Hangi Coğrafyada Olduğunu Bilmeyen Ülke: Kısa Bir Girizgah
Buzullar eriyip deniz suları yükseldiğinde, içinde yaşadığımız bahçenin sırtımızı verdiğimiz dağla birlikte bir adaya dönüşeceğini söylüyor. “Kayıkları nereye çekeceklerini bile biliyorum,” der, “bunu hissederek bakın etrafınıza, geleceğin adasında yaşadığınızı…2
Cumhuriyet'in 100. yılına, coğrafyamızın faylarındaki kırılmalarla girdik. Yüzyıldır, henüz tabiatıyla işbirliği içinde yaşam ve yapım kültürünü üretemediğimiz aşikar olan ülke coğrafyamız, içselleştiremediğimiz bu haliyle hareketli bir tektonik levha. Mimarlarının, tektonik kelimesini ekseriyetle bir değer ve metot olarak kullanmayı sevdiği ama üzerinde yaşadığını unuttuğu, hatırlamadığı veya reddettiği bu memleket, dört tektonik levhanın üzerinde ve etkisinde “yer” alır. Anadolu levhasının kuzeyinde Avrasya, güneyinde Arap ve Afrika levhası bulunur. Afrika levhası kuzeybatıya doğru hareket ederek Anadolu levhasına baskı uygular ve batıya doğru hareket etmesine yol açar. Anadolu levhasının Avrasya levhasıyla sınırı Kuzey Anadolu Fay Hattı'nı oluşturur. Bu hatta Anadolu, yılda 25 mm hızla batıya doğru hareket eder; batı doğrultusundaki yönelim, politik ve kültürel olarak da ülkede fikir fayları oluşturagelir. Anadolu'nun Arap levhasıyla karşılaşma alanı Doğu Anadolu Fay Hattı'dır. Bu karşılaşma da güncel ve geçmiş aidiyet kabullenişlerinde kırılmalar yaratmış ve yaratmaktadır. Doğu Anadolu Fay Hattı İskenderun Körfezi'nde Doğu Afrika Fay Hattı'nın devamı olan Ölüdeniz Fayı ile birleşir.
Anadolu, Afrika ve Arap levhalarının hepsinin bir nevi mafsalı olan Doğu Anadolu Fayı üzerinde 6 Şubat 2023 günü sabaha karşı gerçekleşen ve Kahramanmaraş depremleri (ya da Türkiye-Suriye Depremi) olarak anılan yer hareketleri ile üzerine inşa edilmiş 11 ili kapsayan 100.000 km2'yi aşkın bir alanda büyük yıkımlar oldu. Bir karşılaştırma yapılırsa, bu alan Portekiz ve Macaristan gibi ülkelerin yüzölçümünden büyük. Pazarcık'ta meydana gelen ilk deprem, 1668 Kuzey Anadolu depreminden sonra Anadolu topraklarında gerçekleşen en büyük ikinci deprem ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde kaydedilen en büyük deprem olarak kayıtlara geçti. Pazarcık fay hattının tarihi kayıtlara göre en son 1513 yılında bu şiddette bir deprem yaratarak kırıldığı düşünülüyor. Günümüzden 500 yıl kadar önce. Bu fay hattındaki kentlerden Maraş, 1513 yılında bir Dulkadiroğlu Beyliği kenti. Antakya'yı sarsan depremlerin ilki, kent Selevkos İmparatorluğuna dahilken kayda geçiyor; tarihindeki diğer depremler Roma Cumhuriyeti ve Bizans İmparatorluk sınırları içindeyken onu yerle yeksan etmiş. Bu yazıyı, Kuzey Anadolu Fayı ile kaderi bir olan İstanbul'da yazıyorum ve altı mermer kaplı Marmara Denizi'nden geçen bu fayın da, tartışmaları baki kalmakla birlikte, 250 yılda bir kıyametler yaratacak şekilde kırıldığı düşünülüyor. 1509'da Küçük Kıyamet olarak tarihe geçen deprem sırasında Kostantiniyye, Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti. Büyük İstanbul Depremi'nin olduğu
1894 tarihinde sismoloji bilimi aletler vasıtasıyla uzaktan depremleri ölçebilmeye ve kaydedebilmeye henüz başlamış. Osmanlı Devleti Zelzele Servisi, bu deprem sonrasında, astronomi ve meteoroloji geleneğinin ek zinciri olarak kurulup, bugün faal olan Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü'ne, Cumhuriyet döneminde zaman içinde evrilmiş.
Cumhuriyetin yüzyıl önceki kuruluşuna bizzat tanık olmadığım gibi, Cumhuriyet de bahsettiğim bu illerdeki fayların bir önceki şiddetli kırılışına tanık olmamış, hafızasına ilk elden kaydetmemiş, zira henüz kurulmamış. Bu hafıza ancak, imparatorluk ve cumhuriyetler gelip geçtikçe hala varolmaya devam eden yerin kendi katmanlarında ve onun
üzerinde uyumlu yaşamayı sürekli kılabilmiş topluluklarda kayıtlıdır.
Bu kayıt, bir Gordion düğümü olan dünyamızı, sismoloji, jeoloji ve tarih gibi disiplinlerle kesen doğa ve sosyal bilimlerin kayıtlarından farklıdır.
“...Sanki, bu âlem bana küs ve ben ona dargın gibiyim. Hem, bu Anadolu peyzajlarının dili yok. İstanbul’da her taraf konuşur. Her taraf, size bir şey söyler. Sanki, taşı toprağı canlı gibidir.”
“Buraların da bir dili vardır ama, biz anlayamıyoruz. Ömrünüzde bir kere olsun, halis Anadolu türkülerini candan dinlediğiniz oldu mu? Bu kısır derenin, şu cılız ağaçların ve bunların ardındaki taşlık dikenlik tepelerin bütün sıtması onlardadır ve bütün ihtirası...”
“İhtiras mı? Amma yaptınız ha? İhtiras, bu ölü, bu sönmüş tabiatın neresinde?”...
“Buraya gelirken yolda, dağ başında bir oduncu çocuğa rasgeldim. On yaşında var mıydı, yok muydu, bilmem. Fakat, gözlerinin içine baktığım zaman öyle ufaldım ki başımı önüme eğmeye mecbur oldum. Çocuk o kadar büyük bir hayat tecrübesiyle yüklü ve o kadar içten gelen bir irfan ile kavruktu ki, bunun karşısında bütün bildiğim ve öğrendiğim şeylerin hiçliğini anladım.”
Genç adam sustu. Mahzun mahzun düşündü ve ilave etti:
“Ve kendi hiçliğimi, kendi tatsızlığımı... Adam siz de, ne olursak olalım; biz bu memleketin içinde birer tufeylî olmaktan kurtulamıyoruz. Bu memleketin asıl sahibi, dağ başında gördüğüm o oduncu çocuktur ve yalnız o, bu taşlar, bu topraklarla konuşmasını biliyor; bu toprakların, bu taşların sırrı, yalnız ona açılıyor. Korkuyorum, bu manzaranın dili gibi köylünün ruhu da bana hiç açılmayacak diye... Bu endişemde yeryüzünün gizli kalmış köşelerini bulmaya giden kâşifi andırıyorum.”3
Bahsettiğim kayıt; bilimin ve araçlarının, dünyayı korumak, gözetmek ve ihtimam etmekten arındırılmış ilişkisinin tersine, döngüler ve oluşum süreçlerine katılmakta ustalık geliştiren yerelin usullerinde ve üretimlerinde kendini muhafaza etmiştir. Bu evren tahayyülü dahilinde varolan mimarlık, bugün memlekette kabul gören ve rol modellerini depremsiz sabit tektonik levhalara oturan coğrafyalardan seçmiş olan güncel mimarlıktan çok farklıdır. Dünyayı, insanlığın bahçıvanlığından sorumlu olduğu bir “gezegen bahçesi”4 ve mimarlığı da “dünyamızı içinde ‘mümkün olduğu kadar iyi' yaşayabilmek, onu korumak, devamlılığını sağlamak ve onarmak için yaptığımız her şeyi içeren bir tür edimi” olarak tanımlar5. Bir ihtimam ve bakım pratiği olan bu yaratma şekli, bugün güncel mimarlık kültüründe baskın ve eril yıldız müelliflerin hiyerarşik ofis yapılarında yıllardır uyguladıkları yöntemlerden fersah fersah uzaktadır.
Aladağın ardında, uzun bir koyak var. Koyak baştan ayağa ormanlık. İçinden yüzlerce pınar kaynıyor. Dört yanları naneli, pürenli, içleri çakıl taşlı, soğuk, aydınlık pınarlar. Pınarlardan su yerine aydınlık kaynıyor, oluklardan su yerine ışık şakırdıyor. Çok eski zamanlardan bu yana burası, Aladağın ardı Türkmenin, Yörüğün, Aydınlı Yörüğünün yaylağı. Çukurova ne zamandan bu yana bu insanların kışlağıysa, o zamanlardan bu yana da Aladağın koyağı bunların yaylağıdır. Yörükleri ne bu kışlaktan, ne bu yaylaktan kolay kolay ayıramazsın, ölürler. Bir kayanın doruğunda bitmiş bir ot nasıl inatla köklerini sert çinke taşlarına sarmış, tutunmuşsa, Aladağ Yörüğü de öyledir.6
Bu mukabil tavır, zihnin içindeki soyut fikirlerini, maddi ve edilgen bir dünyaya“malzeme”ye empoze ederek, doğalın kültürel hale getirilmesini benimseyen hakim yaratıcı yöntemin aksine, etken ve canlı bir dünyayla işbirliği yaparak tasarlar. Onarmayı; tadilat, restorasyon ve rekonstrüksiyon gibi uzmanlaşılmış özel bir uygulama olarak değil, mimarlığın ana yaratıcı eylemlerinden biri olarak tercih eder.
Yetiştiren, gözeten ve onaran bir bahçıvan analojisiyle yeniden tanımlama çabası, kuşkusuz yerküreye ve sakinlerine hükmederek moderniteye imkan yaratan mevcut düzenle hizalanmış mimarlığa ve üretim biçimlerine alternatif oluşturmak için. 500 yıl önce devasa ölçekte kurulmaya başlayan mevcut dünya ekonomisi
Amerika, Afrika ve Asya'nın fethi ve sömürgeleştirilmesiyle yapılanmaya başlamıştır -bu tarihten sonra yekpare dünya, yerinden sökülüp parça parça ithal ve ihraç edilmiştir7. Bedenlerimizi, benliğimizi ve çevremizi, karmaşık ve çeşitlilik dolu bir yaşam ağında hemhal etmeye çalıştığımız canlı bir dünya tahayyülü yerini atıl ve cansız malzeme kaynağına bırakmıştır. Sömürgeci ve depremsiz metropollerin kendi coğrafyalarından uzakta ustalaştığı ve tüm dünyada kent ve kır arasında kendini ille de çoğaltmış ekstraktivist8 birikim tavrı ve kültürü, yerküreyle ilişkileri yeniden kurgulamış ve kurgulatmıştır9. Bu ilişki hoyrat ve mütehakkimdir.
Termal enerji tesisi için çok ruhsat dağıtıldı bu havzada, dört yüz tane daha kuyu açılacak, buhar çok çıksın diye iki yüz ton asit basıyorlar, o asitler nereye gidiyor? İmparatorluklarını kurmuşlar, uyurken bile para kazanıyorlar, bizim keçilerimiz ölmüş, sürümüze kamyon dalmış, hayvanlarımız telef olmuş umurlarında değil, savaş buralara gelmez sanıyordu köylü, bundan âlâ savaş mı olur? Köyün çatında göğüs göğse boğuşuyoruz madencilerle, vicdan yok, güç var ellerinde, devleti arkalarına almışlar.10
Bugün hasar almış ve kırılgan dünyamızda yaşamakta olduğumuz “genel krizi”, “küresel ısınma”, “ihtimam eksiklikleri” ve “siyasi gücün her ölçekte boşaltılması” olarak özetleyebiliriz11. Mimarlık, bu krize yol açan süreçlere bugüne dek topyekün katılmıştır ve yaşam alanlarımızı tükenmişliğe yakın kılan değerlerini ve alışkanlıklarını değiştirmeye ihtiyacı vardır12. Bu değişim hakim tavrın dışladığı, sömürdüğü ve sessiz kıldığı yerküre ve sakinlerini içermeden mümkün görünmüyor. Ekolojinin, feminist pratiklerin, göçebe, kırsal ve sürgün kültürlerin ana söylemlere ve faaliyetlere dahiliyeti bu sebeple önemlidir.
Bir de Ali Bey köyler, kasabalar kuruyordu. Ölçüyor biçiyor, yerli yerince caddeleri; sokakları, alanlarıyla kasabalar kuruyordu. Kurduğu kasabalar ya Türkmenin eski kışlak pazaryerleri, ya da eski Grek, eski Roma, Ermeni şehirlerinin kalıntılarıydı. Köylerin yerlerini de iyi buluyordu. Köylerin her biri kışlaklara kurulmuştu. Türkmen kışlakları en elverişli yerlerdeydi...
Ali Bey akıllı adamdı. Türkmeni toprağa bulaştırmıştı. Artık göçebelik bundan sonra iflah bulmazdı. Zamanla Türkmenler kendilerine ayrılan köy yerlerine evler yapmaya başladılar. Evlerini Çukurovada çok bol olan cilpirti çalılarından, kamışlardan, sazlardan yapıyorlardı.
Uzun cilpirti çalılarını kesiyorlar, ağıl örer gibi örüyorlar evlerin duvarlarını, sonra çamurla sıvıyorlardı. Bu evlere bir kapı, kapının her iki yanına taka dedikleri küçük pencereler yapıyorlardı. Çit duvarın üstüne ön kamışları döşüyorlar, sonra kamışların üstüne sazları kalın, deste deste seriyorlar, bağlıyorlardı gene sazlarla. Köyler birer ot yığınıydı. Bu saz evlere huğ dediler.13
Göçebe kültürlerin yerle kurdukları döngüsel, karşılıklı ve ihtimama dayanan ilişkileri bugün kentlerde yerleşmiş modernin, geleceğe doğru heyecanla koşarken arkada bıraktığı değerlerden. Bugün yeryüzü üzerindeki canlılar arasında; doğada geridönüştürülemeyen yegane yaşam alanını-kentleri inşa eden insan ile üzerine hafifçe konan insanın aynı olmadığını hatırlatan, umut ve ilham veren bir değer. Feminist hareketin dalıp derinden su yüzüne çıkardığı, dünyayı gözetmek ve kollamak için ürettiği ihtimam ve bakım pratikleri, yapma faaliyetini yetiştirmek ve büyütmek fiilleriyle yeniden tanımlarken ekstraktivist düzene inat ediyor. Kırsal “verneküler”inin içerdiği zaman ve mekan derinlikli tasarım ve dünya bilgisini, önce bir içgörü aracına
dönüştürmek ve sonrasında öngörüye ve gelecek tahayyüllerine katmak da bu sebeple önemli -tıpkı bugün topraklarda duyamadığımız sesleri de dinlemeye başlamamız gibi. Hangi coğrafyada olduğumuza dair kılavuzluk yapacak ve fayların kırdıklarının onarımına gerçek ve kökten çözüm sunabilecekler elbette ki bugüne dek olageleni inşa eden ve hakim düzende yol açmış baskın kahramanlar değil, bu yolların dışında varolan aktörlerdir. Zira “ilişkiyi yeniden kurmadan toprağı onarmak boş bir temrindir. Kalıcı olacak ve restore edilen toprakları ayakta tutacak olan ilişkidir”14.
Bir lahit içinde ekili bir domates bir ailenin geçim kaynağı. Bu lahiti nasıl kurtaracaksınız? Domates sorununu kolay çözemiyorsunuz tabi çünkü bir gerçekle karşı karşıyasınız. Bunun doğurduğu problemi çözmek için ülkenin sosyal problemlerini bilmek gerekir. Bu nedenle Anadolu’da yaşamak, belki daha önemlisi Anadolu’yu sevmek gerekir.15
Yeryüzünün hareketi, insan ve onun yarattığı hem fiziksel hem de yönetsel yapıların hayat döngüsüne kıyasla, en azından yerleşik olduğumuz bu coğrafyada farklı bir zaman ölçeğinde gerçekleşiyor. Ne imparatorlukların ne de yüzyıllık genç devletlerin hayatı yerkürenin tarihine hakim olabilecek, onu aktaracak ve özümseyecek uzunlukta ve sabırda seyretmiyor. Bu sebeptendir ki şehirlerde coğrafyaların konuştuğu dili bilen az oluyor.
Ne yazık ki yüzyılı tamamlarken, deprem ile ülkede, iklim kriziyle dünyada oluşan hasara ve geleceğe deva olarak, mühendisliği ve inşası depreme dayanıklı yapılarla, bugüne dek modern mimari külliyatında önde gelen baskın ve erkil pratiklerin kendini inatla yeniden üreterek çoğaltması olasılığından öteye henüz geçemedik. Mimarlık ve mekan üretiminde yerin hafızasını dinleyen, zamanı ve zemini hem derin hem geniş gören16, mekan üretme yöntemlerini sorgulayan ve yeniden tarifleyen içgörüyü nasıl birarada yaratacağız? Yıldız yerine takımyıldızlarını koymakla biz başladık17.
Köyde bir Memedlerin evine kar eyleyemezdi güz yağmurları. Baba ölmeden az önce gitmiş Sarıçağşaktan toprak getirmiş, evin üstünü onunla döşemişti. Sarıçağşağın toprağı bir başka topraktır. Bizim bildiğimiz kara, kumlu, kıraç topraklardan değildir. Bu toprak parça parça billur gibi donmuştur. Sarısı, kırmızısı, moru, mavisi, yeşili türlü türlüsü vardır. Bu, renk renk toprak billurları birbirine karışmıştır. Bu sebepten, Memedlerin evlerinin damı güneşte çeşit çeşit yalp yalp yanar.18
■ Aslıhan Demirtaş, Kurucu Ortak, KHORA; Yarı Zamanlı Öğretim Görevlisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi.
Notlar:
1 Yaşar Kemal, Binbir Çiçekli Bahçe,Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009.
2 Latife Tekin, Unutma Bahçesi, Can Yayınları,
İstanbul, 2019.
3 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, Akba Kitabevi, İstanbul, 1934.
4 Gilles Clément, The Planetary Garden and Other Writings, University of Pennsylvania Press, Philadelphia, 2015 (Alıntı çev.: Aslıhan Demirtaş).
5 Joan C. Tronto, Berenice Fisher, “Toward a Feminist Theory of Caring”, Circles of Care, SUNY Press, Albany, NY, 1990, s. 36-54 (Alıntı çev.: Aslıhan Demirtaş).
6 Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Can Yayınları, İstanbul, 1971.
7 “Pratikte sömürgeci ve yeni-sömürgeci bir yağma ve el koyma mekanizması olmuştur. Zamanla farklı şekillerde ortaya çıkan ekstraktivizm, sürdürülebilirliğine ve hatta kaynakların tükenmesine bakılmaksızın küresel Kuzey'in endüstriyel gelişimi ve refahı için gerekli olan hammaddelerin sömürülmesiyle gerçekleşti.” Acosta Alberto, 2013, “Extractivism and neoextractivism: two sides of the same curse”, Beyond Development: Alternative Visions from Latin America, Transnational Institute/Rosa Luxembourg Foundation, s. 61-86 (Alıntı çev.: Aslıhan Demirtaş).
8 Kazıp-çıkarmacılık, çıkarıp-sömürmecilik, hafriyatçılık kelimeleri her ne kadar cazip yaratıcılık içeriyorsa da ekstraktivizmin her alanını tasvir edemiyor; zira mineraller veya petrolle sınırlı değil, tarım, ormancılık, balıkçılık ve insan emeği gibi birçok sömürü alanını kapsar.
9 Sömürgecilik ve iklim krizi ilişkisine dair Banda Adalarının Hollanda tarafından kıyım ile ele geçirilmesiyle 1500lerde başlayan ve bugünkü düzeni tarifleyen anlatısı için bkz.: Amitav Ghosh, Nutmeg’s Curse: Parables for a Planet in Crisis, University of Chicago Press, 2022
10 Latife Tekin, Sürüklenme, Can Yayınları, İstanbul, 2018.
11 Nancy Fraser, “Behind Marx's Hidden Abode: For an Expanded Conception of Capitalism”, New Left Review, 86, 2014, s. 56
12 Hélène Frichot, Catharina Gabrielsson, Helen
Runting (ed.), Architecture and Feminisms: Ecologies, Economies, Technologies, Routledge, Londra, 2018.
13 A.e., 1971.
14 Robin Wall Kimmerer, Braiding sweetgrass: Indigenous wisdom, scientific knowledge, and the teachings of plants, Milkweed Editions, Minneapolis, Minnesota, 2013 (Alıntı çev.: Aslıhan Demirtaş).
15 Soner Ateşoğulları, “Arkeoloji Söyleşileri I: Prof. Dr.Halet Çambel”, Arkeoloji ve Arkeologlar Derneği, Ankara, s. 136, 2002. Bu cümlelere ilk dikkatimi çeken Yiğit Ozar'a teşekkürlerle.
16 Şu röportajdan esinle: “Neriman Altındağ Tüfekçi ve Nida Tüfekçi ile Kısa Söyleşi: Halit Kıvanç”, TRT, 1978: [https://www.youtube.com/watch?v=3nm-RXBlV5o].
17 Dilşad Aladağ, Eylül Şenses ve Yasemin Ülgen ile ve renkle çoğalmak niyetiyle, 2023.
18 Yaşar Kemal, İnce Memed I, Çağlayan Yayınevi, İstanbul, 1955.