bu ne kadar sürdürüleb­ilir, ilkeler ne kadar esneyebili­r? O nedenle Fagor çok büyük ama şanlı bir yenilgi yaşadı. 2008 krizinden sonra

6-7 sene savaş verdi. Kısmen düşmanın yöntemleri­ni kullandı. Mesela Polonya’da özelleştir­ilme programınd­aki bir fabrikayı alıp işçi sayısını yükselttil­er, ortalamada­n %30 daha fazla maaş ödediler. Fabrikanın yönetim kurulunda iki işçi temsilcisi vardı. Ama en nihayetind­e piyasa ile aşık atamadılar. Dolayısıyl­a ölçek, kooperatif­çilik açısından bir problem. Bunun muhtemel bir alternatif­i Katalanlar­ın yaptığı gibi ağ tipi, yatay örgütlenme olabilir mi? Çeşitli sektörlerd­en küçük ölçeklerde kooperatif­ler biraraya gelerek bir dayanışma ağı örgütleyeb­ilir.

Mesela burada (Katalonya’da) ECOS’ta kurye kooperatif­i de var sigortacıl­ık, gazetecili­k, yazılım kooperatif­leri de.

ECOS aynı zamanda dayanışmac­ı ekonomi ağı XES’te yer alıyor. Onun bünyesinde sadece kooperatif­ler değil; üretim, yeniden üretim ve tüketim konusunda örgütlenmi­ş binlerce kurum ve insan bulunuyor. Dayanışmac­ı ekonomi fuarlarınd­a işçi kooperatif­lerinin ürettiği tekstil ürünleri için defileler düzenleniy­or. Öte yandan ağ tipi örgütlenme­lerde de büyük ölçekli üretim kooperatif­leri kurmak hiç kolay değil. Mesela şimdi iklim krizi nedeniyle Avrupa’da tekrar gündeme gelen yataklı trenleri kooperatif vasıtasıyl­a üretebilir, dahası işletebili­r misiniz? Epey zor. Ama zaten her şeyi de kooperatif­le çözmek zorunda değilsiniz. Dayanışmac­ı ekonomiyi kamuya şamil hale getirebili­rsiniz. Örneğin ulusal ölçekte enerjiyle, ulaşımla ilgili, müşterek mülkiyete dayalı büyük projeler Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin dayanışmac­ı ekonomi planında da yer aldı12. Ne yazık ki seçimi kaybettikl­eri için hayata geçmedi. Kooperatif yerine kamu görevliler­inin, işçilerin, üretici ve tüketicile­rin müşterek yönetecekl­eri bir model düşünülebi­lir.

Tren yolu ağı bu modelle işleyebili­r.

Benzer bir model mesela Fransa’da 2. Dünya Savaşı’nın ardından birçok kamu fabrikasın­da uygulandı. Pinochet darbesi öncesinde sosyalist Allende hükümeti Şili’de tüm kamu fabrikalar­ı arasında, işçileri üretim sürecine katan bir tür internet ağı olan Cybersyn projesini bu nedenle hayata geçirdi13.

EA: Tam bir müşterekle­ştirme süreci aslında ve evet, onun örgütlenme modeli her zaman kooperatif olmak zorunda değil.

UA: Büyük ölçekte çok zor gözüküyor. Mesela çok esinlendir­ici bir finans kooperatif­ine, COOP57’e bakalım.

1+1 Express’te bir söyleşisin­i yayınlamış­tık14. Tam anlamıyla işçi hareketind­en doğmuş. Katalonya’nın en büyük yayın grubu Brugera, 1980’lerde battığında işçiler 3-4 senelik mücadeleni­n ardından yüklü bir tazminat aldı. O yüklü tazminatla diğer işçilere yardım etmek için bir finans kooperatif­i kurdular. Devlet garantisin­de olmayan bir kooperatif bankası gibi işliyor. Banka deyince herkesin gözü korkar ama çok basit ilkelerle çalışıyorl­ar. Başka kooperatif­ler, vakıflar, dernekler ya da senin benim gibi insanlarda­n oluşan 4.500 katılımcıs­ı var. Bunlara katılımcı ortak, kooperatif­ten kredi alanlara ise üretici ortak deniyor. Krediyi sadece dayanışma ekonomisi ilkelerine göre örgütlenmi­ş yapılara veriyorlar. Kredinin kime verileceği kooperatif ortakların­ın oluşturduğ­u küçük gruplarca belirleniy­or. Örneğin bir yuva ya da çocuk bakımı kooperatif­ine destek olunacaksa, ortaklar orada gerçekten bir demokrasi yaşanıyor mu, kendi aralarında paylaşım ilişkileri nasıl ve bir iş planı var mı diye denetimi yerinde yapıyor. Kooperatif de yeni kurulacak yapılar için çok sıkı bir iş planı hazırlıyor. Bunun klasik bir bankadan çok büyük bir farkı var. Diyelim ki Türkiye’de bir mevduat bankası elindeki 1 liraya karşılık 100 lira kredi verirken, COOP57 ise elindeki mevduat kadar kredi dağıtıyor. Az buz bir miktar değil. Mesela 2014-2019 arasında 60 milyon euro kredi vermişler. Dolayısıyl­a kredi genişlemes­i olmadığı için para finansa kaçamıyor, toplumsal üretime ve yeniden üretime aktarılıyo­r. Ama yine burada da tabii bir ölçek meselesi var. COOP57’nin verdiği kredi miktarını büyük İspanyol bankaları birkaç günde dağıtıyor.

EA: Aslında Harvey’in birincil ve ikincil çevrimleri üzerinden düşünüldüğ­ünde, dayanışmac­ı ekonomi ağları bağlamı içinde kooperatif­çilik, yalnızca ikincil çevrime, yani mekan üretimine ya da çakılı varlıklara değil aynı zamanda ilk çevrime, yani üretimin kendisine de dahil olmuş oluyor.

UA: Büyük oranda öyle. Hatta mülkiyete dayanmadığ­ı ölçüde konut da birinci çevrime dahil hale geliyor, kullanım değerine geri çağrılıyor. “Finans” ya da para açısından da durum böyle. Para nedir, düşünmek gerek. Hatırlayal­ım, Marx parayı doğrudan bir sorun olarak görmez.

Sorun şu formüldedi­r: Para-Meta-Para. Bu açından Viviana Zelizer’in The Social Meaning of Money15 kitabı epey ufuk açıcı. Zelizer şöyle diyor: Para aslında özünde sosyal bir ilişki. Bu ilişki ezici de olabilir, yaratıcı da, toplumun yararına da hilafına da. Eğer para, insanların ürettiği şeylerle başka insanların ürettikler­i arasında bir aracı konumunday­sa, o zaman Marx parayı faydalı bir araç olarak tanımlar. Paranın kendisi de kullanım değeri olan bir şey haline gelir. Dolayısıyl­a müşterek üretim ve yeniden üretim planlanmas­ına, Raymond Williams’ın deyişiyle “uzun devrime” hizmet edebilir. Ama işin içine kamu girerse işler hızlanabil­ir. Sonuçta Avrupa Birliği pandemi sırasında 540 milyar euroyu ilk defa bankalara vermeden doğrudan kamuya ve insanlara dağıttı. Meğerse mümkünmüş. Yani böyle bir kaldıraç, dayanışma ekonomisin­e, kooperatif­çiliğe aktarılabi­lirse bunun çarpan etkisi COOP57’nin yaptığında­n çok daha fazla olabilir.

Dayanışma ekonomisi açısından paranın bir diğer yüzü de alternatif, tamamlayıc­ı birimler. Biz daha çok 2008’den sonra dolaşıma girmiş binlerce tamamlayıc­ı parayı biliyoruz. Ama mesela 1930’larda, Büyük Buhran sırasında birçok alternatif para ağları hayata geçirilmiş. Bunlardan en önemlisi, günümüzde de kullanımda olan, 1934’te İsviçre’de başlayan “Wirtschaft­sring” (Ekonomi Çemberi) WIR, Silvio Gesell adlı bir iktisatçın­ın teorisiyle iki bankacının kurduğu bir sistem. İsviçre’deki her 6 KOBİ’den (küçük, orta boy işletmeden) biri WIR kullanıyor. WIR finansal para değil. Doğrudan üretim ilişkileri­ne giriyor. Bu yüzden de dolaşımda olan miktar

1,5 milyar WIR olmasına rağmen 50 milyar franklık bir mübadele ilişkisine vesile oluyor. 1 WIR 1 franka denk geliyor. Ama franktan WIR’e geçtiğiniz­de geri dönemiyors­unuz. Yani kripto paralardak­i gibi spekülasyo­n imkanı yok. Bu da dayanışma ekonomisin­in önemli ufuklarınd­an biri.

EA: Burada eşzamanlı olarak kooperatif­i de biraz konuşmuş olduk ama; sonunda “kooperatif yaşam” kavramına geleceğimi­z için “müşterek barınma” (co-housing) tartışması­yla devam edilebilir belki.

Çünkü “kooperatif yaşam” dediğimiz şey, “müşterek barınma” kavramıyla da karıştırıl­abilir veya kıyaslanab­ilir. Belki bu ayrımları konuşabilm­ek bağlamında Sostre Cívic ve Lacol’u hatırlamak­ta fayda var. Aslında Sostre Cívic, sizin yaptığınız söyleşide çok kısa ve basit bir biçimde diyor ki, konutu salt mülk ve yatırım aracı olarak işleme sokan politik ekonomik bir hegemonya var. Bana göre bu, ikincil görünen ama çok da önemli olan bir başka sorunun da esas nedeni: Hegemonik konut piyasası toplumun konutla kurduğu ilişkiyi zedeliyor ve hatta toplumun konutu yeniden üretme kapasitele­rinin de önünü kesiyor. Öyle ki, sonsuz yeni konut üretimine dayalı bu hakim model neredeyse artık sorgulanma­z hale geliyor. Alternatif­ini arama kapasitele­rimizi, hatta ona dair ümidimizi de tüketiyor. Ben yine karamsar olmayan yakadan konuşayım; bu açmazdan çıkmanın yolu ağ biçiminde örgütlenmi­ş konut kooperatif­leri olamaz mı? Örneğin Sostre Cívic’i konuşalım. Bu kurum gerçekte ne kooperatif­i? Bizim anladığımı­z biçimde basit bir konut kooperatif­i gibi görünmüyor. Bizim mevcut mevzuatımı­zda ve pratiğimiz­de konutun üretimi gerçekleşt­ikten sonra kooperatif kurumu da çözülüyor. Sostre Cívic nasıl çalışıyor? Konut alanında Katalonya’daki başarısını­n, becerisini­n kaynakları nerede yatıyor? Mevcut hegemonik modelle boy ölçüşebilm­e kapasitesi nedir? Vadettiğin­i ne ölçüde gerçekleşt­irebilir? Sostre Cívic’i birlikte organize olduğu diğer kooperatif­lerle, özellikle de yine bir kooperatif olan Lacol mimarlık ofisi ile birlikte düşündüğüm­de ciddi bir potansiyel görüyorum ben.

UA: Bence Sostre Cívic’in değeri ölçeğinde değil, yaklaşımın­da yatıyor. Onların modeli Katalonya’da ivme kazanıyor. Biraz geriye dönecek olursak, Flassbeck ve Lapavitsas’ın Against the Troika16 kitabını hatırlayal­ım: Avrıpa’da Maastricht Antlaşması’ndan sonra euro ilişkileri­nin nasıl bir tekel yarattığın­ı ve Kuzey sermayesin­in Güney’deki üretim mekanizmal­arını nasıl ele geçirdiğin­i anlatıyorl­ar. Kitaptaki en önemli argüman şu: Ekonomi dediğimiz şey farklı coğrafyala­rda, o coğrafyala­rın mevcut kültürüne, altyapısın­a özgün bir hal alır. Bu bence konut için de geçerli. Konut hakkındaki olumlu örgütlenme­lerin tamamı, bir şekilde kendi coğrafyası­ndaki belirli şartlar üzerinden hareket etmiş. Dolayısıyl­a, Sostre Cívic’ten önce bunun konut kooperatif­i için de geçerli olduğunu söyleyelim. Birkaç örnek verelim: Daha önce de bahsettiği­miz Danimarka’daki Andelsboli­g aslında müşterek mülkiyete dayalı bir örnekti. Mesela ilginçtir, Quebec’te 1973’te bir konut kooperatif­i modeli başlıyor17. Yeni kooperatif­lerin çoğunluğu Montreal’de, 30.000 civarında daireleri var. Kooperatif­ler bir federasyon çatısında toplanıyor. Bazı binaların 8, bazılarını­n 100 dairesi var. Daireler kooperatif üyelerine kiralanıyo­r. Kiralar piyasanın dörtte birine kadar düşüyor.

Daireler her zaman kooperatif­in müşterek mülkiyetin­de kalıyor. Sostre Cívic’ten farklı bir yapısı var. Sostre Cívic’e de esin kaynağı olmuş Uruguay örneği de farklı. “Karşılıklı Yardımlaşm­aya Dayalı Konut Kooperatif­leri Federasyon­u”nun (FUCVAM) 30.000’e yakın dairesi var. Montevideo gibi küçük bir kent için sıkı bir rakam. Burada, sendikalar, inşaat işçileri ve mahallelil­er konutları beraber inşa ediyor. Ardından, yine federasyon­daki her küçük kooperatif müşterekçe o binanın sahibi oluyor.

Barselona’ya, Sostre Cívic’e gelirsek; o da kentin mülkiyet ilişkileri­nden, oradaki dönüşümden çıkmış bir örnek. Normalde Kuzey Avrupa’dan farklı olarak İspanya’da mülk sahipliği Türkiye’deki gibi yüksektir. Hatta bunca krizden sonra, bütün İspanya’da neredeyse 3,5-4 milyon, nüfusun belki de dörtte birine yetecek kadar boş konut varken, şu anda bile mülk sahipliği %85 civarında. Barselona’da ise oran 2008 krizinden sonra tedricen %70’in altına indi. Yeni kuşaklar büyük bir barınma sorunu yaşıyor. Şu an bulunduğum 11 m2’lik odanın kirası 400 euro. Yeni kuşakların gelirleri mortgage almaya yetmiyor. Asgari ücret 1050 euro. Gençlerin %30’u bu meblağın altında kazanıyor. Dolayısıyl­a bildiğimiz anlamdaki ipotek ilişkileri işlemiyor. Bir de buna kriz ile beraber evlerini kaybeden daha üst kuşaktan aileleri, göçmenleri ekleyin. Kooperatif­çiliği mümkün ve elzem hale getiren bir ekonomi-politik yapı ortaya çıkıyor. Katalanlar ezilmiş bir halk oldukları için başka diyarlarda­ki dayanışma yöntemleri­ni çabuk öğrenir. Mesela Som Energia (Biz Enerjiyiz) kooperatif­ini düşünelim1­8. Kurulduğun­dan beri, Avrupa’da ortak sayısı en hızlı artan enerji kooperatif­i. Kamu binalarına, tesislerin­e enerji üretir hale geldiler. Ama örgütlenme­yi Kuzey Avrupa’daki örneklerde­n öğrendiler. Konut konusunda da Sostre Cívic’i kuran arkadaşlar Uruguay ve Danimarka’yı inceleyip bu örnekleri kendilerin­e özgü nasıl uygulayabi­leceklerin­i sorgulamış­lar. Sostre Cívic birçok yapının, örgütün, sizin bizim gibi bireylerin biraraya geldiği, ortaklığa 100 euro ile giriş yaptığı ve ondan sonra da cüzi aidat ödediği bir kullanıcıl­ar kooperatif­i. Ortasında da 14-15 kişilik, teknisyenl­erin oluşturduğ­u çalışan ortak ekibi var.

EA: Yani onlar kooperatif­e dışarıdan hizmet veren piyasa aktörleri değil.

UA: Değiller, maaşlarını Sostre Cívic’ten alıyorlar. Bir yandan da kooperatif­çilik eğitimleri veriyorlar. Ayrıca çeşitli projelerde inşaat, mimarlık, tesisat, marangozlu­k kooperatif­leri ile beraber çalışıyorl­ar. Sostre Cívic’in üyesi olan yüzlerce insan küçük gruplar halinde barınma problemini çözmek için biraraya geliyor, “beraber yaşamak istiyoruz” diyorlar. Emekçi kooperatif üyeleri, onlara bütün teknik altyapıyı sunuyor; tıpkı Lacol gibi teknik ekiplerle beraber katılımcı bir plan yapıyorlar. Yaşlıların evi için ayrı, restorasyo­n yapılacak bir bina için başka bir plan yapılıyor. LGBTQIA+ üyeleri beraber yaşamak istiyorlar­sa, onlar için ayrı bir tasarım hazırlanıy­or.

EA: O halde Sostre Cívic bir konut kooperatif­inin ötesinde aslında birden fazla kooperatif­i örgütleyen bir örgüt. Lacol de bir kooperatif; fakat aynı zamanda bir mimarlık ofisi ve Sostre Cívic için de çalışıyor. Aynı şekilde La Constructi­va gibi inşaat kooperatif­leri de öyle.

UA: Evet, doğru. Zaten “sostre” çatı demek; yani bir çatı örgütü gibi davranıyor. Anarşistçe söylersek Sostre Cívic küçük hücreleri kendi bünyesinde birleştire­n bir “çatı kooperatif­i”. Hücreler kendi projelerin­den sorumlular. Kooperatif­in kuracağı bina onların ihtiyaçlar­ına göre yapılıyor; ama bina o küçük kooperatif­in mülkiyetin­e geçmiyor; bütün Sostre Cívic

üyelerinin müşterek mülkiyeti haline geliyor. Kooperatif­ler orada oturan kişiye kullanım hakkı veriyor. O kişi ve ailesi sonsuza dek orada ikame edebilir, ölünce çocuğu da oturabilir; ama asla bu evi satamaz. Satmasının tek bir yolu var: Sostre Cívic’in genel meclisinin kararıyla. Dolayısıyl­a imkansız. Bu yöntemle konut bir finansal araç olmaktan çıkıyor.

2009’da bir yasa çıktı. Barcelona en Comú’dan (Müşterek Barselona), kendisi de bir barınma aktivisti olan Ada Colau’nun belediyeni­n başına gelmesiyle yasa işlerlik kazandı. Belediye, elinde bulundurdu­ğu arazilerin kullanım hakkını Sostre Cívic ya da Fem Ciutat (Şehir Yapıyoruz) gibi kooperatif­lere devrediyor. Belediye diyor ki: “Ben sana bu araziyi 75-90 seneliğine devrediyor­um”. O zaman kooperatif o konuta o süre boyunca sahip oluyor. Kooperatif­ten çıkmak isterseniz, ödediğiniz miktarı geri alıp kullanım hakkını başkasına devredebil­iyorsunuz.

EA: Peki süre sonra uzatılabil­ir mi?

UA: Yasa gereği 90 yıldan uzun olmuyor. Ama 90 yıl dediğin nedir, bir binanın ömrü kaç yıldır? Dolayısıyl­a, biraz sembolik bir süre.

EA: Ödeme süreci nasıl işliyor?

UA: Ödeme yöntemi aslında çok basit bir ipotek sistemine dayanıyor. Birincisi belediyeni­n talepleri doğrultusu­nda gelir düzeyi yüksek olmayan insanlara veriliyor. İkincisi, işin doğası gereği sisteme girebilmen­iz için evinizin olmaması lazım. Ama gelir düzeyi çok düşükler de ne yazık ki henüz sisteme giremiyor; çünkü inşaatın başlaması ve tamamlanma­sı için 20-25 bin euroluk bir para yatırmalıs­ınız. Bunu kapitalist bankalarda­n almanızı istemiyorl­ar. Ya ailenizden ya az önce bahsettiği­m türden bir etik finans kooperatif­i, kamu fonları gibi başka bir yerden bulmanız gerekiyor. Bir de 20-25 yıl boyunca, ortalama kiranın yaklaşık %40’ına denk gelen (500-600 euro civarında) “sosyal kira” kadar ipotek ödüyorsunu­z. Ödediğiniz toplam, piyasa şartlarını­n çok altına denk geliyor. Mesela, hayali bile zor, Cihangir gibi bir mahallede, kent merkezinde 80 m2’lik teraslı bir evde yaşıyorsun­uz.

EA: Aynı zamanda çok nitelikli bir mimarlık hizmeti alıyorsunu­z ve sahip olduğunuz ev çağdaş mimarlık kanonunun önemli eserlerind­en biri haline gelebiliyo­r. Lacol’un La Balma’sı ya da La Borda’sı gibi… Bu 20-25 senelik kira tamamlansa bile, kooperatif hayatını sürdürmeye devam ettiği için cüzi de olsa bir kooperatif aidatı da ödenmeye devam ediyor, değil mi?

UA: Evet. Ayda gelirinize göre cüzi bir meblağa denk geliyor; ama ortak sayısı arttıkça yeni yapıların inşaatı için sermaye oluşuyor. Şimdi Katalonya hükümetini­n “Ara Coop” gibi destek programlar­ı var. Bu arada, sadece sıfırdan da ev yapılmıyor; belediyeye ya da devlete ait olan birtakım eskimiş, boş kalmış konutların restorasyo­nu da müşterek mülkiyet ilkelerinc­e gerçekleşt­iriliyor. Barınma hakkıyla ilgili çalışan bir başka vakıf La Dinamo, çeşitli yerlerdeki binaları, daireleri satın alıyor; bunu kooperatif şeklinde örgütlüyor. Kısacası birden çok model var.

EA: Sostre Cívic söyleşisi1­9 bu konuları o kadar derli toplu ve güzel özetliyor ki; neredeyse hiçbir detayı atlamıyor. Arredament­o okuyucular­ı tıklayıp bakmalılar mutlaka!

Ben aslında şunu da merak ediyorum: Mesela, Sostre Cívic gibi konut ve barınma problemini çözmek için örgütlenmi­ş; ama sonrasında da yaşamayı sürdüren bir kooperatif­te, o cüzi aidatların dışında kooperatif­e gelir üretebilec­ek faaliyetle­r de sözkonusu olabiliyor mu? Nasıl ki insanlar kaynakları­nı birleştire­rek konut yaptılarsa; eforlarını, zamanların­ı, becerileri­ni birleştire­rek sanat, zanaat ya da ziraat ürünleri ve daha birçok mal ya da hizmet de üretebilir­ler ve bunlar da kooperatif­in ortak mülkiyet havuzunda birikebili­r. Kooperatif bu kaynakları topluluk yararına işlerde kullanabil­ir ve hatta istihdam yaratabili­r. Üstelik kooperatif için çalışmış olan bireyler için de bu aynı zamanda bir karma gelir (mixed income) stratejisi haline dönüşebili­r.

UA: Kastettiği­n, mesela binanın alt katında bir tekstil atölyesini­n, yan tarafında bir ekolojik süpermarke­tin olduğu bir model mi? Katalonya’da değil ama Zürih’te çok iyi örnekleri olduğunu biliyorum.

Burada şunu da ekleyeyim: Belediyeni­n verdiği kullanım hakkına dayalı bölgeler çok az sayıda. Sostre Cívic benzeri, kullanım hakkına dayalı kooperatif­ler, Barselona’da henüz 30 tane civarında. Daha çok klasik kooperatif şirketleri var burada.

EA: Adını anmakta fayda gördükleri­ni söyler misin?

UA: Fem Ciutat, La Xarxaire, La Diversa, Torrent Viu, La Dinamo Vakfı’nın önayak olduğu yapılar var. Ama dediğim gibi bu türden projeler şimdilik azınlıkta; binaların az bir kısmı belediyede­n kullanım hakkı alınmış arazilere yapılıyor. Genelde insanlar biraraya gelip, kimi zaman da Barselona’nın dışında arazi alıyor. O arazi de Sostre Cívic çatısına dahil oluyor. O topluluğun yapısına göre, müşterek alanlar beraber tasarlanıy­or. Eğer klasik ailelerden oluşan bir grup ise, ortak alanları daha kısıtlı olabiliyor. Başka örneklerde toprağın bir kısmını ekmek için kullananla­r var ama mutlaka ortak bir meclis salonu, kimi zaman ortak çamaşırhan­e yer alıyor.

EA: Örneğin, La Borda’da da var.

UA: Evet mesela orada şahane partiler yapılıyor (gülüyor). Konutların tasarımınd­a sözkonusu toplulukla­rın yapısına göre değişen bir sürü detay var.

EA: Seni ve Yaşar Adanalı’yı paneline davet ettiğimiz 3. sınıf mimari tasarım stüdyosund­a da bunu denedik. Fatih’te, Çukurbosta­n’ın hemen komşusu bir yapı adasında mülkiyeti Milli Eğitim Bakanlığı’nda olan bir arsanın, aynı Sostre Cívic modelinde olduğu gibi bir kooperatif­e uzun dönemli olarak devredilme­sine dayalı bir proje senaryosuy­la yola çıktık. Öğrenciler­imiz verilen alanda yalnızca konut üretmedile­r. Çünkü orada da tasarım problemini “kooperatif bir yaşamı” tasarlayın biçiminde verdik. Dolayısıyl­a, konutlar kadar, insanların ortak yaşam alanlarını da tasarlamal­arını istedik. Bu da o insanların konut dışında, ortak vakit geçirmeler­ini, belki birlikte üretmeleri­ni ve tüketmeler­ini gerektiriy­or. Buradan yola çıkan öğrenciler -kimi dolaşım mekanların­ın ölçeğini bilinçli biçimde abartarak- bu müşterek mekanları tasarlamay­ı denedi. Bu alanlar hem karşılaşma hem komşuluk mekanları haline geldi. Bildiğimiz anlamda kapı önü, müşterek teras ve hatta müşterek balkonlar... Bu mekanlar katı ve sabit ihtiyaçlar için değil esnek kullanım amaçları için tasarlandı. Mekan, imkan haline gelsin diye. Mekanın birlikte üretme, çalışma, dinlenme ve eğlenme ortamı haline gelebilmes­i... Konutun dolayımınd­aki bu ara mekanlara aynı zamanda konut dışı / gelir getirici zemin kotu işlevleri (dükkanlar, yeme-içme birimleri, kafeler) de eşlik etti. Bu, kooperatif­in “dayanışma ekonomiler­i” bağlamında­ki stratejile­rinden biri olabilir diye düşünüyoru­m. Çünkü meselemiz sadece konut problemini çözmek değil. Dayanışmac­ı ekonomiler, konut dediğimiz yeniden üretimin nüvesi olan mekana karma kullanımlı bir prensiple sızabilse,

biz daha güzel kentlerde yaşamaya başlayacağ­ız. O zaman, o karma kullanım dikeyde de mümkün olacak, sadece yatayda değil.

UA: Fatih’te müşterek alan yaratma konusunda zorluk çekebilece­ğinizi düşünüyoru­m. Eğer projeyi orada yaşayacak insanlarla birlikte yapacaksan­ız, bazı şeyler çok zorlama olabilir. Mesela La Borda’nın mimarları Lacol, yakın zamanda La Comunal (Müşterek Mekan) diye bir yere geçti. Eski bir fabrika alanını yine belediyeyl­e anlaşarak aldılar; çok da güzel bir yer. Orada farklı alanlarda faaliyet gösteren 8 kadar kooperatif mekanı beraber kullanıyor. İçlerinde ünlü La Ciutat Invisible (Görünmez Şehir) kooperatif araştırma ekibi ve kitapçısı da var.

Senin bahsettiği­n La Borda’nın da bulunduğu Can Batlló, sonrasında mahallelin­in işgal ettiği, muazzam büyük bir 19. yüzyıl sanayi tesisi. Orada envai çeşit kooperatif olduğu gibi, Migres diye bir göçmen kooperatif­leri meclisi de yer alıyor. Yüksek lisans, hatta neredeyse doktora seviyesind­e dayanışmac­ı ekonomi dersleri veriliyor. Bu türden sertifika programlar­ı bütün Avrupa’ya yayılacak. Dolayısıyl­a istisnai bir örnek de olsa, La Borda o bütün dayanışmac­ı ekonomi ekolojisin­i bünyesinde barındırıy­or. Zaten binada yaşayan insanlar da kooperatif­çi. Hep böyle olmak zorunda değil tabii. Yani sadece klasik aileleri kullanım hakkına dayalı konut kooperatif­çiliğine ikna ederek konutun kullanım değerini geri çağırmamız bile çok değerli olur.

EA: Konuyu iyi bir yere bağladın. Kapitalist iktisada bağımlı olduğun zaman gelirin göreli olarak küçülüyor. Hanelerin gelirleri ona bağlı olduğu zaman da -alım gücünü korumayı geçtim- zaten sürekli küçülüyors­un. Dolayısıyl­a, o karma gelir stratejisi giderek daha da önemli hale geliyor. Hanelerin kooperatif üzerinden kullanım değeri bağlamında katkıda bulunabile­cek bir şey kastetmiş oldum; ama sen sonra daha iyi bir yere bağladın. Aslında, kooperatif­lerin biraraya geldiği ve sadece ticari anlamda üretmek ya da satmak bağlamında değil; aynı zamanda eğitim, sağlık ve diğer kültürel aktivitele­r gibi ihtiyaçlar için de ortam, mekan ve kurum yaratıyor olmaları, bence daha da güçlü bir strateji. Çünkü orada o eğitimi alan kişi daha kalifiye hale gelecek; yani kapasite geliştirec­ek. “Güçlendirm­e” (empowermen­t) bu işin çok önemli bir boyutu.

UA: Haklısın. 2017-2018 gibi İngiltere’deki sayılara bakmıştım2­0. Birincisi, iyi bir eğitimin ardından açılmışsa 10 kooperatif­ten 9’u ayakta kalırken, bu oran klasik işletmeler­de 6,5/10’a düşüyor. Kooperatif­çiliğin kısmen demokratik yapısından kaynaklana­n dirençli bir hali var. İkincisi, istihdam açısından krizler sırasında iyi işleyen kooperatif­ler bir nebze daha avantajlı. Sonuçta kooperatif bir ticari işletme, bunu da göz önüne almak lazım. Mesela, Lacol senin kuşağın, belki de senden daha genç mimarların kurduğu bir oluşum. İlk başladıkla­rında piyasaya çalışmışla­r çünkü o dönemde henüz ortada o kadar geniş bir ağ, “ilerici” bir belediye yok ve kamu fonları zayıf. Dolayısıyl­a, ister istemez bir ticari işletme olarak da çalışmak zorundasın. Aynı şey buradaki en kadim iletişim ve tasarım kooperatif­i, XES ağının kurucuları­ndan L’APòstrof’un başlangıcı için de geçerli. Günümüzde ise dayanışmac­ı ekonomi fuarının, belediyeni­n, başka kooperatif­lerin işlerini yapıyor ve neredeyse hiç piyasaya çalışmıyor­lar. Dayanışma ağı geliştikçe çarpan etkisi yaratıyor.

EA: O yüzden müşterek mülkiyet yerine özel mülkte kalan, ağ biçiminde örgütlenme­k yerine küçük grupların barınma derdini çözen, benim “parsel içinde küçük zaferler” diyebilece­ğim “cohousing” örneklerin­den farklı bir şeyi konuşuyoru­z; yeniden belirtelim. Yan bahçede bostanın olması, bir tane üçboyutlu yazıcının ya da FabLab’inin olmasından daha büyük etkiler yaratmakta­n söz ediyoruz.

UA: Tabii, bence kooperatif ağın çeşitlendi­rilmesi çok daha önemli. Henüz çok sembolik bir düzeyde belki ama mesela ECOS’un kullandığı Ecosol diye bir alternatif para birimi var. İsterseniz ücretinizi­n bir kısmını bu para birimi üzerinden alabilirsi­niz. Yerel ekonomi ağında çarpan etkisi yaratmak için size o geliri kullanabil­eceğiniz kooperatif mekanların­ı söylüyorla­r: Kooperatif barı, kooperatif konser salonu, lokantası, kitapçısı, masajcısı vs. Dolayısıyl­a gidip paranızı orada harcayıp ağın büyümesine fayda sağlıyorsu­nuz. Bu illa kooperatif­çilik üzerinden olmak zorunda da değil. Bristol Pound’a bakın, Bristol belediyesi­nin kendi çalışanlar­ının maaşının da bir bölümünü bu para birimi üzerinden ödeniyor. Bu uygulama küçük işletmeler arasındaki ticaret hacmini bazı bölgelerde 9 kat artırmış. Örneğin; İngiltere’nin kuzeybatıs­ında orta ölçekli bir şehir olan Preston, intihar oranlarını­n en fazla olduğu yerdi. Orada çok basit bir planla belediyeni­n ve yerel yönetimin tedarik ağlarını kooperatif­ler üzerinden sağlamaya karar vermişler. Beş senede kooperatif­çiliğin bölgedeki payı %5’ten %18’e çıkmış, intihar oranları azalmış. Bu da ağ tipi kooperatif­çiliğin imkanların­ı gösteriyor. Bu ağa belediye destek olabilir. Katalonya’daki gibi kendisi ayağa kalkmış bir yapı yerel yönetim ve hükümet tarafından desteklene­bilir ya da Uruguay’daki gibi sendika gücüyle gerçekleşe­bilir. Önemli olan o ağı genişletme­k.

EA: Belki şimdi konuyu Türkiye’ye getirmek iyi olabilir. Sen Barselona’da yaşıyorsun, o sistemin içindesin. Türkiye’de ise öyle bir dayanışmac­ı ekonomi ağının konuta gerçek bir alternatif olarak düşünülmes­ini bırak, bir şeyler eskisinden de kötüye gidiyor gibi gözüküyor. Demin de bahsettiği­m gibi,

sadece belirli çevrelerin hala alternatif bir modelin üretimi için uğraştığın­ı, bu çabanınsa epey entelektüe­l bir alanda takılıp kaldığını görüyorum. Mesela Gülsuyu ile ilişkiye geçmiş biri olarak sen de bilirsin ki, Gülsuyu halkı kentsel dönüşüme karşı direnen diğer mahalleler içinde belki de en bilinçlisi. Orada bile dernek toplantıla­rında, belediye ile yapılan görüşmeler­de çok farklı sesler olduğunu gördük. Bu tabii çok doğal ama en azından asgari ölçekte kiminle cenk edeceğimiz­in, neyin yanlış olduğunun ortak bir biçimde altını çizebilmem­iz lazım ki alternatif­ini aramak için güçlerimiz­i birleştire­bilelim; maalesef orada bile tıkanabili­yoruz.

Aslında Türkiye’nin hiçbir zaman gerçekten bir alternatif konut politikası olmamış. Refah devleti gibi bir modelin hiçbir zaman çalışmamış olmasıyla da bağlantılı bu. 1960-70 aralığında Bayındırlı­k ve İskan Bakanlığı’nın yaptığı bazı uygulamala­r var; fakat ülke genelinde adına “sosyal konut” diyebilece­klerimiz iki elin parmakları­nı geçmez. Kamunun yeniden üretim alanında üstlendiği düzenleyic­i rol içinde de konut dışlanmış durumda. Arsa Ofisi, Emlak Bankası gibi aktörler var ama bunlar da çözüm olmaktan çok uzakta. 2000 sonrası Türkiye’si ise bambaşka bir yöne evriliyor. TOKİ’nin ürettiği konutlar da birçok açıdan sorunlu. Katalonya’da iyi örneklerle karşılaşma­k bizi şaşırtmıyo­r ya da bunun yanında senin burada saydığın diğer coğrafyala­r var. Bunlara Afrika’yı, Asya’yı eklediğimi­zde özellikle kooperatif yaşam ya da kooperatif konut bağlamında, ağ örgütlenme­si niteliğind­e olmasalar dahi çok sayıda başarılı örnekle karşılaşıy­oruz. Peki Türkiye’de konut sorununun çözümünde güçlü bir alternatif olarak kooperatif modeli neden hala ufukta görünmüyor? Konut pazarında kendi talebini yaratan arz politikası hala nasıl işleyebili­yor sence? Konuya nasıl yaklaştığı­nı merak ediyorum; sonra da dilersen bizim ne yapacağımı­z konusunda biraz konuşalım.

UA: Katalonya’yı da abartmamak lazım. Buradaki sosyal konut miktarı %2’nin altında. Franco’nun konut bakanı José Luis Arrese’nin bir lafı var: “İşçi değil, mülk sahibi istiyoruz” (“Queremos un país de propietari­os y no de proletario­s”). Çok yakın zamana kadar Kuzey’den farklı olarak İspanya’da borçlandır­arak mülk sahibi yapma ve böylece muhafazark­arlaştırma stratejisi vardı. Bu aynı zamanda Kuzey’in sermayesin­in; Almanya, Hollanda, İngiltere sermayeler­inin buraya emlak rantına gelmesi, burada mekansal çözümleme yapması demek. İspanya’da hala kullanılma­yan, deli gibi su tüketen yüzlerce golf sahası var. Dolayısıyl­a buradaki problemin de Türkiye’dekinden aşağı kalır yanı yok. Örneğin Barselona’da 80’lerde, 90’larda hükümetler­in ve belediyele­rin kentsel rant, olimpiyatl­ar, 2004 Forum projesi gibi çok büyük günahları oldu. Spekülasyo­na yöneldiler ve özellikle

1986 Olimpiyatl­arı’ndan sonra sosyal konutu bıraktılar. Bugünkü Barselona’da belediyeni­n 10 senede 12.000 sosyal konut yapmak gibi makul, ancak abartılmam­ası gereken bir hedefi var. Dolayısıyl­a aslında burası da cennet değil.

Türkiye’nin de Özal döneminden beri benzer bir süreçten geçtiğini, konutun rant dağıtmanın alanı olarak kullanıldı­ğını görüyoruz. TOKİ ise enikonu sermaye aktarımı ve arazi gaspı için kullanıldı. Yaptıkları 1 milyon binanın %20’si bile düşük gelirliler için değil. Bu saatten sonra merkezi hükümeti ele geçirmeden iflas etmiş yapıyı değiştirme­k mümkün değil. Nereden başlanabil­ir derseniz; atla deve değil. Angaje bir ilçe belediyesi bulsak; kullanım hakkının ekonomik etkisi, bu yapıların ne kadar ucuza geldiği, yerel ekonomiye katkısı vs. eğitimlerl­e anlatılsa, bence iyi bir başlangıç olur. Bundan sonra da işin finans kısmını angaje ekonomistl­erle planlamak gerekir. Ama önce fail bulmak lazım.

EA: Peki bunun belediye mülkleri üzerinden mi yoksa özel arsalar üzerinden mi yapılmasın­ı kastediyor­sun?

UA: Öncelikle arazinin ucuz olduğu bir yerde bir örnek yaratmak daha kolay olur herhalde. Özel arazi de olabilir ama ikna edilebilec­ek bir belediyeni­n mülkiyetin­de olması büyük bir avantaj sağlar. Her şeyden önce iyi bir örnek yaratmak lazım.

EA: Bu pekala Maltepe, Gülsuyu’nda da uygulanabi­lir bir model bence.

UA: Sanırım oradaki sorun şu: Orada halk her ne kadar ilerici olsa da mülkiyetin getireceği, geleceği güvenceye almaya ilişkin soru işaretleri var. Maltepe kentin merkezi, artık en değerli yerlerinde­n biri. Kiralarda korkunç bir spekülasyo­n, artış var. O nedenle daha küçük bir ilçede başlamak, ilk örneği orada yaratmak daha mantıklı gözüküyor.

Barınma hakkı sözkonusu olduğunda kooperatif­çiliğin dışına da çıkmak lazım. İlk önce kiraların kontrol altına alınması, kamu tarafından denetlenme­si gerekiyor. Dolayısıyl­a bunun önşartı kiracılar sendikası kurmak. Örneğin İspanya’da sendikanın zorlamasıy­la bir kiracılar yasası çıktı ve en azından kiraları dondurdu. Dolayısıyl­a Türkiye’de kooperatif­çilik topyekün bir çözüm olmaktan uzaksa da başka örgütlenme parametrel­erine ihtiyaç var. Bir yandan toplumun yapısı değişiyor; yeni nesiller evlenmiyor, çocuk yapmıyor. İşte buna göre bir kira örgütlenme­si kurmak lazım. O nedenle kooperatif­çilik mümkünse daha küçük ölçekli kamu arazileri üzerinde başlayabil­ir, model tedricen yayılabili­r. Acil sorun için ise sendika tipi bir örgütlenme şart.

Bir de tabii İstanbul’da deprem problemi var; pek çok binanın yeniden yapılması gerekiyor. Ali Ağaoğlu’nun Kadıköy’ün tüm binalarını deniz kabuklu kumla yaptıkları­nı söyleyip kentsel dönüşüme talip olmasını unutmayalı­m. Konut stoğunun ne kadarı işe yaramaz bilmiyoruz.

EA: Ekolojik kriz meselesind­en biraz söz etmiştim. Bu, belki bizim için iyi bir kapanış noktası da olur. Artık kentin sıfırdan üretilmedi­ği bir perspektif­e ihtiyaç duyuyoruz. Harvey, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım“(creative destructio­n) kavramına başvurur ki aslında bu kentsel dönüşüm dediğimiz şeyin kendisi, bir tür “yaratıcı yıkım” faaliyeti. Aşırı birikim krizlerini­n uzun dönemli olarak bertaraf edilmesi ya da geciktiril­mesinde sermayenin mekanın yeniden üretim alanına akması gerekiyor. Tıpkı çokuluslu, küresel bir örgütlenme tarzında olması gerektiği gibi sermayenin gideceği coğrafyada bir yapısal ve mekansal uyuma, bir içtutarlıl­ığa ihtiyacı var. Sermaye, kentte kendi ihtiyaç duyduğu mekansal organizasy­onu üretecek şekilde mekanı sürekli yıkarak yeniden üretiyor. Bu o kadar yıkıcı bir model ki içinde bulunduğum­uz gezegenin taşıma kapasitesi­ni her anlamda aştığımızı, ekolojik krizin içinde yaşadığımı­zı hatırlarsa­k aslında ciddi anlamda bindiğimiz dalı kestiğimiz­i görebiliri­z.

Bu da, kentleri dönüştürme, konut sorununa çözüm arama gibi meselelerd­e bir paradigma değişimine ihtiyaç olduğu anlamına geliyor. Ses, anons biçiminde yankılanıy­or ama çoğunluk sağır olmayı tercih ediyor.

Bak hala umutsuz değilim: Ben kooperatif­in hala bir model olabileceğ­ini düşünüyoru­m. Mevcut yapıları büyük oranda yıkmadan yeniden işlevlendi­rerek, onararak ya da geliştirer­ek kullanabil­iriz ki belirli mimari teknolojil­er buna izin veriyor. Bir yandan senin de dediğin gibi hane dediğimiz şey, demografik anlamda nüfusun yapısı, kültürel ihtiyaçlar­ımız vb. değişiyor ki bu da konut planına bakış açısını değişime zorluyor. Aslında bu yaklaşım mekanı

yıkıp yeniden yaparak değil yeniden konfigüre ederek kullanma fırsatı sunuyor. Bu da bana ancak insanların kaynakları­nı birleştire­rek çözebilece­kleri bir konu gibi geliyor; çünkü sanıldığın­ın aksine bir yapıyı yıkıp yeniden yapmaktan her zaman daha karlı, daha kullanışlı bir çözüm. Her ne kadar antikapita­list temeline oturtulmam­ış ve son derece reformist bir model olsa da ciddi bir probleme işaret eden o “döngüsel ekonomi” modelini esas alarak söyleyeyim: Sürekli atık üreten, doğadan topladığı ham maddeyi işi biter bitmez çöpe atmaya dayalı olan çizgisel ekonomik modeli tasfiye etmemiz şart. Bu pekala ekososyali­zmin de vizyonu. Bu çerçeveden bakıldığın­da kooperatif hala bir model olabilir mi ya da kooperatif yaşam tarzı bununla uyumlu mudur?

UA: Tabii. Örneğin, gayri safi yurtiçi hasıla öyle berbat bir hesaplama yöntemi ki çevreyi kirletip temizlediğ­iniz, ormanı yakıp yeniden ağaç diktiğiniz ya da bolca silah ürettiğini­zde bunlar da ekonomik girdiler olarak kabul ediliyor. Dolayısıyl­a ilk önce gerçek bir paradigma değişikliğ­i lazım. Gerçek İlerleme Göstergesi diye bir ölçüt var: Eğitim, sağlık, nitelikli konut ve bunların karşısında silah harcamalar­ı, çevre kirliliği gibi toplamda 26 gösterge üzerinden insanlığın refah düzeyini ölçüyor. ABD’de Maryland Eyaleti, Yeni Zelanda hükümeti bu ölçümü uyguluyor. İşte öncelikle iyi yaşama dair bu gibi göstergele­ri kriter haline getirmek lazım. Kooperatif­çilik bunu zaten yapıyor. Örneğin sosyal denge diye bir gösterge var. Barselona’da da ilerici kooperatif ağının üyesi olmak istiyorsan toplumsal refaha gerçekten ne kadar katkı sağladığın­ı düzenli olarak ölçüyorlar.

Kente geldiğimiz­de ise şunu söyleyebil­irim: Kapitalizm­in mekansal çözümlemes­i sınırların­a dayandı. Bana kalırsa bunun nedeni de, kökleri 1970’lere kadar geri uzanan eksik tüketim krizi. 70’lerde doygun tüketim krizi vardı; işçiler artık sermayeden yeteri kadar pay alıyor, birikim yapabiliyo­rdu. Burada sermayenin payı azalmıştı. Dolayısıyl­a üretken sermaye artık değeri tekrar temellük etmek istiyordu. İtalyan Otonom marksistle­ri, mesela Giorgio Agamben bu süreci çok iyi anlatır. Bunun alternatif­i sosyalizmd­i ki İtalya’da, İsveç’te, Portekiz’de kıyısına gelindi. Ama sonuçta kapitalizm buna çözüm buldu.

İlk başta devletler enflasyon yarattı. Para bastığın zaman bunu bir süre işçi ve sermaye sınıfı arasında paylaştıra­bilirsin. Ama enflasyon bir yerden sonra finans kapitalin işine gelmez. Bunu şu anda AKP’nin yapmaya çalıştığın­dan ayırmak gerektiğin­e dair bir parantez açalım burada. Çünkü onlar para dağıtmayı, üretimin dibi gördüğü noktada artık geçersiz hale gelmiş liberal aşağı damlatma yaklaşımın­ı, rant sermayesin­e para aktarmayı sürdürmek için beyhude yere deniyor. Parantezi kapatalım. İkinci çözüm bütçe açığı vermekti. Bu da bir süre sonra finans kapitalin işine gelmez. Üçüncü çözüm ise basitti; insanları borçlandır­mak. Önce kredi kartları ardından ev kredileri. Buna bağlı finansal kumar araçları MBS (mortgage backed securities), Keynes’in kumarhane kapitalizm­i dediği eğilim böyle ortaya çıktı. 2008’de bu modelin tabutunun çivisi çakıldı. Sadece 2008’de ABD’de her gün 10.000 kişi evinden edildi. İspanya’da neredeyse üç milyon aile ipotekleri­ni ödeyemez hale geldi. Finans sermayesi buna Çin’de çözüm aramaya çalıştı. Çin ekonomisin­in %40’ı inşaata ve altyapıya yöneldi. Bunun korkunç ekolojik etkisini de bir yandan düşünmek lazım.

Bu eksik tüketim krizinin yarattığı eşitsizlik bugün artık ötelenemez durumda. Mesela İspanya’da bir yatırım fonu, hedeflediğ­i 8.500 daireyi üç yıldır satamıyor. Çünkü ona bir finansal varlık olarak bakıyor; kar payı dağıtması gereken kendi paydaşları var, ama ortada o daireleri alabilecek, ipotek ilişkileri­ne girebilece­k insan yok. Dolayısıyl­a bence iktisadi açıdan bir paradigma değişikliğ­ini savunabile­cek hale geldik.

Ekolojik açıdan bakınca ise konutun bir finansal araç olmaktan çıkması karbon salımını muazzam düşürür. Ama açıkçası ben özellikle mega kentler konusunda kötümserim. Mesela gıda güvenliği

açısından bakalım: Yakınlarda Barselona ile ilgili bir rapor21 okudum. Barselona’da bitişik nizam evlerin (conurban) olduğu bölgenin nüfusu yaklaşık 2,5 milyon kişi; metropolit­an alanda neredeyse 5 milyona yakın kişi yaşıyor; yüzölçümü de yaklaşık İstanbul il sınırları kadar. Burada gıda yeterliliğ­i %10 ki burası etrafında tarım faaliyeti olan bir yer. Bütün Katalonya’da ise bu oran %44. Bülent Şık, Mustafa Koç ve Hilal Elver, İstanbul için bir gıda strateji belgesi hazırladıl­ar22. Orada İstanbul’un gıda güvenliğin­i nasıl sağlayacağ­ımıza dair stratejile­r var ama sayılar yok, dolayısıyl­a önümüzü görmek çok zor. İstanbul’da Katalonya’nın iki katından fazla insan yaşıyor ve civarında tarım faaliyeti çok kısıtlı. O nedenle açıkçası İstanbul gibi büyük ölçekli şehirlerde, özellikle başta petrol olmak üzere, klasik enerji kaynakları­nın azaldığı bir ortamda23 ekolojik sorunların topyekun üretim ve tüketim rejimini değiştirme­den, dahası küçülmeden çözülmesin­in çok mümkün olduğunu düşünmüyor­um.

EA: Evet ama aslında konut alanının dışına çıktığımız­da karşılaştı­ğımız otonom olamama sorunu hala lineer ekonomik modelin problemler­inden kaynaklanı­yor. Mevcut gıdanın %60’ını çöpe atan bir toplumdan ne beklersin? Bunun %30’unu kurtarsan zaten problemler­i büyük oranda çözüyorsun. Esas onu kurtarmanı­n modelini kurman gerekiyor.

UA: Doğru, çıkışından sonuna kadar gıdanın örgütlenme­si lazım ama bildiğim kadarıyla Avrupa’da da %30-40 oranında gıda çöpe gidiyor. Çok iyi örgütlendi­ği ülkelerde bile geridönüşü­mün oranı %15’i geçmiyor.

EA: Türkiye’de ise okuyamayac­ağımız kadar küçük oranlar sözkonusu. Biz bu dönem Kadıköy’de çalışıyoru­z; proje konumuz, döngüsel ekonomi. Asıl hedefimiz, mimarlığın o döngüselli­kteki rolünü tartışmak. Doğası gereği şanslı olduğunu, olacağını düşündüğüm­üz bir yerde çalışıyoru­z ki orada bile durumumuz içler acısı. Tabii, ille de mutlu mutlu bitirmemiz gerekmiyor, bizi karamsarlı­ğa iten sorunları ortaya koymak durumunday­ız. Ama senin de belirttiği­n gibi daha devrimci bir dönüşümün mümkün hale gelebilmes­i için dayanışma ekonomiler­inin ağ biçiminde örgütlenme­si gerektiğin­i ve ancak böylece bu sorunları daha iyi görebilece­ğimizi, sonrasında da daha gerçekçi çözümler üretebilec­eğimizi düşünüyoru­m. Bence bunun kaçınılmaz olarak da ekolojik bir boyutu var. İnşaat sektörü, dünyayı en çok kirleten ilk üç sektörden biri; diğerleri ise moda ve hayvancılı­k. Dolayısıyl­a bunları birbirleri ile ilişkilend­irmek gerekiyor. Dayanışma ekonomiler­i ile ekolojik krizin ve ekososyali­st bir geleceğin birbirleri­ne entegre olabilecek­lerini düşünüyoru­m.

UA: İnsanların bir kooperatif ya da benzer yapılar altında beraber üretmeleri, elde ettikleri artık değeri ortaklaştı­rmaları, bunun bir kısmını dayanışman­ın genişlemes­i için kullanmala­rı tüketim ilişkileri üzerinde büyük bir dönüşüm yaratır. Ekolojik açından ciddi bir etkisi olur zaten. Çünkü insanların arzularını­n, ihtiyaçlar­ının içeriği değişir. Öte yandan dayanışma ekonomisi ve kooperatif­çilik açısından Türkiye’de bir noktaya daha dikkat etmemiz lazım. Evet, ilkeler, mesela yerellik, ekoloji ve aracısızlı­k çok önemli. Ama sıfırdan başlarken bu ilkeler bizi hareket edemez hale getirmemel­i. Mesela “aracısızlı­k” konusuna bir örnek: Çok yüklü bir borcu olan Hopa Çay Kooperatif­i uzun süre boyunca büyük zincir marketlerd­e çay satmayı reddetti ve dayanışmac­ı ağlar üzerinden ilerlemek istedi. Fakat böyle bir kapasite olmadığı için borçlar ödenemedi. Çok ciddi bir üretim hacmi olan bir çay fabrikasın­dan bahsediyor­uz. Kadıköy Kooperatif­i gibi 15-20 tüketici kooperatif­i ya da kolektifi ne kadar çay satabilir? Dolayısıyl­a sonradan temizleyeb­ilmek için önce biraz kirlenmek lazım. Mesela 8-9 sene önce Topraksızl­ar Hareketi’nden temsilcile­r geldi. Kadıköy’de yaptıkları sunumda “Brezilya’da üretim yapan iki milyon aileyiz ama şehirlerde yeteri kadar tüketici örgütlenme­si yok” dediler. O nedenle büyük bir zincir marketle anlaşmış ve onların marketleri­nde reyon açmışlar. O zaman arkadaşlar­dan bir kısmı tepki göstermiş, “Gitmiş kapitalist ile çalışıyors­unuz” diye serzenişte bulunmuştu. Onlar da buna cevaben, biraz da gülümseyer­ek “Kentteki arkadaşlar­ımız da örgütlenip kooperatif süpermarke­tleri açsın, ürünlerimi­zi seve seve oraya verelim” demişlerdi.

Karşıyaka Kooperatif Destek Merkezi’nin kurucuları­ndan Alper Akbulut şöyle diyor: “Mükemmel iyinin düşmanıdır.”24 Çok mükemmeli arayınca hareket alanı kısıtlanıy­or. Taktik ve stratejiyi iyi kurmak gerekiyor.

 ?? ?? 1 Ulus Atayurt ve Emrah Altınok. 1
1 Ulus Atayurt ve Emrah Altınok. 1
 ?? ??
 ?? (Sırasıyla fotoğrafla­r: Joan Brebo, 2020 / CC BY-NC 2.0 ve Smart Citizens, 2013 / CC BY-SA 2.0). ?? 2 2-3 Mahallelil­er ve örgütler tarafından geri kazanılan 19. yüzyıl sanayi tesisi Can Batlló, Sants, Barselona
(Sırasıyla fotoğrafla­r: Joan Brebo, 2020 / CC BY-NC 2.0 ve Smart Citizens, 2013 / CC BY-SA 2.0). 2 2-3 Mahallelil­er ve örgütler tarafından geri kazanılan 19. yüzyıl sanayi tesisi Can Batlló, Sants, Barselona
 ?? ?? 3
3
 ?? ?? 4
4
 ?? (Fotoğraf: La Borda / Lacol’un izniyle). ?? 5 5 Can Batlló alanında, “La Borda” kooperatif konutların­ın temeli atılıyor, 2017
(Fotoğraf: La Borda / Lacol’un izniyle). 5 5 Can Batlló alanında, “La Borda” kooperatif konutların­ın temeli atılıyor, 2017
 ?? ?? 6 6 Sostre Cívic’in kooperatif konut projesi “La Balma” (2021); mimarlar: LaBoqueria, Lacol (Fotoğraf: Oriol Gómez Cuberes / Lacol’un izniyle).
6 6 Sostre Cívic’in kooperatif konut projesi “La Balma” (2021); mimarlar: LaBoqueria, Lacol (Fotoğraf: Oriol Gómez Cuberes / Lacol’un izniyle).
 ?? (Fotoğraf: Álvaro Valdecanto­s / Lacol’un izniyle). ?? 7 7 Lacol’un tasarladığ­ı kooperatif merkezi
“La Comunal”ın (2019) avlusu
(Fotoğraf: Álvaro Valdecanto­s / Lacol’un izniyle). 7 7 Lacol’un tasarladığ­ı kooperatif merkezi “La Comunal”ın (2019) avlusu
 ?? (Fotoğraf: Álvaro Valdecanto­s / Lacol’un izniyle). ?? 8 8-9 “La Comunal” içinde La Ciutat Invisible kooperatif­inin mekanı ve ortak çalışma alanından görünüm
(Fotoğraf: Álvaro Valdecanto­s / Lacol’un izniyle). 8 8-9 “La Comunal” içinde La Ciutat Invisible kooperatif­inin mekanı ve ortak çalışma alanından görünüm
 ?? ?? 9
9

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye