Yüzyıllık Bir Olağanlaş(tır)amama Hikayesi: Nasıl Konuşmalı, Nereden Başlamalı?
Ekim ayında Tayfun Gürkaş'ın moderatörlüğünde gerçekleşen söyleşide, Ali Cengizkan, Uğur Tanyeli, Hakkı Yırtıcı ve Şebnem Yücel, Cumhuriyet'in mimarlıkla imtihanını tarihyazımsal bir problem olarak tartıştılar.
Tayfun Gürkaş: Bir tür metodoloji tartışması gibi olacak ama öncelikle “Yüzyıllık bir dönemi nasıl tarif ediyoruz?” diye soracağım. Belki konuşmaya buradan başlamak iyi olabilir. Biçimlendirme tavırları ya da motivasyonlarının çokluğu göz önüne alındığında Cumhuriyet mimarlığının kronolojik veya tematik anlatılarında problemli olan taraflar sizce neler? Neleri ve kimleri görüp; neleri ve kimleri gözden kaçırıyor?
Ali Cengizkan: 1973'te 50. yıl, 1998 yılında da 75. yıl dolayısıyla yazılmış değerlendirmelere bakıyorum. Neredeyse hepsinde 50/75 yıllık bir kesit içinde neler olup bittiğine dair bir öyküleme yapılıyor. İşin içindeki insanlar kendilerini de değerlendiriyorlar ama çok fazla pozisyon aktarıyorlar. Hatta “Şu yapı iyiydi, bu kötüydü”, “Keşke şu yapı olmasaydı” gibi ifadeler kullanıyorlar.
Hakkı Yırtıcı: Türkiye'nin modern toplumsal tarihini ele alan her çalışmanın üzerinde uzlaştığı üç parçalı bir dönemselleştirme mevcut: İlk dönem, Cumhuriyet'in ilanından 1950'lere; ikinci dönem 1950'lerden 1980'lere ve üçüncü dönem de 1980'den 2000'lerin başına kadar olan süre. Kuşkusuz her dönemi homojen bir yapıya sahip olarak düşünmek yanlış olacaktır. Her dönem kolaylıkla daha alt parçalara bölünebilir. Farklı yazarlar ele aldıkları konulara bağlı olarak bu dönemlere farklı isimler vermekteler. Örneğin, İlhan Tekeli bu dönemleri sırasıyla “radikal modernlik”, “popülist modernlik” ve “modernliğin aşınması” 1; Tarık Şengül “ulus devletin kentleşmesi”, “emek gücünün kentleşmesi” ve “sermayenin kentleşmesi” olarak adlandırmakta2. Bu üç ayrı dönem aynı zamanda toprağın ekonomiye katılımı ve bu süreçteki aktörlerin belirginleşmesini içeriyor. Buna 2000'lerden bugüne kadar olan dönem için de Erbatur Çavuşoğlu'nun “metasız mekanı metalaştırma” kavramsallaştırmasını ekleyebiliriz3. İstanbul Havalimanı, çevresi ve Kuzey Marmara Otoyolu'nu düşünün. Bu bölgede yoktan bir rant ekonomisi yaratıldı. Ölçeği muazzam. Rant ekonomisinin sınırlarına dayanılan İstanbul'a yeni bir İstanbul ekleme düşüncesi, Kanal İstanbul'dan bahsediyorum, bunun en uç noktası olmalı. Tabii her dönemselleştirmede diğer dönemlerin belirleyicilerinin yok olmadığı, devam ettiği, sadece yeni dönemin başat belirleyicileri tarafından görünmez kılındığı da unutulmamalı.
Cengizkan: 75. yılda biraz daha sağduyulular belki ama yine de geride kalan o dönemi dökümleme gibi yaygın bir çaba var. Bense bizim artık bu tür tavırdan çıkmamız gerektiği kanısındayım. Çünkü o değerlendirmeler bir bakıma dönemsel bir envanter çıkarmanın ötesine geçemiyor. O envanter zaten orada duruyor, yani her zaman çıkarılabilir. Fiilen somutlaşan/ somutlaşamayan, tartışmaları gerçekleşen/ gerçekleşmeyen bir ortamı dökümlediğiniz zaman aslında çok da değişmeyen tekil bir olguya varıyorsunuz. Bizse keşke onun da üstüne çıkabilsek, 100. yıldan bakarak geleceği de konuşabilen ya da geleceğe ufuklar yayabilen bir adım atabilsek.
Şebnem Yücel: Yüzyıllık bir dönemin anlatısını yapmaya kalktığınız noktada zaten bir problemin içerisine düşüyorsunuz: Bir şeyleri dahil edeceksiniz, bir şeyleri dışında bırakacaksınız ve bunlarla nasıl helalleşeceksiniz? Ben tekil hikayelerin problemli olduğunu; tarihyazımında artık büyük anlatıların zamanının geçtiğini düşünüyorum. Tabii, büyük anlatılarla aranıza böyle bir mesafe koyduğunuz noktada da bütün bir 100 seneyi ele almak ve bunu iddia etmek zorlaşıyor: Birtakım kısaltmalara gideceksiniz, birtakım kategoriler oluşturacaksınız. Yüzyılı diyelim ki ekonomik üretimler üzerinden veya feminist perspektiften okumak isteyenler olabilir ama bu farklı teorik gözlükleri ne kadar çeşitlendirebilirseniz o kadar çok yüzyıl hikayesi ile karşılaşacaksınız. Hangi gözlük sizin için önplanda ve bu noktada neden o gözlükle bakmayı tercih ediyorsunuz? Anlatmaya nereden başlarsanız başlayın ama bence bu soruların açıklaması ile yola çıkmak ilk adım olmalı.
Uğur Tanyeli: Ben kendi adıma yüzyıllık bir süreci tarif etmeye çalışmam. Tarihte başlangıçlar ve bitişlerden oluşan paketler yok, gerçekler öyle vuku bulmuyor. Tarihçinin zihni onları paket yapar, kronolojik sınırlar arasına yerleştirir. Mimarlık tarihini taze bir bakışla yazmak için önce o paketleri unutmak lazım. Dolayısıyla Türkiye'yi de Cumhuriyet'i de olağanlaştırmak gerekiyor. Dönem bağlamında bakıldığında da aynı
olağanlığı farketmek zor değil. 1920'li yıllarda İngiltere, İsveç, Danimarka,
Belçika ve Hollanda dışında Avrupa'nın her yerinde krallıklar yıkıldı. Hepsi bir biçimde cumhuriyetler haline geldi. Türkiye Cumhuriyeti'ni de o genel değişim kervanın içine oturtmak gerekir. Biz genellikle bize özgü problemlere cevap veren bir açıklama yapacağımızı düşünmek istiyoruz. Dolayısıyla Cumhuriyet'i ve sayısız tarihsel gerçekliği bir anlamda kutsallaştırıyoruz. Artık dünyada tarih böyle yazılmıyor. Artık Fransa'da kimse kalkıp da “Birinci Cumhuriyet'in Mimarlık Tarihi” diyerek mimarlık tarihi yazmaz ama Türkiye'de yazıldığı zaman kimse şaşırmıyor. Her şeyi bize özgü arızalar ya da büyük başarılar gibi anlatma saplantısı olan bir toplumuz.
Gürkaş: Karşıt ya da taraftarı olalım, yüzyıllık tarihyazımsal periyodu bir tür gelenekten kopuş olarak anlatıyoruz. Cumhuriyet sıfırdan başlamak ya da bir devrimse biz devrimden ne anlıyoruz? Ve bu yüzyıllık Cumhuriyet mimarlığı anlatısının içinde Osmanlı ne kadar yer buluyor? Örneğin Vedat Tekler, Kemaleddin Beyler o anlatının içinde yer alıyorlar mı?
Yücel: Ben kendi derslerimde Türkiye mimarlık tarihini anlatmaya hiçbir zaman 1923 diyerek başlamadım. Çünkü yapılmak istenilenler ciddi bir farklılık yaratma ihtiyacı ile ortaya çıksa da, aslında çok öncesinden gelen tartışmaların bir devamı, o sürekliliğin bir parçası. Erken Cumhuriyet döneminin en başında görev alan mimarları anlamak için özellikle
19. yüzyılın son yarısındaki tartışmalara bakmak gerekiyor.
Tanyeli: Bu coğrafyada mimarlık öğretiminin tarihi, Cumhuriyet'le başlamadı ki; kabaca 1775'ten başlıyor. Eğer konutta modernleşmeyi konuşuyorsak, 18. yüzyıldan bile öncesine gitmek zorunda kalırız. Bütün bunları, uzun erimli problemler olarak ele almalıyız. Hiçbir dönem bir tek argümanla açıklanabilecek kadar basit değişimler üretmiyor. Hepsinin karmaşıklığını görebilmek içinse tematik yaklaşmak zorunda olduğumuzu söyleyebilirim. Genellemekten çok, belirli olgulara odaklanan değişim süreçlerini anlatmamız gerekir.
Yücel: Aslında benim de ilk önce, bana öyle anlatılğı ya da belki öğrenci olarak ben öyle algıladığım için kendi öğrencilik zamanımda kafama yerleşmiş birtakım kalıplarla; örneğin, Vedat Tek'in,
Kemaleddin Bey'in işlerini “eklektik”, “orijinal değil” diyerek bir kenara bırakan tavrımla yüzleşmem gerekti. Daha sonra 1980-2000 aralığındaki kültürel kimlik tartışmalarını ele aldığım doktora tezimde4 de bu konuyu dert edindim.
“Biz yeterince modern miyiz?”, “Modern olmamız ne anlama geliyor?” diye sordum; “Moderniteyi içselleştirmek”, “Buraya ait modernleşmeyi oluşturmak” söylemlerini çok doğalmış gibi kabul ettiğimi o yüzleşmede farkettim. Ve tüm bunların tam tersine giden bir ders kurguladım. Ayrıca hemen günah çıkarayım, başta o büyük anlatılarla ilgili şikayetimi dile getirsem de sınırlı zamanda daha çok şeyi kapsayabilmek adına ister istemez ben de o büyük anlatılardan yararlanıyorum derslerde. Ama en azından bu itirafla, bu dersin neden problemli olduğunu anlatarak başlıyorum.
Yazılarımda da kimlik söylemi merkezinde, özellikle modernitenin içselleştirilmesinde karşımıza çıkan yöresel mimarlıktan esinlenmiş modern mimarlık
örneklerinin yüceltilmesini problematize etmeye başladım. Örneğin, 20. yüzyılın ilk yarısındaki mimarlarımızdan sadece Sedad Hakkı Eldem'in yurtdışında tanınan mimar olması, bir tek onun başarılı olduğu anlamına mı geliyor? Bana kalırsa bu biraz da Türkiye'ye ait bir modern mimarlık örneği çıkarma çabasından kaynaklanıyor ama bunun da problemli olduğunu düşünmeye başladım. Uluslararası modern mimarlık tarihi yazımında Batı dışından ülkeler sözkonusu olduğunda; bir şekilde biçimsel olarak kendi ülkesinden beslenen, yöresel ama modernize edilmiş projelerin yüceltildiğini sıkça görüyoruz. Bu neredeyse şarkiyatçı bir düşüncenin tezahürü. Kendi adıma, postkolonyal kuramın önemli bir ismi Homi Bhabha'nın “Of Mimicry and Man” yazısında5 bahsi geçen tartışmaların bu konuyla çok paralel olduğunu düşünüyorum.
Cengizkan: Şebnem'in de dediği gibi, ilk 50 yılda her şeye aşırı bir biçimde modernist gözlüğüyle ya da modernist olma çabasıyla bakıldı. Tabii başka genel bir kimlik arayışı çerçevesinden gelen siyasal ve toplumsal baskılar da vardı ve belki onun sonucunda değerlendirmeler bununla sınırlı kaldı. Oysa, örneğin, 1900'lü yılların başında “mekan” ya da “uzam” kavramı yoktu ama diyelim ki Alman mimarlığında “raum” kavramı vardı. Yani mekan kavramının olmaması, bu düşünce sistemini eğitimden başlayarak edinen kesimden kullanıcıya kadar yansıyor. Dolayısıyla burada Cumhuriyet'ten konuşurken aslında bu yüzyıla dünya ölçeğinden de bakmalıyız. O günden bugüne mimarlık alanına dair tanımlarımızın bütünüyle değiştiğini görüyorum. 20'lerin 30'ların mimarlık dergilerinde ya da ansiklopedilerinde “Mimarlık” başlığı altında yayınlananlar mimarlık olarak algılanıyordu. Uzam ve mekan kavramları 70'lerden başlayarak Foucault gibi düşünürlerin getirdiği genişlik içinde algılanmaya ve kullanılmaya başlandı. Bugün benim mimarlıktan anladığım; sadece objeden mobilyaya, kentsel tasarımdan kentin bütünlüğüne uzanan bir disiplinlerarasılıkla ya da ülke coğrafyasıyla sınırlı bir şey değil; mimarlık bugün daha da geniş bir şey. Bu geçişken anlayış ülkeler ve kültürler arası bir yaygınlık da kazanmış durumda. Burada bilgisayar teknolojisiyle gelişen bir mimarlığı kastetmiyorum yalnızca;
biraraya getirme, çatkılama anlayışı diğer disiplinlerle mimarlık arasında bir geçişimle çok zenginleşti. O nedenle bugünden bakarak yüzyıllık mimarlığı değerlendirirken bunları da birer kategori olarak dahil etmek gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye'de 1920'ler, 30'lar, 40'lar mimarlığını Mimarlar Odası'nın Anma Programı çerçevesinde çok derinlemesine çalışma fırsatı buldum. 2007 yılında üç gün süren bir Mimar Kemalettin sempozyumu yapmıştık. Sonuç bölümünde düzenleme kuruluna, uygulamacı mimarların birinden bir soru geldi:
“Bu sempozyum yapıldı diye Mimar Kemalettin'i ve eserlerini sevmek zorunda olduğumuzu mu hissediyorsunuz?”.
Ben de “Sevmek zorunda değilsiniz ama çok iyi çözülmüş mimarlık eserleri var” dedim, “Sadece dönemini yansıtmıyor, iyi mimarlık ürünleri olduğu için ayaktalar”. Bu da şunu düşündürüyor: Türkiye'de mimarlar bile, yapıları kendi öğrendikleri, alışageldikleri, rahatsız olmayacakları kafa yapıları ve kalıplar içinde algılayıp değerlendiriyorlar. Oysa yapılar orada duruyor, geçerken dokunuyorlar, içinde yaşıyorlar; ama iş yapıyı ve dolayısıyla ait olduğu “mimarlığı” değerlendirmeye gelince, onu beğenmiyorlar, dışlıyorlar, “takdir etmiyorlar”. Bu tutumla belki de, gerçekçi olmayışının ötesinde, ait oldukları düşünülen dönemler üzerinden bakıldığı için “değerli yapıların bile” kötülendiklerini, terkedildiklerini ve onların yıkımına yol açan zihin yapılanmalarının oluştuğunu söyleyebiliriz.
Biz acaba bugüne kadar yaptığımız gibi, yani moderni ya da Birinci/İkinci Ulusal'ı aradığımız ve damgalayıp diğerlerini dışladığımız gibi, bir kez olsun sadece iyi mimarlık ürünlerini işaret ettiğimiz bir 100. yıl değerlendirmesi yapabilir miyiz?
Gürkaş: Gerçekten de Türkiye'de mimarlık bu türden aşk-nefret, çok sevme-mahkum olma denklemleri ile ilişki kurulan, ortak bir ideolojiyle hareket eden/ etmesi beklenen özerk bir alanmış gibi düşünülegeldi. Yüzyılı yıldız mimarları ve parlak mimarlık eserleri haricinde de konuşma şansımız var mı? Daha sakin bir yerden başka alanlarla, örneğin ekonomik ve sosyal gerçekliklerle ilişkisi üzerinden konuşulamaz mı?
Yırtıcı: Uğur Hoca'nın “Cumhuriyeti olağanlaştırma” gerekliliğinden devam etmek isterim. Evet, Türkiye'yi olağanlaştırmak lazım, aynı şekilde mimarlık disiplininin kendisini de.
Tüylerimi diken diken eden bir anekdottur: 1988, İTÜ'de üniversiteye başladığım yıl; oryantasyon haftasında bir hoca şöyle demişti: “Doktorun hatası toprak altında, mimarın hatası toprak üstündedir”. Bir meslek neden kendisini başka bir meslek üzerinden meşrulaştırmak çabasına girer? Bu olağanlaştıramamanın bir göstergesi bana kalırsa. Sadece mesleğin değil, aynı zamanda mimarın da olağanlaştırılması gerekir. Hepimiz şöhret/yıldız mimarları görüyoruz ama mesela özellikle büyük ofislerde önüne gelen proje hakkında bilgisi olmayan, tek işi üçboyutlu imajlar üretmek olan ve “render'cı mimar” denilen bir mimar kimliği de oluştu. Ya da büyük inşaat şirketleri artık kendi içlerinde mimarlık departmanları barındırıyorlar; oradaki mimarın pozisyonu bizim
“mimar” deyince anladığımız “her şeyi yapan mimar”ınkinden çok farklı. Daha çok şirket yapılanması içinde ara karar verici rolündeler.
Cengizkan: Bu durum belki mimarlık eğitimi alanındaki modernist çabaların bir sonucu da bir olabilir ama çok yakın zamanlara kadar her öğrenciden bir
“prima mimar” çıkarma gayreti vardı.
Bu, herhangi bir yerde yazılı değildi; söylenmeden söylemsel olarak etkin olan bir yaklaşımdı; öğretim üyelerinin adeta ortak bir mentör aktivitesi olarak ortaya çıktı. Özellikle benim öğrenciliğim döneminde (1973-78) çok katıydı; kimini intihara sürükledi, kiminin mesleği bırakmasına yol açtı. Sonrasında ODTÜ'de bu tutum biraz kırılabildiyse katkım olmuştur.
Yırtıcı: Aynı durum İTÜ'de de geçerliydi. Hepimizi yıldız mimar olacak gibi yetiştirdiler. Mezuniyet (1992) sonrası karşılaştığımız ve okulla hiç örtüşmeyen gerçeklik karşısında hepimiz o kadar mutsuz olduk, o kadar savrulduk ki… Bir şekilde halen varlığını sürdüren bu tutumu çok zararlı ve tehlikeli buluyorum.
Bugün Türkiye'deki yıldız mimarlara bakıyorsunuz; hepsi güzel işler yapıyor, ödüller alıyor, dünyadaki biçimlere çok hakimler ama geri kalan %99'u hakkında konuşmaktan çekiniyoruz sanki; burada yapma bilgisinden ya da belirlenmiş bir normdan bahsedemiyoruz. “Cumhuriyet'in kendisi bir devrim ve kurumları, kurallarıyla bir tasarım iken yüzyılın sonunda neden hala bir tasarım kültürü oluşturamadık?” sorusunu önemsiyorum. Tasarım denilen şeye öyle çok büyük bir anlam da yüklemiyorum, kastım bir şeyi yapma, becerme bilgisi: Yani çiviyi doğru yere çakmak. Piyasada biraz düzgün iş yapmak isteyen her mimarın karşılaştığı bir sorundur. İşveren çivinin, çekicin, kas gücünün parasını veriyor ama o çivinin nereye çakılacağının bilgisine para vermek istemiyor. Bir işi çabuk hale getirmenin, çok önemsememenin karşılığını görüyoruz.
Aynı şeyi başka bir yerden söylersem, ayağımızı bastığımız kaldırımdan silüete kadar çok farklı ölçeklerde kentlerde ve hayatımızda çizginin hükmü yok. Hollanda'da yolda bir çizgi görüyorsunuz; o çizgi yaya yolunu bisiklet yolundan ya da araç yolundan ayırmaya yetiyor. Hatırlarsanız yıllar önce metrobüs yolu inşası ilk başladığında metrobüsün faaliyete girmesi gecikmiş, gerekçe olarak da “Bariyerleri yapmak çok uzun sürüyor” demişlerdi. O bariyerler yerine yere bir çizgi çekilseydi başımıza neler geleceği çok belliydi. Kısacası kuralları norm haline getirmekte başarılı olduğumuz söylenemez.
Tanyeli: Her şeyden önce mimarlık sektörünün kapitalistleşmesi denilen süreci ve mimarlık mesleğinin tarihini anlamak, anlatmak gerekir. Mimarlığın bir kapitalist hizmet sektörü olarak verilmeye başlanmasıyla ilişkili değişimi görmek zorundayız. Mimar emeği ödenirken yapma bilgisinin ekonomik olarak karşılığını bulamaması, Türkiye'deki işverenlerin kadir bilmezliğinden kaynaklanmıyor sadece; bunu söylemek haksızlık olur. Bu ülkede uzun süre müteahhitlik hizmeti yok, inşaat üzerine uzmanlaşmış bir yapımcı/yatırımcı yok. Ama 16. yüzyılda İtalya'da var. Buradan çıkan sonuç şu: Türkiye'yi dünyanın geniş bir parçasının koşulları ve değişimleri içine yerleştirmek, dünya ve Avrupa genelindeki süreçlere, iade etmek zorundayız. Türkiye dünya dışında bir yıldız değil dünyanın olağan bir parçası; üstelik en önemli ve erkenci değişimler burada vuku bulmuyor. Bunu gördüğümüz zaman, dönemleri mahkum etmekten veya parlatmaktan uzaklaşırız. Sorun şu ki, biz dönemleri ve tarihsel olguları sevmek istiyoruz. Oysa tarihte her şey ancak öyle gerçekleşebildiği için öyle gerçekleşiyor. Historiyografik pratikler içinde çoklu seçenek yok; A, B, C seçenekleri yok tarihte. Ne yazık ki bu gerçekleri görmekten kaçınınca, Türkiye'de kabaca 18. yüzyıldan başlayan radikal değişim süreçlerini neredeyse kesintisiz bir arızalar dizisi olarak okumak kaçınılmaz oluyor. Aslında ortada bir arıza yok.
Öncelikle şunu görelim: Mimarlık neredeyse 16. yüzyıldan, özellikle 18. yüzyıldan bu yana uluslarüstü bir pratik haline geliyor. Tabii ki Türkiye de dahil oluyor buna; mimarlık pratiklerimiz içinde
Avrupa kökenli sayısız gerçeklik ve teknik var. Pek çok teknik yenilik İtalya'dan alınmış. Bugün bile tuğla dediğimiz zaman aslında İtalyanca bir sözcük kullanıyoruz; tegola'dan kökenleniyor. Bütün bu karmaşıklığı görmekten kaçınıyoruz. Sadece bize ait ulusal bir çizgi, sadece bize ait, kimseden etkilenmemiş mimarlık ürünleri olduğunu düşünmek istiyoruz. Böyle bir imkanın olmadığını görürsek bu yüzyıllık periyotları sadece saymaca kronolojik aralıklar olarak ele alabiliriz. Hatta onları sadece kişisel çalışma alanlarımızın sınırları olarak tanımlayabilir ve “Ben şu aralıkları anlatıyorum” diyebiliriz. Kaldı ki, her dönemde geniş bir çeşitlilik de var. Değişim hem yatayda hem de düşeyde vuku buluyor. Yere ve zamana göre geniş bir farklılaşma var. Tek bir dönüşüm çizgisi yok. Bunların hepsini birden, tek seferde anlatmanın imkanı yok; bütün bu çeşitliliği de kendi özgüllükleri çerçevesinde görmek zorundayız.
Ayrıca şu modernleşme söylemlerimizi, anlatılarını da tartışmalıyız. Değişimin öyküsünü anlatan alışılagelmiş tarih metinleri Türkiye'de uzun süre birileri birilerini modernleştirmek istiyor, birileri de modernleşmek istemiyor gibi yazılıyor. Böyle yalın bir modernleşme süreci, burası da dahil hiçbir yerde yok. Modernitenin toplumsal üretimi diye bir mesele var. Türkiye bugün, genel Osmanlı tarihçiliği bağlamında bakılırsa 16. yüzyıldan başlayarak erken modern dünyanın bir parçası. Ve modernliğin üretimi her zaman hangi biçimde olursa olsun radikaldir. Neredeyse altüst edicidir modernite. Sözgelimi bugün gelenekseli bir yana bırakın, çekirdek aile yapısı bile çözülüyor, bu da modernliğin bir parçası. Türkiye'de istatistiki olarak Avrupa değerleriyle karşılaştırılabilir, ciddi sayıda tek ebeveynli aileler var. Bizse hala o kutsal Türk aile yapısından bahsedebiliyoruz.
Yırtıcı: Evet, yüceltilen bir aile yapısı var ama bunun toplumdaki karşılığı şüpheli. Ama yine de bu söylemi üreten otorite alanı tarafından doğrudan müdahaleler oluyor ve bu kaçınılmaz olarak yaşamlarımıza ve mekana yansıyor. Temel yaşam alanımız konuta bakarsak, 1+0 stüdyo daire o kurmaca kutsal aile yapısına uymadığı için yasaklandı; emlak piyasasındaki seçenekleriniz 3+1, 2+1 şeklinde matematik formülü gibi bir yaşam tarzı. Hemen ev eşittir barınma ihtiyacı ya da yatırım aracı denklemi kurulmakta. Vasat bir denklem. Oldukça indirgeyici ve hükmedici. Oysa ev, biraz romantize edeceğim ama yeryüzüne tutunma şeklidir; yeryüzünü yer edinme şeklidir. Ev, insanı bir coğrafyaya sabitler. Topoğrafyayı coğrafya yapar. Anlamın başladığı ve bittiği yerdir. Doğumun ve ölümün mekanıdır. Ev, en kadim mekandır. Belki günümüz modern dünyasında bu tanım naif olarak görülebilir ama “yer edinme duygusu” en temel psikolojik ihtiyaçlarımızdan biri. Her değişim bir yandan da kendi içinde sabitler barındırmakta.
Tanyeli: Bana kalırsa biz değişimin olağanlığını görmek istemiyoruz. Değişim benim kişisel beklentilerime uymak zorunda değil ki; ben de o değişenlerden biriyim sadece. Eğer tarihçi bunu görebilirse önemli bir zihinsel atılım yapar bana kalırsa.
Yırtıcı: Yine de bir mimar olarak benim, bir sabit arayışım var. Sanırım bu, değişimin içinde kanıyla canıyla varolan herkesin derinden hissettiği bir ihtiyaç. Genelde lisans eğitiminde modernleşme/ modernizm konusu anlatılırken hemen Le Corbusier'in o meşhur 5 ilkesi; pilotiler üzerinden yükselme, serbest plan, serbest cephe, bant pencere ve çatı bahçesi anılır; ayrıca gelenekten kopma, süsleme yerine endüstriyel üretime uygun temel formların kullanılmasından vs. bahsedilir. Ancak şunu kaçırmamak lazım, 20. yüzyıl başı modernistlerini önemli kılan; insan yığınlarının tarihte benzeri görülmemiş bir biçimde kentlerde biriktiği, piyasa ekonomisinin kurulduğu, yeni malzemelerin, yapım tekniklerinin ortaya çıktığı, henüz küreselleşme adı verilmese de gelişen iletişim ve ulaşım teknolojileri ile bütünleştiği bir dünyada insan yaşamları nasıl olmalıdır diye güçlü bir soru sorma iradesini gösterebilmeleridir. Bu soru aynı şekilde bugün de, küreselleşen bir dünyada -kentlerin yükselişi, internetin hayatımıza girişi, dünyayı sosyal medya üzerinden algılamamız vb. tüm bu değişimler içerisinde- insan yaşamları nasıl olmalıdır diye tekrar sorulabilmeli.
Yücel: Katılıyorum, gerçekten de 20. yüzyılın özellikle ilk yarısı, teknolojik, materyal, ekonomik, sosyal vb. çok fazla değişimin olduğu ve bu değişimlere karşılık gelen mekanlar nasıl olmalıdır ya da mimarın yeni rolü ne olmalıdır diye sorgulandığı bir dönem. O zamana kadar çok baskıcı görülen mimarlık eğitimine karşı bir tavır da var orada. Herkes bir manifesto yazmış; herkes neye, neden inandığını yazıya dökmüş. Bilmiyorum ben mi kaçırıyorum ama bugün artık hiç manifesto görmüyorum. Günümüzde bunun bir karşılığı olmadığına mı inanılıyor, kimsenin söyleyecek sözü mü yok ya da bu konular artık önemini yitirmiş herkes bir yerde yaşam derdine mi düşmüş?
Yırtıcı: Türkiye ve Cumhuriyet özelinde bakarsak tüm değişime rağmen aslında bizlere yüzyıldır iki yüzü olan tek bir hikaye anlatılmakta ya da daha doğrusu dayatılmakta. Biri, yüzyıl önce Batı emperyalizmi karşısında neredeyse yok olma noktasına gelmiş bir ulusun, geçmişin köhnemiş zihniyetinden kurtularak, akıl ve bilimin yolu ile muasır medeniyetler seviyesine ulaşmasını anlatırken; diğeri, bugünün neoliberal dünyasında, yine Batı emperyalizmine karşı verilen mücadeleyi ve küresel güçler arasında artık hakettiğimiz yeri almamızı anlatıyor.
Her iki hikayede de düşman aynı, hedef aynı; ama tek bir farkla, biri bunu modernleşme ve modernizm, diğeri ise neoliberalizm ve küreselleşme üzerinden anlatıyor. Modernleşme, zamanında tüm dünyanın ileride daha iyi bir yer olacağını anlatabilirken; küresel enerji savaşlarının sürdüğü, kaynakların tükendiği, iklim krizi ile topyekun yok oluşa doğru giden günümüz dünyasında neoliberalizmin bizlere anlatacak fazladan bir hikayesi yok. Tek yapabildiği dünyayı imajlar ve nesneler üzerinden büyülemek.
Cengizkan: Modernin bir program özelliği olduğunu da unuttuk. Özellikle son 20 yılda bu konunun büyük bir darbe yediğini söyleyebiliriz. Mesela Ankara'nın yakın tarihli kamu yapılarına bakalım, hiçbiri modern değil bana kalırsa. Bir kere içlerindeki insanlar rahat etmiyorlar, hangi yapı olursa olsun aslında aynı mekanda yaşadıklarının farkında değiller. Tasarım masasında içeriksiz kutular yanyana getiriliyor, ortaya çıkan şeye de bina diyoruz. Mimarlığı buna indirgedik. Böyle bir yapının cephesi de özlediğiniz ya da özendiğiniz herhangi bir dönemin çizgileri ile süslenebiliyor elbette: Selçuklu, Osmanlı, Roma…
Yırtıcı: Öyleyse aşk-nefret denkleminin akla getirdiği şu kitsch heykelleri de analım: Çatal batırılmış İnegöl köftesi, Diyarbakır karpuzu içinde çocuk, göle maya çalan devasa Nasrettin Hoca ve daha niceleri… Bir yandan bunlardan nefret ediliyor bir yandan da bakıyorsunuz en çok konuşulanlar onlar olabiliyorlar. Dolayısıyla banal olandan beslenmekteyiz. Sosyal medyaya bakıyorsunuz, insanlar alay ediyor, adeta nefret ve öfke kusuyorlar bunlar karşısında. Ama bir yandan da bundan bir zevk alınmakta. Çünkü kistch kendimizi özel hissetmenin
aracı aynı zamanda. Aslında ona karşı olmak bizleri sıradanlaştırıyor ve konformizmin alanına dahil oluyoruz. Ben burada güzel olanı isteme iradesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu irade insanın kendisine ve çevresine eleştirel bakabilmesinin ilk adımı.
Gürkaş: Burada büyük anlatıların ölümünden bahsediyoruz, artık bizi ikna etmiyorlar. Carlo Ginzburg'un mikrotarihçilik üzerine şöyle bir tespitte bulunduğunu hatırlıyorum: “Mikrotarihçiler köy çalışmazlar, köylerde çalışırlar”. Kastettiği şu: Masa başında değil, sahada çalışırlar ama söyledikleri dünyaya dairdir. Peki Cumhuriyet tarihine nasıl yaklaşacağımızı konuşurken, “Küçük anlatıların ortaya çıkardığı kazançlar neler?” diye soracağım. Çok faydacı bir yerden bakıyor gibi olabilirim ama burada mikrotarih ne işimize yarıyor? Neyi görmeye başlıyoruz?
Yırtıcı: Tarih içinde devinen küçük ve sıradan insanların ya da olayların hikayelerinin dinlenmesi ve o büyük resim karşısında nasıl taktikler geliştirildiğine bakılması, iki farklı ölçeği birbirine bağlama ve böylelikle bize dayatılan tek bir tarih anlayışının içinde sıkışıp kalmama imkanı taşımakta.
Yücel: Elimize ne geçiyor değil de elimizden ne kaçıyor dersek açıkcası benim kaçışını kutladığım bir şey: Teklik kaçıyor. Bir tane güzellik, bir tane doğruluk, bir tane gerçeklik, bir tane en iyi hikayesi… Master programında bir hocam tarihyazımını halı dokumaya benzetirdi: İlmeklerle birarada duran çokkatmanlı bir yüzey oluşturuyorsunuz. O bir kilim de olabilir, bir hereke de... Küçük anlatılar biraraya gelip tek bir şey söylemek zorunda da değil. Her zaman ne gözlük taktığınız, ne gördüğünüzü etkileyeceği için bunlar ortaya çoklu hikayeler çıkaracak. Aslında tam da onların çoksesliliği, ne olup bittiğine dair bize daha iyi fikir verebiliyor. Sadece tarihyazımı özelinde değil, araştırma yöntemlerinin geneline baktığımızda, her ne kadar mühendislik alanında ya da başka alanlarda çok önemli kabul edilse de artık sayılar üstünden birtakım kalıpların, ispatların ortaya konduğu yöntemlerin de modası geçti. Hatta nicel ya da nitel olsun tamamıyla objektif bir çalışma ortaya koyduğu iddiasında da olamaz kimse. Çünkü araştırmacı da araştırdığı konunun içerisindedir. Anlatısında kendi geçmişi, bilgisi, eğitimi, aile yapısı, hangi soruları sorduğu ve o sorulara verilen cevapları nasıl değerlendirildiğine dair bir
şey söyler. Dolayısıyla romantik ve aynı zamanda bir o kadar ideolojik ve baskıcı kabul ettiğim o objektif gerçeklik ve teklikten söz edemeyiz artık. Bana göre bu noktada “Mikrotarihler ne işe yarıyor?” diye sormanın da bir anlamı kalmıyor. O çoğunluğun, çoksesliliğin değerini teslim edebilmek gerekiyor. Tekli bir anlatı oluşturulurken kategorilemenin doğal bir sonucu olarak, farklılıklar hiyerarşik bir sıralamaya sokularak sunuluyor. Oysa farklılıkları yanyana koymayı öğrenmek gerekiyor. Bu bundan daha iyidir demek zorunda değilsiniz, diğer yöntemlerle de diyaloğa sokabilir, yeni bir kapı aralayabilirsiniz. O üst anlatının değerli bulunduğu; kurallar, kanunlar gibi kabul edildiği; tek doğrunun öğrenilmesinin gerektiği zamanların en azından beni heyecanladırmadığını, yanlış bulduğumu söylemeliyim. Çünkü benim derdim tarihsel araştırmanın kendisinden ziyade, tarihin nasıl yazıldığı.
Mesela Tereddüt ve Tekerrür6, tarih kitabı olarak değil ama verdiği tarihsel referans anlamında beni çok heyecanlandıran kitaplardan biridir. Aslında kendi başına bir şey söyleme derdinde olmayan bir metinler toplamı; dönemin bir şekilde ses getirmiş mimarlarının kendileri ve mimarlık hakkında ne düşündüklerine dair yazılar. Bu tür antolojiler Türkiye'de nadir, yurtdışında ise çok sayıda. Buna benzer küçük hikayelerden bahsediyorum. En azından 2000 sonrası Türkiye'de sergiler, kitaplar vd. üretimlerde örneklerini az da olsa görmeye başladık.
Cengizkan: Açıkçası ben üst anlatıların bütünüyle terkedileceğini düşünmüyorum; geri dönebileceğine dair bir hissim var. Sınırlı sayıda da olsa önümüzdeki dönemlerde mimarlık tarihiyazımında yer alacağını düşünüyorum. Mikrotarihçiliğinse bize getireceği yararın çok büyük olduğuna katılıyorum. Az önce Hakkı Yırtıcı'nın söylediği gibi tasarım alanı iyi, proje düşünüşü iyi ama çivinin nereye çakılacağı bilinmiyor. Bunun mimarlık ürününü ortaya çıkaran alt alanlarla da kuşkusuz önemli bir bağı var ve Türkiye'de bunun mikrotarihi yazılmadı.
Bunun gibi pek çok şeyi sayabiliriz: Örneğin Alman etkisi ve öğretisiyle kurulan Yapı Usta Okulu'nda, teknik öğretim üzerinde çok ciddi bir zihinsel sermaye harcanıyor. Yakından bakarsanız eğitim alanında, 1923-33 arasında, ilgili bakanlıkların çalışmaları da bazı açılardan muhteşemdir. Biz o alanı da sadece John Dewey ile biliyoruz7; halbuki Dewey'in eşdeğer Alman meslekdaşı Georg Kerschensteiner ve öğrencisi olarak Türk eğitim sistemine damga vurmuş İsmail Hakkı Tonguç gibi başka isimler de var. Ya da Amerikan etkisiyle 1957'de İmar ve İskan Bakanlığı kuruluyor; Nafia Vekaleti'nin (Bayındırlık Bakanlığı) tüm alt örgütlenmesi isimlerine ve kimliklerine varıncaya kadar Amerikan
sistemine göre yeniden yapılandırılması sözkonusu oluyor. Örneğin, bütün bu koşulların değişmesi sonucunda; yapı üretiminin bileşenlerinin, o alanda yazılan yasaların, yönergelerin, kodların ve onların işletim sisteminin, dolayısıyla imar yönetmeliklerinin ve yönetimlerinin ne kadar etkili oldukları konusu, bir mikrotarih paketi olarak ele alınabilir.
Yine 1958 ile birlikte başlayan erken işçi göçünde, yetişmiş işgücünün kaymak tabakası başta Almanya olmak üzere Avrupa'ya gidiyor. Yerine bir şey koyulmuyor, pek farkında da olunmuyor. Aynı dönemde yine aynı etkiler çerçevesinde İmar ve İskan Bakanlığı tarafından Tersim Yönergesi diye bir kural dizisi yayınlanıyor. Erken Cumhuriyet döneminde yapı stoğunun büyük bölümünde inşaat uygulamasını usta grubu yürütüyor. Çünkü Yapı
Usta Okulu'nun yetiştirdiği işgücü ile tasarım grubu arasındaki makas o denli açık değil. Dolayısıyla proje çizimlerinin kroki düzeyinde olması durumunda bile yapılar inşa edilebiliyor çünkü o tarihte betonarme, devlet yapıları dışında pek yaygın değil. En büyük yapı stoğu yığma kargir ve dolayısıyla tuğla kalınlıklarının verilmesine bile gerek kalmadan usta, kroki düzeyinde bir çizimden bile inşaata geçebiliyor. Tersim'in getirdiği kural ise, yapı ön çizimlerinin bir yapıyı her şeyiyle, birebir malzeme ve yapma biçimi ile “resmetmesi ile ilgili”. Yapıların çizimleri eksiksiz; ama ustalık kategorisi hizmetin zayıflamasıyla yapı bitişleri kötülemiş duruma geliyor. Evet, bugün sayısallaşma ile birlikte mimarlığın çok geliştiği bambaşka bir ortamdayız ama sanki yalnızca eskidönemde mimarlık ürünün ayağa kalkmasını sağlayan bu bileşenler unutulmuş değil; günümüzde de yapının temsil çizimleri ile gerçekleşmiş hali arasındaki bütünleşme, özdeşleşme aranmıyor gibi.
Yırtıcı: Mikrotarihlerin noktasal bir yanı olsa da bundan çok daha fazlasını bizlere anlatabilirler. Mesela Cumhuriyet'in cami mimarisi ile olan imtihanına bakalım.
Kalın çizgiler ile ayrışmış bir alandır. Cumhuriyet'ten sonra modern denemeler olmuş ama doğal olarak tekil kalmışlar. Buradan yeni, modern zamanlara özgü yeni bir gelenek oluşturma çabası anlamsız, gereksiz de. Siyasal İslam bakış açısına göre ise kubbe ve minare şart. Tabii bu biçimsel ısrarın ideolojik bir boyutu olduğunu unutmayalım. Dalokay'ın ilk olarak Ankara Kocatepe için tasarladığı cami alışılageldik kubbe-minare ikilisine sahip olmadığı için yapılamadı ve sonradan İslamabad'da inşa edildi. Buna TBMM Camisi'nin yıkılması, Osmanlıcılığı yeniden canlandırmaya çalışan Ataşehir ve Çamlıca Camilerini de ekleyebiliriz.
Peki, bu seküler ve muhafazakar ideoloji arasındaki çatışmanın halkta karşılığı var mı? Yok. Daha doğrusu her iki tarafın da hiç kastetmediği şekilde camiler gündelik hayat pratikleri içinde yeniden üretilmekte. Apartman tepesine konan camileri düşünün. Gelenekle, Osmanlıcılıkla ilgisi bulunmamakta. Bunları kolaylıkla lanetliyoruz ama aslında onlardan öğrenecek çok şey var. Hatta cami üzerine fuarlar bile düzenleniyor. Ayak kokusunu hapseden özel halılar, ses ve ışık sistemleri, aklınıza gelmeyecek daha bir sürü detay. Gündelik hayatta sıradan insanların yaptığı işler, anlık çözümleri, ne tür taktikler geliştirdikleri ve hangi motivasyonlar ile yaptıkları çalışılmış bir alan değil.
Şimdi aklıma geldi; Bilecik'te bir apartmanın zemin katına bir cami yapılmış, sosyal medyada bir fotoğrafını görmüştüm. Her zamanki gibi gülünüyor ya da lanetleniyordu. Ama dış duvarına yapılan kabartma minare ile çok güzel durmaktaydı. Çok akıllıca bir işti bana göre.
Yücel: ODTÜ'de ikinci sınıftayken bizden Eskişehir-Ankara otoyolu kenarında bir mescit projesi yapmamız istenmişti. Önce, dinlenme tesisinde tenekeden bir minare, bir başka yerdeki kabartma gibi tam da bu bahsettiğiniz türden örnekleri çalıştık; üstüne bir de Venturi okumaları yaparak başlamıştık o projeye. Ama bir arkadaşımız projeye karşı çıkarak yapmak istemediğini söylemişti. Ona “Öyleyse sen de neden yapmak istemediğini anlatan bir proje yap, onu değerlendirelim” dediler.
Tanyeli: Oysa o öğrenciye keşke “Sen İstanbul'da taksici mi olacaksın?” diye sorsalarmış: “Nişantaşı'na gitmem”, “Abi bu saatte Ulus'a gidilmez”. Bu tutumla mimarlık yapılabilir mi? Hiçbir yerde böyle pseudo-demokratik bir ortam bugüne dek olmadı. Demokrasi bu değil.
Gürkaş: Bir öğrenci “dini inançlarıma uygun değil” diyerek banka şubesi; bir diğeri “ailemde cezaevinde ölenler var” diyerek bir cezaevi tasarlamak istemeyebiliyor, cami, genelev listeyi uzatabiliriz. Ama bir yandan sözgelimi kentsel dönüşüme yönelik bir muhalefetle, mimarların o işleri yapmalarına da çok fazla eleştiri geliyor: Tarlabaşı'ndan tutun da Galataport'a kadar. Hangi politik görüşten olursa olsun bir mimarın yapmak istemiyorum cümlesini daha kolay anlayabilecekken özellikle 2000'ler sonrası mimarlık ortamının tartışma gündemini “yapmalı mıyız, yapmamalı mıyız?” sorusu oluşturuyor gibi geliyor bana. O nedenle bu taksici örneğini neden verdiğinizi merak ettim.
Tanyeli: Ben burada mimarlardan değil öğrencilerden söz ediyorum. Öğrencilik şu demek: Siz kaydolduğunuzda o kurumla bir sözleşme yapıyorsunuz ve onun gerektirdiği koşullara uymak durumundasınız. Benim aklıma yatmıyor, diyemezsiniz. Ona bakarsanız mimarlık okullarında statik okutulması da benim aklıma yatmıyor. Ama ben statik dersini hiçe sayarım beni muaf tutun deme şansım yok. Örneğin sınav bence de kesinlikle çok sorunlu bir değerlendirme aracı. Ama, okulunuzla yaptığınız öğrenci-kurum sözleşmesi sınavı içeriyorsa, bunu ancak teorik planda tartışır, fakat sınavlara girer ve not alırsınız. Bu yaptığımız her sözleşme için geçerli. Vazedilen kurallar bana uymuyorsa o kurumdaki pozisyonum tehlikede demektir. Değiştirmek için uğraşır, ama hiçe sayamam. Taksiye binerken de bir sözleşme yapıyorsunuz, otobüse binerken de... Ama serbest bir mimar bir işi yapmamayı tercih ediyorsa tabii ki yapmaz. Olası müşterilerle işe başlamadan bir sözleşme yapmıyor ki. Şu müteahhitle asla iş yapmam diyen mimar yok mu? Bunu söyleme ve yapmama hakkımız tabii ki var. Diğer taraftan bunu eleştirme hakkımız da var. Dönüşümü eleştiririm, dilim döndüğünce de eleştiriyorum. Çünkü benim hükümetin politikaları ile bir sözleşmem yok. Şayet demokratik bir toplumdaysak ben problemli bulduğum bir politikaya karşı çıkarım. O düzeni demokratik kılan da, “Önüne ne geliyorsa evet diyeceksin” diyen bir otoritenin olmamasıdır. Antidemokratik bir toplumdaysak zaten böyle bir imkanım yoktur, Türkiye'de pek çok konuya karşı çıkamadığımız gibi... Bütün totaliter yönetimlerin temel özelliği, böyle bir sözleşmeyle tüm toplumu bağladığını düşünme hali ya da illüzyonudur. Bu tamamen toplumsal ilişkilerin nasıl kurulduğuna ilişkin bir mesele. Öğrenciyle kurulan ilişki başka, mimarla başka, yurttaşla hükümet arasındaki başka... Biz Türkiye'de bunları sık sık birbiriyle karıştırıyoruz, toplumsal ilişkilerin nüansları hakkında fikir üretmek istemiyoruz, tek bir model olduğunu düşünmek istiyoruz. Seçim kazanmayı da her istediğini yapabilme hakkını elde etme imkanı saydığımız gibi…
politikalarının da fazla totaliter olduğu yönünde eleştiriler var. Siz de bir konuşmanızda “asabi ideolojiler” ifadesini kullanmıştınız. Londra-Paris karşılaştırması yaparak; Londra emperyal ama olağan bir kent dokusuna sahipken Paris'in sadece kent planından bile okunabilecek kadar sert müdahalelerle şekillendiğinden bahsetmiştiniz. Rusya ve Türkiye'yi de bu asabi ideolojiler arasına kattığınızı hatırlıyorum. İhsan Bilgin'in bir yazısına8 gönderme yaparak devam edersem, 1950-80 arası dönemin “bedelsiz modernleşme”si de toplumdevlet işbirliği içinde işlenen bir kent suçu olarak tanımlanmıştı. Elbette her iktidarı çok rahatlıkla eleştirme şansına sahibiz ve bundan vazgeçelim anlamında söylemiyorum ama kastettiğim şu: Sizin de belirttiğiniz gibi Türkiye'de büyük anlatılarla rejimlerin tektipleştirmeye çalıştığı bir ortam var, buna hiçbir itirazımız yok. Peki her anlatının belirli bir tektipleştirici tarafı yok mudur, anlatısının çerçevesini çizmesi bağlamında zaten tektipleştirmesi gerekmez mi? Dolayısıyla birinin diğerinden daha totaliter olduğunu eleştirirken bizim de mevcut çokluğu aslında indirgeyerek kullandığımız argümanlar neden daha geçerli olsun? Başka bir deyişle, gündemdeki söylemin karşısında konumlandırdığımız muhalefet biçimi meşruiyetini tam olarak nereden alıyor?
Tanyeli: Muhalefetin bir meşruiyet zemini bulması gerekmez. O verili bir haktır. Meşruiyet iktidarın sahip olması gereken bir niteliktir. O sayede iktidar olunur; aksi takdirde iktidar tartışmalı hale gelir. Bunun anlamı şu: Muhalefet tam aksine daima meşrudur. Kuşkusuz Türkiye'de tam aksini düşünmek yeğlenir. Muhalefetin kendisini meşru kılmak için çalışması gerekir burada. Dolayısıyla radikal ve verimli bir muhalefet yapma şansı hem siyasal hem de epistemik anlamda alabildiğine kısıtlanır. Neredeyse utana sıkıla muhalif söylemler üretilir. “Affedersiniz bir maruzatım var” diyen bir muhalefet tipolojisi var ülkede. Mimarlıkta da durum yaklaşık bu.
Gelelim büyük anlatılara… Şunu düşünmek zorundayız: Anlatıları temellendiren olgular daima tikeldir, bir daha yinelenmeyeceklerdir. Bir kere vuku bulurlar ve o koşullarda ancak öyle vuku bulmuşlardır. Historiyografik ve/ veya sosyolojik anlatılarsa, ister küçük ister büyük anlatılar şeklinde olsun, daima tikel olan bu olgulardan içtutarlığı olan paketler yaparlar; türdeş olan ya da olmayan olgular arasında ilişkiler kurarlar. Çünkü yalnızca tekil olguları sıralamak suretiyle sosyal bilim anlatıları inşa edilemez. Ne var ki, genellikle
“büyük anlatı”ları sadece uzun erimli anlatılar zannetmek eğilimindeyiz.
Büyük anlatılar, bir kronolojik uzun zaman parçasını açıklamak ve/veya anlatmak zorunda değildir. Büyük anlatılar kurmak deterministik çerçeveler çizmektir. Sözgelimi Marx dünyada ne olup bitiyorsa ekonomik gerekçelerle olduğunu söylüyor. Ya da Türkiye'de sevilen bir başka açıklama modeli, anlatısı var; metropolde olup biten her olumsuzluğun ranttan kaynaklandığı iddia ediliyor. Oysa olgular bu şekilde tekil etmenlerle açıklanamazlar. Vuku bulan her şey, sayısız etmenle bağlantılı olarak kaotik bir ortamda varlık kazanır. Tarihçi ve sosyal bilimci bu tekil gerekçeli açıklama modelini terketmek zorundadır. Ama kuşkusuz olguları seçerken belirli bir mantık çerçevesinde seçeriz. Her şeyi görmenin imkanı var mı? Bazılarını görür, bazılarını görmeyiz. Bazıları hiç kimse tarafından görülmüyordur ama vardır. Marx'a kadar sınıf kavramı yok muydu, vardı ama kimse bunun üzerine bir şey yazmamıştı. Dolayısıyla tarihteki her şey gibi, bir anlatının meşruiyetini belirleyen ikna ediciliğidir. İnandırıcılığı ne kadar yüksekse o ölçüde kabul görür. 19. yüzyılda bütün Avrupa işçi hareketleri ile sarsılırken işçi sınıfını eksen alan bir sınıfsallık yapısı kurarsanız bu ikna edicidir. Tarih metninin problemli tarafı da budur zaten; kaçınılmaz olarak bir tür istibdat rejimi kurar, bir iktidar tesis eder. Hatta teorik mükemmeliyeti, akademik adabı genelde ikinci planda kalabilir, ikna edicilik daima birinci plandadır. Burada sorulması gereken soru “Tarihçi olarak ben bu durumda ne yaparım?” olmalıdır. Ben her türlü istibdata karşıyım ya da başka bir biçimde tarih yazmalıyız, diyebilirsiniz. Ben tarihçilere “buyurun kendi iktidarınızı kendiniz yıkın” derim bu durumda.
Cengizkan: Evet farklı üst anlatıların iktidar ürettiğine katılıyorum. Ekrem Hakkı Ayverdi de Doğan Kuban da
Uğur Tanyeli de Osmanlı tarihi yazabilir, sizse bunları okur ve karşılarında bir pozisyon alırsınız; birini benimser diğerini benimsemezsiniz. İktidar, yazma etkinliği içinde kaçınılmaz olarak var, ama siyasal iktidarın despot ya da determinist tutumuyla bunu ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Yani ben yazın alanındaki iktidarın her zaman meşru olduğu görüşündeyim. Çünkü ona bakarsanız okur da kendi iktidarını kuruyor, “Ben bunu okumam” diyor.
Ben bu noktada mikrotarih konusuna geri dönüp bir de “kent tarihçiliği”ne dikkat çekmek istiyorum. Bu alanda ciddi adımlar atıldı; neredeyse 60'ların ortasına kadar kentte ne olup bittiğini bilen yoktu. Ama erken dönem Ankara'nın kurulmasındaki zorluklar, 60'larda 70'lerde bizim öğrenciliğimizde öğrenmemiz gereken şeylerdi; yani bazen şöyle düşünüyorum: Bizim kuşağın yaptığı araştırmaları bizden önceki kuşak yapmış olmalı ve bir zemini hazırlamış olmalıydı… Bu ülkede kent tarihçiliğinin üretimi çok geç kalmıştır. Uğur Hoca'nın 2000'lerin başında İstanbul 1900-2000 kitabı9 aslında bize sokaklarımızı ve onların zenginliğini, karmaşıklığını hatırlattı. Örneğin, Beşiktaş'ı ele alalım, biz bir sokaktan bir yapıyı, diğer sokaktan üç yapıyı anlatıyoruz. Oysa o kitap bana kalırsa şunu söylüyor: “Beşiktaş, farklı mimari değerleri birarada barındıran bir semt, o kütlelerin hepsi birarada bir bütünlük oluşturuyor ve buna Beşiktaş, yani İstanbul'un tarihi bir semti deniyor”. Halbuki bu söylenmiyordu eskiden; içinde oturmamıza rağmen göremiyorduk o bütünlüğü. Bu anlamda müthiş bir yabancılaşma içinde olduğumuzu; yapı üretim süreçlerinden koptukça, sadece tasarımın çizimsel-temsil araçlı üretimiyle ya da aksine sadece kazma savurmakla ilgilendikçe arzuladığımız hatta hakettiğimiz o bütünlükten uzaklaştığımızı düşünüyorum.
Gürkaş: Dolayısıyla mikrotarihçinin bize tekrar hatırlattığı şeyin bu yabancılaşma olduğunu da söyleyebiliriz. Ona karşı bir politik duruş geliştiriyor aynı zamanda. Nedense böyle bir yerden bakmayı hiç akıl etmemiştim. O yabancılaşma karşısında bir küçük strateji üretebilme potansiyelinin olduğu fikri ilginç gerçekten…
Cengizkan: Örneğin, semt tarihçiliğinin gelişmesi de önemlidir. Mimarlık alanından ya da alan dışı kişilerin yaşadıkları yere ilişkin yazdıkları tarih; placemaking (mekan yaratma) kavramının ortaya çıkışı çok kıymetli…
Gürkaş: Türkiye'de tarih anlatılarının özellikle 80'ler sonrasında sayıca arttığı; mikrotarih anlatılarının da daha yakın zamanda ortaya çıktığını ve çeşitlendiğini görüyoruz. Ama daha geriye gittiğimizde aynı yoğunluk ve çeşitlilikten bahsedemiyor oluşumuz arşiv yetersizliğinden mi kaynaklanıyor yoksa başka bir tarihyazımı problemi mi var ortada? Elimizde yeterli malzeme var ama biz mi onu indirgeyip tekil bir bakış açısıyla empoze etmeye çalışıyoruz?
Yani iki kelimeyle roman mı yazmaya çalışıyoruz yoksa roman yazacak kadar kelime var da biz mi onları küçük bir aforizmaya indirgemeye çalışıyoruz?
Tanyeli: Bir kere burada, sabit bir malzeme var ve biz onunla ne kadar kompozisyon yazabiliriz biçiminde düşünemeyiz. Böyle tarih yazılamaz. Tarihyazım malzemesini hemen daima tarihçi üretir. Örneğin, tarih kitapları boyuna yazılıyordu ama Leopold von Ranke'ye, yani 18. yüzyılın sonuna kadar belgenin önemi yaşamsal değildi. Hiçbir eski Osmanlı tarih kitabı doğrudan doğruya belgeye referansla yazılmamıştır. Belge olmadığından değil, onu belge olarak niteleyip ondan anlam çıkaracak biri henüz olmadığından. Dolayısıyla tarihçilik yaratıcı bir iştir. Mesela son olarak Korku Metropolü İstanbul10 diye bir kitap yazdım. Korkuların akademik anlatılar içine yerleştirilip bizi hazır beklemediği bir dünyada tarihçi korkuları keşfeder, hatta bulamasa da bir anlamda icat eder. Bazı konularda da hiç malzeme olmayabilir. Onu yazmak aklıma gelir, ama malzeme üretemediğim için yazamayabilirim. Zaten her konuda yeterince tarihsel malzemesi olan bir dönem, bir toplum ya da toplumsal gerçeklik yok ki!
Yücel: Tarihyazımı malzemesini devlet arşivleri gibi çok kalıplaşmış kaynaklarda aranması gerekmediğine katılıyorum. Toplum içerisinde öteki konumunda kalmış kişi ya da toplulukların bir kaydı da yok zaten. Mesela İzmir'de kortejolar üzerine yazmaya çok heveslenmiştim. Birol Üzmez'in 2009 yılındaki “Aile Evleri, Kortejolar” sergisinden yolum oraya düşmüştü. Kortejoların ve özelikle de yoksul Sefaradlar hakkında kayıt niteliğinde bulabileceğiniz fazla bir şey yok. Uğur Bey'in dediği gibi o zaman yaratıcı olmaya başlıyorsunuz: Alliance Israelite okullarının kayıtlarını okumaya başlıyorsunuz; Birol Bey çocukluğu kortejolarda geçmiş kişilerle yaptığı ve kaydettiği söyleşileri sizinle paylaşıyor. Dolayısıyla siz heyecanlanıp peşine düştüğünüzde bir şeyler de görünür olmaya başlıyor; gidiyorsunuz kalan örnekleri ölçüyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz. Ama sonunda benim araştırma olarak ortaya koyduğum şey aslında kapsamlı bir kortejo tarihi değil, benim hangi gözlüklerden bakıp neleri anlamaya çalıştığımı yansıtan teorik bir okuma oldu11. Bence tarih yazarken sorumluluğumuz neyi, neden ve nasıl yaptığımızı anlatabilmemiz.
Yırtıcı: Ben biraz bu konuda hevesli olunmadığını hissediyorum, siz ne dersiniz?
Bakıyorum, metin üretmek özellikle de meslek pratiği içindeki mimarın işi değilmiş gibi algılanıyor. Monografiler basılabilir, orada yaptıklarını meşrulaştıracak bir iki fazladan söz söylüyor da olabilirler ama daha öteye geçilemiyor. Tabii bir de bu görünenin cafcaflı ambalaj paketi. Peki içeride ne oluyor? Tasarımdan inşaata mimari üretim süreçlerine ve ilişkilere dair neredeyse hiç bilgi yok.
Akademik çalışmalarda da, en azından bildiğim kadarıyla mimarlık alanında, mimarlığın siyasal/toplumsal yanı hakkında yazma konusunda bir ayak sürüme var maalesef. Muhtemelen bu alandaki genel ya da güncel mikrotarih yazın alanında üstü kapatılan iktidar ilişkilerinin açığa çıkmasından, hesaplaşılma gereğinden çekiniliyor. Korkutulan, korkmayı öğrenmiş bir toplumuz. Akademide tez danışmanları kolayca tez öğrencilerine “bu sakıncalı konulara şimdi girmeye gerek yok” diyebiliyorlar. Aslında sadece günümüze ait bir sorundan bahsetmiyorum, her zaman vardı ama bu şimdi çok daha fazla.
Başıma şöyle bir şey gelmişti. 20 yıl önce doktora tezimi12 tamamladığımda, jüri süreci tamamlanmış, geriye bir tek rektörlükten onay yani basit bürokratik bir işlem kalmıştı. Ama tezimin başlığında “kapitalist” kelimesi geçtiği için tedirgin olmuşlar. Önce benden neden bu başlığı koyduğuma dair bir yazı istediler.
Sonra tatmin olmamışlar bir işletmeciye okutuyorlar ki hiç alakası yok tezin işletmeyle. Bu süreç neredeyse bir yıl sürmüştü. Üstelik o zamanlar İTÜ'nün rektörü bir mimardı. Bırakın içeriğine
daha isminden başlayan işte böylesine bir korkudan bahsediyorum.
Tanyeli: O başka bir problem... Heves kırıcı etmenler var. Çünkü Türkiye'deki tarihyazım güzergahlarının iktidarları o kadar sağlamdır ki aksine bir şey söylemekten kaçınılır. Zaten tarihin bu kadar güçlü biçimde iktidar aracı olduğu veya iktidar kurduğu bir ülke az bulunur. Yıllar önce bunu yazdığımı hatırlıyorum: “Türkiye'de tarih sıcak bir şeydir, elinizi yakar”. Tarihin sayısız sakıncalı alan ve yasaklama ürettiği bir psikososyal ortamdayız. Bunu Nietzsche daha yüzyıl önce söylemişti. Yaklaşık olarak, “Tarihyazım alanı, yapılmasına izin verilenlerle verilmeyenlerin sınırlarını çizen yasaklamalarla tanımlıdır” diyordu. Bu her yerden çok Türkiye için doğrudur.
Cengizkan: Aslında mimarlık tarihyazımı, tarihle ilgilenmeyi mimarlık-dışı bir alan haline de getirdi. Bakarsanız bizim ODTÜ'deki hocalarımızın çoğunun doktorası yoktu. SonrasındaYıldırım Yavuz, İnci Aslanoğlu gibi isimler, çoğu da sanat tarihi kürsülerinden mimarlık tarihi doktorası alan mimarlık tarihi hocası oldular. Farklı disiplinler oluşu nedeniyle bu da başka arızaları beraberinde getirdi doğrusu, ama ben mimarlık tarihçiliğine tasarım masasından bakma taraftarıyım. Hatta şöyle didişmelerimiz de oldu okulda: Mimarlık tarihi asistanları tasarım stüdyosuna katılmaya 2-3 yıl direndiler, sonunda girmeye başladılar. Tarih aslında içinde yaşadığımız bir şey; oturduğumuz evden baktığımız denize kadar her şeyle ilintili. Buna karşın yetişen genç kuşakların tercih etmemesi gereken bir alan gibi görülüyor. Bu küçümsenin, birtakım ideolojik gerekçelerle bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
Mimarın pozisyonuna dair de benzer bir durum sözkonusu. Özellikle son 20 yılda “mimarsız imarlı” yapılaşmanın çok arttığı kanısındayım. Bu da hem toplumsal düzende hem de devletin mekanizmalarında modernizmden uzaklaşıldığını gösteriyor. O külliyeler, cemaat mahalleleri sadece yakın tarihin ürünü değiller; 80'lerden beri gelişmekteydiler ama 20 yıl içinde görünür oldular ve pek çoğu meşruiyet kazandı. Örneklerinin sayıca artışı, toplumun zihninde ve vicdanında bu işin mimarsız da olabileceğine dair bir algı yaratıyor. Mimarlığa yönelik talebi düşürüyor, aslında mimarlık hizmetinin ne olduğunu da unutmamıza sebep oluyor.
Yırtıcı: Mimarsız mimarlık ya da daha doğrusu mimarın yapı inşa sürecinde kendisine düşen pay üzerinde bile pek söz söyleyemediği bir üretim şekli piyasaya hakim olmuş durumda. Kimi zaman taşeron ilişkileri asıl belirleyici olabiliyor. Bir beton firması gelip kaba inşaatı bitiriyor. Sonra cephe firması geliyor, kataloğa bakılarak cepheye karar veriliyor ve uygulamasını da aynı firma ya da firmanın düzenli çalıştığı alt-taşeronlar yapıyor. Bu zincir bu şekliyle devam etmekte.
Cengizkan: Franchising örnekleri de çok arttı. Öğrencilik dönemimizde, yani 1970'lerde bilinen en önemli örnek İstanbul Hilton'du. İthal bir proje olarak programıyla, ön mimarisi ve alan projeleriyle dışarıdan geliyordu. Konunun doruğa çıkışına bir yeni başlangıç örneği de şimdi kapatılmış olan Atatürk Havalimanı'nın yeni ekleriyle yapılışıdır. Mimarlık hizmetinin alımı da bu kapsamda düşünülebilir. Türkiye'den firmalar 70'lerden bu yana başka ülkelerde sadece projecilik değil; müteahhitlik, altyapı hizmetleri, müşavirlik vb. her türlü mimarlık hizmetini vermekteler. Bu bir yandan müthiş bir deneyim kazancı... Ama çok yakın zamanda bu süreçlerin içinde olan farklı kişilerden duyduğum kadarıyla, bu deneyimin ve birikimin Türkiye mimarlık alanına kazandırılamadığı ya da eğitim kurumlarında değerlendirilemediği ve dolayısıyla sonraki kuşaklara aktarılamadığı düşünülüyor. Bunların her biri özellikle son yaşadığımız çeyreğe damga vuran olgular, bugün geldiğimiz noktada tartışılması önemli sorunsallar bana kalırsa. Bunlar gibi pek çok başlığın saptanıp akademik çalışmalara konu olması önemli açılımlar sağlayabilir.
Tanyeli: Her türlü değişimin olumlanacak tarafları da var, olumsuzlanacak tarafları da… Benim öğrenci olduğum dönemde MSGSÜ'de neredeyse her binayı detaylandırabilecek kadar bilgimiz olması beklenirdi. Bütün detaylarıyla sular seller gibi yapı projesi çizerdik. Bu dünya yıkılıyor. Eskiden doğru bilinenleri ebedi doğrular sayamayız. Artık o “mimarlığı mimarlık kılan doğrular şunlardır, dokunulamaz” biçimindeki ısrarı sürdüremeyiz. Dolayısıyla ben yıkıcı değişimleri bile olumsuzlamak yerine “Helal olsun!” diyerek yorumluyorum.
Yücel: Bana kalırsa ileride bugüne bakarak bir şeylerin yazılacağını da hesaba katmalıyız. Balık içinde olduğu suyu tanımaz, belli bir mesafe gerekir diyenler olabilir ama ben buna katılmıyorum. Benim bugün içinde bulunduğum durumu ve koşulu nasıl gördüğümün değerli olduğunu ve bunu açıklamak zorunda olduğumu düşünüyorum; yarın öbür gün biri de bakıp “O dönemde şöyle düşünenler de varmış”ı görebilsin diye. Bu anlamda, hangi konularda ne tür malzemelerin toplanmasının yararlı olacağına inanıyorsak onların üretimine katkı yapacak çalışmalarda aktif rol almamız gerekiyor. İyi bir haber olarak bu türden çalışmalar da başladı. Örneğin, Mimarlar Odası'nın da çabalarıyla pek çok önemli mimar hakkında tanıklıklar ve arşiv belgelerinin biraraya getirildiği kitaplar yapılıyor. Başka ne gibi verilerin toplanmasına katkıda bulunabiliriz? Bunları yazmanın sadece akademisyenlerin, tarihçilerin işi olmadığını mimarların da yazması gerektiğini düşünüyorum. Çok az mimar yazıyor, çoğu neden ve nasıl yaptığını değil ne yaptığını anlatmak derdinde. Asıl o bahsettiğimiz o yapma bilgisini tartışmaya açan çok az mimar var. Dolayısıyla bugün bulunduğumuz ortamı, kenarda ya da gölgede kalanlar üzerinden canlandırmaya çalışmanın hepimizin görevi olduğunu düşünüyorum. Şu an ulaşabildiklerimizle çok büyük bir söz de söylememiz gerekmiyor ama ileride birilerinin bir şey söylemesine vesile olacak çalışmaların artırılmasını önemsiyorum.
Cengizkan: Benim ODTÜ'ye girdiğim yıl, Suha Özkan ve Güner Mutaf hocalarımız çok özgürlükçü bir tutum içindeydiler; müfredat bir yanda, onların çizdiği profil başka bir yandaydı. O dönemde Türkçe mimarlık kitabı aradığımı hatırlıyorum. Sayısı 3 ya da 4'ü geçmez: Cengiz Bektaş, Şevki Vanlı... Mimarlık ofislerinin kendi işleri hakkındaki çıkardıkları yayınlar da yoktu o dönemde. 1940'larda Seyfi Arkan'ın mahalle matbasında basılmış gibi duran iki yayını var. Ama demek ki, yurtdışına da açılmaya başladığı bir dönemde belli bir ihtiyaç bunu yapmaya zorladı onu. Düşünün ki bugün o dönemle kıyas edilemez bir durumdayız. Bir de tersinden bakarak “Peki okur var mı?” diye soracağım. Çünkü günümüzde talebin düştüğünü görüyorum. Sanki ancak biri tez çalışması yapacağı zaman talep görüyor bu yayınlar. Ben o fellik fellik yayın aradığım zamanlardaki heyecanımı öğrencilerde göremiyorum bugün. Buna bir nedenolarak, sosyal medyanın mimarlık alanına getirdiği genişlemeyi sayabiliriz. Belki bir kolaycılık da yaratmıştır.
Tanyeli: Türkiye'de 1873 yılına kadar mimarlar tarafından yazılmış mimarlıkta kuramsal endişelere ilişkinyazı neredeyse yok! İlk olarak 1873'te Usul-i Mimari-i Osmani ile başlıyor ve neredeyse sonraki
50 yıl yine yok, ancak Kemalettin Bey'in ve kimi ulusalcı romantik mimarların yazdıklarıyla yeniden başlıyor. Bu kadar dar bir geçmiş mirasından bekleyebileceklerimiz de dolayısıyla epey kısıtlı. Okuyucu da yok o dönemde. 1790'larda 3 tane askeri mimarlık kitabı yayınlanıyor ve yaklaşık 300 adet basılıyor. 1802'ye kadar sadece 20 tanesi satılabilmiş. Şimdi o noktadan bu noktaya geldiğimizi gördüğümüz zaman umutsuzluğa kapılmamak gerekir. Hızlı bile gitmişiz. Kuşkusuz daha hızlı ilerlemek isteyebiliriz. Ancak geçmiş kaderimizdir. O kaderi aşmak için çabalamak gerekir.
Yücel: Mimarlar yazmıyor derken monografileri kastetmiyorum. Çünkü aslında o yayınlar hiçbir zaman müellifle beraber yapının hikayesini anlatmıyor. Artık çoğunlukla, bu iş için bir yazarla anlaşılıyor ve o kişi verili ya da kabul gören anahtar kelimeler üzerinden kitabın ana metnini oluşturacak bir tanıtım/ promosyon yazısı kaleme alıyor. OMA'dan Reinier de Graaf, architect, verb13 adlı bir kitap çıkardı. Orada bu anahtar kelimelerle çok güzel dalga geçiyor.
Üstelik bu işin tam ortasından bir insanın bunu yazıyor olması da ayrıca dikkat çekici. Bu dönemde bir şeyler geçmişte olduğu kadar yoğun yaşanmadığı için Tereddüt ve Tekerrür'dekine benzer metinler çıkmayabilir ama ben bugün mimarların mimarlık üretimlerine dair sözlerini duymuyorum. Anca, sabahın 04.00'ünde çalışan insanların videolarını paylaşıp “Bakınız ne de güzel çalışıyorlar” demeyi biliyorlar. Madem tarihsel malzemeyi kendimiz kazıyıp çıkarıyoruz, kazınması gerektiğini düşündüklerimizi şimdiden oluşturmaya başlasak.
Mimarlar yazmıyorsa da onlara nasıl yazdırabileceğimizin yollarını düşünelim.
Yırtıcı: Burada belki kendimle çelişmek pahasına şunu da sormadan edemiyorum: Yazmak zorundalar mı ya da onlara böylesi bir tarihsel görev vermek şart mı?
Tanyeli: Yazmak zorunda değiller elbette ama kendi meslek pratiklerine ilişkin malzemeyi saklamak zorundalar. 1950'lerde çalışmış bir mimara ilişkin malzeme arayın, bir proje çizimini, büro yazışmasını, sözleşmeyi, eskizi, bazen fotoğrafı bile bulamazsınız. Bu bir arıza. Bunu kendi mesleki önem ve saygınlığına ikna olmamış bir mimar camiasının olağan kayıtsızlığı olarak düşünmeliyiz. Son onyıllarda aşınıyor bu kayıtsızlık.
Yırtıcı: Maalesef öyle. Literatür Yayıncılık'ta editörlük yaptığım dönemde,
Türkiye'nin eski, tanınmış mimarlarından birinin monografisini hazırlıyorduk.
Elde malzeme yok ya da bölük pörçük. En sonunda iç mekan için yaptığı tasarımlarının görsellerini, zamanında o kişiye alçıpan/kartonpiyer işleri yapmış bir ustadan, ustanın kendisi için bastırdığı reklam broşürlerinden bulabilmiştik.
Tanyeli: Biz Türkiye'de mimarlık bağlamında birkaç çağı birlikte yaşadığımızı sık sık unutuyoruz. Bu ülkede yakın zamana kadar vernaküler denebilecek nitelikte yapılar inşa ediliyordu. Öte yandan hala yap-sat usulüyle konutlar yapılıyor. Aynı zamanda orta ve büyük sermaye de konut yapmayı sürdürürken kendi evini kendi yapan insanlar da hala var. Pek çok kentte hala gecekondu yapılıyor. Bakıyorsunuz 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Türkiye'de müteahhit yok. Bugünse müteahhitliğin ve yatırımcılığınsayısız çeşidi var bu ülkede. Ne var ki, pek çok durumda hala götürü usulüyle inşaat yapıyor. Hala evsahibinin kendisinin iş paylaştırarak yapı yaptırdığı örnekler de var. Ama kooperatifçilik de var. O kadar farklı tarihselliği birarada yaşıyoruz ki bunun müthiş kaotik bir görüntü ürettiği kuşkusuz. Bu çeşitlenme de olağan. Ürettiği sorunlar da tabii ki var. Evet haklısınız üzerinde az yazılıyor, ama bütün bu farklılıkları birarada düşünerek manzarayı presizyonla çizebilmek hiç kolay değil. Bu, sözgelimi dönüşüm süreçlerinin ve mimari hizmet pratiklerinin saydamlaştığı, dolayısıyla daha kolay kavranabilir olduğu İngiltere'deki mimarlık sahnesini anlatmaya benzemiyor.
Sorun şu: Tarihsel olarak baktığınız zaman ortada rahatsız olunacak bir şey yok, her şey olağan; ama günceli deneyimlediğimiz zaman elbette bir kabusun içindeyiz. Bu çifte perspektifi ayırdetmemiz gerekiyor. Güncel bir politik pozisyondan konuşuyorsak mimari ortama ağzımıza geleni söyleme hakkımız var, bunu yapmalıyız da… Eleştirmeli, durumu değiştirmeye, aksaklıkları düzeltmeye çalışmalıyız. Ama tarihsel bir perspektife yayıp değerlendirdiğimiz zaman “zaten ne olacaktı ki” diyebiliriz. Bu ikililiğin şizofrenik bir yarılma olduğunu söylemem bile gereksiz. Ama ne yazık ki böyle.
İlk mimarlık dergisinin 1931 yılında yayınlandığı bir ülkeden bahsediyoruz, Almanya'da 18. yüzyıldan başlıyor. Dergicilik bağlamında yaklaşık 200 yıl, mimarlık kitabı basımı bağlamında 400 yıl geciktiğimiz bir alanda olsa olsa hızlanmak gereğine işaret edebiliriz. Biraz önce de söyledim: Geçmiş kaderdir, fakat kader değiştirilebilir, değiştirilmelidir.
■ Ali Cengizkan, Prof.Dr. Emekli Öğretim Üyesi, ODTÜ Mimarlık Fakültesi;
Tayfun Gürkaş, Dr. Öğretim Üyesi, Özyeğin Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi;
Uğur Tanyeli, Prof.Dr., İstinye Üniversitesi, Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi;
Hakkı Yırtıcı, Doç.Dr., İstanbul Galata Üniversitesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarım Anabilim Dalı;
Şebnem Yücel, Prof.Dr., MEF Üniversitesi, Mimarlık Bölümü.
Notlar:
1 İlhan Tekeli, “Türkiye'de Cumhuriyet Döneminde Kentsel Gelişme ve Kent Planlaması”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Türkiye İş Bankası ve Tarih Vakfı Yayınları, 1998.
2 Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, İmge Kitabevi, 2009.
3 Erbatur Çavuşoğlu, Türkiye Kentleşmesinin Toplumsal Arkeolojisi, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016.
4 Şebnem Yücel, “The Routes: Cultural identity and architecture of Turkey, 1980-2000”, Doktora Tezi, Arizona State University, 2003.
5 Homi Bhabha, “Of Mimicry and Man: The Ambivalence of. Colonial Discourse”, October, sayı 28, 1984, s. 125-133.
6 Bülent Tanju (yay.haz.), Tereddüt ve Tekerrür: Mimarlık ve Kent Üzerine, Akın Nalça Kitapları, İstanbul.
7 John Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında Rapor, İstanbul Devlet Basımevi, İstanbul, 1939.
8 İhsan Bilgin, “Bedelsiz Modernleşme”, Mimarlık, sayı 288, 1999, s. 26-27 : [http://www.mimarlikdergisi.com/ index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=347]
9 İstanbul 1900-2000 Konutu ve Modernleşmeyi Metropolden Okumak
10 Uğur Tanyeli, Korku Metropolü İstanbul: 18. Yüzyıldan Bugüne, Metis Yayıncılık İstanbul, 2022.
11 Şebnem Yücel, “Minority heterotopias: the cortijos of İzmir”, arq: Architectural Research Quarterly, 20/3 , Eylül 2016, Cambridge University Press, s. 245-256
12 Hakkı Yırtıcı, “Modern Kapitalist Toplumlarda Mekan Üretimi”, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, 2003.
13 Reinier de Graaf, architect, verb: The New Language of Building, Verso, Londra ve New York, 2023.