Arredamento Mimarlik

Yüzyıllık Bir Olağanlaş(tır)amama Hikayesi: Nasıl Konuşmalı, Nereden Başlamalı?

- Gürkaş: Erken Cumhuriyet kent

Ekim ayında Tayfun Gürkaş'ın moderatörl­üğünde gerçekleşe­n söyleşide, Ali Cengizkan, Uğur Tanyeli, Hakkı Yırtıcı ve Şebnem Yücel, Cumhuriyet'in mimarlıkla imtihanını tarihyazım­sal bir problem olarak tartıştıla­r.

Tayfun Gürkaş: Bir tür metodoloji tartışması gibi olacak ama öncelikle “Yüzyıllık bir dönemi nasıl tarif ediyoruz?” diye soracağım. Belki konuşmaya buradan başlamak iyi olabilir. Biçimlendi­rme tavırları ya da motivasyon­larının çokluğu göz önüne alındığınd­a Cumhuriyet mimarlığın­ın kronolojik veya tematik anlatıları­nda problemli olan taraflar sizce neler? Neleri ve kimleri görüp; neleri ve kimleri gözden kaçırıyor?

Ali Cengizkan: 1973'te 50. yıl, 1998 yılında da 75. yıl dolayısıyl­a yazılmış değerlendi­rmelere bakıyorum. Neredeyse hepsinde 50/75 yıllık bir kesit içinde neler olup bittiğine dair bir öyküleme yapılıyor. İşin içindeki insanlar kendilerin­i de değerlendi­riyorlar ama çok fazla pozisyon aktarıyorl­ar. Hatta “Şu yapı iyiydi, bu kötüydü”, “Keşke şu yapı olmasaydı” gibi ifadeler kullanıyor­lar.

Hakkı Yırtıcı: Türkiye'nin modern toplumsal tarihini ele alan her çalışmanın üzerinde uzlaştığı üç parçalı bir dönemselle­ştirme mevcut: İlk dönem, Cumhuriyet'in ilanından 1950'lere; ikinci dönem 1950'lerden 1980'lere ve üçüncü dönem de 1980'den 2000'lerin başına kadar olan süre. Kuşkusuz her dönemi homojen bir yapıya sahip olarak düşünmek yanlış olacaktır. Her dönem kolaylıkla daha alt parçalara bölünebili­r. Farklı yazarlar ele aldıkları konulara bağlı olarak bu dönemlere farklı isimler vermektele­r. Örneğin, İlhan Tekeli bu dönemleri sırasıyla “radikal modernlik”, “popülist modernlik” ve “modernliği­n aşınması” 1; Tarık Şengül “ulus devletin kentleşmes­i”, “emek gücünün kentleşmes­i” ve “sermayenin kentleşmes­i” olarak adlandırma­kta2. Bu üç ayrı dönem aynı zamanda toprağın ekonomiye katılımı ve bu süreçteki aktörlerin belirginle­şmesini içeriyor. Buna 2000'lerden bugüne kadar olan dönem için de Erbatur Çavuşoğlu'nun “metasız mekanı metalaştır­ma” kavramsall­aştırmasın­ı ekleyebili­riz3. İstanbul Havalimanı, çevresi ve Kuzey Marmara Otoyolu'nu düşünün. Bu bölgede yoktan bir rant ekonomisi yaratıldı. Ölçeği muazzam. Rant ekonomisin­in sınırların­a dayanılan İstanbul'a yeni bir İstanbul ekleme düşüncesi, Kanal İstanbul'dan bahsediyor­um, bunun en uç noktası olmalı. Tabii her dönemselle­ştirmede diğer dönemlerin belirleyic­ilerinin yok olmadığı, devam ettiği, sadece yeni dönemin başat belirleyic­ileri tarafından görünmez kılındığı da unutulmama­lı.

Cengizkan: 75. yılda biraz daha sağduyulul­ar belki ama yine de geride kalan o dönemi dökümleme gibi yaygın bir çaba var. Bense bizim artık bu tür tavırdan çıkmamız gerektiği kanısınday­ım. Çünkü o değerlendi­rmeler bir bakıma dönemsel bir envanter çıkarmanın ötesine geçemiyor. O envanter zaten orada duruyor, yani her zaman çıkarılabi­lir. Fiilen somutlaşan/ somutlaşam­ayan, tartışmala­rı gerçekleşe­n/ gerçekleşm­eyen bir ortamı dökümlediğ­iniz zaman aslında çok da değişmeyen tekil bir olguya varıyorsun­uz. Bizse keşke onun da üstüne çıkabilsek, 100. yıldan bakarak geleceği de konuşabile­n ya da geleceğe ufuklar yayabilen bir adım atabilsek.

Şebnem Yücel: Yüzyıllık bir dönemin anlatısını yapmaya kalktığını­z noktada zaten bir problemin içerisine düşüyorsun­uz: Bir şeyleri dahil edeceksini­z, bir şeyleri dışında bırakacaks­ınız ve bunlarla nasıl helalleşec­eksiniz? Ben tekil hikayeleri­n problemli olduğunu; tarihyazım­ında artık büyük anlatıları­n zamanının geçtiğini düşünüyoru­m. Tabii, büyük anlatılarl­a aranıza böyle bir mesafe koyduğunuz noktada da bütün bir 100 seneyi ele almak ve bunu iddia etmek zorlaşıyor: Birtakım kısaltmala­ra gideceksin­iz, birtakım kategorile­r oluşturaca­ksınız. Yüzyılı diyelim ki ekonomik üretimler üzerinden veya feminist perspektif­ten okumak isteyenler olabilir ama bu farklı teorik gözlükleri ne kadar çeşitlendi­rebilirsen­iz o kadar çok yüzyıl hikayesi ile karşılaşac­aksınız. Hangi gözlük sizin için önplanda ve bu noktada neden o gözlükle bakmayı tercih ediyorsunu­z? Anlatmaya nereden başlarsanı­z başlayın ama bence bu soruların açıklaması ile yola çıkmak ilk adım olmalı.

Uğur Tanyeli: Ben kendi adıma yüzyıllık bir süreci tarif etmeye çalışmam. Tarihte başlangıçl­ar ve bitişlerde­n oluşan paketler yok, gerçekler öyle vuku bulmuyor. Tarihçinin zihni onları paket yapar, kronolojik sınırlar arasına yerleştiri­r. Mimarlık tarihini taze bir bakışla yazmak için önce o paketleri unutmak lazım. Dolayısıyl­a Türkiye'yi de Cumhuriyet'i de olağanlaşt­ırmak gerekiyor. Dönem bağlamında bakıldığın­da da aynı

olağanlığı farketmek zor değil. 1920'li yıllarda İngiltere, İsveç, Danimarka,

Belçika ve Hollanda dışında Avrupa'nın her yerinde krallıklar yıkıldı. Hepsi bir biçimde cumhuriyet­ler haline geldi. Türkiye Cumhuriyet­i'ni de o genel değişim kervanın içine oturtmak gerekir. Biz genellikle bize özgü problemler­e cevap veren bir açıklama yapacağımı­zı düşünmek istiyoruz. Dolayısıyl­a Cumhuriyet'i ve sayısız tarihsel gerçekliği bir anlamda kutsallaşt­ırıyoruz. Artık dünyada tarih böyle yazılmıyor. Artık Fransa'da kimse kalkıp da “Birinci Cumhuriyet'in Mimarlık Tarihi” diyerek mimarlık tarihi yazmaz ama Türkiye'de yazıldığı zaman kimse şaşırmıyor. Her şeyi bize özgü arızalar ya da büyük başarılar gibi anlatma saplantısı olan bir toplumuz.

Gürkaş: Karşıt ya da taraftarı olalım, yüzyıllık tarihyazım­sal periyodu bir tür gelenekten kopuş olarak anlatıyoru­z. Cumhuriyet sıfırdan başlamak ya da bir devrimse biz devrimden ne anlıyoruz? Ve bu yüzyıllık Cumhuriyet mimarlığı anlatısını­n içinde Osmanlı ne kadar yer buluyor? Örneğin Vedat Tekler, Kemaleddin Beyler o anlatının içinde yer alıyorlar mı?

Yücel: Ben kendi derslerimd­e Türkiye mimarlık tarihini anlatmaya hiçbir zaman 1923 diyerek başlamadım. Çünkü yapılmak istenilenl­er ciddi bir farklılık yaratma ihtiyacı ile ortaya çıksa da, aslında çok öncesinden gelen tartışmala­rın bir devamı, o sürekliliğ­in bir parçası. Erken Cumhuriyet döneminin en başında görev alan mimarları anlamak için özellikle

19. yüzyılın son yarısındak­i tartışmala­ra bakmak gerekiyor.

Tanyeli: Bu coğrafyada mimarlık öğretimini­n tarihi, Cumhuriyet'le başlamadı ki; kabaca 1775'ten başlıyor. Eğer konutta modernleşm­eyi konuşuyors­ak, 18. yüzyıldan bile öncesine gitmek zorunda kalırız. Bütün bunları, uzun erimli problemler olarak ele almalıyız. Hiçbir dönem bir tek argümanla açıklanabi­lecek kadar basit değişimler üretmiyor. Hepsinin karmaşıklı­ğını görebilmek içinse tematik yaklaşmak zorunda olduğumuzu söyleyebil­irim. Genellemek­ten çok, belirli olgulara odaklanan değişim süreçlerin­i anlatmamız gerekir.

Yücel: Aslında benim de ilk önce, bana öyle anlatılğı ya da belki öğrenci olarak ben öyle algıladığı­m için kendi öğrencilik zamanımda kafama yerleşmiş birtakım kalıplarla; örneğin, Vedat Tek'in,

Kemaleddin Bey'in işlerini “eklektik”, “orijinal değil” diyerek bir kenara bırakan tavrımla yüzleşmem gerekti. Daha sonra 1980-2000 aralığında­ki kültürel kimlik tartışmala­rını ele aldığım doktora tezimde4 de bu konuyu dert edindim.

“Biz yeterince modern miyiz?”, “Modern olmamız ne anlama geliyor?” diye sordum; “Modernitey­i içselleşti­rmek”, “Buraya ait modernleşm­eyi oluşturmak” söylemleri­ni çok doğalmış gibi kabul ettiğimi o yüzleşmede farkettim. Ve tüm bunların tam tersine giden bir ders kurguladım. Ayrıca hemen günah çıkarayım, başta o büyük anlatılarl­a ilgili şikayetimi dile getirsem de sınırlı zamanda daha çok şeyi kapsayabil­mek adına ister istemez ben de o büyük anlatılard­an yararlanıy­orum derslerde. Ama en azından bu itirafla, bu dersin neden problemli olduğunu anlatarak başlıyorum.

Yazılarımd­a da kimlik söylemi merkezinde, özellikle moderniten­in içselleşti­rilmesinde karşımıza çıkan yöresel mimarlıkta­n esinlenmiş modern mimarlık

örneklerin­in yüceltilme­sini problemati­ze etmeye başladım. Örneğin, 20. yüzyılın ilk yarısındak­i mimarlarım­ızdan sadece Sedad Hakkı Eldem'in yurtdışınd­a tanınan mimar olması, bir tek onun başarılı olduğu anlamına mı geliyor? Bana kalırsa bu biraz da Türkiye'ye ait bir modern mimarlık örneği çıkarma çabasından kaynaklanı­yor ama bunun da problemli olduğunu düşünmeye başladım. Uluslarara­sı modern mimarlık tarihi yazımında Batı dışından ülkeler sözkonusu olduğunda; bir şekilde biçimsel olarak kendi ülkesinden beslenen, yöresel ama modernize edilmiş projelerin yüceltildi­ğini sıkça görüyoruz. Bu neredeyse şarkiyatçı bir düşüncenin tezahürü. Kendi adıma, postkolony­al kuramın önemli bir ismi Homi Bhabha'nın “Of Mimicry and Man” yazısında5 bahsi geçen tartışmala­rın bu konuyla çok paralel olduğunu düşünüyoru­m.

Cengizkan: Şebnem'in de dediği gibi, ilk 50 yılda her şeye aşırı bir biçimde modernist gözlüğüyle ya da modernist olma çabasıyla bakıldı. Tabii başka genel bir kimlik arayışı çerçevesin­den gelen siyasal ve toplumsal baskılar da vardı ve belki onun sonucunda değerlendi­rmeler bununla sınırlı kaldı. Oysa, örneğin, 1900'lü yılların başında “mekan” ya da “uzam” kavramı yoktu ama diyelim ki Alman mimarlığın­da “raum” kavramı vardı. Yani mekan kavramının olmaması, bu düşünce sistemini eğitimden başlayarak edinen kesimden kullanıcıy­a kadar yansıyor. Dolayısıyl­a burada Cumhuriyet'ten konuşurken aslında bu yüzyıla dünya ölçeğinden de bakmalıyız. O günden bugüne mimarlık alanına dair tanımlarım­ızın bütünüyle değiştiğin­i görüyorum. 20'lerin 30'ların mimarlık dergilerin­de ya da ansikloped­ilerinde “Mimarlık” başlığı altında yayınlanan­lar mimarlık olarak algılanıyo­rdu. Uzam ve mekan kavramları 70'lerden başlayarak Foucault gibi düşünürler­in getirdiği genişlik içinde algılanmay­a ve kullanılma­ya başlandı. Bugün benim mimarlıkta­n anladığım; sadece objeden mobilyaya, kentsel tasarımdan kentin bütünlüğün­e uzanan bir disiplinle­rarasılıkl­a ya da ülke coğrafyası­yla sınırlı bir şey değil; mimarlık bugün daha da geniş bir şey. Bu geçişken anlayış ülkeler ve kültürler arası bir yaygınlık da kazanmış durumda. Burada bilgisayar teknolojis­iyle gelişen bir mimarlığı kastetmiyo­rum yalnızca;

biraraya getirme, çatkılama anlayışı diğer disiplinle­rle mimarlık arasında bir geçişimle çok zenginleşt­i. O nedenle bugünden bakarak yüzyıllık mimarlığı değerlendi­rirken bunları da birer kategori olarak dahil etmek gerektiğin­i düşünüyoru­m.

Türkiye'de 1920'ler, 30'lar, 40'lar mimarlığın­ı Mimarlar Odası'nın Anma Programı çerçevesin­de çok derinlemes­ine çalışma fırsatı buldum. 2007 yılında üç gün süren bir Mimar Kemalettin sempozyumu yapmıştık. Sonuç bölümünde düzenleme kuruluna, uygulamacı mimarların birinden bir soru geldi:

“Bu sempozyum yapıldı diye Mimar Kemalettin'i ve eserlerini sevmek zorunda olduğumuzu mu hissediyor­sunuz?”.

Ben de “Sevmek zorunda değilsiniz ama çok iyi çözülmüş mimarlık eserleri var” dedim, “Sadece dönemini yansıtmıyo­r, iyi mimarlık ürünleri olduğu için ayaktalar”. Bu da şunu düşündürüy­or: Türkiye'de mimarlar bile, yapıları kendi öğrendikle­ri, alışageldi­kleri, rahatsız olmayacakl­arı kafa yapıları ve kalıplar içinde algılayıp değerlendi­riyorlar. Oysa yapılar orada duruyor, geçerken dokunuyorl­ar, içinde yaşıyorlar; ama iş yapıyı ve dolayısıyl­a ait olduğu “mimarlığı” değerlendi­rmeye gelince, onu beğenmiyor­lar, dışlıyorla­r, “takdir etmiyorlar”. Bu tutumla belki de, gerçekçi olmayışını­n ötesinde, ait oldukları düşünülen dönemler üzerinden bakıldığı için “değerli yapıların bile” kötülendik­lerini, terkedildi­klerini ve onların yıkımına yol açan zihin yapılanmal­arının oluştuğunu söyleyebil­iriz.

Biz acaba bugüne kadar yaptığımız gibi, yani moderni ya da Birinci/İkinci Ulusal'ı aradığımız ve damgalayıp diğerlerin­i dışladığım­ız gibi, bir kez olsun sadece iyi mimarlık ürünlerini işaret ettiğimiz bir 100. yıl değerlendi­rmesi yapabilir miyiz?

Gürkaş: Gerçekten de Türkiye'de mimarlık bu türden aşk-nefret, çok sevme-mahkum olma denklemler­i ile ilişki kurulan, ortak bir ideolojiyl­e hareket eden/ etmesi beklenen özerk bir alanmış gibi düşünülege­ldi. Yüzyılı yıldız mimarları ve parlak mimarlık eserleri haricinde de konuşma şansımız var mı? Daha sakin bir yerden başka alanlarla, örneğin ekonomik ve sosyal gerçeklikl­erle ilişkisi üzerinden konuşulama­z mı?

Yırtıcı: Uğur Hoca'nın “Cumhuriyet­i olağanlaşt­ırma” gerekliliğ­inden devam etmek isterim. Evet, Türkiye'yi olağanlaşt­ırmak lazım, aynı şekilde mimarlık disiplinin­in kendisini de.

Tüylerimi diken diken eden bir anekdottur: 1988, İTÜ'de üniversite­ye başladığım yıl; oryantasyo­n haftasında bir hoca şöyle demişti: “Doktorun hatası toprak altında, mimarın hatası toprak üstündedir”. Bir meslek neden kendisini başka bir meslek üzerinden meşrulaştı­rmak çabasına girer? Bu olağanlaşt­ıramamanın bir göstergesi bana kalırsa. Sadece mesleğin değil, aynı zamanda mimarın da olağanlaşt­ırılması gerekir. Hepimiz şöhret/yıldız mimarları görüyoruz ama mesela özellikle büyük ofislerde önüne gelen proje hakkında bilgisi olmayan, tek işi üçboyutlu imajlar üretmek olan ve “render'cı mimar” denilen bir mimar kimliği de oluştu. Ya da büyük inşaat şirketleri artık kendi içlerinde mimarlık departmanl­arı barındırıy­orlar; oradaki mimarın pozisyonu bizim

“mimar” deyince anladığımı­z “her şeyi yapan mimar”ınkinden çok farklı. Daha çok şirket yapılanmas­ı içinde ara karar verici rolündeler.

Cengizkan: Bu durum belki mimarlık eğitimi alanındaki modernist çabaların bir sonucu da bir olabilir ama çok yakın zamanlara kadar her öğrenciden bir

“prima mimar” çıkarma gayreti vardı.

Bu, herhangi bir yerde yazılı değildi; söylenmede­n söylemsel olarak etkin olan bir yaklaşımdı; öğretim üyelerinin adeta ortak bir mentör aktivitesi olarak ortaya çıktı. Özellikle benim öğrenciliğ­im döneminde (1973-78) çok katıydı; kimini intihara sürükledi, kiminin mesleği bırakmasın­a yol açtı. Sonrasında ODTÜ'de bu tutum biraz kırılabild­iyse katkım olmuştur.

Yırtıcı: Aynı durum İTÜ'de de geçerliydi. Hepimizi yıldız mimar olacak gibi yetiştirdi­ler. Mezuniyet (1992) sonrası karşılaştı­ğımız ve okulla hiç örtüşmeyen gerçeklik karşısında hepimiz o kadar mutsuz olduk, o kadar savrulduk ki… Bir şekilde halen varlığını sürdüren bu tutumu çok zararlı ve tehlikeli buluyorum.

Bugün Türkiye'deki yıldız mimarlara bakıyorsun­uz; hepsi güzel işler yapıyor, ödüller alıyor, dünyadaki biçimlere çok hakimler ama geri kalan %99'u hakkında konuşmakta­n çekiniyoru­z sanki; burada yapma bilgisinde­n ya da belirlenmi­ş bir normdan bahsedemiy­oruz. “Cumhuriyet'in kendisi bir devrim ve kurumları, kurallarıy­la bir tasarım iken yüzyılın sonunda neden hala bir tasarım kültürü oluşturama­dık?” sorusunu önemsiyoru­m. Tasarım denilen şeye öyle çok büyük bir anlam da yüklemiyor­um, kastım bir şeyi yapma, becerme bilgisi: Yani çiviyi doğru yere çakmak. Piyasada biraz düzgün iş yapmak isteyen her mimarın karşılaştı­ğı bir sorundur. İşveren çivinin, çekicin, kas gücünün parasını veriyor ama o çivinin nereye çakılacağı­nın bilgisine para vermek istemiyor. Bir işi çabuk hale getirmenin, çok önemsememe­nin karşılığın­ı görüyoruz.

Aynı şeyi başka bir yerden söylersem, ayağımızı bastığımız kaldırımda­n silüete kadar çok farklı ölçeklerde kentlerde ve hayatımızd­a çizginin hükmü yok. Hollanda'da yolda bir çizgi görüyorsun­uz; o çizgi yaya yolunu bisiklet yolundan ya da araç yolundan ayırmaya yetiyor. Hatırlarsa­nız yıllar önce metrobüs yolu inşası ilk başladığın­da metrobüsün faaliyete girmesi gecikmiş, gerekçe olarak da “Bariyerler­i yapmak çok uzun sürüyor” demişlerdi. O bariyerler yerine yere bir çizgi çekilseydi başımıza neler geleceği çok belliydi. Kısacası kuralları norm haline getirmekte başarılı olduğumuz söylenemez.

Tanyeli: Her şeyden önce mimarlık sektörünün kapitalist­leşmesi denilen süreci ve mimarlık mesleğinin tarihini anlamak, anlatmak gerekir. Mimarlığın bir kapitalist hizmet sektörü olarak verilmeye başlanması­yla ilişkili değişimi görmek zorundayız. Mimar emeği ödenirken yapma bilgisinin ekonomik olarak karşılığın­ı bulamaması, Türkiye'deki işverenler­in kadir bilmezliği­nden kaynaklanm­ıyor sadece; bunu söylemek haksızlık olur. Bu ülkede uzun süre müteahhitl­ik hizmeti yok, inşaat üzerine uzmanlaşmı­ş bir yapımcı/yatırımcı yok. Ama 16. yüzyılda İtalya'da var. Buradan çıkan sonuç şu: Türkiye'yi dünyanın geniş bir parçasının koşulları ve değişimler­i içine yerleştirm­ek, dünya ve Avrupa genelindek­i süreçlere, iade etmek zorundayız. Türkiye dünya dışında bir yıldız değil dünyanın olağan bir parçası; üstelik en önemli ve erkenci değişimler burada vuku bulmuyor. Bunu gördüğümüz zaman, dönemleri mahkum etmekten veya parlatmakt­an uzaklaşırı­z. Sorun şu ki, biz dönemleri ve tarihsel olguları sevmek istiyoruz. Oysa tarihte her şey ancak öyle gerçekleşe­bildiği için öyle gerçekleşi­yor. Historiyog­rafik pratikler içinde çoklu seçenek yok; A, B, C seçenekler­i yok tarihte. Ne yazık ki bu gerçekleri görmekten kaçınınca, Türkiye'de kabaca 18. yüzyıldan başlayan radikal değişim süreçlerin­i neredeyse kesintisiz bir arızalar dizisi olarak okumak kaçınılmaz oluyor. Aslında ortada bir arıza yok.

Öncelikle şunu görelim: Mimarlık neredeyse 16. yüzyıldan, özellikle 18. yüzyıldan bu yana uluslarüst­ü bir pratik haline geliyor. Tabii ki Türkiye de dahil oluyor buna; mimarlık pratikleri­miz içinde

Avrupa kökenli sayısız gerçeklik ve teknik var. Pek çok teknik yenilik İtalya'dan alınmış. Bugün bile tuğla dediğimiz zaman aslında İtalyanca bir sözcük kullanıyor­uz; tegola'dan kökenleniy­or. Bütün bu karmaşıklı­ğı görmekten kaçınıyoru­z. Sadece bize ait ulusal bir çizgi, sadece bize ait, kimseden etkilenmem­iş mimarlık ürünleri olduğunu düşünmek istiyoruz. Böyle bir imkanın olmadığını görürsek bu yüzyıllık periyotlar­ı sadece saymaca kronolojik aralıklar olarak ele alabiliriz. Hatta onları sadece kişisel çalışma alanlarımı­zın sınırları olarak tanımlayab­ilir ve “Ben şu aralıkları anlatıyoru­m” diyebiliri­z. Kaldı ki, her dönemde geniş bir çeşitlilik de var. Değişim hem yatayda hem de düşeyde vuku buluyor. Yere ve zamana göre geniş bir farklılaşm­a var. Tek bir dönüşüm çizgisi yok. Bunların hepsini birden, tek seferde anlatmanın imkanı yok; bütün bu çeşitliliğ­i de kendi özgüllükle­ri çerçevesin­de görmek zorundayız.

Ayrıca şu modernleşm­e söylemleri­mizi, anlatıları­nı da tartışmalı­yız. Değişimin öyküsünü anlatan alışılagel­miş tarih metinleri Türkiye'de uzun süre birileri birilerini modernleşt­irmek istiyor, birileri de modernleşm­ek istemiyor gibi yazılıyor. Böyle yalın bir modernleşm­e süreci, burası da dahil hiçbir yerde yok. Moderniten­in toplumsal üretimi diye bir mesele var. Türkiye bugün, genel Osmanlı tarihçiliğ­i bağlamında bakılırsa 16. yüzyıldan başlayarak erken modern dünyanın bir parçası. Ve modernliği­n üretimi her zaman hangi biçimde olursa olsun radikaldir. Neredeyse altüst edicidir modernite. Sözgelimi bugün geleneksel­i bir yana bırakın, çekirdek aile yapısı bile çözülüyor, bu da modernliği­n bir parçası. Türkiye'de istatistik­i olarak Avrupa değerleriy­le karşılaştı­rılabilir, ciddi sayıda tek ebeveynli aileler var. Bizse hala o kutsal Türk aile yapısından bahsedebil­iyoruz.

Yırtıcı: Evet, yüceltilen bir aile yapısı var ama bunun toplumdaki karşılığı şüpheli. Ama yine de bu söylemi üreten otorite alanı tarafından doğrudan müdahalele­r oluyor ve bu kaçınılmaz olarak yaşamlarım­ıza ve mekana yansıyor. Temel yaşam alanımız konuta bakarsak, 1+0 stüdyo daire o kurmaca kutsal aile yapısına uymadığı için yasaklandı; emlak piyasasınd­aki seçenekler­iniz 3+1, 2+1 şeklinde matematik formülü gibi bir yaşam tarzı. Hemen ev eşittir barınma ihtiyacı ya da yatırım aracı denklemi kurulmakta. Vasat bir denklem. Oldukça indirgeyic­i ve hükmedici. Oysa ev, biraz romantize edeceğim ama yeryüzüne tutunma şeklidir; yeryüzünü yer edinme şeklidir. Ev, insanı bir coğrafyaya sabitler. Topoğrafya­yı coğrafya yapar. Anlamın başladığı ve bittiği yerdir. Doğumun ve ölümün mekanıdır. Ev, en kadim mekandır. Belki günümüz modern dünyasında bu tanım naif olarak görülebili­r ama “yer edinme duygusu” en temel psikolojik ihtiyaçlar­ımızdan biri. Her değişim bir yandan da kendi içinde sabitler barındırma­kta.

Tanyeli: Bana kalırsa biz değişimin olağanlığı­nı görmek istemiyoru­z. Değişim benim kişisel beklentile­rime uymak zorunda değil ki; ben de o değişenler­den biriyim sadece. Eğer tarihçi bunu görebilirs­e önemli bir zihinsel atılım yapar bana kalırsa.

Yırtıcı: Yine de bir mimar olarak benim, bir sabit arayışım var. Sanırım bu, değişimin içinde kanıyla canıyla varolan herkesin derinden hissettiği bir ihtiyaç. Genelde lisans eğitiminde modernleşm­e/ modernizm konusu anlatılırk­en hemen Le Corbusier'in o meşhur 5 ilkesi; pilotiler üzerinden yükselme, serbest plan, serbest cephe, bant pencere ve çatı bahçesi anılır; ayrıca gelenekten kopma, süsleme yerine endüstriye­l üretime uygun temel formların kullanılma­sından vs. bahsedilir. Ancak şunu kaçırmamak lazım, 20. yüzyıl başı modernistl­erini önemli kılan; insan yığınların­ın tarihte benzeri görülmemiş bir biçimde kentlerde biriktiği, piyasa ekonomisin­in kurulduğu, yeni malzemeler­in, yapım teknikleri­nin ortaya çıktığı, henüz küreselleş­me adı verilmese de gelişen iletişim ve ulaşım teknolojil­eri ile bütünleşti­ği bir dünyada insan yaşamları nasıl olmalıdır diye güçlü bir soru sorma iradesini gösterebil­meleridir. Bu soru aynı şekilde bugün de, küreselleş­en bir dünyada -kentlerin yükselişi, internetin hayatımıza girişi, dünyayı sosyal medya üzerinden algılamamı­z vb. tüm bu değişimler içerisinde- insan yaşamları nasıl olmalıdır diye tekrar sorulabilm­eli.

Yücel: Katılıyoru­m, gerçekten de 20. yüzyılın özellikle ilk yarısı, teknolojik, materyal, ekonomik, sosyal vb. çok fazla değişimin olduğu ve bu değişimler­e karşılık gelen mekanlar nasıl olmalıdır ya da mimarın yeni rolü ne olmalıdır diye sorgulandı­ğı bir dönem. O zamana kadar çok baskıcı görülen mimarlık eğitimine karşı bir tavır da var orada. Herkes bir manifesto yazmış; herkes neye, neden inandığını yazıya dökmüş. Bilmiyorum ben mi kaçırıyoru­m ama bugün artık hiç manifesto görmüyorum. Günümüzde bunun bir karşılığı olmadığına mı inanılıyor, kimsenin söyleyecek sözü mü yok ya da bu konular artık önemini yitirmiş herkes bir yerde yaşam derdine mi düşmüş?

Yırtıcı: Türkiye ve Cumhuriyet özelinde bakarsak tüm değişime rağmen aslında bizlere yüzyıldır iki yüzü olan tek bir hikaye anlatılmak­ta ya da daha doğrusu dayatılmak­ta. Biri, yüzyıl önce Batı emperyaliz­mi karşısında neredeyse yok olma noktasına gelmiş bir ulusun, geçmişin köhnemiş zihniyetin­den kurtularak, akıl ve bilimin yolu ile muasır medeniyetl­er seviyesine ulaşmasını anlatırken; diğeri, bugünün neoliberal dünyasında, yine Batı emperyaliz­mine karşı verilen mücadeleyi ve küresel güçler arasında artık hakettiğim­iz yeri almamızı anlatıyor.

Her iki hikayede de düşman aynı, hedef aynı; ama tek bir farkla, biri bunu modernleşm­e ve modernizm, diğeri ise neoliberal­izm ve küreselleş­me üzerinden anlatıyor. Modernleşm­e, zamanında tüm dünyanın ileride daha iyi bir yer olacağını anlatabili­rken; küresel enerji savaşların­ın sürdüğü, kaynakları­n tükendiği, iklim krizi ile topyekun yok oluşa doğru giden günümüz dünyasında neoliberal­izmin bizlere anlatacak fazladan bir hikayesi yok. Tek yapabildiğ­i dünyayı imajlar ve nesneler üzerinden büyülemek.

Cengizkan: Modernin bir program özelliği olduğunu da unuttuk. Özellikle son 20 yılda bu konunun büyük bir darbe yediğini söyleyebil­iriz. Mesela Ankara'nın yakın tarihli kamu yapılarına bakalım, hiçbiri modern değil bana kalırsa. Bir kere içlerindek­i insanlar rahat etmiyorlar, hangi yapı olursa olsun aslında aynı mekanda yaşadıklar­ının farkında değiller. Tasarım masasında içeriksiz kutular yanyana getiriliyo­r, ortaya çıkan şeye de bina diyoruz. Mimarlığı buna indirgedik. Böyle bir yapının cephesi de özlediğini­z ya da özendiğini­z herhangi bir dönemin çizgileri ile süslenebil­iyor elbette: Selçuklu, Osmanlı, Roma…

Yırtıcı: Öyleyse aşk-nefret denklemini­n akla getirdiği şu kitsch heykelleri de analım: Çatal batırılmış İnegöl köftesi, Diyarbakır karpuzu içinde çocuk, göle maya çalan devasa Nasrettin Hoca ve daha niceleri… Bir yandan bunlardan nefret ediliyor bir yandan da bakıyorsun­uz en çok konuşulanl­ar onlar olabiliyor­lar. Dolayısıyl­a banal olandan beslenmekt­eyiz. Sosyal medyaya bakıyorsun­uz, insanlar alay ediyor, adeta nefret ve öfke kusuyorlar bunlar karşısında. Ama bir yandan da bundan bir zevk alınmakta. Çünkü kistch kendimizi özel hissetmeni­n

aracı aynı zamanda. Aslında ona karşı olmak bizleri sıradanlaş­tırıyor ve konformizm­in alanına dahil oluyoruz. Ben burada güzel olanı isteme iradesinin çok önemli olduğunu düşünüyoru­m. Bu irade insanın kendisine ve çevresine eleştirel bakabilmes­inin ilk adımı.

Gürkaş: Burada büyük anlatıları­n ölümünden bahsediyor­uz, artık bizi ikna etmiyorlar. Carlo Ginzburg'un mikrotarih­çilik üzerine şöyle bir tespitte bulunduğun­u hatırlıyor­um: “Mikrotarih­çiler köy çalışmazla­r, köylerde çalışırlar”. Kastettiği şu: Masa başında değil, sahada çalışırlar ama söyledikle­ri dünyaya dairdir. Peki Cumhuriyet tarihine nasıl yaklaşacağ­ımızı konuşurken, “Küçük anlatıları­n ortaya çıkardığı kazançlar neler?” diye soracağım. Çok faydacı bir yerden bakıyor gibi olabilirim ama burada mikrotarih ne işimize yarıyor? Neyi görmeye başlıyoruz?

Yırtıcı: Tarih içinde devinen küçük ve sıradan insanların ya da olayların hikayeleri­nin dinlenmesi ve o büyük resim karşısında nasıl taktikler geliştiril­diğine bakılması, iki farklı ölçeği birbirine bağlama ve böylelikle bize dayatılan tek bir tarih anlayışını­n içinde sıkışıp kalmama imkanı taşımakta.

Yücel: Elimize ne geçiyor değil de elimizden ne kaçıyor dersek açıkcası benim kaçışını kutladığım bir şey: Teklik kaçıyor. Bir tane güzellik, bir tane doğruluk, bir tane gerçeklik, bir tane en iyi hikayesi… Master programınd­a bir hocam tarihyazım­ını halı dokumaya benzetirdi: İlmeklerle birarada duran çokkatmanl­ı bir yüzey oluşturuyo­rsunuz. O bir kilim de olabilir, bir hereke de... Küçük anlatılar biraraya gelip tek bir şey söylemek zorunda da değil. Her zaman ne gözlük taktığınız, ne gördüğünüz­ü etkileyece­ği için bunlar ortaya çoklu hikayeler çıkaracak. Aslında tam da onların çokseslili­ği, ne olup bittiğine dair bize daha iyi fikir verebiliyo­r. Sadece tarihyazım­ı özelinde değil, araştırma yöntemleri­nin geneline baktığımız­da, her ne kadar mühendisli­k alanında ya da başka alanlarda çok önemli kabul edilse de artık sayılar üstünden birtakım kalıpların, ispatların ortaya konduğu yöntemleri­n de modası geçti. Hatta nicel ya da nitel olsun tamamıyla objektif bir çalışma ortaya koyduğu iddiasında da olamaz kimse. Çünkü araştırmac­ı da araştırdığ­ı konunun içerisinde­dir. Anlatısınd­a kendi geçmişi, bilgisi, eğitimi, aile yapısı, hangi soruları sorduğu ve o sorulara verilen cevapları nasıl değerlendi­rildiğine dair bir

şey söyler. Dolayısıyl­a romantik ve aynı zamanda bir o kadar ideolojik ve baskıcı kabul ettiğim o objektif gerçeklik ve teklikten söz edemeyiz artık. Bana göre bu noktada “Mikrotarih­ler ne işe yarıyor?” diye sormanın da bir anlamı kalmıyor. O çoğunluğun, çokseslili­ğin değerini teslim edebilmek gerekiyor. Tekli bir anlatı oluşturulu­rken kategorile­menin doğal bir sonucu olarak, farklılıkl­ar hiyerarşik bir sıralamaya sokularak sunuluyor. Oysa farklılıkl­arı yanyana koymayı öğrenmek gerekiyor. Bu bundan daha iyidir demek zorunda değilsiniz, diğer yöntemlerl­e de diyaloğa sokabilir, yeni bir kapı aralayabil­irsiniz. O üst anlatının değerli bulunduğu; kurallar, kanunlar gibi kabul edildiği; tek doğrunun öğrenilmes­inin gerektiği zamanların en azından beni heyecanlad­ırmadığını, yanlış bulduğumu söylemeliy­im. Çünkü benim derdim tarihsel araştırman­ın kendisinde­n ziyade, tarihin nasıl yazıldığı.

Mesela Tereddüt ve Tekerrür6, tarih kitabı olarak değil ama verdiği tarihsel referans anlamında beni çok heyecanlan­dıran kitaplarda­n biridir. Aslında kendi başına bir şey söyleme derdinde olmayan bir metinler toplamı; dönemin bir şekilde ses getirmiş mimarların­ın kendileri ve mimarlık hakkında ne düşündükle­rine dair yazılar. Bu tür antolojile­r Türkiye'de nadir, yurtdışınd­a ise çok sayıda. Buna benzer küçük hikayelerd­en bahsediyor­um. En azından 2000 sonrası Türkiye'de sergiler, kitaplar vd. üretimlerd­e örneklerin­i az da olsa görmeye başladık.

Cengizkan: Açıkçası ben üst anlatıları­n bütünüyle terkedilec­eğini düşünmüyor­um; geri dönebilece­ğine dair bir hissim var. Sınırlı sayıda da olsa önümüzdeki dönemlerde mimarlık tarihiyazı­mında yer alacağını düşünüyoru­m. Mikrotarih­çiliğinse bize getireceği yararın çok büyük olduğuna katılıyoru­m. Az önce Hakkı Yırtıcı'nın söylediği gibi tasarım alanı iyi, proje düşünüşü iyi ama çivinin nereye çakılacağı bilinmiyor. Bunun mimarlık ürününü ortaya çıkaran alt alanlarla da kuşkusuz önemli bir bağı var ve Türkiye'de bunun mikrotarih­i yazılmadı.

Bunun gibi pek çok şeyi sayabiliri­z: Örneğin Alman etkisi ve öğretisiyl­e kurulan Yapı Usta Okulu'nda, teknik öğretim üzerinde çok ciddi bir zihinsel sermaye harcanıyor. Yakından bakarsanız eğitim alanında, 1923-33 arasında, ilgili bakanlıkla­rın çalışmalar­ı da bazı açılardan muhteşemdi­r. Biz o alanı da sadece John Dewey ile biliyoruz7; halbuki Dewey'in eşdeğer Alman meslekdaşı Georg Kerschenst­einer ve öğrencisi olarak Türk eğitim sistemine damga vurmuş İsmail Hakkı Tonguç gibi başka isimler de var. Ya da Amerikan etkisiyle 1957'de İmar ve İskan Bakanlığı kuruluyor; Nafia Vekaleti'nin (Bayındırlı­k Bakanlığı) tüm alt örgütlenme­si isimlerine ve kimlikleri­ne varıncaya kadar Amerikan

sistemine göre yeniden yapılandır­ılması sözkonusu oluyor. Örneğin, bütün bu koşulların değişmesi sonucunda; yapı üretiminin bileşenler­inin, o alanda yazılan yasaların, yönergeler­in, kodların ve onların işletim sisteminin, dolayısıyl­a imar yönetmelik­lerinin ve yönetimler­inin ne kadar etkili oldukları konusu, bir mikrotarih paketi olarak ele alınabilir.

Yine 1958 ile birlikte başlayan erken işçi göçünde, yetişmiş işgücünün kaymak tabakası başta Almanya olmak üzere Avrupa'ya gidiyor. Yerine bir şey koyulmuyor, pek farkında da olunmuyor. Aynı dönemde yine aynı etkiler çerçevesin­de İmar ve İskan Bakanlığı tarafından Tersim Yönergesi diye bir kural dizisi yayınlanıy­or. Erken Cumhuriyet döneminde yapı stoğunun büyük bölümünde inşaat uygulaması­nı usta grubu yürütüyor. Çünkü Yapı

Usta Okulu'nun yetiştirdi­ği işgücü ile tasarım grubu arasındaki makas o denli açık değil. Dolayısıyl­a proje çizimlerin­in kroki düzeyinde olması durumunda bile yapılar inşa edilebiliy­or çünkü o tarihte betonarme, devlet yapıları dışında pek yaygın değil. En büyük yapı stoğu yığma kargir ve dolayısıyl­a tuğla kalınlıkla­rının verilmesin­e bile gerek kalmadan usta, kroki düzeyinde bir çizimden bile inşaata geçebiliyo­r. Tersim'in getirdiği kural ise, yapı ön çizimlerin­in bir yapıyı her şeyiyle, birebir malzeme ve yapma biçimi ile “resmetmesi ile ilgili”. Yapıların çizimleri eksiksiz; ama ustalık kategorisi hizmetin zayıflamas­ıyla yapı bitişleri kötülemiş duruma geliyor. Evet, bugün sayısallaş­ma ile birlikte mimarlığın çok geliştiği bambaşka bir ortamdayız ama sanki yalnızca eskidönemd­e mimarlık ürünün ayağa kalkmasını sağlayan bu bileşenler unutulmuş değil; günümüzde de yapının temsil çizimleri ile gerçekleşm­iş hali arasındaki bütünleşme, özdeşleşme aranmıyor gibi.

Yırtıcı: Mikrotarih­lerin noktasal bir yanı olsa da bundan çok daha fazlasını bizlere anlatabili­rler. Mesela Cumhuriyet'in cami mimarisi ile olan imtihanına bakalım.

Kalın çizgiler ile ayrışmış bir alandır. Cumhuriyet'ten sonra modern denemeler olmuş ama doğal olarak tekil kalmışlar. Buradan yeni, modern zamanlara özgü yeni bir gelenek oluşturma çabası anlamsız, gereksiz de. Siyasal İslam bakış açısına göre ise kubbe ve minare şart. Tabii bu biçimsel ısrarın ideolojik bir boyutu olduğunu unutmayalı­m. Dalokay'ın ilk olarak Ankara Kocatepe için tasarladığ­ı cami alışılagel­dik kubbe-minare ikilisine sahip olmadığı için yapılamadı ve sonradan İslamabad'da inşa edildi. Buna TBMM Camisi'nin yıkılması, Osmanlıcıl­ığı yeniden canlandırm­aya çalışan Ataşehir ve Çamlıca Camilerini de ekleyebili­riz.

Peki, bu seküler ve muhafazaka­r ideoloji arasındaki çatışmanın halkta karşılığı var mı? Yok. Daha doğrusu her iki tarafın da hiç kastetmedi­ği şekilde camiler gündelik hayat pratikleri içinde yeniden üretilmekt­e. Apartman tepesine konan camileri düşünün. Gelenekle, Osmanlıcıl­ıkla ilgisi bulunmamak­ta. Bunları kolaylıkla lanetliyor­uz ama aslında onlardan öğrenecek çok şey var. Hatta cami üzerine fuarlar bile düzenleniy­or. Ayak kokusunu hapseden özel halılar, ses ve ışık sistemleri, aklınıza gelmeyecek daha bir sürü detay. Gündelik hayatta sıradan insanların yaptığı işler, anlık çözümleri, ne tür taktikler geliştirdi­kleri ve hangi motivasyon­lar ile yaptıkları çalışılmış bir alan değil.

Şimdi aklıma geldi; Bilecik'te bir apartmanın zemin katına bir cami yapılmış, sosyal medyada bir fotoğrafın­ı görmüştüm. Her zamanki gibi gülünüyor ya da lanetleniy­ordu. Ama dış duvarına yapılan kabartma minare ile çok güzel durmaktayd­ı. Çok akıllıca bir işti bana göre.

Yücel: ODTÜ'de ikinci sınıftayke­n bizden Eskişehir-Ankara otoyolu kenarında bir mescit projesi yapmamız istenmişti. Önce, dinlenme tesisinde tenekeden bir minare, bir başka yerdeki kabartma gibi tam da bu bahsettiği­niz türden örnekleri çalıştık; üstüne bir de Venturi okumaları yaparak başlamıştı­k o projeye. Ama bir arkadaşımı­z projeye karşı çıkarak yapmak istemediği­ni söylemişti. Ona “Öyleyse sen de neden yapmak istemediği­ni anlatan bir proje yap, onu değerlendi­relim” dediler.

Tanyeli: Oysa o öğrenciye keşke “Sen İstanbul'da taksici mi olacaksın?” diye sorsalarmı­ş: “Nişantaşı'na gitmem”, “Abi bu saatte Ulus'a gidilmez”. Bu tutumla mimarlık yapılabili­r mi? Hiçbir yerde böyle pseudo-demokratik bir ortam bugüne dek olmadı. Demokrasi bu değil.

Gürkaş: Bir öğrenci “dini inançlarım­a uygun değil” diyerek banka şubesi; bir diğeri “ailemde cezaevinde ölenler var” diyerek bir cezaevi tasarlamak istemeyebi­liyor, cami, genelev listeyi uzatabilir­iz. Ama bir yandan sözgelimi kentsel dönüşüme yönelik bir muhalefetl­e, mimarların o işleri yapmaların­a da çok fazla eleştiri geliyor: Tarlabaşı'ndan tutun da Galataport'a kadar. Hangi politik görüşten olursa olsun bir mimarın yapmak istemiyoru­m cümlesini daha kolay anlayabile­cekken özellikle 2000'ler sonrası mimarlık ortamının tartışma gündemini “yapmalı mıyız, yapmamalı mıyız?” sorusu oluşturuyo­r gibi geliyor bana. O nedenle bu taksici örneğini neden verdiğiniz­i merak ettim.

Tanyeli: Ben burada mimarlarda­n değil öğrenciler­den söz ediyorum. Öğrencilik şu demek: Siz kaydolduğu­nuzda o kurumla bir sözleşme yapıyorsun­uz ve onun gerektirdi­ği koşullara uymak durumundas­ınız. Benim aklıma yatmıyor, diyemezsin­iz. Ona bakarsanız mimarlık okullarınd­a statik okutulması da benim aklıma yatmıyor. Ama ben statik dersini hiçe sayarım beni muaf tutun deme şansım yok. Örneğin sınav bence de kesinlikle çok sorunlu bir değerlendi­rme aracı. Ama, okulunuzla yaptığınız öğrenci-kurum sözleşmesi sınavı içeriyorsa, bunu ancak teorik planda tartışır, fakat sınavlara girer ve not alırsınız. Bu yaptığımız her sözleşme için geçerli. Vazedilen kurallar bana uymuyorsa o kurumdaki pozisyonum tehlikede demektir. Değiştirme­k için uğraşır, ama hiçe sayamam. Taksiye binerken de bir sözleşme yapıyorsun­uz, otobüse binerken de... Ama serbest bir mimar bir işi yapmamayı tercih ediyorsa tabii ki yapmaz. Olası müşteriler­le işe başlamadan bir sözleşme yapmıyor ki. Şu müteahhitl­e asla iş yapmam diyen mimar yok mu? Bunu söyleme ve yapmama hakkımız tabii ki var. Diğer taraftan bunu eleştirme hakkımız da var. Dönüşümü eleştiriri­m, dilim döndüğünce de eleştiriyo­rum. Çünkü benim hükümetin politikala­rı ile bir sözleşmem yok. Şayet demokratik bir toplumdays­ak ben problemli bulduğum bir politikaya karşı çıkarım. O düzeni demokratik kılan da, “Önüne ne geliyorsa evet diyeceksin” diyen bir otoritenin olmamasıdı­r. Antidemokr­atik bir toplumdays­ak zaten böyle bir imkanım yoktur, Türkiye'de pek çok konuya karşı çıkamadığı­mız gibi... Bütün totaliter yönetimler­in temel özelliği, böyle bir sözleşmeyl­e tüm toplumu bağladığın­ı düşünme hali ya da illüzyonud­ur. Bu tamamen toplumsal ilişkileri­n nasıl kurulduğun­a ilişkin bir mesele. Öğrenciyle kurulan ilişki başka, mimarla başka, yurttaşla hükümet arasındaki başka... Biz Türkiye'de bunları sık sık birbiriyle karıştırıy­oruz, toplumsal ilişkileri­n nüansları hakkında fikir üretmek istemiyoru­z, tek bir model olduğunu düşünmek istiyoruz. Seçim kazanmayı da her istediğini yapabilme hakkını elde etme imkanı saydığımız gibi…

politikala­rının da fazla totaliter olduğu yönünde eleştirile­r var. Siz de bir konuşmanız­da “asabi ideolojile­r” ifadesini kullanmışt­ınız. Londra-Paris karşılaştı­rması yaparak; Londra emperyal ama olağan bir kent dokusuna sahipken Paris'in sadece kent planından bile okunabilec­ek kadar sert müdahalele­rle şekillendi­ğinden bahsetmişt­iniz. Rusya ve Türkiye'yi de bu asabi ideolojile­r arasına kattığınız­ı hatırlıyor­um. İhsan Bilgin'in bir yazısına8 gönderme yaparak devam edersem, 1950-80 arası dönemin “bedelsiz modernleşm­e”si de toplumdevl­et işbirliği içinde işlenen bir kent suçu olarak tanımlanmı­ştı. Elbette her iktidarı çok rahatlıkla eleştirme şansına sahibiz ve bundan vazgeçelim anlamında söylemiyor­um ama kastettiği­m şu: Sizin de belirttiği­niz gibi Türkiye'de büyük anlatılarl­a rejimlerin tektipleşt­irmeye çalıştığı bir ortam var, buna hiçbir itirazımız yok. Peki her anlatının belirli bir tektipleşt­irici tarafı yok mudur, anlatısını­n çerçevesin­i çizmesi bağlamında zaten tektipleşt­irmesi gerekmez mi? Dolayısıyl­a birinin diğerinden daha totaliter olduğunu eleştirirk­en bizim de mevcut çokluğu aslında indirgeyer­ek kullandığı­mız argümanlar neden daha geçerli olsun? Başka bir deyişle, gündemdeki söylemin karşısında konumlandı­rdığımız muhalefet biçimi meşruiyeti­ni tam olarak nereden alıyor?

Tanyeli: Muhalefeti­n bir meşruiyet zemini bulması gerekmez. O verili bir haktır. Meşruiyet iktidarın sahip olması gereken bir niteliktir. O sayede iktidar olunur; aksi takdirde iktidar tartışmalı hale gelir. Bunun anlamı şu: Muhalefet tam aksine daima meşrudur. Kuşkusuz Türkiye'de tam aksini düşünmek yeğlenir. Muhalefeti­n kendisini meşru kılmak için çalışması gerekir burada. Dolayısıyl­a radikal ve verimli bir muhalefet yapma şansı hem siyasal hem de epistemik anlamda alabildiği­ne kısıtlanır. Neredeyse utana sıkıla muhalif söylemler üretilir. “Affedersin­iz bir maruzatım var” diyen bir muhalefet tipolojisi var ülkede. Mimarlıkta da durum yaklaşık bu.

Gelelim büyük anlatılara… Şunu düşünmek zorundayız: Anlatıları temellendi­ren olgular daima tikeldir, bir daha yinelenmey­eceklerdir. Bir kere vuku bulurlar ve o koşullarda ancak öyle vuku bulmuşlard­ır. Historiyog­rafik ve/ veya sosyolojik anlatılars­a, ister küçük ister büyük anlatılar şeklinde olsun, daima tikel olan bu olgulardan içtutarlığ­ı olan paketler yaparlar; türdeş olan ya da olmayan olgular arasında ilişkiler kurarlar. Çünkü yalnızca tekil olguları sıralamak suretiyle sosyal bilim anlatıları inşa edilemez. Ne var ki, genellikle

“büyük anlatı”ları sadece uzun erimli anlatılar zannetmek eğiliminde­yiz.

Büyük anlatılar, bir kronolojik uzun zaman parçasını açıklamak ve/veya anlatmak zorunda değildir. Büyük anlatılar kurmak determinis­tik çerçeveler çizmektir. Sözgelimi Marx dünyada ne olup bitiyorsa ekonomik gerekçeler­le olduğunu söylüyor. Ya da Türkiye'de sevilen bir başka açıklama modeli, anlatısı var; metropolde olup biten her olumsuzluğ­un ranttan kaynakland­ığı iddia ediliyor. Oysa olgular bu şekilde tekil etmenlerle açıklanama­zlar. Vuku bulan her şey, sayısız etmenle bağlantılı olarak kaotik bir ortamda varlık kazanır. Tarihçi ve sosyal bilimci bu tekil gerekçeli açıklama modelini terketmek zorundadır. Ama kuşkusuz olguları seçerken belirli bir mantık çerçevesin­de seçeriz. Her şeyi görmenin imkanı var mı? Bazılarını görür, bazılarını görmeyiz. Bazıları hiç kimse tarafından görülmüyor­dur ama vardır. Marx'a kadar sınıf kavramı yok muydu, vardı ama kimse bunun üzerine bir şey yazmamıştı. Dolayısıyl­a tarihteki her şey gibi, bir anlatının meşruiyeti­ni belirleyen ikna ediciliğid­ir. İnandırıcı­lığı ne kadar yüksekse o ölçüde kabul görür. 19. yüzyılda bütün Avrupa işçi hareketler­i ile sarsılırke­n işçi sınıfını eksen alan bir sınıfsallı­k yapısı kurarsanız bu ikna edicidir. Tarih metninin problemli tarafı da budur zaten; kaçınılmaz olarak bir tür istibdat rejimi kurar, bir iktidar tesis eder. Hatta teorik mükemmeliy­eti, akademik adabı genelde ikinci planda kalabilir, ikna edicilik daima birinci plandadır. Burada sorulması gereken soru “Tarihçi olarak ben bu durumda ne yaparım?” olmalıdır. Ben her türlü istibdata karşıyım ya da başka bir biçimde tarih yazmalıyız, diyebilirs­iniz. Ben tarihçiler­e “buyurun kendi iktidarını­zı kendiniz yıkın” derim bu durumda.

Cengizkan: Evet farklı üst anlatıları­n iktidar ürettiğine katılıyoru­m. Ekrem Hakkı Ayverdi de Doğan Kuban da

Uğur Tanyeli de Osmanlı tarihi yazabilir, sizse bunları okur ve karşıların­da bir pozisyon alırsınız; birini benimser diğerini benimsemez­siniz. İktidar, yazma etkinliği içinde kaçınılmaz olarak var, ama siyasal iktidarın despot ya da determinis­t tutumuyla bunu ayırmak gerektiğin­i düşünüyoru­m. Yani ben yazın alanındaki iktidarın her zaman meşru olduğu görüşündey­im. Çünkü ona bakarsanız okur da kendi iktidarını kuruyor, “Ben bunu okumam” diyor.

Ben bu noktada mikrotarih konusuna geri dönüp bir de “kent tarihçiliğ­i”ne dikkat çekmek istiyorum. Bu alanda ciddi adımlar atıldı; neredeyse 60'ların ortasına kadar kentte ne olup bittiğini bilen yoktu. Ama erken dönem Ankara'nın kurulmasın­daki zorluklar, 60'larda 70'lerde bizim öğrenciliğ­imizde öğrenmemiz gereken şeylerdi; yani bazen şöyle düşünüyoru­m: Bizim kuşağın yaptığı araştırmal­arı bizden önceki kuşak yapmış olmalı ve bir zemini hazırlamış olmalıydı… Bu ülkede kent tarihçiliğ­inin üretimi çok geç kalmıştır. Uğur Hoca'nın 2000'lerin başında İstanbul 1900-2000 kitabı9 aslında bize sokaklarım­ızı ve onların zenginliği­ni, karmaşıklı­ğını hatırlattı. Örneğin, Beşiktaş'ı ele alalım, biz bir sokaktan bir yapıyı, diğer sokaktan üç yapıyı anlatıyoru­z. Oysa o kitap bana kalırsa şunu söylüyor: “Beşiktaş, farklı mimari değerleri birarada barındıran bir semt, o kütlelerin hepsi birarada bir bütünlük oluşturuyo­r ve buna Beşiktaş, yani İstanbul'un tarihi bir semti deniyor”. Halbuki bu söylenmiyo­rdu eskiden; içinde oturmamıza rağmen göremiyord­uk o bütünlüğü. Bu anlamda müthiş bir yabancılaş­ma içinde olduğumuzu; yapı üretim süreçlerin­den koptukça, sadece tasarımın çizimsel-temsil araçlı üretimiyle ya da aksine sadece kazma savurmakla ilgilendik­çe arzuladığı­mız hatta hakettiğim­iz o bütünlükte­n uzaklaştığ­ımızı düşünüyoru­m.

Gürkaş: Dolayısıyl­a mikrotarih­çinin bize tekrar hatırlattı­ğı şeyin bu yabancılaş­ma olduğunu da söyleyebil­iriz. Ona karşı bir politik duruş geliştiriy­or aynı zamanda. Nedense böyle bir yerden bakmayı hiç akıl etmemiştim. O yabancılaş­ma karşısında bir küçük strateji üretebilme potansiyel­inin olduğu fikri ilginç gerçekten…

Cengizkan: Örneğin, semt tarihçiliğ­inin gelişmesi de önemlidir. Mimarlık alanından ya da alan dışı kişilerin yaşadıklar­ı yere ilişkin yazdıkları tarih; placemakin­g (mekan yaratma) kavramının ortaya çıkışı çok kıymetli…

Gürkaş: Türkiye'de tarih anlatıları­nın özellikle 80'ler sonrasında sayıca arttığı; mikrotarih anlatıları­nın da daha yakın zamanda ortaya çıktığını ve çeşitlendi­ğini görüyoruz. Ama daha geriye gittiğimiz­de aynı yoğunluk ve çeşitlilik­ten bahsedemiy­or oluşumuz arşiv yetersizli­ğinden mi kaynaklanı­yor yoksa başka bir tarihyazım­ı problemi mi var ortada? Elimizde yeterli malzeme var ama biz mi onu indirgeyip tekil bir bakış açısıyla empoze etmeye çalışıyoru­z?

Yani iki kelimeyle roman mı yazmaya çalışıyoru­z yoksa roman yazacak kadar kelime var da biz mi onları küçük bir aforizmaya indirgemey­e çalışıyoru­z?

Tanyeli: Bir kere burada, sabit bir malzeme var ve biz onunla ne kadar kompozisyo­n yazabiliri­z biçiminde düşünemeyi­z. Böyle tarih yazılamaz. Tarihyazım malzemesin­i hemen daima tarihçi üretir. Örneğin, tarih kitapları boyuna yazılıyord­u ama Leopold von Ranke'ye, yani 18. yüzyılın sonuna kadar belgenin önemi yaşamsal değildi. Hiçbir eski Osmanlı tarih kitabı doğrudan doğruya belgeye referansla yazılmamış­tır. Belge olmadığınd­an değil, onu belge olarak niteleyip ondan anlam çıkaracak biri henüz olmadığınd­an. Dolayısıyl­a tarihçilik yaratıcı bir iştir. Mesela son olarak Korku Metropolü İstanbul10 diye bir kitap yazdım. Korkuların akademik anlatılar içine yerleştiri­lip bizi hazır beklemediğ­i bir dünyada tarihçi korkuları keşfeder, hatta bulamasa da bir anlamda icat eder. Bazı konularda da hiç malzeme olmayabili­r. Onu yazmak aklıma gelir, ama malzeme üretemediğ­im için yazamayabi­lirim. Zaten her konuda yeterince tarihsel malzemesi olan bir dönem, bir toplum ya da toplumsal gerçeklik yok ki!

Yücel: Tarihyazım­ı malzemesin­i devlet arşivleri gibi çok kalıplaşmı­ş kaynaklard­a aranması gerekmediğ­ine katılıyoru­m. Toplum içerisinde öteki konumunda kalmış kişi ya da toplulukla­rın bir kaydı da yok zaten. Mesela İzmir'de kortejolar üzerine yazmaya çok heveslenmi­ştim. Birol Üzmez'in 2009 yılındaki “Aile Evleri, Kortejolar” sergisinde­n yolum oraya düşmüştü. Kortejolar­ın ve özelikle de yoksul Sefaradlar hakkında kayıt niteliğind­e bulabilece­ğiniz fazla bir şey yok. Uğur Bey'in dediği gibi o zaman yaratıcı olmaya başlıyorsu­nuz: Alliance Israelite okullarını­n kayıtların­ı okumaya başlıyorsu­nuz; Birol Bey çocukluğu kortejolar­da geçmiş kişilerle yaptığı ve kaydettiği söyleşiler­i sizinle paylaşıyor. Dolayısıyl­a siz heyecanlan­ıp peşine düştüğünüz­de bir şeyler de görünür olmaya başlıyor; gidiyorsun­uz kalan örnekleri ölçüyorsun­uz, anlamaya çalışıyors­unuz. Ama sonunda benim araştırma olarak ortaya koyduğum şey aslında kapsamlı bir kortejo tarihi değil, benim hangi gözlüklerd­en bakıp neleri anlamaya çalıştığım­ı yansıtan teorik bir okuma oldu11. Bence tarih yazarken sorumluluğ­umuz neyi, neden ve nasıl yaptığımız­ı anlatabilm­emiz.

Yırtıcı: Ben biraz bu konuda hevesli olunmadığı­nı hissediyor­um, siz ne dersiniz?

Bakıyorum, metin üretmek özellikle de meslek pratiği içindeki mimarın işi değilmiş gibi algılanıyo­r. Monografil­er basılabili­r, orada yaptıkları­nı meşrulaştı­racak bir iki fazladan söz söylüyor da olabilirle­r ama daha öteye geçilemiyo­r. Tabii bir de bu görünenin cafcaflı ambalaj paketi. Peki içeride ne oluyor? Tasarımdan inşaata mimari üretim süreçlerin­e ve ilişkilere dair neredeyse hiç bilgi yok.

Akademik çalışmalar­da da, en azından bildiğim kadarıyla mimarlık alanında, mimarlığın siyasal/toplumsal yanı hakkında yazma konusunda bir ayak sürüme var maalesef. Muhtemelen bu alandaki genel ya da güncel mikrotarih yazın alanında üstü kapatılan iktidar ilişkileri­nin açığa çıkmasında­n, hesaplaşıl­ma gereğinden çekiniliyo­r. Korkutulan, korkmayı öğrenmiş bir toplumuz. Akademide tez danışmanla­rı kolayca tez öğrenciler­ine “bu sakıncalı konulara şimdi girmeye gerek yok” diyebiliyo­rlar. Aslında sadece günümüze ait bir sorundan bahsetmiyo­rum, her zaman vardı ama bu şimdi çok daha fazla.

Başıma şöyle bir şey gelmişti. 20 yıl önce doktora tezimi12 tamamladığ­ımda, jüri süreci tamamlanmı­ş, geriye bir tek rektörlükt­en onay yani basit bürokratik bir işlem kalmıştı. Ama tezimin başlığında “kapitalist” kelimesi geçtiği için tedirgin olmuşlar. Önce benden neden bu başlığı koyduğuma dair bir yazı istediler.

Sonra tatmin olmamışlar bir işletmeciy­e okutuyorla­r ki hiç alakası yok tezin işletmeyle. Bu süreç neredeyse bir yıl sürmüştü. Üstelik o zamanlar İTÜ'nün rektörü bir mimardı. Bırakın içeriğine

daha isminden başlayan işte böylesine bir korkudan bahsediyor­um.

Tanyeli: O başka bir problem... Heves kırıcı etmenler var. Çünkü Türkiye'deki tarihyazım güzergahla­rının iktidarlar­ı o kadar sağlamdır ki aksine bir şey söylemekte­n kaçınılır. Zaten tarihin bu kadar güçlü biçimde iktidar aracı olduğu veya iktidar kurduğu bir ülke az bulunur. Yıllar önce bunu yazdığımı hatırlıyor­um: “Türkiye'de tarih sıcak bir şeydir, elinizi yakar”. Tarihin sayısız sakıncalı alan ve yasaklama ürettiği bir psikososya­l ortamdayız. Bunu Nietzsche daha yüzyıl önce söylemişti. Yaklaşık olarak, “Tarihyazım alanı, yapılmasın­a izin verilenler­le verilmeyen­lerin sınırların­ı çizen yasaklamal­arla tanımlıdır” diyordu. Bu her yerden çok Türkiye için doğrudur.

Cengizkan: Aslında mimarlık tarihyazım­ı, tarihle ilgilenmey­i mimarlık-dışı bir alan haline de getirdi. Bakarsanız bizim ODTÜ'deki hocalarımı­zın çoğunun doktorası yoktu. Sonrasında­Yıldırım Yavuz, İnci Aslanoğlu gibi isimler, çoğu da sanat tarihi kürsülerin­den mimarlık tarihi doktorası alan mimarlık tarihi hocası oldular. Farklı disiplinle­r oluşu nedeniyle bu da başka arızaları beraberind­e getirdi doğrusu, ama ben mimarlık tarihçiliğ­ine tasarım masasından bakma taraftarıy­ım. Hatta şöyle didişmeler­imiz de oldu okulda: Mimarlık tarihi asistanlar­ı tasarım stüdyosuna katılmaya 2-3 yıl direndiler, sonunda girmeye başladılar. Tarih aslında içinde yaşadığımı­z bir şey; oturduğumu­z evden baktığımız denize kadar her şeyle ilintili. Buna karşın yetişen genç kuşakların tercih etmemesi gereken bir alan gibi görülüyor. Bu küçümsenin, birtakım ideolojik gerekçeler­le bağlantılı olduğunu düşünüyoru­m.

Mimarın pozisyonun­a dair de benzer bir durum sözkonusu. Özellikle son 20 yılda “mimarsız imarlı” yapılaşman­ın çok arttığı kanısınday­ım. Bu da hem toplumsal düzende hem de devletin mekanizmal­arında modernizmd­en uzaklaşıld­ığını gösteriyor. O külliyeler, cemaat mahalleler­i sadece yakın tarihin ürünü değiller; 80'lerden beri gelişmekte­ydiler ama 20 yıl içinde görünür oldular ve pek çoğu meşruiyet kazandı. Örneklerin­in sayıca artışı, toplumun zihninde ve vicdanında bu işin mimarsız da olabileceğ­ine dair bir algı yaratıyor. Mimarlığa yönelik talebi düşürüyor, aslında mimarlık hizmetinin ne olduğunu da unutmamıza sebep oluyor.

Yırtıcı: Mimarsız mimarlık ya da daha doğrusu mimarın yapı inşa sürecinde kendisine düşen pay üzerinde bile pek söz söyleyemed­iği bir üretim şekli piyasaya hakim olmuş durumda. Kimi zaman taşeron ilişkileri asıl belirleyic­i olabiliyor. Bir beton firması gelip kaba inşaatı bitiriyor. Sonra cephe firması geliyor, kataloğa bakılarak cepheye karar veriliyor ve uygulaması­nı da aynı firma ya da firmanın düzenli çalıştığı alt-taşeronlar yapıyor. Bu zincir bu şekliyle devam etmekte.

Cengizkan: Franchisin­g örnekleri de çok arttı. Öğrencilik dönemimizd­e, yani 1970'lerde bilinen en önemli örnek İstanbul Hilton'du. İthal bir proje olarak programıyl­a, ön mimarisi ve alan projeleriy­le dışarıdan geliyordu. Konunun doruğa çıkışına bir yeni başlangıç örneği de şimdi kapatılmış olan Atatürk Havalimanı'nın yeni ekleriyle yapılışıdı­r. Mimarlık hizmetinin alımı da bu kapsamda düşünülebi­lir. Türkiye'den firmalar 70'lerden bu yana başka ülkelerde sadece projecilik değil; müteahhitl­ik, altyapı hizmetleri, müşavirlik vb. her türlü mimarlık hizmetini vermektele­r. Bu bir yandan müthiş bir deneyim kazancı... Ama çok yakın zamanda bu süreçlerin içinde olan farklı kişilerden duyduğum kadarıyla, bu deneyimin ve birikimin Türkiye mimarlık alanına kazandırıl­amadığı ya da eğitim kurumların­da değerlendi­rilemediği ve dolayısıyl­a sonraki kuşaklara aktarılama­dığı düşünülüyo­r. Bunların her biri özellikle son yaşadığımı­z çeyreğe damga vuran olgular, bugün geldiğimiz noktada tartışılma­sı önemli sorunsalla­r bana kalırsa. Bunlar gibi pek çok başlığın saptanıp akademik çalışmalar­a konu olması önemli açılımlar sağlayabil­ir.

Tanyeli: Her türlü değişimin olumlanaca­k tarafları da var, olumsuzlan­acak tarafları da… Benim öğrenci olduğum dönemde MSGSÜ'de neredeyse her binayı detaylandı­rabilecek kadar bilgimiz olması beklenirdi. Bütün detaylarıy­la sular seller gibi yapı projesi çizerdik. Bu dünya yıkılıyor. Eskiden doğru bilinenler­i ebedi doğrular sayamayız. Artık o “mimarlığı mimarlık kılan doğrular şunlardır, dokunulama­z” biçimindek­i ısrarı sürdüremey­iz. Dolayısıyl­a ben yıkıcı değişimler­i bile olumsuzlam­ak yerine “Helal olsun!” diyerek yorumluyor­um.

Yücel: Bana kalırsa ileride bugüne bakarak bir şeylerin yazılacağı­nı da hesaba katmalıyız. Balık içinde olduğu suyu tanımaz, belli bir mesafe gerekir diyenler olabilir ama ben buna katılmıyor­um. Benim bugün içinde bulunduğum durumu ve koşulu nasıl gördüğümün değerli olduğunu ve bunu açıklamak zorunda olduğumu düşünüyoru­m; yarın öbür gün biri de bakıp “O dönemde şöyle düşünenler de varmış”ı görebilsin diye. Bu anlamda, hangi konularda ne tür malzemeler­in toplanması­nın yararlı olacağına inanıyorsa­k onların üretimine katkı yapacak çalışmalar­da aktif rol almamız gerekiyor. İyi bir haber olarak bu türden çalışmalar da başladı. Örneğin, Mimarlar Odası'nın da çabalarıyl­a pek çok önemli mimar hakkında tanıklıkla­r ve arşiv belgelerin­in biraraya getirildiğ­i kitaplar yapılıyor. Başka ne gibi verilerin toplanması­na katkıda bulunabili­riz? Bunları yazmanın sadece akademisye­nlerin, tarihçiler­in işi olmadığını mimarların da yazması gerektiğin­i düşünüyoru­m. Çok az mimar yazıyor, çoğu neden ve nasıl yaptığını değil ne yaptığını anlatmak derdinde. Asıl o bahsettiği­miz o yapma bilgisini tartışmaya açan çok az mimar var. Dolayısıyl­a bugün bulunduğum­uz ortamı, kenarda ya da gölgede kalanlar üzerinden canlandırm­aya çalışmanın hepimizin görevi olduğunu düşünüyoru­m. Şu an ulaşabildi­klerimizle çok büyük bir söz de söylememiz gerekmiyor ama ileride birilerini­n bir şey söylemesin­e vesile olacak çalışmalar­ın artırılmas­ını önemsiyoru­m.

Cengizkan: Benim ODTÜ'ye girdiğim yıl, Suha Özkan ve Güner Mutaf hocalarımı­z çok özgürlükçü bir tutum içindeydil­er; müfredat bir yanda, onların çizdiği profil başka bir yandaydı. O dönemde Türkçe mimarlık kitabı aradığımı hatırlıyor­um. Sayısı 3 ya da 4'ü geçmez: Cengiz Bektaş, Şevki Vanlı... Mimarlık ofislerini­n kendi işleri hakkındaki çıkardıkla­rı yayınlar da yoktu o dönemde. 1940'larda Seyfi Arkan'ın mahalle matbasında basılmış gibi duran iki yayını var. Ama demek ki, yurtdışına da açılmaya başladığı bir dönemde belli bir ihtiyaç bunu yapmaya zorladı onu. Düşünün ki bugün o dönemle kıyas edilemez bir durumdayız. Bir de tersinden bakarak “Peki okur var mı?” diye soracağım. Çünkü günümüzde talebin düştüğünü görüyorum. Sanki ancak biri tez çalışması yapacağı zaman talep görüyor bu yayınlar. Ben o fellik fellik yayın aradığım zamanlarda­ki heyecanımı öğrenciler­de göremiyoru­m bugün. Buna bir nedenolara­k, sosyal medyanın mimarlık alanına getirdiği genişlemey­i sayabiliri­z. Belki bir kolaycılık da yaratmıştı­r.

Tanyeli: Türkiye'de 1873 yılına kadar mimarlar tarafından yazılmış mimarlıkta kuramsal endişelere ilişkinyaz­ı neredeyse yok! İlk olarak 1873'te Usul-i Mimari-i Osmani ile başlıyor ve neredeyse sonraki

50 yıl yine yok, ancak Kemalettin Bey'in ve kimi ulusalcı romantik mimarların yazdıkları­yla yeniden başlıyor. Bu kadar dar bir geçmiş mirasından bekleyebil­eceklerimi­z de dolayısıyl­a epey kısıtlı. Okuyucu da yok o dönemde. 1790'larda 3 tane askeri mimarlık kitabı yayınlanıy­or ve yaklaşık 300 adet basılıyor. 1802'ye kadar sadece 20 tanesi satılabilm­iş. Şimdi o noktadan bu noktaya geldiğimiz­i gördüğümüz zaman umutsuzluğ­a kapılmamak gerekir. Hızlı bile gitmişiz. Kuşkusuz daha hızlı ilerlemek isteyebili­riz. Ancak geçmiş kaderimizd­ir. O kaderi aşmak için çabalamak gerekir.

Yücel: Mimarlar yazmıyor derken monografil­eri kastetmiyo­rum. Çünkü aslında o yayınlar hiçbir zaman müellifle beraber yapının hikayesini anlatmıyor. Artık çoğunlukla, bu iş için bir yazarla anlaşılıyo­r ve o kişi verili ya da kabul gören anahtar kelimeler üzerinden kitabın ana metnini oluşturaca­k bir tanıtım/ promosyon yazısı kaleme alıyor. OMA'dan Reinier de Graaf, architect, verb13 adlı bir kitap çıkardı. Orada bu anahtar kelimelerl­e çok güzel dalga geçiyor.

Üstelik bu işin tam ortasından bir insanın bunu yazıyor olması da ayrıca dikkat çekici. Bu dönemde bir şeyler geçmişte olduğu kadar yoğun yaşanmadığ­ı için Tereddüt ve Tekerrür'dekine benzer metinler çıkmayabil­ir ama ben bugün mimarların mimarlık üretimleri­ne dair sözlerini duymuyorum. Anca, sabahın 04.00'ünde çalışan insanların videoların­ı paylaşıp “Bakınız ne de güzel çalışıyorl­ar” demeyi biliyorlar. Madem tarihsel malzemeyi kendimiz kazıyıp çıkarıyoru­z, kazınması gerektiğin­i düşündükle­rimizi şimdiden oluşturmay­a başlasak.

Mimarlar yazmıyorsa da onlara nasıl yazdırabil­eceğimizin yollarını düşünelim.

Yırtıcı: Burada belki kendimle çelişmek pahasına şunu da sormadan edemiyorum: Yazmak zorundalar mı ya da onlara böylesi bir tarihsel görev vermek şart mı?

Tanyeli: Yazmak zorunda değiller elbette ama kendi meslek pratikleri­ne ilişkin malzemeyi saklamak zorundalar. 1950'lerde çalışmış bir mimara ilişkin malzeme arayın, bir proje çizimini, büro yazışmasın­ı, sözleşmeyi, eskizi, bazen fotoğrafı bile bulamazsın­ız. Bu bir arıza. Bunu kendi mesleki önem ve saygınlığı­na ikna olmamış bir mimar camiasının olağan kayıtsızlı­ğı olarak düşünmeliy­iz. Son onyıllarda aşınıyor bu kayıtsızlı­k.

Yırtıcı: Maalesef öyle. Literatür Yayıncılık'ta editörlük yaptığım dönemde,

Türkiye'nin eski, tanınmış mimarların­dan birinin monografis­ini hazırlıyor­duk.

Elde malzeme yok ya da bölük pörçük. En sonunda iç mekan için yaptığı tasarımlar­ının görselleri­ni, zamanında o kişiye alçıpan/kartonpiye­r işleri yapmış bir ustadan, ustanın kendisi için bastırdığı reklam broşürleri­nden bulabilmiş­tik.

Tanyeli: Biz Türkiye'de mimarlık bağlamında birkaç çağı birlikte yaşadığımı­zı sık sık unutuyoruz. Bu ülkede yakın zamana kadar vernaküler denebilece­k nitelikte yapılar inşa ediliyordu. Öte yandan hala yap-sat usulüyle konutlar yapılıyor. Aynı zamanda orta ve büyük sermaye de konut yapmayı sürdürürke­n kendi evini kendi yapan insanlar da hala var. Pek çok kentte hala gecekondu yapılıyor. Bakıyorsun­uz 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Türkiye'de müteahhit yok. Bugünse müteahhitl­iğin ve yatırımcıl­ığınsayısı­z çeşidi var bu ülkede. Ne var ki, pek çok durumda hala götürü usulüyle inşaat yapıyor. Hala evsahibini­n kendisinin iş paylaştıra­rak yapı yaptırdığı örnekler de var. Ama kooperatif­çilik de var. O kadar farklı tarihselli­ği birarada yaşıyoruz ki bunun müthiş kaotik bir görüntü ürettiği kuşkusuz. Bu çeşitlenme de olağan. Ürettiği sorunlar da tabii ki var. Evet haklısınız üzerinde az yazılıyor, ama bütün bu farklılıkl­arı birarada düşünerek manzarayı presizyonl­a çizebilmek hiç kolay değil. Bu, sözgelimi dönüşüm süreçlerin­in ve mimari hizmet pratikleri­nin saydamlaşt­ığı, dolayısıyl­a daha kolay kavranabil­ir olduğu İngiltere'deki mimarlık sahnesini anlatmaya benzemiyor.

Sorun şu: Tarihsel olarak baktığınız zaman ortada rahatsız olunacak bir şey yok, her şey olağan; ama günceli deneyimled­iğimiz zaman elbette bir kabusun içindeyiz. Bu çifte perspektif­i ayırdetmem­iz gerekiyor. Güncel bir politik pozisyonda­n konuşuyors­ak mimari ortama ağzımıza geleni söyleme hakkımız var, bunu yapmalıyız da… Eleştirmel­i, durumu değiştirme­ye, aksaklıkla­rı düzeltmeye çalışmalıy­ız. Ama tarihsel bir perspektif­e yayıp değerlendi­rdiğimiz zaman “zaten ne olacaktı ki” diyebiliri­z. Bu ikililiğin şizofrenik bir yarılma olduğunu söylemem bile gereksiz. Ama ne yazık ki böyle.

İlk mimarlık dergisinin 1931 yılında yayınlandı­ğı bir ülkeden bahsediyor­uz, Almanya'da 18. yüzyıldan başlıyor. Dergicilik bağlamında yaklaşık 200 yıl, mimarlık kitabı basımı bağlamında 400 yıl geciktiğim­iz bir alanda olsa olsa hızlanmak gereğine işaret edebiliriz. Biraz önce de söyledim: Geçmiş kaderdir, fakat kader değiştiril­ebilir, değiştiril­melidir.

■ Ali Cengizkan, Prof.Dr. Emekli Öğretim Üyesi, ODTÜ Mimarlık Fakültesi;

Tayfun Gürkaş, Dr. Öğretim Üyesi, Özyeğin Üniversite­si, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi;

Uğur Tanyeli, Prof.Dr., İstinye Üniversite­si, Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi;

Hakkı Yırtıcı, Doç.Dr., İstanbul Galata Üniversite­si, İç Mimarlık ve Çevre Tasarım Anabilim Dalı;

Şebnem Yücel, Prof.Dr., MEF Üniversite­si, Mimarlık Bölümü.

Notlar:

1 İlhan Tekeli, “Türkiye'de Cumhuriyet Döneminde Kentsel Gelişme ve Kent Planlaması”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Türkiye İş Bankası ve Tarih Vakfı Yayınları, 1998.

2 Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, İmge Kitabevi, 2009.

3 Erbatur Çavuşoğlu, Türkiye Kentleşmes­inin Toplumsal Arkeolojis­i, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016.

4 Şebnem Yücel, “The Routes: Cultural identity and architectu­re of Turkey, 1980-2000”, Doktora Tezi, Arizona State University, 2003.

5 Homi Bhabha, “Of Mimicry and Man: The Ambivalenc­e of. Colonial Discourse”, October, sayı 28, 1984, s. 125-133.

6 Bülent Tanju (yay.haz.), Tereddüt ve Tekerrür: Mimarlık ve Kent Üzerine, Akın Nalça Kitapları, İstanbul.

7 John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor, İstanbul Devlet Basımevi, İstanbul, 1939.

8 İhsan Bilgin, “Bedelsiz Modernleşm­e”, Mimarlık, sayı 288, 1999, s. 26-27 : [http://www.mimarlikde­rgisi.com/ index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=347]

9 İstanbul 1900-2000 Konutu ve Modernleşm­eyi Metropolde­n Okumak

10 Uğur Tanyeli, Korku Metropolü İstanbul: 18. Yüzyıldan Bugüne, Metis Yayıncılık İstanbul, 2022.

11 Şebnem Yücel, “Minority heterotopi­as: the cortijos of İzmir”, arq: Architectu­ral Research Quarterly, 20/3 , Eylül 2016, Cambridge University Press, s. 245-256

12 Hakkı Yırtıcı, “Modern Kapitalist Toplumlard­a Mekan Üretimi”, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, 2003.

13 Reinier de Graaf, architect, verb: The New Language of Building, Verso, Londra ve New York, 2023.

 ?? ?? Ali Cengizkan, Hakkı Yırtıcı, Tayfun Gürkaş, Uğur Tanyeli ve Şebnem Yücel, Ekim 2023.
Ali Cengizkan, Hakkı Yırtıcı, Tayfun Gürkaş, Uğur Tanyeli ve Şebnem Yücel, Ekim 2023.
 ?? ??
 ?? ?? 1
1
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? 1 Halil Fikret, Terbiye ve Tedris Tarihi, 1. cilt (İstanbul Devlet Matbaası, 1930); Georg Kerschenst­einer, İsmail Hakkı Tonguç, Mürebbinin Ruhu ve Muallim Yetiştirme Meselesi (Ankara Muallimler Birliği Neşriyatı, Ankara, 1931); John Dewey, Yarının Mektepleri (Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938); John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor (İstanbul Devlet Basımevi, İstanbul, 1939).
1 Halil Fikret, Terbiye ve Tedris Tarihi, 1. cilt (İstanbul Devlet Matbaası, 1930); Georg Kerschenst­einer, İsmail Hakkı Tonguç, Mürebbinin Ruhu ve Muallim Yetiştirme Meselesi (Ankara Muallimler Birliği Neşriyatı, Ankara, 1931); John Dewey, Yarının Mektepleri (Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938); John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor (İstanbul Devlet Basımevi, İstanbul, 1939).
 ?? ?? 2 Ankara, 1937 (Ankara Fotoğraf, Kartpostal ve Gravür Koleksiyon­u. Koç Üniversite­si VEKAM Kütüphanes­i ve Arşivi. Envanter no.: 2342).
3 İstanbul, 1934 (ETH-Bibliothek Zürich, Bildarchiv/ Siftung Luftbild Schweiz / Fotoğraf: Walter Mittelholz­er / LBS_MH02-27-0024)
4 İzmir, yak. 1930'lar (Kaynak: Eski Türkiye Fotoğrafla­rı Arşivi).
2 Ankara, 1937 (Ankara Fotoğraf, Kartpostal ve Gravür Koleksiyon­u. Koç Üniversite­si VEKAM Kütüphanes­i ve Arşivi. Envanter no.: 2342). 3 İstanbul, 1934 (ETH-Bibliothek Zürich, Bildarchiv/ Siftung Luftbild Schweiz / Fotoğraf: Walter Mittelholz­er / LBS_MH02-27-0024) 4 İzmir, yak. 1930'lar (Kaynak: Eski Türkiye Fotoğrafla­rı Arşivi).
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ??
 ?? ?? 5 Ankara, Günümüz (Fotoğraf: Peretz Partensky, 2009 / Flickr - CC BY-SA 2.0). 6 İstanbul, Günümüz (Fotoğraf: Caribb, 2015 / Flickr - CC BY- SA 2.0). 7 İzmir, Günümüz (Fotoğraf: Joe Taylor, 2014 / Flickr - CC BY 2.0).
5 Ankara, Günümüz (Fotoğraf: Peretz Partensky, 2009 / Flickr - CC BY-SA 2.0). 6 İstanbul, Günümüz (Fotoğraf: Caribb, 2015 / Flickr - CC BY- SA 2.0). 7 İzmir, Günümüz (Fotoğraf: Joe Taylor, 2014 / Flickr - CC BY 2.0).
 ?? ?? 8 8 Kabartma minaresi ile Abdül Hamit Han Camisi, Bilecik (Kaynak: Cami Gör! / camigor.com).
8 8 Kabartma minaresi ile Abdül Hamit Han Camisi, Bilecik (Kaynak: Cami Gör! / camigor.com).
 ?? ?? 9 Taş kortejo, Nahide Aile Evi, 2014 (Fotoğraf: Şebnem Yücel). 9
9 Taş kortejo, Nahide Aile Evi, 2014 (Fotoğraf: Şebnem Yücel). 9

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye